Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
DiN EGiTİMİ
. ARAŞTIRMALARI DERGiSi
A
IMAN
SUMMARY
(FAITH)
Prof. Dr. Anıiran Kurtkan *
Faith, is the most important moral value which has been given to us by God. Qoran (in Yunus: 19) expresses that" faith has been given to all the mankind when we were only one reliıı:ious community not seperated yet onto different religious and sects: In that time, all of us, were only sprits without body.Our merciful God had given to us tevhid instruction which is about oneness of our God. W e know this fact, from the first four verses of Rabman Sura. This education had been occured during a meeting of sprits, before the world life. During this meeting, we promissed to God, to keep this faith in future. But, mankind has never been again, only one relegious community.
According to Qoran, there must be no pressure on the faith of persons. But the Feudal System which prevailed in Europe for centuries, didn't give the civil rights to serves. European serves hadn't rights to travel anywhere they wanted to go, to get married with anyone whom they loved and to prefer any religion which they believed . For this reason, Ottoman Turks, when they spread in Europe, gave free villaıı:er status to the European serves. So, they gave them freeness too, in the respect of choosing their religion. Some of them choosed Islam religion. But the others never had been forced to prefer Muslim faith. Therefore, serves had been benefited from ci vii rights, which is the first step of the way to democratic citizenship. So, the way, of which the second and third steps would be, in order, political rights and social rights, had been opened.
Ottoman Turks, also spread to the countries of some Moslem tribes which hadn't then strong states. Because, according to IOOth verse of AJci İmran Sura, to leave such moslem people to the oppression of emperialist nations whose religion isn't tevhid (oneness_belief), is a dangerous. To Ooran, this is the dangerous of leaving these Moslem peoples to a pressure so as to turn their belief from the faith of one God. For this reason Ottoman Turks were obliged to take Moslem peoples politically together. But, the Ottoman state, never forced its different subjects, to adopt Islam. They were quite free in this respect.
In our time, there isn't such a dangerous. Because, the communication facilities have been spread all over the World. Most of the Moslem persons are being awared of scientific
* İ.Ü.İktisat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi
10 DiN EGiTiM İ ARAŞTIRMALARI DERGiSi
content of Qoran. This science, which is the essence of Qoran, consists of the most abstract, but the most general statements. For example. one of them is the statement of balance. It i~ a very abstract concept, but from the standpoint of the realities of all sciences (both physical and social) nobody can deny it scientifıcally.
Therefore, the most important dangerous for Moslem people in the respect of loosing their belief, will generate from their own selfs. Because some persons among them, make Islamic worship for the purpose of show. But they keep in their hearts, some idols like iniegitimale wealth, statüs, reputation and so on. U nder the intluence of such i do ls, these persons may be harmfull for many citizens of their country. But to Islamic belief, everybody and everything is the realization of God, from abstract, ruınlı to concrete. If we know this fact. every aspect shows us the directian of God. For this reason, the who le U ni verse is only one magniticent mosque which we are always inside of it. Niyazi, the great Turkish poet and thinker of the 1 7th century, showed this fact as follows:
-Be always like a fıxed pulpit (in this magnifıcent Universe)
-Don't stay (in the mosgue) like a bird, prisoned into the cag:e
* * *
Yüce Allah, kelimenin en tam anlamı ile mü'min'dir. Çünkü O'nu, O'ndan daha fazla bilen ve böylece, varlığına ve birliğine tam bir vukufla inanan, başka hiç kimse yoktur ve olamaz. Fakat O, kendi mü'minlik sıfatından bize de bir nasip verme lütfunda bulunmak istemiştir. Gizli bir hazine olup da bilinmek arzusu ise bu isteğin temelinde yer almıştır.
Rabbimizin Elestte bize emanet ettiği ruh-u insani, başka emanetleri de birlikte devralmamızı gerektirınİştİ ki, bütün insanlara verilen bu emanetlerin başında iman gelmektedir. Elestte, yegane öğreticinin Yüce Allah olduğu sırada bütün insanların tek bir ümmet teşkil etmelerine yol açan ilahi öğretimin bizim ruhları- · mıza o zaman emanet ettiği iman hazinesinin, aynı temizlik ve saflık hali ile, ölüm anında da O'na sunulması (insanlığımızın gerektirdiği) en büyük gayedir.
İlk ayetinde, Allahın errahman, yani çok merhametli, olduğunun ifade edildiği Rahman suresinin ikinci ayetinde O'nun bütün insanlın:g, onlar henüz ruhları halinde iken, Kur'anın özünü öğrettiği Allemel-Kur'an ifadesi ile belirtilmiştir. Acaba, bu öğretimin, bizler henüz ruhlar halinde iken yapılmış olduğunu nereden anlıyoruz? Bunu, insanın (ruh-beden bütünlüğü halinde) tam insan olarak halkedilişini belirten haJekeJ'insane ifadesinin, SÖZ konusu sfirede ÜÇÜnCÜ ayet olarak (yani allemel kur' an ifadesinden daha sonra) yer almış olmasından anlamaktayız.
İnsanın, gerçek anlamda beyan (yani ifade) kudreti, en tam kapsamıyla, ancak ruh-beden, varlığına kavuşmasını takip eden safhada mümkün olabilir. Ama, Elestte, ruhlar halinde iken de, Rabbimizin sorusuna (hal dili ile) cevap vermişizdir, çünkü bütün duyularımız gibi, beyan idrfikirniz dahi, aslında ruhumuzun başardığı bir iştir. İnsan henüz bedene girdirilmemiş bir ruh halinde iken, gözsüz
İMAN ll
crörebilir, kulaksız işitebilir, beyinsiz düşünebilir ve dilsiz konuşabilir. Nitekim, o şimdiki hayatımızda da rüya görüyorken, bütün bu işlemleri bedensiz yapabilme gücünde olduğumuz Ez zümer suresinin 42. ayetinden anlaşılmaktadır. Bu ayet aynen şöyledir:
Ez Zümer: 42- "Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır; bu.suretle hakkında ölüme hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceline) kadar salıverir, şüphe yok ki bunda, iyi düşünecek bir kavim için kat' i İbretler vardır"'.
Şu halde, rüyadaki konuşmamız, uyku esnasında (canlılığını, devamlı gelen Tarık akımından alan) bedenimizi terketmis durumdaki ruhumuz vasıtası ile yaptığımız beyandır. Tıpkı Elest alemindeki beyanımız gibi, rüyadaki konuşmalanmız da beyan niteliğindedir. Fakat beyan; en tam gücünü, Ruh-beden varlığına sahip olduğumuz zamanda bulabilir. Bundan ötürü Ez zümer suresinin ancak 4. ayetinde Rabbimizin bize beyanı öğrettiğini ifade eden "Allemehul beyan" sözü yer almıştır. Buna rağmen elestteki konuşmamız dahi beyan'dır.
Acaba, insanın kelime ve cümle kalıplarına girdirilerek dış illeme sözlü ve sesli olarak aktarrnadığı düşüncelerini de beyan sayabitir miyiz? İman açısından, bu hususun taşıdığı önem nedir? Madem ki yüce Allah, bizim bütün düşüncelerimizi bilmektedir, o halde sözlü olarak beyan edilmeyen ve düşüncede kalan imanı da iman saymamız gerekir mi? Yüce Allah böyle bir imanı kabul edip, ona değer verir mi?
Yüce Allah'ın. münafıklar tarafından yapılan sözlü ve sesli iman ifadelerine zerre kadar kıyınet vermediğini biliyoruz. Münafık fert bu sözleri ile bazı mü'minleri aldatabilse bile Yüce Allahı aldatması mümkün değildir. Çünkü TaHa suresinin 7.ci ayetinde de belirttiği gibi, Allah gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilme gücüne sahiptir. Zira gönüllerimizi, Arş'tan gönderdiği Tank akımı vasıtasiyle her an, hem ilahi enerji ile takviye eden, hem de gizli düşüncelerirnizi yoklayan O'dur2
• Çünkü Tank, bir yörünge çizereesine yine Yüce Allaha dönebilen, zira durmadan çoğalan ve bitip tükenmeyen bir ilahi eneıjidir.
Fert kendi imanını sözlü olarak beyan etse de etmese de, yüce Allah onun gönlünde ne olduğunu çok iyi bilir. İmanın ve imansızlığın beyanı bakımından belirtilebilecek ihtimaliere dayalı durumu altı kategori halinde tespit edebiliriz.
1 H.B.Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim. Mürşit Çantay yayını, Elif ofset matbaası. istanbul, 1981, Il. 830
2 Tank hk. Bk. A.K.Bilgiseven. Kur'an'dan Beş Hikmet, Filiz Yayını, Fakülıeler Matbaası. istanbul 200 ı. s.42-87
12 DİN EGİTİMİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Şekil: I.
Fertlerin "İman" ve "İmanlannı beyan" Durumlan
I
Gönülde imanın mevcut
olmayışı halinde
! A
imansıiliğıri
düşüncede kal
ması
B
iman'ın söz ve
tatbikatta yalan
dan beyanı
c
imansızlığı belli etme
hürriveti
II
Gönülde imanın
mevcut olması halinde
İmanın düşün·
cede kalması
B
İman'ın söz ve
tatbikatta yalandan
beyanı
c
İmanı Belli Etme Hürri·
veti
Bu ihtimallerden birincisi I-A olup imansız fertterin imansızlığını düşüncede saklı bırakmasıdır. Bu hale daha ziyade totaliter dini rejimlerde rastalanmaktadır. Bu türlü rejimler, İslamın hakikatine aykın bir uygulama içindedirler. Çünkü dinin zorla kabul ettirilmesi ve ibadet tatbikatının zoraki bir şekilde yaptırılması İslamın · hakikatine aykındır. Nitekim Bakara silresinin 256.cı ayetinde şöyle buyurulmaktadır:
Bakara:256- "Dinde zorlama yoktur, Doğruluk sapıklıktan seçilip belli olmuştur"3.
Bu ayet, gerek subjektif gerek objektif açılardan, dini tatbikatın zorla yaptınlmasını engelleyici bir hüviyef taşımaktadır. Sübjektif olarak ferdin düşüncesinde sapık inanç mevcutsa, onu düzeltmenin yolu, ona zorla dini ibadet tatbikatİ
3 S.Ateş, Kur'an-Kerim ve Yiice M eli/i. Kılıç Ki tabevi Yayını. Ankara, 1975, sf,41
İMAN 13
yaptırmak değildir. Doğru yol, onun düşüncesinin düzeltilmesi~ir ki, bu da ikna yolu ile olur. En mükemmel ikna yolu da ilimle ikna yoludur. Ilimle ikna, ferdin zihniyetini Allahın boyası ile boyamaktır ki, iknanın gerçekleşmesinden sonra bu boyanın (Hristiyan çocuğun bedeninin batınidığı vaftiz suyundaki boya gibi) çıkması ve yok alması söz konusu edilemez4
• Doğruluğun Bakara: 256'da belirtildiği gibi, sapıklıktan seçilip belli olması, ancak, Kur' anın bize sunduğu ilm-i LedOn gerçeklerinin ilmenispatı ile mümkün olur.
Gerçi ülkemizde haJa İslamiyetİn ilimle değil, sadece ahiakla ilgili olduğunu ifade eden şahıslar vardır. Onlara İslami ahiakın da temelinde ilim olduğunu anlatmak gerekir. Nitekim, Kur' anın kölelere (ve zarnanımızda ise çalıştırdığımız işçilere) kendimize muamele eder gibi davranmamızı emreden hükmünü, bu şahıslar, sırf ahlak! bir hüküm zannedebilirler. Ama, Kur' anın bu hükmünün aynı zamanda ilınl bir hüküm olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Çünkü, hiç ücret ödernemek, hatta düşük ücret ödemekle yetinmek işçinin verimliliğini azaltmakta ve neticede işverenin kendisi zararlı duruma düşmektedir. HaJen, çok iyi bilinen bu işletme ilmi kuralını ilk defa 17.yüzyılda İngiltere'deki çiftiikierin kahyalan farkederek lordları ücretli işçilerin kölelerden daha verimli oldukları hususunda uyarmışlardır. Demek ki, kendine yapıldığı taktirde hoşa gitmeyecek bir muameleyi işçiye (veya geçmiş zamanlardaki kölelere) uygulayan işverene (veya köle çalıştırana) bu kötülüğün kendisine döneceğini ima eden Kur' an, bir ahlaki prensip kadar, ilm! bir gerçeği de vurgulamış bulunmaktadır.
Kur'an'ın ilınl nitelikli içeriği iyi bir şekilde ortaya konulduğu taktirde, düşüncelerinde imansızlık halini muhafaza eden fertler, kendi düşüncelerini düzeltme imkanını bulabilirler. Kur' an bunu, "Allahın boyası ile boyanmak" diye nitelendirmektedir.
Kalpleri kilitli olanlar, her şeye rağmen iman etmeme durumunu muhafaza ediyorlarsa, artık onlar için yapılacak bir şey yoktur. Böylelerinin durumu Al-i İrnran sOresinin 85. ve 86. ayetlerinde şöyle açıklanmıştır:
Al-i İrnran: 85- Kim İslamdan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.
Al-i İmran: 86- İman ettikten, Resulün hak olduğunu gördükten ve kendile_rine acık deliller geldikten sonra, inkar eden bir kavme Allah nasıl yol göstersin?"5
Ayette söz konusu edilen kavim'in, herhangibir etnik kavim olmadığı, fakat bütün ırkiara mensup cehennemlik fertlerin meydana getirdikleri cehennemlikler kavmi olduğunu bazı kitap ve makalelerimizde açıklamışızdır6 • Kur'ana
4 Bayraktar Bayraklı, Yeni bir Anlayışlll Jşığuıda Kıır'an Tefsiri, Bayraklı Yayını, İstanbul, 2001, II. 256-258
5 S.Ateş, sf.60. 6 Arniran Kurtkan Bilgiseven, İ/m-i Ledıin (Genel Teoloji), Genç Sosyologlar Derneği Yayını, Gözde
Matbaası, İstanbul, 1998, sf.273-287.
14 DiN EGiTiM i ARAŞTIRMALARI DERGiSi
dayanarak yaptığımız izahiara göre (Ledunnl anlarnda olmak üzere) Kur'an'da söz konusu edilmiş olan inananlar kavmi de Kaf:4 gereğince toprağın eksiltemediği topraktaki nüvelerinde mevcut şifreler ve asli tabiat olarak ruhlarının eksiimeyen ve her zaman baki kalacak olan şifreleri birbirine çok benzediği için, daha kıyamet gününde topraktan çıktıklan anda cennetlik olduklan, (iç güzelliklerini yansıtan) dış güzelliklerinden ötürü açıkça görürün hale gelecek insanlardır. Bunlar biyolojik anlamda bir kavimdirler, ama kavmiyet davasım hor gören Kur' anın, buna rağmen methettiği bir kavmi oluşturmaktadırlar. Çünkü, iç ve dış güzelliklerinin kaynağı olan ve hepsini aşağı yukan aynı karakteristiklerle donatan (kıyamet günü açılmaya hazır) şifrelerini bizzat kazanmıslardır.
Bu şifrelerden en önemlisi iman' dır. İman, Rabbimizin elest iiieminde ruhu insani emaneti ile birlikte ve ona layık bir emanet olarak bize teslim ettiği en kıymetli özelliktir. Bu emanetin bütün insanlara teslim edilmiş olduğunu Rahman suresinin !.ci ve 2.ci ayetleri ile Al-i İmran:90 ve Bakara:213'ten anlıyoruz.
Az önce de belirtmiş olduğumuz gibi, Rahman suresinin birinci ayetinde Yüce Allahın çok merhametli olduğu belirtilmiştir. Merhametinin çokluğu yüzünden, Rabbimiz insaniann hepsine henüz Elestteki ruhlar halinde olduklan sırada (Rahman: 2'de belirtildiği gibi) Kur'anın özünü ve hakikatini bizzat öğretmiştir. Şeytanın faal olmadığı, maddi haziann manen duyulacak zevki (rüyadaki zevk gibi) henüz insanlara tattınlmadığı ve öğreticinin bizzat yüce Allah olduğu Elestin bu ilk safhasında, hiçbir insan ruhunun imana kayıtsız kalması mümkün olamazdı. Bundan ötürü Bakara:213'de şöyle buyurulmuştur:
Bakara :213- "İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeci ve uyancı olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleıi konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygambelerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitap indirdi''7•
Bu il.yet (Adem dahil) bütün peygamberlerin insaniann tek ümmet olduklan bir safhactan sonra gönderildiklerini vurgularnaktadır. Zira elestte imanlı olanlarm bir çoğu Dünya hayatında bu imanlanndan dönmüşlerdir. Gerçi bütün insanlar hatta peygamberler dahi önceki bir rüya gibi olan Elest alemini ve o alemdeki imanlaıını sonraki bir rüya gibi olan Dünya aleminde unutmuşlardır. Şfıra sfiresinin 52.ci ayetinde peygamberimize "Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin" diye hitap edilmesinin sebebi de budur. Ama peygaberlerin Elestte en sağlam bir imanla inanmış olmaları ve Deneme Cennetinde şeytana uymayışlan yüzünden kendilerine vahiy ve kitap gönderilmek suretiyle eski imanlan onlara hatırlatılmış ve onlar bütün insanları tevhitçi imana davet etmişlerdir. İnsaniann bir kısmının bu davete rağmen kafir olduklan ve kafirlerin hepsinin de, Elest başlangıcında imaruı iken, sonra imandan döndükleri Al-i imran suresinin 90. ayetinden analşılmaktadır. Söz konusu ayet aynen şöyledir:
Al-i İmran:90- "Onlar ki, inandıktan sonra inkar ettiler, sonra inkarlan arttı,
7 S.Ateş, sf.32
İMAN 15
onların tevbeleri kabul edilmeyecektir ve işte onlar sapıkların ta kendileridir"8•
İnkarcıların, yani kafirlerin söz konusu edildiği ayetlerde küfr ehli olan kişiIerin hep inanciarını bozanlar veya Allaha verdikleri sözden dönenler oldukları belirtilmiştir. Bu türlü ayetlere misal olarak Ra'd: 25, Münafikı1n: 3, Nisa: 137 gibi ayetler gösterilebilir. İmandan ve veıilen sözden dönüş, daha Elest alemindeiken, maddi zevk_lerin insanlara manen (rfihen) tattınlmasından itibaren başlamış, fakat sınav yapılana kadar ortaya çıkmamış ve imansızlık düsüncede kalmıştır. Fiilen ortaya çıkışı, deneme cennetinde, menedilmesine rağmen soy ağacına yaklaşmak suretiyle maddeye tapmak ve dünyada da hararn fiiliere yönelmek gayesiyle peygamberleri inkar etmek ve kitaplam inanmamak, yahut onları değiştirerek Allahı (h§.şii, baba sıfatını taşıyan) bir mukayyed ilah .(gücü sınırlı, yani, haşa, kendi tasariayıp var ettiği cinsiyet duygusuna kendisi mağlup olmuş Tann) seviyesine indirerek, o ilahatapmak suretiyle ortaya çıkmıştır.
, Mukayyed ilaha tapanların sadece Hristiyanlar veya Museviler yaput ateşe, puta tapanlar gibi zümreler olduğunu düşünmek doğru değildir. Halkının
müslüman olduğu kabul edilen ülkelerde de mukayyed ilaha tapanlar, yani parayı, mevkiyi, menfaati putlaştıranlar pek çoktur. Devlet bütçesinden hırsızlığa da yol açan bu gizili inançsızlık, belki buna tabi fertterin kendilerinin dahi farkında olmadıkları bir şirktir. Bu şirk onların bazılarında sadece düşünce halinde kaldığı halde, bazılarını Allahın bitiştiritmesini emrettiği şeyi kesmeye, paralamaya kadar sürükler. Nitekim Ra' d: 25'te bu gerçek vurgulanmıştır.
Rad: 25-" ... AIIaha verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allahın bitiştiritmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapan-I . ı~ ı "9 ar ... ışte anet on ara .
Gerçi bütünleştirilmesi Yüce Allah tarafından emredilen şey bütün kainattır, yani bu konudaki emir, kainatın Hak vücudu olarak bütünlüğünü idrak etme emridir. Fiziki açıdan, kainatın dengesini bozarak ondaki düzeni parçalayıp
işlemez hale getirmek kendi aleyhimize olur. Barışı ve yabancılara karşı bile adalet! i davranma yı emreden Kur' an, belki bütün milletierin tevhidci adaleti uygulayabildikleri ve çifte standart kullanmaktan vaz geçtikleri bir dünyada, dünya birliği idealinin uygulandığı bir alan olur. Ama şimdilik bu ümit bir hayal gibi gözükmektedir. İslam kültürünün dışında kalan ve o kültürü hazınedememiş olan ülkelerde Allahın bitiştiritmesini istediği birlik düzenini kesenierin parçalamaya yönelenlerin ve parçalanan kısırnlara (kendilerine bağlı) idareciler yerleştirerek kendi sömürü çarklarını işletmeye çalışanların öne sürdükleri globalleşme parolası, bundan ötürü, dünyanın bir çok yerlerinde şüphe ile karşılanmaktadır.
Müslüman ülkelerin kendi siyasi yapıları içersinde de İslamın tevhit (birlik, bütünlük) akidesini anlamaktan dahi aciz vaziyette olup, bazı su-i istimallerle
8 S. Ateş, sf.60 9 S.Aıeş, sf.251
16 DiN EGiTiMi ARAŞTIRMALARI DERGiSi
devlet bütçesini kemirenlerin imfuu sözlü olarak ve ibadet tatbikatı vasıtasıyla beyan etmeleri, Yüce Allahı kandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bunların kıldıklan namazın, verdikleri zekatın ve tuttuklan orucun Mevlana bundan ötürü ilahi adalet mahkemesinde yalancı şahitler olarak etiketlenip, yüce Rabbimiz tarafından dikkate alınmayacaklannı belirtmektedir10
• Bu durumda olan kişilerin Allaha inandıklarına da hükmedebilmek çok zordur. Gerçi insanların
imanı gizlidir, gözle görülmez. Ama imam bir bitkinin kökü gibi kabul edersek, bu yalancı şahit durumundaki (Kur' ana aykırı) işleyişler, iman ağacının çarpılmış dalları ve kurumuş yapraklan olarak kökten gıda alamadıklarını, yani kuvvetli bir kökün olmadığını belli eden, gözle görülen kanıtlardır. Bundan ötürü, bu durumda bulunan fertler şekil 1 'in I-B kutusundaki yalandan iman beyan eden fertlerdir.
İslamiyetİn tevhidçi özünün ve hakikatinin bir tarafa bırakılıp, zoraki ibadetlerin, İslam zannedildiği ülkelerdeki İslam1 tatbikat da fertleriri I-B kutusunda g9_şterilmelerini gerektiren bir durum yaratmaktadır. Halbuki Kur' an, oruç gibi Yüce Allahın büyük bir önem verdiği ibadetlerde bile, icraat açısından (gücü yetmeyenler için) büyük bir esneklik ve müsamaha getirmiş olan bir dindir.
Şeklimizdeki I-C kutusuna giren İmansızlıklarını hür olarak belli eden fertlerin bir İslam ülkesindeki varlığı, o ülkede gerçek İslfuniyetin yaşandığını gösterir. Çünkü Kur'an din'de zorlamayı yani İslamiyeti kabule fertleri mecbur bırakınayı engelleyen bir dindir. Bundan ötürü fertleri inançlı görünmeye zorlayan rejimler, eğer müslüman ülkelerde uygulanıyorlarsa, ancak siyasi İslam sayılabilirler, fakat itikadl İslam (inanca dayalı İslam) sayılmalan mümkün değildir.
O.halde bir ülkede, bir taraftan beşeri hukuk yardımı ile İslamiyetİn özü oIan tevhitçi adaletin zamanın ve mekanın gerekli kıldığı şekilde (elastiki olarak) şartlara uyum göstermesi sağlanıyor, öbür taraftan ise fertlerden arzu edenler hür olarak ibadet yaptıklan halde, isteyenler inançsız olduklarını serbestçe ifade edebiIiyorlarsa, o Ülkede gerçek İslamiyetİn varlığı söz konusu edilebilir. Çünkü İslam itikadı, inançsızlıktan ve inançsıziardan korkusu olmayan, hatta bu konudaki münazaralardan kuvvetlenmiş olar* çıkan bir itikattır. Zira İslam dini ilme dayalı bir dindir ve temelinde bütün ilimierin kuvvet alması gereken son derece soyut fakat çok genel kaziyelerden oluşan bir kök ilim (ilm-i ledfin) vardır. Zatan El~isra suresinin 8 ı .ci ayetinde hakkın batıla galip geleceği, hak geldiği zaman batılın yok olup gideceği ifade edilirken, özü ispata dayalı olan İslam kastedilmiştir. Yani galibiyet, ilim kuvveti ile elde edilen bir zafer olmalıdır. Yoksa bu ayette, anarşinin ve zorbalığın, İsl1'im dinini zafere götürmek için kullanılma şerefine layık vasıtalar olarak tanıtıldığını zannedenler büyük bir yanılgı içinded~ler. İslamın ilm-i LedGn 'e dayalı hakikati, inançsızın aklını alt üst eder. Çünkü ilmin ispata dayalı olmak gibi bir gücü vardır. Bu gücün yerini, düşünceleri değil, bedenleri yok edici silahların alabileceğini zannetmek büyük safdilliktir. Çünkü düşünce son derece
10 Mev1fianfi, Mesnevi, (çev: Veled İzbudak), MEB Yayını, Milli Eğitim Basımevi, 1990, sf.I64
İMAN 17
!arif olup herhangi bir siHihla parçalanması mümkün değildir. Sömürgeci milletlere sömürgeciliğin bizzat kendilerini mahvedeceğini ilmen gösterebilmek gereklidir. Çünkü Dünya ilmen de bir tevhit (birlik, bütünlük) alemidir ve bu fikri öne süren İslamiyetİn asıl silahı da bu ispatı yapabilen ilimdir.
Şekil I' de gönüllerinde imfuı bulunan fertlerin üç ayrı durumu ele alınmıştır. Bunlardan Il-A kutusunda yer alanlar imanlarını açıklamayıp gizli tutan fertlerdir. Bu gizlilik, imfuıı belli etme hürriyetinin yokluğu anlamına gelmez. İslamın bir siyasi rejim olarak hüküm sürdüğü ülkelerde imansızlığı belli etme hürriyeri yoktur. Çünkü fertler belli zamanlarda belli yerlerde, belli ibadetleri yapmaya mecburdurlar. Halbuki, dinde zorlamanın mevcut olmadığı bundan ötürü de İslamiyetİn gerçek anlamda uygulandığı, yani din hürriyetinin mevcut olduğu ülkelerde ve kültürlerde her fert hangi dini isterse onu veya dinsizliği secebilir.
Bu davranışı niçin İslamın özüne uygun sayıyoruz? Çünkü, fertlerin imfuıIarımt Yüce Allah bile zorla müdahale etmemektedir. Kafirun sı1resi, fertlere tanınan bu hürriyetin açık kanıtıdır. Bu durumda Yüce Allahın dahi serbestlik tanıdığı bir konuda siyasi rejimierin fertlere baskı yapmaya hakları yoktur. Herkesin layık olduğu sonuca bizzat kendi gayret ve isteği ile ulaşması için böyle bir hürriyetin varlığına ihtiyaç vardır.
Şekil: 1 'de II-B ile gösterilen fertlere ait durumlar ise gönüllerinde imfuı bulunan kişilerin karşılaştıkları ikinci durumdur. Bunlar, gönüllerinde imfuı olduğu halde, hemen açıklayamayıp, sadece düşüncelerinde gizli tutmaya ilaveten çevrede hakim olan inanca yalandan bağlı gözükenlerdir. Bu türlü fertler, ya belli bir ideolojinin din gibi benimsetiirliği ülkelerde o inancı benimsemiş gözükenlerdir~ ya da belli bir inancın bütün halk tarafından din olarak kabul edilmesine rağmen, başka bir dinin mesela İslamiyetİn özünü aniayıp ona bağlanınalarından ötürü horlanmak ve dinsizlik töhmeti altında bırakılmak tehlikesi karşısında inançlarını gizleyen kimselerdir.
Asnmızda, bazı komünist veya Osmanlı düşmanı olan kültürlerin bir süre hakim olduğu ülkelerde İslami ibadet tatbikatının yapıldığı camiierin (fevkalade değerli san' at eserleri de olsalar) yıkıldıklarını görmüşüzdür. O ülkelerde yaşayan müslümanlar da imfuılannı sadece düşünce olarak muhafaza etmek ve ibadetlerini evlerinde gizlice yapmak zorunda kalmışlardır. Halbuki İslamiyerin, bu konuda getirdiği (insan haklarına dayalı) hoş-görü, her türlü övgünün fevkinde olan bir özgürlük kanıtıdır.
Nitekim, Osmanlı Türkleri yayıldıkları ülkelerdeki bütün Hristiyan ve Musevi ibadethanelerini açık bırakmışlar ve müslüman olmayan halka ibadet hürriyeti vermişlerdir. İnanç hüıTiyetini vermek veya almak zaten siyasi otoritelerin elinde olan bir şey değildir. Zira düşünce veya inanç son derece !arif olan ve gözle görulüp elle tutulması mümkün olmayan sübjektif bir mfuıa varlığıdır. Onu yok edebilmek veya var edebilmek de siyasi otoritenin elinde olan bir şey değildir. Çünkü insanlar bu dünyaya, evveliyatı olmayan varlıklar olarak gelmiş değiller-
18 DİN EGİTİMİ ARAŞTIRMALARI DERGiSi
dir. Elestte ve Deneme Cennetinde geçirdiğimiz imtihanlardan sonra kendi ll,lhumuza belli seviyede bir asli tabiat kazandırdık Bu eskiden devir aldığımız asli . tabiatımız itibariyle müslümanlığın tevhitçi adalette ifadesini bulan özünden dünya hayatından önce de çok uzaklaşmış bir duruma gelen fertterin samimi bir şekilde tevhit dinine yönelmeleri zaten imkansızdır. Nemi suresinin 8 I .ci ayetinde de bu gerçek vurguianmış ve peygamberimizin Kur'an ayetlerini ancak (öteden beri, yani Dünya hayatından önceki safhaclan itibaren de tevhid'e inanmış)
mü'minlere duyurabileceği ve onların da derhal müslüman olacakları ifade edilmiştir. Bu, tekrar müslüman oluş, önceki Alemlerde sahip olunan İslam! inancın unutulmasına rağmen ruhumuzda kökleşmiş olmasından ötürü mümkün olmaktadır.
Nem1:8I'in, (dinde zorlama yapılmaması emrini getiren) Bakara:256'yı da açıklayıcı netelikte bir içeriği vardır. Osmanlı Devleti, üç kıtaya yayılmasına rağmen Türklerin dinini (yani İslamiyeti) aralardaki halkiara zorla kabul ettirmedi. Bi.lfıU, bizim devlet siyasetimiz açısından, hatalı bir politika olarak görenler varsa da, onların bu görüşlerinde bizce hiçbir doğruluk payı yoktur. Çünkü, her milletin bir kültürel geçmişi ve o millete mensup her ferdin ayrıca geçmiş alemlerdeki inanç durumundan gelen bir manevi özelliği vardır. Fertlerin büyük çoğunluğunun geçmişte tevhit inancından yoksun olduklarına (yani önceki alemlerde de küfr ehlinin sayıca mü'minlerden daha çok olduğuna) hükmetmemize yol açabilecek üç ayet, Nuh:26, 27 ve Bakara: 124'tür:
Nuh:26- Nuh (şöyle) demişti: "Ey Rabbim yer yüzünde katirierden yurd tutan hiç kimse bırakma': .
Nuh:27- Çünkü sen onları bırakırsan kulları yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz katirden başka da ev! ad doğurmaz(lar)" .11
Bakara I 24' de ise İbrahim peygamberin kendi zürriyetinden İslam dininin önde gelen liderlerinin yetişmesi hakkındaki bir duasına yüce Allahın verdiği cevap belirtilmektedir. Bu cevap "2alimler benim ahdime (rahmetime) eremezler" cevabı olmuştur12 • Bu cevap, İbrahim peygamberin neslinden pek çok küfr ehlinin de dünyaya gelmiş olacaklarını belli etmektedir. Halbuki, Nuh peygamber, kfifırler hakkında "Öz katirden başka da evlat doğurmazlar" buyurmuştur. Nuh elbette haklıdır. Çünkü, Elestte ve Deneme Cennetinde tevhid inancına sahip olanların oranının çok düşük olduğu, peygamberlere kendi milletleri tarafından dahi reva görülen kötü muameleler bakımından çok açık bir gerçektir. Zaten, Yüce Allah, kendi adaleti icabı küfr ehli ruhları küfr ehli ailelerin bulunduğu çevrelere layık görerek o çevrelerde ve bizat hakkettikleri inançsızlık şifreleri ile donatılmış bir şekilde dünyaya gönderir. Ne var ki, inançsız ruhların oranı herhalde çok yüksek olduğu için, müminlerin (hatta peygamberlerin) zürıiyetinden de pek çok inançsız
ı ı H.B.Çantay, lll. ı 073 ı 2 Çantay ı, 38
İMAN 19
fert kendi ebeveynlerinin nesillerden beri getirdikleri şifreler deposundan layık olduklan şifrelerin melaikelerce seçilmesi suretiyle, inançsızlığa yönelik bir asil tabiat ile dünyaya getirilmektedirler.
Bu durumda, tevhide aykın bir hüviyet kazanmış diniere mensup halklan müslümanlaştırmak hem zulüm olur, hem de faydası olmaz. Bundan ötürü Osmanlı Türkleri, ~ur' anın emrine uyarak, hiçbir ülkede dinde zorlama politikası gütmemişlerdir.
O halde, Osmanlılann oralarda işleri neydi? Niçin bir çok ülkeyi fethettiler? Bu sorunun cevabını vermeden önce, fetih kavramının, sömürü gayeli yayılmacıIık anlamına gelmediğini belirtmemiz gerekir. Fetih, açmak anlamına gelen bir kelimedir. Türkler, yayıldıklan her bölgede, oradaki, tevhide aykın kültürü taşıyan idarecilerin ezdiği ve serf haline getirdiği köylü halkı, sivil haklarla donatarak o ülkeleri İslam kültürüne (bu kültürün tevhitçi adalet politikasına) açtılar13 • Böylece, şerflere, hür köylü statüsünü kazandırdıklan için de, yayıldıklan ülkelerde hiçbir sömürü politikası gütmeksizin İslam kültürünü halka tanıtıp onlan din seçmekte ve seçtikleri dinin ibadet tatbikatını yapmakta serbest bıraktılar. Müslüman halkiann yaşadığı ülkelere dahi yayılmalan ise, oralara emperyalist güçlerin nufuz edip de, o halkiara kendi dinlerini (yani Hristiyanlığı) zorla aşılamasını önleme gayesiyle gerçekleştirilmiştir. Çünkü Al-i imran suresinin 100. ayetinde, müslüman olmayan herhangi bir kitaplı zümreye boyun eğmenin tek ilaha inanmaktan döndürülme tehlikesini doğumcağı gösterilmiştir.
O halde, ruhlar halinde iken dahi İslami tevhid akidesini benimsemeyenlerin sayısı, Elestten itibaren, gönlü İslam inancına yatkın olanlardan daha fazla olduğu için, ister istemez müslüman ebeveynlerin (hatta peygamberlerin) dahi zürriyeti arasında küfr ehli bazı fertlerin de Dünyaya gelmiş olması kaçınılmaz bir gerçektir. Mamafıh, istisnai olarak kafır nüfus içinde de sonradan İslamın tevhid akidesine gönülden bağlanıp müslümanlaşanlar çıkabilmektedir. Bu durum, Yüce Allahın, bizzat bu fertlerin kendileri için dahi ziyade gayb durumunda olan ferdi iradelerine ait üçüncü (en alt, en gizli) tabakadaki (Elestte iken) ilahi öğretiye gösterdikleri ilgiden bakiye kalan bir iman kıvılcımının Yüce Allah tarafından bilinmesinden kaynaklanmaktadır14•
Bu tıpkı şuna benzer: Mesela çocuklarınızdan birinin inançsızlıkta veya Yüce Allah'a isyanda aşırılığa gittiğini, kendisine hiçbir nasihatın fayda etmediğini görerek, onu artık kendi haline bırakmaktan başka çare olmadığını düşünmeniz mümkündür. Fakat onun çok eski davranışlanndan bazılannı hatırladığınız zaman, kendi kendinize şöyle diyebilirsiniz: "Bu delikanlıya ne oldu? Daha küçük bir çocuk iken, Hz.Muhammedin hayatını anlatan kitaplan cami avlulanndaki
13 A.K.Bilgiseven, Türk Milletinin Mane~·i Değerleri, Orkun Yayınevi, Erenler Matb., İstanbul, 1984, sf.89-94
14 Cüz'i irade hakkında Bk: Arniran Kurıkan Bilgiseven, Kur'andan Beş Hikmet, si. 30-34.
20 DİN EGİTİMİ ARAŞTIRMALARI DERGiSi
tezgahlardan kendi harçlığı ile satın alıp da eve getirip okuyan bu değil miydi? O kitaplarda, daha doğmadan yetim kalan Hz. Muhammedin, sonralan annesinden öksüz kalıp, daha sonra kendisini himaye eden dedesini de kaybettiğini okurken, sevgili peygamberimiz için, hıçkıra hıçkıra ağlayan bu değil miydi?" Sonra yine kendi kendinize dersiniz ki: "Olmaz. Ben bu delikaniıyı kendi haline terkedemem, Ondaki peygamber sevgisinde açığa çıkan İslam nuıunun onun gönlünde eski bir ateşin küller altında kalmış kıvılcımı gibi sönüp gitmesine seyirci kalamam. Onu terbiye edeceğim ve ondaki bu ateşi yeniden parlatacağım.
İşte, Yüce Allah da, Elestin ilahi öğretim sathasında çokşevkli olduklannı gördüğü, fakat Elest Aleminin sonrasında kendilerine manen tattınlan maddi zevklere, ayrıca Deneme Cennetinde ve Dünyada, Şeytana kapılarak yolunu şaşırmış bazı fertlere ait o en eski intibalannı dikkate alır. Böylece onlan Dünya hayatında, ya müslüman çevrelerde dünyaya getirir veya gayri-müslim çevrelerde doğmuş olmalarına rağmen onlara müslümanlığın yolunu açar~ Bu durumda, o fertler de kendi gayri-müslim çevreleri içinde dinsizlik töhmeti altında bırakılmamak için, susup inançlannı bir müddet saklamak zorunda kalabilirler. Böyle bir durumda olan fertler yalandan eski dinlerine ve bir din gibi aşılanan komünizmin hakim olduğu ülkelerdeki müslümanl<ır ise komünizme sözde ve tatbikatta sadık gibi görünerek, Şekil 1 'deki II-B kutusunun içeriğini oluŞturmaktadırlar.
Şeklİmizin II-C kutusu, imanını belli etme hürriyetine sahip olan fertleri içermektedir. İman etmek ve imanının icaplanna uygun ibadet yapmak hürriyeti, en önemli insan haklarından biridir ve İslamiyetİn bu hürriyeti fertlere vermekten korkacak hiçbir yönü yoktur. Gerçi iman bir düşünce, bir inanç olarak gizlidir, ama bu'gizlilik karakterine rağmen ona müdahale edilmesi mümkün olabilmektedir. Bu ·müdahaleler, demokrasinin hakim olduğu ülkelerde dahi, demokratik münakaşa ve münazara haklarından ve medya vasıtalanndan yararlanılanik da yapılabilmektedir.
Fertlerin iman hürriyetinin kısıtlanması onlann hür ve makul nitelik taşıyan kendi düşüncelerini çarpıtan batalı din ve ibadet anlayışlan yaygınlaştınlmak ve bu anlayışiara uygun İcraata örf karakteri verilmek sfuetiyle de yapılabilmektedir. Mesela, Hac görevini yerine getiren müslümanlardan bazılan şeytan taşlama tatbikatını islama aykın bulduklan halde diğer hacılann ayıplamalanndan çekinerek onlarla birlikte şeytan taşlamaya gitmek zorunda kalmaktadırlar. Halbuki hem şeytan taşlamayı haccın bir farz işlemi olarak kabul eden, hem de İslamda heykel yasağı olduğuna inanan kişiler vardır. Bunlar taşlanan şeytaniann da aslında birer heykel durumunda cansız beton sütünlar olduğunu bilmiyor gibi davranmaktadırlar. Bu sütünlar yine betondan yapılmış çanaklann içine oturtulmuş olup, atılan taşlar düşüp bu çanaklan daldurmakta ve taşlama işi bittikten sonra makineler yardımı ile toplanmaktadır. Tuhaf olan hususlardan biri de, atılan taşiann önceden hacılar tarafından yıkanıp temizlendikten sonra şeytaniara atılmasının gerekli olduğunu hacıların birbirlerine telkin etmeleridir. Çünkü aksi taktirde bunlann sonradan makinelerle toplanmasına rağmen bu toplama ve çanaklan temizleme
İMAN 21
faaliyeti esnasında etraf toz duman olmaktadır. Eğer bu taşlan gerçekten şeytana atıyorsak en pislerini atmamız daha uygun olmaz mı? Fakat, bu taktirde, temizleme işleminde zorluk ortaya çıkacağı meydandadır.
Üstelik taşlanmalan için 2001 yılında bizim de katıldığımız Türk hacı kafilesinden 50' den fazla hacının izdiham sonucu öldüğü bu beton sütünlar, sadece temsili birer yapıttırlar. Eğer ille de, temstli bir şeye taş atarak şeytana olan nefretimizi göstereceksek kendi odalanmızda izdiharnsız ve rahat bir ortamda her hangi bir eşyayı, şeytanı temsil ediyor farzedip taşlasak olmaz mı? Halbuki peygamberimiz "şeytan kan damarlarında akar durur" buyurmuştur. O halde şeytanı asıl taşlama faaliyetinin kendi nefsirnizi yenme işlemi olarak anlaşılması gerekmektedir. Bütün bu düşüncelere sahip olan hacılar, bu konudaki kendi imanianna uygun bir davranış gösterme hürriyetine sahip olmaksızın, örtleşmiş bir tutuma, diğer hacılarla birlikte, uymak zorunda kalmaktadırlar. Gerçi İslfunda heykel yasağı olm?dığını söyleyebiliriz. Çünkü Kur'an Hz. Süleyman'ın emrinde çalışan şeytanların ona heykeller yaptıklarını ifade etmek suretiyle bu gerçeği belirtmiştir. Buna rağmen heykeli ve resimi günah sayan ve heykel gibi olan biblolan evlerinde bulunduran fertlerin günaha girdiğini kabul eden bir zilıniyet bu gün ülkernizdeki bazı çevrelerde hakimiyetini sürdürmektedir. Elestte Samirinin buzağısına tapanlar gibi biz de heykele taparsak muhakkak günaha gireriz. Ama o türlü heykeller vardır ki insanı günaha sokmak şöyle dursun, hatta günah işlernekten alıkorlar. Çünkü resim ve heykel gibi eserler san' at eserleridir ve san'atkar onları her yoruma açık şekilde meydana getirebilir.
Nitekim, bu satırların yazan, yıllar önce Londra' da bir heykel sergisinde İngiliz (yani Hristiyan) olan bir heykeltraşın yaptığı bir heykelde Kur'anın iki hükmünü derin derin düşünrrıeye insanlan yöneltebilecek bir kompozisyonla karşılaşmıştı. Bu heykelin, Kur'andan haberli olanları uyarabiieceği (Kur'anda mevcut) bu iki hüküm: "Zina'ya yaklaşmayınız" hükmü ile "Şeytan sizin düşmanınızdır" hükmüdür ve şeytan olmadığına emin olmamız gereken o yontulmuş taş ise şeytanın gerçekten düşmanımız olduğunu san'atkiirane bir meharetle gözler önüne seriyordu. Çünkü, heykelde, zina gayesi ile birbirlerine yaklaşan bir kadınla bir erkeğin kucaklaşmaya yönelişleri gösteriliyordu ve iki kolunu açmış olup, biri ile kadın, diğeri ile de erkeği birbirlerine iten şeytanın yüzündeki büyük sevinç ifadesi de çok bariz bir şekilde farkediliyordu. Genç bir erkek veya kadın, zinaya eğilimli olup (kendi nefsinin veya kendisinin dışındaki bir şer güç halinde olan)şeytanın, kendisine düşman olduğunu nazari: olarak ne kadar iyi öğrenmiş olursa olsun, ancak o sergi yi gezip de, o heykeldeki; "şu aptallan ne güzel kandırdım" dereesine sevinçten ağzı kulaklanna varmış şeytan fıgürünü somut olarak gördüğü zaman, kendisini gerçekten bir aptal olarak hissedebilir.
Demek ki heykel, çok faydalı maksatlar için de kullanılabilir. Ama, Hac tatbikatında, kalabalıkların izdiharnına yol açacak şekilde beton sütünlar olarak taşlanmak üzere kullanılması Hz. İbrahim ile İsmailin hatırasını canlandırmamaktadır. San' at gücünden de yoksun olan bu beton sütünlann, insanlara "aman şu iş
22 DiN EGİTİMİ ARAŞTIRMALARI DERGiSi
bitse de, ezilmeden, ölmeden şu izdihamdan kurtulabilsem" dediitecek şekilde kullanılmasından hiçbir fayda ümit edilemez.
Bu durumda, böyle bir uygulamayı gereksiz bulan kişilerin buna rağmen fiiliyatta bu uygulamaya katılmaları kendi İslami iman anlayışlarını belli etmelerini engelleyici örflere uymak zorunda kalarak Şekil 1 'deki II-C kutusunda belirtilmiş hürriyetten yoksun kalmalarından başka bir şey değildir.
II-C kutusunun maalesef içeriğinde yer almış olan bir grup daha vardır ki, onlar, Kur' anın özünü ve hakikatini bilen ve halka da bildirmeye çalışan bazı kişilerdiı:~Bunlar özellikle tasavvuf ehli olan fertlerdir. Osmanlı devletinin yükselme devrinde parlak dönemlerini yaşamışlar ve sosyal yapının da, kültürün de gelişip parlamasında çok önemli bir rol oynamışlardır. ·
Bu müspet rol Kur' anın ilmi-Ledün muhtevasının bu fertler tarafından çok iyi anlaşılmasının ve bu kişilere de halkın rağbet etmesinin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Zaten yükselme devri tekke teşkilatının İlm-i Ledün akademileri sayılacak kadar Kur' anın özünü hazmetmiş fertlerin elinde yücelmiş müesseselerden oluşması, fert ve cemiyet menfaatlerinin intibakının, madde ve mana hedefleri arasındaki paralelliğin, idarecil er, iş adamları, esnaf ve halk kitleleri tarafından iyi aniaşılmasına yol açarak sosyal yapıya sağlamlık vermiştir. Bundan ötürü bu devrede, İslamın en yüce ve en derin anlaşılış tarzı olan Tasavvufi fikirlerinin köklerini Kur' anda bulan bu güzide insanların fikirleri ile be~lenen kültür, sağlam bir sosyal yapıya temel teşkil edebilmiştir. Fikirler rahatça ortaya atılabiimiş ve yadırganmamıştır. Mevlana gibi düşünürlerin kadın haklarını, insan haysiyetini ve hukukun elastikliği zaruretini dile getiren sözleri kanunnarnelerin yapılmasında rol oynayan temel taşlardan sayılabilir. Fakat Duraklama ve gerileme devrinden itibaren, İslami inanç anlayışını Kur' anın Ledünnl hakikatlerine dayandıran düşünürlerin fikirlerine karşı bir yabancılaşma ortaya çıkmıştır. Böylece İslamın, bütün ilimiere temel teşkil eden ilm-iLedün'den ibaret özünün (ki bu öz tasavvuf erbabı tarafından işlenmiştir) artık işlenmesi suç sayılır olmuş ve bu fikirleri öne sürenlerin tektir edilmeleri karşısında onlar imanla ilgili düşüncelerini açıklama (hatta belli etme) hürriyetini kaybetmişlerdir. Bu durum, onların şeklimizdeki II-C kutusundan dışarıya itilmeleri anlamına gelmiştir.
Şimdiye kadar imanı sözle beyan ve ibadetle belli etme nüanslarının müspet ve menfı iman (yani İmansızlık) durumuna giren fertler açısından izahına çalıştık. İmanın düşüncede kalması halinde başkaları bunu bilemezler, Çünkü düşünce bizim en latif ve başkaları tarafından kolay kolay hissedilmeyen en gizli yönümüzdür. Eğer, bunu açıklayamıyorsak İmanımızı açıklama ve belli etme hün·iyetimiz elimizden alınmıştır. Lakin, acaba, düşünce hürriyetimizin de gasbedilmesi mümkün müdür?
Hür bir şekilde iman etme (yani imanı bir düşünce olarak kendimize mal etme) hürriyetimize vurulan ilk sansür, kendi asli tabiattınızdan gelmektedir. Asli tabiatımız, Elest aleminden beri, kendi arzumuzla şekillendirdiğimiz şifrelerden
İMAN 23
oluşan manevi cephemizdir.
Başlangıçta, arzu ve iradeye dayalı olan bu şekillendirme işlemi, bir noktadan sonra artık bize hükmeden bir güç haline gelir. Tıpkı sigara tiryakisinin sigaranın kölesi haline gelmesine benzer bir şekilde şeytanm kulu oluruz. Sigara tiryakisi başlangıçta sigaradan hiçbir zevk almaz. Onu sigaraya alıştırmak isteyenlerin zorlaması ile bu ·işi birkaç defa yaptıktan sonra artık zevk almaya başlar. Buna rağmen bir süre boyunca istediği zı;ıman içebilir veya içmeyebilir. Yani bu süre zarfında insan efendidir ve sigara köle durumundadır. Fakat belli bir süreden sonra efendilik sigaraya geçer ve insan (yani tiryaki) artık onun kölesidir ve bu kölelikten kurtulabilmek de kolay değildir.
Aynı şekilde, Elestin başlangıç safhasındaki ilahi öğretimin zevkini almış ruh-u insani'ye şeytanın telkinleri (tıpkı ilk sigaraların tatsız gelmesi gibi) çok yavan gelir. Fakat, şeytanı dinlemeye devam ettiği taktirde, yavaş yavaş onun telkinlerinden zevk almaya başlar. Sonunda ise, artık yalnız şeytanın telkininden zevk alır hale gelir ve ilahi öğretiye yabancılaşır.
İşte, Dünyaya indirilen fertlerden küfre yönelenler de başlangıçta (yani Elestin başlangıç safhasında) "insanlar tek bir ümmet idi" (Yunus, 19) huyuran Kur' anın beyanma uygun bir şekilde Rabbimizin öğretisinden zevk alıyariardı ve hepsi mü'mindi. Fakat, Elestte maddi zevklerinmanevi tadını, Deneme cennetinde ise şeytanm telkinlerini, merak etme ve deneme yolunu tuttular. Bu yola bir defa girmiş olanların, başlangıçta zevk almasalar bile, zamanla tiryakiler gibi buna alışarak ilahi öğretiden tamamen uzaklaşabilmeleri mümkündür.
O halde, acaba, imanın göstergesi nedir? Kelime-i tevhid, namaz, oruç, zekat, hac, zikir gibi sözle, bedenle ve ekonomik güçle yerine getirilen ibadetleri gerçekten imanın kesin bir göstergesi sayabilir miyiz? İmanın, göstergelerini kime karşı kullanacağımız konusundaki kanaatİmiz ise ayrıca önem taşır. Bu göstergelere göre takdir edilecek durumumuzu değerlendirecek olan kimdir? Yüce Allah mı? Yoksa insanlar mı? Eğer bunu insanlar takdir edecek diye düşünüyorsak işimiz kolaydır. Bir taraftan hırsızlık yapar, diğer taraftan çaldığımızın bir kısmını zekat ve sadaka olarak verdikten sonra kalanını cebimize atarız. Bir yandan Allahtan başka Tanrı yoktur (La ilfihe illallah) deyip, öbür taraftan mevki, mal, kadın, para gibi mukayyet ilahiara tapar dururuz. Hem hacca gider, hem de insanlara ters muamele ederek, hatta bu işi hac ikametirniz esnasında yaparak gönül kabelerini yıkar, yerle bir ederiz. Hem oruc tutar, hem de buna rağmen açın halinden anlamaz, çalıştırdığımız insanların ücretini kısar, onları sömüri.iri.iz. Bir yandaf! namaz kılar ve secdede, "suphane rabbiyel fila" <;leriz, ama öpür taraftan kendimizi övüp duıuruz. Hem de bu övünme işini (Allahın, kurumlu ve böbürlenici insanları sevmediğini bildiren) Nisa süresinin, 36.cı ayetini bile bile yaparız. Gerçi bütün bu işlerle İslamın hakikatini bilen insanları kandıramasak dahi, bilmeyenleri pek illa kandım ve onlara kendimizi halisane iman sahibi olarak tanıtabiliriz.
Lfikin bütün bu davranışiarımızla Yüce Allahı kandırmamız mümkün de-
24 DiN EGiTiMi ARAŞTIRMALARI DERGiSi
ğildir. Çünkü Ta-ha suresinin 7.ci ayetinde belirtildiği gibi, Allah gizliyi de, gizlinin daha gizilismi de bilir. Ama buna rağmen bizim bedensel ibadetleri de yapmamızı emretmiştir. Sadece düşünce'de kalan iman Rabbimizin nazarında yeterli değildir. Buna rağmen bir mukayese yapmamız gerekirse "bedensel ibadetsiz Allah düşüncesi", "Allah düşüncesinden yoksun ibadet"ten daha üstündür. Çünkü Yüce Allah Kur' anda bize, kendisini günde hiç değilse beş kere düşünmemiz icin namaz kılmarnızı emrettiğini bildirmektedir.
O halde, tıpkı bir tohumun özü ve kılıfı gibi, düşünce öz' dür ve bedensel ibadet onun kılıfıdır.
Demek ki iman, en olgun ifadesini düşünce' den kuvvet alan bedensel ibadet eğiliminde bulur. Mevlana'nın da belirttiği gibi eğer topraktan yapılan testinin, kendisini kimin meydana getirdiğini düşünebilme gücü olsaydı, derhal o zenaatkara §.şık olur ve ona ibadet ederdi 15
• Aşksız ve düşüncesiz ibadet, tohumun sadece zarfıdır. ibadetleri yapan bedenimiz bu tohumun kıhfı gibi toprakta çürüyüp yok olduktan sonra da varlığı devam edecek, (hatta gelişerek devam edecek) olan iman, düşüncemizdeki imandır. Bizim düşünen varlığımız, beynimiz değildir, (ölümsüz olan) ruhumuzdur.
O halde, iman, ruh-u ilahiden, rtıh-u insaniye intikal etmiş bir emanettir. Elestte iken Yüce Allahın "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?" sorusuna "Evet Rabbimizsin" düşüncesi ile "evet" diyenierin imanı, o anda başlamıştır. Halbuki ruh, bedensel ibadetleri yapamaz. Buna rağmen, hür bir düşünce ile o anda "evet" diyenler, gizlileri bilen Rabbimizin nazarında mü'rnin kabul edilmişlerdir. Çünkü onların, maddi zevkterin manen hissedilen duyurolarına kapılmayan düşünce gücü bu sorunun kendilerine yöneltildiği anda, haia ilahi öğretimin etkisi altında olmaya devam etmiş ve o ilk ümmet'den sadece onlar mü'rninliklerini sürdürebilmişlerdir.
"Düşünce" dediğimiz latif gücü, Elestteki o sorunun yöneltildiği kritik anda kullanabilenler ve sadece onlar, "evet Rabbirnizsin" düşüncesi ile "evet" derken Yüce Allaha bir ayna olma görevini yerine getirmişlerdir. Çünkü insan ruhlarını, kendi ehadiyet deryası içinde halkeden Rabbirniz nasıl ·onları sonradan halkettiğini biliyorsa, onlar da ezell olmadıklarını düşünüp aniayarak sonradan halkedildiklerini bildiler. Onlara bu gerçeği bildirme anından itibaren Yüce Allahın bizi terbiye etme faaliyeti, yani Rab özelliği başladığı içindir ki, düşünebilen mü'min ruhlar hiç tereddütsüz "evet" demişlerdir.
Bö.ylece iman, Yüce Allahın, insana (düşünme gücüne sahip olan) ruh-u insani ile birlikte teslim ettiği en kıymetli emanetlerden biridir. Emanet dememizin sebebi, bizim kendimize ait bir güç olmayışından ötürüdür. Ruhumuz Allahın üfürdüğü ve üfüimeye devam ettiği O'na ait bir emanet olduğu gibi, ruhun bir fonksiyonu olan düşünme gücü ~e O'na ait bir emanettir.
15 Melfuıa, Filı-i Miijilı, (Çev:M.Ö.Ambarcıoğlu}. MEB Yayını, ME Basımevi. İstanbul 1990.
İMAN 25
Dünya hayatında dahi ha.Ia O'nun ruh üfürmesi ile hayatta olduğumuz gibi, yine O'nun verdiği düşünme gücü ile düşünebiliyoruz. Bu demektir ki, bizler s_adece düşünmeyi isteriz ve bizim için düşünen O' dur. Bunu bilmeyen ve kendi eserlerini kendilerinin zanneden küfr ehline Yüce Allah bundan ötürü akılsızlar damgasını vurmaktadır. Çünkü, ne kadar ilmi keşif ve teknik icat yaparsa yapsın, bunları kendi düşüncesinin ürünü zanneden bir akıla akıl denemez. Zira o, bu keşif ve icatlara ·ait düşünceyi, kendini kendi kaynağından kopuk zannederek, o kaynaktan binbir zahmetle çekip almakta ve sonra da bu zahmetine bakarak, o keşif ve icatlarla, "benim buluşlarım" diyerek gururlanmaktadır.
Halbuki, mürnin alimin dili, kendini övme konusunda kilitlidir. Çünkü O,
kaynağı ile arasındaki bağın devam ettiğini hisseden bir ruha sahiptir. ilham'ın nereden geldiğini bilmesinin mükafatı, süratli bir şekilde ilhama maruz kalmasıdır. Zira, ruh nasıl bedene nazaran çok süratli ise, ruhun faaliyeti olan düşünce de, yaz~yı yazan elden daha s ür' atlidir. İl harnın akar oluk gibi geldiği zamanlarda kalem, düşüneeye yetişemez, geride kalır. O zaman mürnin fert, düşüncenin kendine ait olmadığını anlar. Düşünce kendine ait bir işleyiş olsa yazı yazma sür' atine göre, onu niçin ayarlayamasın?
İslam medeniyetinin birden bire parlayışının temelinde yatan en önemli faktörlerden biıi, san'at ilim, araştırma, askerlik ve diğer bütün alanlarda deha seviyesine yükselebiimiş olan mü'minlerin, süra'atle gelen ilhamlar karşısında, "kendini bilen Rabbini bilir" sözündeki hikmeti kavramış olmalarıdır. Bu kendini bilme yani kendinde var olan gücün Allah'a ait olduğunu farketme durumu, ilhamı çeken ilhamın kapsını çalan bir güçtür ve tarık akımını süratlendirir. Gerçek insan kendini bilen insandır ve onun taşıdığı ruh, gerçekten ruh-u insanidir. Halbuki kendini bilmeyen insan, daha ziyade maddi dürtülerle harekete geçen (ruh-u hayvan! yönü ağır basan) insan olduğu içindir ki, her çalışmada, elde edeceği maddi menfaati ve doyumu düşünerek çalışır. Allahın sırlarını bilme zevki ile çalışan alim kadar Allah'tan gelecek ilhamları çekme sür'atine sahip değildir.
Aynı Zaman Biriminde Tarık Akımı
Şekil:2
İnsan Ruhlarının Çekim Gücüne Göre
Tarık Akımının Sür' ati
Ar ş
~.~:' .. :··· .. ~ .... .... ·-· . . ·.·
·,_··.:. _··.····: . -~
:, : Aynı Zaman ·. Biriminde
Tarık Akımı
26 DiN EÖiTiMİ ARAŞTIRMALARI DERGiSi
Şekil:2'de, ister müslüman ister gayri rnüslirn olsun, rnenfaat için çalışan a.lim (B) ile, tabiattaki (ilahi) sırlan çözme zevki ile çalışan 1ilirnin (A) tank akımının çekme gücüne göre kendilerine gelen bu akımın sür'atindeki fark gösterilmiştir. İslamiyet "kendini bilme" terbiyesinin en canlı olduğu İslam medeniyetinin parladığı dönemde, A tipi alimlerin, san'atkfirlannın ve her türlü sivil ve askeıi dehalann ortaya çıkmasına yol açtığı içindir ki, kabile cemaatlerjnden, marnur bir medeniyete sür'atle geçiş imkanını sağlamıştır. Çünkü kendini bilrnek kendi yokluğunu bilmektir ve insanın kendine düşen fonksiyonunu isternek yani Allahın, (dolayısiyle de tabiatın) sırlarını çözmeyi en büyük arzu olarak hisseden bir cüz'i iradeye sahip olmak demektir. Bu arzu ne kadar kuvvetli olursa, ruhun, Arşı ala'dan ilham getiren tarık akımını çekme gücü de o kadar fazla olur. Bu daA tipine giren insanı, bu ilhamları yazı, nota, proje, askeıi strateji planı ve diğer, ilham tespit yollan açısından ilham akımının sür'atine zorluklayetişebilme durumuna getirir.
Bu konuda en fazla yardıma uğrayan kişiler peygarnberlerdir. Çünkü onlar ilfilıi vahiyleıi hafızalannda tutabilme hususunda özel bir yardımdan yararlanırlar. Nitekim, sevgili peygarnberimiz, inen ayetleri hafızasına nakşedebilrnek üzere Tarık akımı ile gelen vahiyleri ona Cebrail kanalıyla nakleden Yüce Allahın sözlerini unutmamak için onları diliyle tekrarlama teşebbüsünde bulunduğu zaman, bunu yapmaktan men edilmiştir. Çünkü böyle bir tekrarlama işlemi (bir sinema şeridinin geçiıilmesi gibi değil de, enstantane bir fotoğraf gibi) ani ve topluca inen vahiylerdeki bir cümleyi tekrarlayana kadar o cümleyle hep birlikte inen ve bize göre sonraki gibi gözüktüğü halde vahyin geldiği zamansız ve rnekansız kaynağa göre "önceliği ve sonralığı olmayan" valıyin diğer cümlelerini yakalamayı güçleştirir.
Vahiy, zamansızlık ve mekansızlık fileminden, zamanlı ve mekfinlı bir alemde yaşayan sevgili peygamberimizin gönlüne indiriliyordu. Bundan ötürü Yüce Allahımız sevgili peygamberimizi, bir ayetle, vahyi dili ile tekrarlama işlerninden men ederek, vahyin bütününü.n onun gönlüne nakşedileceği garantisini verdi.
O halde, kendini bilme, yani bir mesajı kendi hafızasına nakşetme hususunda bile kendi güçsüzlüğünü, kendi yokluğunu bilme bakırnından peygamberleri geçebilecek hiç kimse yoktur. Hiçbir dahinin ilharnı çekme gücü de peygamberlerin valıiyi celbetme gücü ile kıyaslanamaz. Bundan ötürü rnescüı (ister ilham, ister vahiy şeklinde insin) gönle indiren Tank akımının en sür'atli şekilde indiği gönüller, peygamberlerin ve ondan sonra da insan-ı karnillerin gönülleridir.
Madem ki, kendini bilme işlemi, aslında kendi yokluğunu bilme işlemidir, o halde, acaba, bedensel ibadetleri yaparken de mi, varlıktan soyunacağız? O zaman beden'e ait fonksiyonumuzun, ibadet olarak ne kıymeti olabilir? Halbuki yüce Allah, sevgili Kur'anımızda bize o ibadetleri yapmamızı emretrniştir. Acaba, bu emir ile bu gercek (yani yokluğumuz) arasında var gibi görünen tezadın aslında mevcut olmadığını nereden anlayacağız?
İMAN 27
Kur'anda mevcut iki hüküm bizim bu konudaki merakımızı giderebilir. Bunlardan biri bize bütün iyiliklerin Allahtan ve kötülüklerin kendimizden geldiğini bildiren hükümdür (Nisa:79). Diğeri ise Allah nazarında (niyetlerimize göre şekillenen) duamızdan başka hiçbir şeyle kıyınet taşımadığımız hükmüdür (El Furkan:77).
Bu hükümlerin ifade ettiği gerçek şudur: madem ki, hareketlerimi ifa edebilme gücü bana ait değildir, zira ne bedenime ne de onu hareket ettiren enerjiye sahibim, o halde, benim bütün bedensel ibadet faaliyetim Hakka aittir. Fakat buna rağmen, yüce Allah, beni kendi niyetlerime göre hareket ettirir. Bundan ötürü Kur'anda "zina yapmayınız!" emri yer almaz, fakat "zinaya yaklaşmayınız (yani ona niyet etmeyiniz)" emri yer almış bulunmaktadır. "Namazı kılın" emri açıkça ifade edilmiş olsa bile, kulluk terbiyesi icabı, bundan bizim çıkarmamız gereken anlam "namaza yönelin" manası olmalıdır.
' Niyetimiz, Elest aleminden beri şu veya bu karakterlerle şekillendirmiş olduğumuz kendi cüz' i irademizin ürünüdür. Fakat niyetimize göre bizi hareket ettiren ve bize bedensel ibadetlerimizi yaptıran varlık yüce Allahtır. Bundan ötürü bedensel ibadetlerimizin temelinde manevi bir nitelik taşıyan düşünce ibadetimiz vardır ve ıuhlar alemi olan Elest, sanki hala yaşanmakta, soıu hata bize soıulmak:.. tadır. Niyetleıimizle (ve o niyetiere göre Rabbimiz tarafından kolaylaştırılan bedensel faaliyetlerimizle) o soıuya cevap verme işlemimiz de sanki hata devam etmektedir. Çünkü dünya bedenler alemidir.
İşte, iman, bundan ötürü dışardan görülmesi ve anlaşılması mümkün olmayan gizli bir manevi servetimizdir. Niyetleri gösteriş ve riya olmak üzere namaz kılan ve oıuç tutan nice insanlar vardır ki, gönülleri bu manevi servetten yana bomboştur. Onlar Niyazii Misrt'ye göre, camide namaz kılarken, bir an önce kafesten kurtulma yı arzu eden kuşlara benzerler. Habuki, Niyazii Misrt, her yerde ve her şeyde vechullah'ı gören muvahhitler için her istikametin kıble ve muazzam kubbesi ile kainatin da hiç içinden çıkılınayan bir mescit olduğunu belirtir. Gerçek mü'minler camiden hiç çıkınıyan taştan yapılmış (sabit) minber gibi, daima kilinat mescidinin içinde olduklarının idrakine sahiptirler. Niyazi, bütün müslümanları bu idrake davet ederek, onların, taştan yapılmış mescitte, kendi yüzlerinden ziyade riya duygusunun yüzünü yere vurmaları gerektiğini belirtir:
Yüzün yerlere vur, gel, bu riya'nın mescit içinde
Otur minber gibi daim, kafeste kuş gib d urma