Upload
haminh
View
216
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Yaratılış Kalemi 2.Sürüm
Cengiz Yardım
Kalemzáde e-kitap2016 [email protected]
Nisan 2016|DARICA
Kitabın tüm hakları yazara aittir
Hiçbir içerik, yazarından izin alınmaksızın kullanılamaz
Paylaşılabilir ancak ticari değildir
Para ve sair yollarla satılamaz
All rights reserved to the author
On behalf, any content of the book can not be used without permission
Can be shared but not commercial
No permission for sale
3
Konu Araştırma ve Çözümleme Yöntemi
uran’da belli bir konuyu araştırmaya kalktığımızda
kitabın farklı yerlerinde konunun farklı biçimlerde
serpiştirilmiş benzer anlatılarıyla karşılaşıyoruz. Aynı
konu farklı yerlerde ilavelerle… Bazen başka konularla
birleştirilerek… Bazen eksiltilerek kısa ve öz cümlelerle
anlatılırken… Bazen de farklı cümlelerle oluşturulup yeniden
ortaya konuyor. Ancak, dikkatle baktığımızda görüyoruz ki,
verilen sınırları çizip hepsini birleştirdiğimiz zaman müthiş
gerçeklere ulaşıyoruz. Bu aynen bir robotu oluşturmaya benziyor.
Fabrikanın bir atölyesinden kollarını, bir yerden bacaklarını, bir
yerden gözünü kulağını ve diğer organlarını alıp birleştirdiğinizde
meşhur çizgi filmdeki robot Voltran’ı oluşturmak gibi.
K
4
Bir başka açıdan bu çözüm yöntemini şablon kareler ve
cümlelerden oluşan ve “mantık oyunu” diye bildiğimiz bulmacaya
benzetebilirsiniz. Size verilmiş belli başlı ifadelerinin çizdiği
sınırları ve çıkarımları kullanarak çözüme ulaşıyorsunuz.
Peki, bu herkesin yapabileceği bir iş mi? Hem hayır, hem de
evet! Hayır… Çünkü Kuran’ı okurken bütünde geçen konuyla ilgili
tüm ayetleri bir araya getirerek matematik zekâyı kullanmak
gerekiyor. Ama evet… Çünkü vakitli olarak Kuran okuyan herkes,
hemen tüm ayetleri kolayca hatırlayabilir ve sözün doğruluğunu
belirleyebilir. Hata ihtimali var mıdır? Evet vardır; ama
ulaştığınız net bilgiler size ihtiyacınız olan ufku çoktan
kazandırmış olacaktır.
Elinizdeki Kuran… İşte o da aynen mantık bulmacası gibi
çözümlenebilir bir kitaptır. Farklı yerlerde farklı üsluplarla
anlatılan benzer konuları bir araya getirdiğinizde büyük resmi
açık seçik görüyorsunuz. Bu durum Kuran’ın tutarlılık ilkesi
5
gereği böyledir. Tutarsız bir kitapta bu çözüm yöntemini asla
kullanamazsınız.
Ayrıca kitapta olaylar sadece kronolojik sırayla anlatılsaydı hem
bu beyin jimnastiğini yaptırmayıp bizi ezbere düşürecek hem de
aynı hayranlığı bizde uyandırmayacaktı! Tabi ki bir de “hak eden
doğruya yönelir” prensibi gereği böyle bir çevresel mantık dizilimi
adeta gerekiyor.
İşte şu anda okumakta olduğunuz e-kitaptaki yaratılış konusu
da tam da bu yöntemle çalışılıp kaleme alınmıştır. Kuran’ın
dizilimini bilmemek belki insanları imani sıkıntıya düşürmez ve
önemli olan öğüdü yakalamaktır ama… Hurafelerden daha çok
arınmak ve bilmekte derinleşmek isteyenler için kitabı didik didik
edip büyük resmi görmek gerekiyor. İşte aslında her konuya dair
Kuran okurken bunu göz önüne alarak okumanız emin olun ki
tahmin edemeyeceğiniz kadar fayda sağlayacaktır.
Şimdi bu mantık örneğini ortaya serecek, yaratılışa dair daha
ilk örnek ayetle ne demek istediğimi anlayacaksınız. Dikkatli
okuyalım…
Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra
meleklere “Âdem için secde edin” dedik. Onlar da İblis’in
dışında secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı.
Burada açıkça görüldüğü gibi bazen tek bir ayet birçok şeyi aynı
anda anlatır ve birçok sorunun cevabını daha sorular sorulmadan
verir. Tabi eğer dikkatle okunursa!
Bu ayette yaratılışa dair çok önemli bir sıralama veriyor. Dikkat
edin! “Sizi yarattık” dedikten sonra “suret verdiğini” yani
bedenlendirdiğini söylüyor. Yani biz şu anda içine hapsolduğumuz
6
bedene sahip olmadan önce zaten yaratılmışız. Bu o kadar önemli
bir bilgi ki diğer yaratılış evrelerinin nasıl sıraya konulacağına
dair bir mihenk oluşturuyor. Diğer ayetler okunurken bu
sıralamanın dışına çıkamayız. Sınırlar çiziliyor. Ve sonra
“meleklere secde emri verilmesi”… Dikkat edin bu sahne
suretlendirmeden de sonra.
Şimdi bir diğer ayete de bakalım…
O’nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha
iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan
O’dur. Andolsun onlara “Gerçekten siz, ölümden sonra yine
diriltileceksiniz” dersen, inkâr edenler mutlaka “Bu, açıkça bir
büyüden başkası değildir” derler.
Gün kelimesi evre, aşama, devir anlamına geliyor. Bunu ayrıca
açıklamaya gerek duymuyorum. Zaten ortada henüz gök ve yer
yokken zaman da yok demektir… Hadi olsun diyelim; buradan
bildiğimiz anlamda dünyanın kendi etrafında dönmesinden oluşan
bir dünya günü anlaşılabilir mi? Demek ki buradaki “gün”
kelimesi belirli aşamalara, devirlere işaret ediyor. Uzunluğu ya da
kısalığının ne olduğunu ileride konuşacağız.
Arşın (tahtın) su üstünde olmasına gelince Allah’ın bize
göstereceği hükmedişin, kudretinin suyla ilişkisi olduğunu
anlıyoruz ki; bununla ilgili delilleri de yaratılışla ilgili diğer
ayetleri okuduğumuzda fark edeceksiniz. Allah yeniden yaratılışı
da ilk yaratılış gibi bir ölçü çerçevesinde evreler halinde
yapacaktır.
Genel algıda Allah ile melekler arasında bilinen bir konuşma
sahnesi vardır. Bahis, Âdem’in halife kılınacağına dair meleklere
7
haber verilmesi ve bu yönde meleklerin Âdem için secde etmeleri
gerektiğidir. Bu esnada melekler bunun nedenini de sorgularlar ve
gelişen durumların ardından kabul edip hepsi secde ederler. İblis
ise secde etmez ve diretir. Bunun ardından ona kıyamete kadar
mühlet verilir.
Bu aslında, bilinmesi gerekenlerin az bir kısmı. Yanlış değiller
elbette. Ama Kuran’a göre oldukça eksik ve sadece masalsı bir algı
var halk arasında. Genel geçerin bildiğinin aksine Allah’la
melekler arasında, Âdem konulu bir değil en az iki (benim mantık
bulmacası örnekli çıkarımıma göre üç) diyalog vardır ve bu
diyalogların içeriğinde de tahmin edeceğimizden çok daha fazla
süreler gelip geçmiştir.
Mecaz olsun olduğu gibi olsun, her anlatımın da evreli
yaratılışın beyanını içermesi söz konusudur. Üç farklı ayetin
beyanlarının mantıki çözümünü gösteren aşağıdaki şemayı
inceleyin lütfen. Ardından beraberce en başa; ilk meleki diyaloğa
dönüp yaratılış serüveninde baştan sona kadar bir zaman
yolculuğuna çıkacağız.
8
Evren Yaratılmadan Önce
şte bu diyalogların ilki henüz kâinatın yaratılmasından bile
öncedir. Henüz ortada adı İblis olan ne bir cin vardır ne de
bedenli bir beşer! İşte bu evre yukarıdaki şemada
bahsettiğim birinci evredir. Bu evrede Allah tekilliğini müteakip
meleklerine (ya da melekelerine) tasavvurunu, planını açıklar.
Hani Rabbin meleklere “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş
bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona biçim verdiğimde ve
ona ruhumdan üflediğimde hemen onun için secde edin.”
Bu söz ile bir sonraki ayette geçen “meleklerin tümünün topluca
secde etmeleri” arasında bizim saydığımız zamana göre en az 13,5
milyar yıl vardır. Ayete dikkat edelim… O beşere henüz biçim
verilmemiştir ve ruhtan üflenmemiştir. Bu ayetleri kronolojiye
soktuğumuzda kozmik bir gelecekten, o kozmik gelecek zamanda
olacak şeylerden haber verildiğini fark ediyoruz. “Balçıktan beşer
yarattım” denmiyor “yaratacağım” deniyor. “Ona biçim verdim”
denmiyor “ona biçim verdiğimde” deniyor. “Ona ruhumdan
üfledim” denmiyor “ona ruhumdan üflediğimde” denerek o zaman
geldiğinde “secde etmelerine” dair önceden bir talimat veriliyor.
Daha toprak bile yaratılmamış ki topraktan yaratılan bir beşer
olsun! Bu durumda meleklerin kimi neden yaratacağına dair itiraz
edecek ya da sorgulayacak bir durumları da henüz yok demektir.
Yeryüzü halen bir tasavvurdur, toprak da tasavvurdur. Beşer
henüz kan dökmemiş, bozgunculuk da çıkarmamıştır. Çünkü
beşerin henüz kendisi de yoktur, halifeliği de bilinirde söz konusu
İ
9
değildir. Tabiri caizse “ilk konseyde” yer alan birtakım melekler
vardır. Söz onlara söylenmekte ve daha sonra gelecekler için bu
haber meleki hafızaya girmektedir. Melekler sonra da yaratılmaya
devam edilmiş ve artırılmıştır.
Herkesin bildiği, meleklerin secde edişi ve İblis’in itirazı
sahnesi bu ilk konseye (zamansal ya da zaman ölçüsü kabiliyle
esasen mekânsal olarak) ait değildir. Zamanı bir mekân uzunluğu
gibi düşünürsek bu konsey şu an bile yapılıyor olsaydı bize
mecazen yedi gök ötede ya da takriben en az 13,7 milyar ışık yılı
mesafede bir yerlerde olurdu. Bu da kâinatın başlangıcıyla şu anın
birleşmesi ve büyük resimde zamanın ortadan kalkması demek
olurdu. Neyse kozmik zaman uzmanı da değiliz, konumuz da bu
değil… Yaratılışın kronolojik mantığının peşindeyiz. Bu ilk
konseyin gerçekleştiği kronolojik tarih, neticede kâinatın
yaratılmasından bile önce gibi duruyor.
Buna ilk delil 7:11’dir. İlk konuştuğumuz ayet…
Biz sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra meleklere
“Âdem için secde edin” dedik.
İkinci delilse 35:1’dir.
Hamd gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı
melekleri elçiler kılan Allah’ındır. O, yaratmada dilediğini
artırır.
Üçüncü delil ise az sonra okuyacağınız 18:50 ve 51 ile beraber
cinlerin yaratılışına dair bilgi veren diğer ayetlerdir.
Meleklerin topluca secde edeceği ama “İblis hariç” denmesinin
ardından onun “cinlerden” olduğu özellikle belirtiliyor. Neden?
10
Çünkü İblis’in ilk konseyden ve ilk plandan haberi olmadığı ve
kendine de kâinatın yaratılışına da şahit kılınmamış bir varlık
olduğu belirtiliyor. Oysa ilk konseyin melekleri bu “beşer”
planından zaten haberdardı. Sonra yaratılan melekler de dâhil
olunca hepsi bu zikre hâkim olmalarına istinaden nispeten
kolayca secde ettiler. Ve elbette insana ruh üflenmeden önce bunu
yapmaları beklenemezdi.
Allah beşeri topraktan yaratarak dirilttiğine ve cinleri de daha
önce ateşten yarattığına göre cinlerin, dolayısıyla İblis’in de Âdem
gibi pasif (ölü) olarak ilk yaratılışta var olduğunu
çıkarımlayamıyoruz. Ama var olmuş olsa bile Âdem’den ciddi bir
eksikliği vardı: Kendisine şahit değildi. Bunu anlamak için önce
“ikinci konseye” gidelim, sonra tekrar kronolojinin başına
döneceğiz.
Hani meleklere “Âdem için secde edin” demiştik. İblis’in
dışında secde etmişlerdi. O cinlerdendi. Böylece Rabbinin
emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda beni bırakıp, onu ve
soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin
düşmanlarınızdır. Zalimler için ne kadar da kötü bir
değiştirmedir.
Buraya neden ikinci konsey dedik? Hatırlayın ilk konseyi: Orada
sadece plandan bir haberdar ediliş vardı. Orada henüz topraktan
kimse yaratılmadığı ve ruhtan henüz üflenmediği için secde ediş
henüz yoktu. Ama burada bakın melekler secde ediyor, İblis de
itiraz ediyor. Dolayısıyla bu “konsey” o konsey değil. Aradaki
kozmik zaman farkı çok büyük. Bu arada koskoca bir kâinat var
edildi ve insan dönemine kadar gelindi. İki konsey arasında en az
13,7 milyar sene var dememin nedeni bu.
11
Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin
yaratılışlarında da ben onları şahit tutmadım. Ben saptırıcıları
yardımcı güç de edinmedim.
Yukarıda da söylediğim gibi İblis’e verilen bir söz ya da kendine
şahit edilmişlik yok. Melekler gibi de değil. Çünkü kâinatın
yaratılışına elçi kılınan melekler varken, İblis buna da şahit değil.
Peki, biz şahit miydik? Madem Allah bizi yarattı, sonra suret
verdi… O halde bu sırada biz neydik, neredeydik, ne haldeydik?
Kâinatın yaratılışına belki biz de şahit olmadık ama meşhur
isyankâr soruya geliyoruz…
“Bu dünyaya gelmeyi ben mi istedim? Bu dünyada denenmeyi
ben mi kabul ettim? Bana mı soruldu?”
Açıkçası bu sorunun cevabı hem hayır, hem de evet…
Hayır, çünkü ne kâinat henüz yaratılmıştı ne de bize beden
verilmişti. Dolayısıyla dünyayla ilgili bir bilgisi olmayanın oraya
gidip gitmeyeceğine dair de görüşü olamaz. Ammaa… Cevap
aslında evet. Çünkü öyle bir söz verdik ki verdiğimiz cevap, değil
dünya, konu kırk bir bin başka gezegene gitmek bile olsa kabul
etmiş olduk. Çünkü kabul ettiğimiz şey her şeyi kapsayan bir
kabuldü.
Aldığımız ve verdiğimiz sözü unutacak bile olsak elçilerle (ve
zikirle) hatırlatılacaktı. Mazeretlerimizi sıfırlayan kabulümüzü
daha ölüler iken verdik. Ölü olmak yok olmak demek değildi. Eğer
Allah’ın tasavvurunda varsak zaten varız demekti. Sorumlu olmak
ise diriltilmeyi ve denenmeyi gerektiriyordu. Biz Rabbimizi kabul
ederek hepsini kabul ettik.
12
Elestu bi Rabbikum? | Belá, Şehidná
aha henüz bedenimizle bile var olmadan önce Kuran’ın
anlatımına göre verdiğimiz bir söz var. İşte bugünkü
ve yarınki her şeyimiz de şahitliğimiz de o sözümüzle
derinden ilintili.
Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine karşı şahitler kılmıştı. “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” demişti de onlar “Evet, şahit olduk.”
demişlerdi. Bu; kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu”
diyememeniz içindir.
Ya da “Bizden önceki atalarımız şirk (ortak) koşmuştu. Biz de
onlardan sonra gelme bir nesiliz. İşleri batıl olanların
yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin?” diyememeniz
içindir.
İşte biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. Umulur ki
dönersiniz.
İşte bu ayetler Âdemoğlunun kendine şahit oluşunun ve verdiği
sözün kapsayıcılığının delilidir. Bu ayrıcalık İblis’e verilmeyen bir
ayrıcalıktır. Çünkü onun varlığının şekli ve nedeni Âdem’den çok
farklıdır.
D
13
Şimdi burada iki itiraz gelebilir.
Birincisi… Bu söz verişin ilk yaratılışta değil de her insanın
doğumundan önce olabileceği şeklinde… İkincisi ise “Unuttuk işte!
Hatırlamıyorum! Ben bu sahneyi hatırlamıyorum arkadaş!”
denilmesidir.
Önce birinci itiraza cevap vereyim… Evet, belki de zamansal
sıralama olarak her bireyin söz verişi “taa” kâinatın
yaratılmasından önce değil de o insanın kendi doğumundan önce
kabul edilebilir. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmez ve yine
başlangıçta yani ilk yaratılışta sözün verilmiş olduğunu doğrular.
Çünkü sen bir birey olarak yirminci ya da yirmi birinci yüzyılda
doğmuş bile olsan, ilk (ölülük) varlık dönemin ilk yaratılışla
başlamıştır. Sen doğmadan önce geçen uzun zamanların senin için
gerçekte zamansal bir değeri yoktur. Sözgelimi sen 1980
doğumluysan… Ha yaratılıştan önceki sıfırdan önceki tarih, ha
1980’de doğduğundan önceki toplam tarih aynı şeydir. Eğer
bedensel olarak bu mekânda değilsen, bu mekânın zamanında da
değilsin demektir. Ha sıfırdan önce söz vermişsin, ha 1979 yılında
henüz bedenin doğmadan önce. Fark var mı?
Bu durum; ölümle kıyamet saati arasında geçen zaman için de
geçerlidir. Eğer öldüysen; az sonra sûra üfürüldüğünü, saatin
koptuğunu ve kıyamet sürecinin senle birlikte yürüdüğünü
görürsün. O güne kadar ölü olarak varsın ama bedenen ölü
olduğun için dünyevi anlamda zamanın yok, mekânın yok, gözün
yok, kulağın yok… Kesin biçimde anlamak için bir dirilişe daha
ihtiyacın var. Ama kıyametle dünya yaşamı arasında iki denizin
birbirine karışmaması gibi bir engel (berzah) söz konusu. Ve bu
gidişin düzeltme şansı verilmek üzere geriye dönüşü de yok.
Açıkçası durum buysa ayağımızı denk atmamız lazım.
14
“Unuttum işte, nasıl sorumlu olurum” diyen ikinci itiraza
gelince… Unuttuğun şey dilinden çıkmış kelimelerin olmasından
ziyade, o günkü halinden çıkmış daha da gerçek kelimelerindir.
Dünyasal anlamda elbette verdiğin sözü unuttun. Âdem de
unutmuştu. Bir şeyler olduğundan emindi ama (daha sonra
bahsedeceğim) “fücuru” yüklendikten sonra bir söz verip
vermediğinden o da emin olamıyordu. Yani kesin bir kararlılığı
yoktu. Sen de unuttun.
Ve andolsun, öncesinde Âdem’e ahit verdik. Fakat o unuttu,
onu kararlı da bulmadık.
Ama işin püf noktası zaten bu. Unutman gerekiyordu zaten. İşte
unuttuğun için düzen böyle işliyor: İşte bu yüzden hatırlatıcı (yani
zikir) geliyor. İşte bu yüzden elçiler, nebiler, kitaplar iniyor. İşte
bu yüzden “kitabı aklet ve kalbine indir” deniyor. İşte bu yolla, bu
yöntemle deneniyorsun.
Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildi. Öyle ki
elçilerden sonra insanların Allah’a karşı savunacak bir
mazeretleri kalmasın. Allah üstün ve güçlü olandır. Hüküm ve
hikmet sahibidir.
Demek ki ne “haberimiz yoktu” demek bir mazeret olacak ne de
“bizden önce gelen nesillere aldandık” demek! Demek ki
sözümüzü vermişiz. Hatırlamıyorsan, işte hatırlatıcı orada
tozlanmış şekilde duvarda asılı duruyor. Beğensen de beğenmesen
de, istesen de istemesen de O’na döneceksin. Eğer başka bir
çözümün varsa, durma aş göklerin bucaklarını!
15
Henüz göklerin ve yerin yaratılmasından önceki ilk yaratılışta
sadece âdemoğullarından değil, aynı zamanda gönderilecek
elçilerden de ayrı bir söz alınıyor. Aynı biçimde bu da ister ilk
yaratılış anında densin ister x peygamberin zuhurunda densin
fark etmiyor. Onlara da elçiler geliyor ve hakkı bildiriyorlar. Onlar
da diğer insanların sınanmasına vesile olan bu ağır yükü
omuzlarına almayı kabul ediyorlar.
Hani Allah nebilerden kesin bir söz almıştı: Andolsun size
Kitap ve hikmetten verip sonra size beraberinizdekini
doğrulayan bir elçi geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve
ona yardımda bulunacaksınız. Demişti ki: Bunu ikrar ettiniz ve
bu ağır yükümü aldınız mı? Onlar: İkrar ettik, demişlerdi de,
öyleyse şahit olun, ben de sizinle birlikte şahit olanlardanım,
demişti.
Yoktan var edilişe dair bu ilk dönemde henüz kâinat yok.
Bildiğimiz üç boyutsal madde ve bedenler de yok. Kâinat olmadığı
için mekâna özgü bir zaman da yok. Ama söz var. Sözler var. İster
farklı bedenlere sahip, ister meleke anlamında olsun fark etmez,
melekler var. İster tasavvur halinde diyelim, ister bilmediğimiz
farklı bir varlık halinde, yaratılmış, ölüler hükmünde ama gerçeğe
nazır olan bizler varız. Deneneceğiz. “Ol” emrinin gereğini yerine
getireceğiz. Ama sürecin devamı için bir platform gerekiyor.
O’nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha
iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan
O’dur. Andolsun onlara “Gerçekten siz, ölümden sonra yine
diriltileceksiniz” dersen, inkâr edenler mutlaka “Bu, açıkça bir
büyüden başkası değildir” derler.
16
İnsanlar Allah’ın kendilerine verdiği değeri bilmese de,
Âdemoğlu o kadar değerli ki onu sınamak, bir anlamda inşa etmek
için koskoca bir kâinat yaratılıyor.
Bu ilk aşama henüz sadece söz verdiğimiz aşamaydı. Daha
meleklere “secde edin” bile denmedi. Henüz İblis ortada bile yok.
Kâinat yok, toprak yok, su yok, rahimler yok. Ama evre evre hepsi
yaratılacaklar.
17
Bir söz nasıl olur da bu kadar önemli olur?
özlerin verildiği ilk evre kapsayıcıydı. Yani sözü
verenlerin sınanması ve öylece kabulü söz konusuydu.
Şöyle açıklamaya çalışayım…
Bugün herhangi bir insanla konuşup ondan bir söz aldığınızı
düşünün. Süreç o andan sonra işlemeye başlar. Sözün kendisi
değil, icraata geçecek olan içeriğidir sözü söz yapan ve geçerli
kılan. İcraatı ve sınanması söz konusu olmayan söz, kuru bir
laftan başka bir şey değildir. Söz hayata geçmeyecekse, sınanma
ihtiyacı yoksa zaten gerekli de değildir.
Şimdi örneğe kulak verin…
Arkadaşınızın gerçekten sizin dostunuz olup olmadığının ortaya
çıkması için verdiği sözü doğrulayacak olaylar zinciri yaşaması
gerekir. Ancak bu olaylardan sonra arkadaşınız da siz de verilen
sözün samimi olup olmadığına şahit olmuş olursunuz. Eğer
arkadaşınızın sözünde durmadığı ortaya çıkarsa dostluk ilişkinizi
sona erdirirsiniz.
Peki, arkadaşınızın size ve sizin ona vereceğiniz söz ne
olmalıdır? İleride neler yaşayabileceğinden emin olmayan bir
insandan her yapacağınız iş için ayrı ayrı söz mü alırsınız, yoksa
kapsayıcı bir söz vermesini mi beklersiniz?
Sözgelimi şöyle sözlerin verileceğini düşünün…
“Sana çok para vereceğini söyleyen birisiyle karşılaşırsan beni
terk etmemeye söz ver.”
S
18
“Eğer birisi benimle kavgaya tutuşursa ona değil bana yardım
edeceğine söz ver.”
“Eğer canın sıkılırsa benimle dertleşeceğine söz ver.”
“Benim hakkımda başkalarıyla dedikodu yapmayacağına söz
ver.”
“Bana ihanet etmeyeceğine söz ver.” …
Liste uzar gider…
Hayatta karşılaşacağı her şey için arkadaş adayınızdan söz
almaya kalkarsanız hem bu, listesi çok uzun bir anlaşma olur hem
de ona özgür irade vermemiş, onu arkadaş değil sadece kendinize
köle etmiş olursunuz.
Ama ona…
“Beni senin arkadaşın olarak kabul ediyor musun?”
…derseniz, ileride bildiği ya da bilmediği neyle karşılaşacak
olursa olsun eğer samimiyse bu arkadaşlık sözünün gereğini zaten
hatırlayıp, bilecektir. Tereddütte kalırsa az bir düşünüp hemen
doğruya dönecektir. Kasıtlı olmayan hatalar da yapsa eğer siz
güven sahibiyseniz onu affedebileceğinizi ve tek affedilmeyecek
olan şeyin “ihanet” olduğunu da bilecektir.
İşte ilk evrede Allah’a verilen söz de teknik olarak böyledir.
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet Rabbimizsin”
demek tüm koşulları kabul etmek demektir. Kabul için koşulların
ne olduğunu bilmenize gerek yoktur. Dünyada başımıza neler
geleceğinin o andan sonra önemi yoktur. Her şartta Rabbin Allah
olduğunu bilen kişi ona göre davranması gerektiğini aslında hiç
unutmayacaktır.
Dünyayı gözünde büyütüp de buradaki karmaşayı çok büyük
mesele gören biziz. Sonsuz bir hayatta geçici bir durakta başımıza
19
gelenler sebebiyle ah’lanan vah’lanan bizler sabrın değerini
anlamakta zorlanıyoruz. Hastalıktan kurtulmak isteyen kişinin bir
iğne olması ne ise, ebedi hayattaki dünya iskelesi o kadar bile
değildir.
Üstelik verdiği (ya da unuttuğu) sözün gereğini yerine getirmek
istemeyen kişinin şu geçici olduğu kesin dünyada halen sözünden
vazgeçme şansı da vardır. Sözden caymanın karşılığı da Allah’ın
dostluğunu kaybetmektir. Bunun ne büyük bir kayıp olduğunu
anlayamıyorsak şu geçici varoluşlarımız sebebiyle aldıklarımızın
ve o imkânlarla yapıp ettiklerimizin fazlasını değil, bire bir
karşılığını vermeye de hazır olmalıyız. Eğer isteyebiliyorsak
ölümü isteyelim bakalım... Ama ne kadar hata sahibi ve yanılgıda
oldukları gerçeği ve kitapta anlatılıp durulanın gerçek olma
“ihtimali” sebebiyle bunu anomali sahibi olmayan hiçbir insan
istemeyecektir. Hiçbirimiz şu geçici dünya ve bir zan uğruna
ebediyetimizi çöpe atacak kadar aptal olamayız, olmamalıyız.
Verilen söz “Rabbimsin” sözüdür ve alt basamaktaki her alt söz
için kapsayıcıdır. “Dünyaya gelmeyi ben mi istedim?” sorusu
“Rabbim Sen’sin” sözünün yanında çok anlamsız ve gereksiz kalır.
Sözü hatırlamıyormuş! Söylediyse de unutmuş! Şimdi bu
yüzden hesaba mı çekilecekmiş! Sana söyleyeyim… Sen
unutmadın! Onu sana bana unutturan kendi şeytanımızdan
başkası değildi. Zaten arınmamız gereken şey de işte oydu.
Yıllarca saçma sapan hurafeler yüzünden gerçeği düşünmekten
o kadar uzak kaldın ki, dindar olsan da olmasan da sana söylenen
doğruları o tutarsız fısıltılara değiştin.
Sen neyi hatırlamadığını söylüyorsun? Dimağındaki manzarada
baş taraftaki koltuğa oturmuş şekilde bir Allah ve toplantı
masasında olduğunu mu hatırlayacaksın? Yoksa bir bahçede
çardakta mı söz verdiğini? Ya da bulutların üzerindeki bir
20
mecliste kütle yoğunluğunu kaybetmiş biçimde rüzgârlarla mı dile
geldiğini hatırlamaya çalışıyorsun? Ortada yer yokken, gök
yokken… Bir Allah ve sen varken... Bu dünyadaki basit
manzaralarla mı hayalini kuruyorsun verdiğin sözün ortam
tasvirini? Tabi ki unutmuş olduğun şey sana hatırlatılacak ve
dostluğun imtihan edilecek. Sana bu yüzden irade verildi.
Her insan doğuştan bilgisiz doğar elbette. İyi ve kötü tüm
özellikler üzerinde olarak üstelik. Daha babasının adını bilemeyen
bir çocuk, Allah’a “Rabbimsin” dediğini nasıl hatırlasın! Elbette
dünyevi anlamda unuttuk. Âdem de unuttu. Ben de!
Bize, hepimize “kalu bela”yı anlatıp durdular.
Mezarda gelip soracaklarmış “Ne zamandan beri Müslümansın”
diye!
“Kalu beladan beri” diyecekmişiz!
Allah bu hurafeleri zihnimize sokanları bildiği gibi yapsın! Hem
kabir sorgusu diye, hem de kabir azabı diye bir şeyler
uydurdukları yetmiyormuş gibi Allah’ın ayetlerini de
anlayamamamız için ellerinden ne geldiyse yapmışlar.
Kalu bela’dan beri Müslüman’mışız! Yani “Dediler ki öyle” den
beri Müslüman’mışız! “Dediler ki evet!” Ne muhteşem bir tespit!
Allah’ın kitabına inananlara bakın! “Dediler ki evet”ten beri
Müslümanlarmış! Kim dedi? Ne dedi? Niye dedi? Bu soruları da
soramazsınız. Çünkü Türkçe bile demiyor ki kalu belá’dan beri
diyor. Öööyle bir zaman işte. Prenses kurbağayı öpmeden önce!
Ama sakın düşünme!
Biz Allah’a gereken sözü verdik ve (fıtratı “yaratılışı” bir
kenarda tutarsak) kabul ki (dünyevi anlamda) unuttuk. Sonra
belli bir ömür sürdük. Bize Allah’ın ayetleri yani Allah’ın delilleri
dışında din adına her şey öğretildi. Bir tek Allah’ın ayetleri
21
(delilleri) öğretilmedi. Anlayabiliyor muyuz? Allah’ın delilleri bize
öğretilmedi. Din dedikleri şeyi, şöyle bir kenarda sarıkla, takkeyle,
cübbeyle, boncuktan tespihlerle ve bilmediğimiz Arapça dille
okunan dualardan ibaret zannediyorlardı.
“İyi insan olacaksın” sadece bir onama sözüydü.
İstediğin kadar iyi ol…
“İki rekât namazı kaçırırsan ateşte kızdırılmış
taşların üzerinde kılacaksın o namazı! Öte tarafta dizlerinin
derisi kızgın taşlara yapışıp koparken kılmaya devam
edeceksin!”
İnsanlara pompalanan Allah algısına bakın! Çocukken bize
anlatılan Allah algısına bir bakın hele! Çok tanrılıların Zeus’u bile
şimşekle şip şak hallediyordu işini! İnsanları salâtın değerinden
soğutmaları yetmezmiş gibi bunların algısında iki rekât için
çılgına dönüp kullarına işkence edecek tam bir sadist Tanrı var!
Allah affetsin!
Allah’a iman ettiklerini söyleyenler, Allah’ın uyarılarını Arapça,
sözde âlimlerin palavralarını Türkçe dinlediler. Ne kadar namaz
kılarsa o kadar Müslüman, ne kadar para kazanırsa o kadar bey,
ne kadar kapanırsa o kadar hanım, ne kadar geğirirse o kadar
elhamdülillah’çı oldular.
Yeryüzü Allah’ın delillerindenken… Bizi yeryüzünü gezmekten
men ettiler. Camiden eve evden camiye dediler. İşten eve evden
işe dediler. Gökyüzü Allah’ın delillerindenken… Onu gözetleyecek
cihazları, onu anlatan kitapları elimize bile aldırmadılar.
Rabbimiz Allah’tır dediğini unutan adamlar altınlarını kaybedince
cinci hocalara koştular. Kızları okutmak zinhar haramdır,
üniversite okuyan kızlar şöyledir böyledir diyenler kendi
hanımlarına hastanelerde fellik fellik “bayan” doktor aradılar.
22
Çalışmak ibadettir dediler, çalışmadan para kazanmayı bilenlere
bizi köle ettiler. Sol eliyle yemeyi haram sayanlar, sağ elleriyle
yemek yerken sol elleriyle yemedikleri haram bırakmadılar.
Haram olmayana haram demenin haram olduğunu bilmeyenler
Allah’ın temiz rızıklarına haram dediler. Helali de ticari meta
haline getirdiler.
Bize unuttuğumuzu hatırlatmak için yani Rabbimizin kim
olduğunu hatırlatmak için bir zikir yani bir hatırlatıcı geldi. Ama
onu kendi dilimizde okumamız bile “istersen” diye öğretildi.
Evet… İşte bu yüzden Kuran var. İşte bu yüzden yıldızlar var.
İşte bu yüzden yeryüzü var. İşte bu yüzden kâinat yaratıldı. Bizi
denemek için. Verdiğimiz sözün gereği.
İlk yaratışta Allah “Seni yaratayım mı?” diye sormadı ama
yeryüzüne göndermeden önce gerekli soruyu sordu? “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” dedi. Biz de “öylesin” dedik ve kendimize
şahit olduk. Esasen halen bu soruya muhatabız. Aslında dünya
hayatımızda bu soruya cevap vermekte olduğumuz da
söylenebilir. Yaratılışın evre evre olmasının nedeni de belki de bu.
Sonucunu göze alabiliyorsanız istediğiniz an sözünüzden
cayabilirsiniz! Ama asla tavsiye etmem.
İşte bir âdemoğlu olarak verdiği sözü unutan biz, belli bir
yaştan sonra o zikri okuduk. O kitabı okuyunca verdiğimiz sözü
hatırladık. Bu hatırlatış Kuran’ca bir hatırlatış ve bu hatırlayış
tutarlılık çerçevesinde bir hatırlayıştır.
23
Zaman Bile Yokken Bir Şeyler Oldu
ndeki zamansızlığa rağmen yaratılıştaki bu geçişken ana
kronolojiyi kitabın başındaki şemada olan üç ayeti (2:28,
7:11, 11:7) hatırlatarak devam edelim…
İlk aşamada (bildiğimiz canlılığa kıyasla) ölü hükmünde bir
yaratılışla “Rabbimsin” sözünü verdik. Nebilerden misak alındı.
Meleklere de beşere dair plan haber verildi.
İkinci aşamada sıra ilk diriltilişe geldi. Bu ikinci evre kendi
içinde birçok evreye ayrılıyor. Kabaca ve geçişken olmak
koşuluyla şöyle…
Kâinatın ilk yaratılışı…
Meleklerin artırılması…
Cinlerin yaratılışı…
Göklerin ve yerin altı günde yaratılışı…
Evlerin genişlemeye başlaması…
Tüm canlıların sudan yaratılışı…
Beşerin topraktan yaratılışı…
Topraktan yaratılış aşamaları…
Beşere suret verilmesi…
Nutfeden doğuma bedenlenme evreleri…
Allah’ın ruhundan üflemesi…
Meleklerle ikinci diyalog…
Ö
24
Meleklerin secdesi…
İblis’in isyanı…
İnsanın iradi yapısının belirlenmesi…
Âdem’e ahit verilmesi…
Adem’in “Cennet” denilen yerde denenmesi…
Oradan çıkarılışı…
Ve yeryüzündeki bildiğimiz yaşamın başlaması.
Bilim öyle bir şey ki; bir adım öteye gittiğinde eski bilinenlerin
güncellenmesini ve hatta bazen değiştirilmesini bile gerektirir. Bu
yüzden “bugün için” geçerli kabul ettiğimiz bilimsel tespitlere
göre başlayalım…
13,7 milyar yıl önceki tekilliği müteakip tek bir noktadan
patlayarak evrenin genişlemeye başlaması özünde anlatılan büyük
patlama (big-bang) teorisi şimdiki haliyle şu ayetle uyuşuyor…
25
“Gökler ve yer bitişikken biz onları ayırdık”
En baştaki çok sıcak ve yoğun ortamda atom altı parçacıkların
oluşmaya başlaması ve özellikle bu ortamda oluşabilecek ilk
atomun ancak tek elektronlu (ve tek protonlu) hidrojen
olabilmesini…
“Allah’ın arşı su üzerinde idi”
…ayetini ve aşağıdaki…
“Her canlı şeyi sudan yarattık”
…şeklinde gelen ayetleri de oldukça manidar kıldığını
söyleyebiliriz.
Tüm canlıların (debelenenlerin) sudan yaratılması elbette
yeryüzündeki zaman çizgisinde daha da bir anlam bulacak.
Yine bugünkü bilimsel tespitlere göre dünyanın 4,5 milyar
yaşında olduğunu kabul edersek ilk patlamadan dünya
yeryüzünün oluşmasına kadar 9,2 milyar yıl gibi bir süre geçmiş
görünüyor. Meleklere ne anlam verilip verilmediği bu kitabın
konusu değil... Ancak verilen anlamlar ne olursa olsun, ayetlere
göre bu dönemde de meleklerin artırılmaya devam ettiğini
çıkarımlayabiliriz. Evren genişledikçe meleklerin de artması ayrı
bir manidarlıkta…
Allah bizi denemek için gökleri ve yeri altı günde yarattığını
söylüyor. Tekrar hatırlayalım; gün kelimesinin evre, dönem,
26
aşama anlamında kullanıldığı bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.
Bunu da kafamıza göre söylemiyoruz. Bu çıkarımı destekleyen
ayetleri Kuran’da bulabilirsiniz.
Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra sizin
saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na
yükselir.
Şu ayetten…
“…senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz
bin yıl gibidir.”
ve…
“Melekler ve Ruh, O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde
çıkabilmektedir.”
…gibi ayetlerden de anlaşılacağı üzere “gün” kelimesi bizim
zaman algımıza göre farklı miktarda süre içeren ve kendi
aralarında da farklı miktarlarda süreler içeren “dönemler” olarak
karşımıza çıkıyor. Yani her “gün” farklı sürede olabilmekte.
Konunun zamanın göreceliği ile ilgisini ve büyük mesafelerin
bugün de ışık yılı gibi zaman birimi ile ifade ediliyor olmasıyla
1400 yıl önce ortaya çıkan bir metnin bu uyumunu da göz ardı
etmediğinizi düşünüyorum.
Konuyu dağıtmadan devam edelim…
27
Dolayısıyla göklerin ve yerin yaratıldığı altı günün de birbirine
eşit olmayacağı anlaşılıyor. İşte yukarıda bahsettiğim, dünya
oluşmadan önceki 9,2 milyar yıl “bir gün” olabilirken dünya
oluştuktan sonra geçen 4,5 milyar yıl da “bir gün” olabilir. Bunlar
da kendi içlerinde günlere (aşamalara) bölünüp devir manasında
kullanılabilir. Yine, evre evre yaratılış, halden hale geçiriliş,
göklerin ve denizlerin tabaka tabaka oluşu gibi ifadeler veren
ayetler de gün kavramının evre anlamında kullanıldığını destekler
niteliktedir.
28
Altı Günle İlgili İhtilaflar
Şimdi gelelim göklerin ve yerin yaratılış aşamalarına…
Bu konuda Kuran’ın ifadeleri ile ilgili yanlış anlamalar ve…
“Önce gökler mi yaratıldı yoksa yeryüzü mü?”
“Gök ve yer altı günde mi sekiz günde mi, dört günde mi iki
günde mi yaratıldı?”
…gibi sözde tutarsızlık iddiaları da var.
Bir kısmı kitaba yaklaşımdaki sui zandan (kötü niyetten)
kaynaklanabilir ama bir kısmının ise gerçekten öğrenmek ve daha
iyi kavramak için bu soruları sorduğuna inanıyorum.
Önce yeryüzü mü gökyüzü mü? İkisi de değil. Çünkü genel
manada yer de gök de aslında “gök” anlamında birleşiyor. Hadi
onu bir kenara bırakalım, zaten yaratılış girift yani geçişken halde
devam ediyor. Yani gökler genişlerken bir yandan yer de oluşuyor
ve bunların hepsi altı aşamanın içinde.
Kitaba göre konuşursak… İlk önce gök ve yer birleşikti, biz
onları ayırdık, deniyor. Demek ki zaten ayrılış anından itibaren
yerin de göğün de paralel biçimde oluşmaya başlaması söz
konusu. O andan sonra olan bitenler mekân oluşmaya başladığı
için yer için de gök için de aynı zaman diliminde gerçekleşiyor.
Ama tabi ki her ikisinin de kendi içinde aşamaları söz konusu.
Şimdi (çelişki olduğu iddia edilen) şu ayetlere çok dikkat
edelim…
29
De ki: Gerçekten siz mi yeri iki günde (evrede) yaratanı inkâr
ediyor ve O’na bir takım eşler kılıyorsunuz? O âlemlerin
rabbidir.
Gördüğünüz gibi yeryüzünün iki evrede yaratıldığı belirtiliyor.
İşte burada toplama işlemine başlanıyor. Ama elmayla armudu
topladıklarının farkında değiller! Allah burada açıkça yeryüzünün
hazır hale gelmesinin iki evrede olduğunu söylüyor. Yani
bahsedilen gün sayısı yeryüzünün tamamen hazır hale gelmesinin
evre sayısı. Bildiğimiz altı günle bu iki günün ilgisi yok. Bunu bir
sonraki ayette anlıyoruz.
Orada onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti. Onda bereketler
yarattı. Ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere oradaki
rızıkları dört günde (evrede) takdir etti.
Dikkat ederseniz göreceksiniz ki yeryüzünün yukarıda
bahsedilen iki gününün ne olduğu burada açıklanmış. Birinci gün
dağlar örneğiyle yeryüzü şekilleri misal verilirken, ikinci gün
rızıklardan bahsediliyor. Yani ilk devir organik olmayan
(inorganik) ikinci devirse organik dönem.
Peki, dört gün ne? İşte o da, o bildiğimiz altı günün (devrin)
dördüncü günü. Şimdi toplama işlemine başlayabilirsiniz.
Başlangıçtan itibaren dördüncü günde yeryüzü, âdemin topraktan
“yaratılma aşamalarının başlamasına” hazır hale gelmiş durumda.
Bu esnada dünyanın göğü yok değil. O da var ve oluşmaya bu dört
gün içinde o da devam ediyor ve hatta belli bir seviyeye gelmiş
durumda. Ayet sırasıyla devam ediyoruz…
30
Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Böylece ona dedi ki
“İsteyerek ya da istemeyerek gelin. İkisi de isteyerek geldik”
dediler.
Bakın gaz halinde bir gökyüzü genişlemeye devam ediyor.
Planlandığı biçimde yer ve gök paralel biçimde emre hazır. Hala
dördüncü gündeyiz. Şimdi devam edelim.
Böylece onları iki günde (devirde) yedi gök olarak tamamladı
ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de
kandillerle süsleyip donattık ve bir koruma altına aldık. İşte
bu, üstün ve güçlü olanın, bilenin takdiridir.
Dört elmayla iki elmayı toplarsak altı elma eder. Ama iki
armutla altı elmayı toplarsak sekiz elma etmez. Demek ki
ayetlerde matematiksel olarak da bir tutarsızlık yok.
31
Yeryüzü Yaratılıyor
itapta yeryüzü tabiri “genel algımız itibarıyla” dünya
arzı için kullanılıyor. Ancak gök, yakın gök, dünyanın
göğü, üzerinizdeki gök ve gökler gibi kelimelerin
özellikle kullanılmasından o göklerin muhtevasında bulunan
yerlere de arz/yeryüzü demekte bir sakınca olmadığını anlıyorum.
Allah bize kendi üzerine bastığımız yeryüzünü gezip dolaşıp
incelememizi söylerken aya, güneşe, yıldızlara bakmayın demiyor.
Hatta onlara ait bir takım özellikleri bize işaret ederek kâinatın
geçici dünyadan ibaret olmadığını, tüm bunların boşuna var
edilmediğini hatırlatıyor. Ayetler okundukça ve bilimsel tespitler
ilerledikçe bilgide de daha derine gidebileceğimiz açıktır.
İşi ehline bırakıp, bildiğimiz kadarını söylemekle ve net bilgiler
üzerinden tasavvur etmekle yetinelim... Ayetlerin söyledikleriyle
devam edelim.
Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O’dur. Sonra göğe
yönelip/yönetip (istiva edip) de onları yedi gök olarak
düzenleyen O’dur. Ve O, her şeyi bilendir.
Yukarıda belirttiğim gibi, gök ve yer paralel biçimde gelişmeye
devam ediyor ve dördüncü evrenin sonunda yeryüzü yaşama hazır
hale geliyor.
Ardından iki evrede de (yedi) gök katmanları tamamlanıyor.
Böylece altı devirde göklerin ve yerin yaratılması tamamlanmış
K
32
oluyor. Ancak bu altı devir içinde olup bitenlere dair ayetlerde
özetle nelerden, hangi inşalardan bahsediliyor.
Bir bakalım…
Göklerle ilgili olarak…
Genişletilmesi…
Göğün yedi katman olarak ve göklerin yedi gök olarak
yaratılması (üstünüzde yedi yol yarattık (23:17) ayetinin de
bununla irtibatlı olabileceğini yeniden diriliş evresinde
çıkarımlayabiliriz)…
Gökte burçlar (yıldız kümeleri ve galaksiler) kılınması…
Gökyüzünün korunmuş bir tavan kılınması (ki buna dair gerek
mecaz gerekse reel birçok kanıt vardır. En ciddi kanıt atmosferin
dünyayı birçok zararlı ışından ve gök taşlarından koruyor olması
ve gezegenin manyetik alanla çevrelenmesi başta geliyor)…
Güneş ve ayın bir hesap ile belli bir karar noktasına doğru
akıyor oluşu (ki güneş yakın bir geçmişe kadar sabit
zannediliyordu)…
Gecenin ve gündüzün oluşması (ki güneş ve ayla birlikte
zikredilmesi manidardır)…
Yeryüzüyle ilgili olarak…
Yerin döşenip yayılması…
Dağlar, ırmaklar ve hareket sahalarının var edilmesi…
Dağların çakılmış kazıklar olarak yerleştirilmesi (ki bugün artık
dağların tektonik kaymalara karşı depremden bu şekliyle
koruyucu oldukları bilinmektedir)…
Çatlaklarla dolu yer ifadesi (fay hatlarının oluşması)…
33
Gökten su indirilip yer altı kaynakları dâhil olmak üzere
toprağın canlandırılması…
Denizlerin oluşturulması…
Aşılayıcı olarak rüzgârlar gönderilmesi (ki rüzgârların
aşılayıcılığı sadece bitki tozlarını taşımasından ibaret değil esasen
bulutların aşılanarak yağmurların oluşmasını tetiklemesi de söz
konusudur)…
Ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirilmesi…
Hayvanların yaratılması…
Bizim beslemediğimiz ama bize direkt ya da dolaylı olarak
mutlaka faydası bulunan birçok canlının besinlerinin (besin
zinciri) onlar için de hazır edilmesi…
Göklerin ve yerin altı günde (evrede) yaratılmış olmasıyla, en
başta bahsettiğim tüm yaratılışın ikinci aşaması henüz bitmiş
olmuyor. Biraz geçişken olmakla birlikte sadece kitapta
gördüğümüz kronolojiyi vermeye çalıştım.
34
Hatırlayalım…
Kendisinden “Rabbimsin” sözü alınan ve kendi kendisine şahit
kılınan insana beden verilmeden önce hem o bedenin verileceği
yapıtaşlarını içeren hem de deneneceği şartları oluşturan platform
böylece hazırlanmış oluyor. İster Âdem devrinde doğmuş olsun
ister bugün isterse yarın, kâinatın varlığına bağıntılı olan zaman
var edilmeden önce yaratılmış olan her insan, bu mekân ve zaman
sürecine bir aşamada dâhil olmuş oldu ve oluyor.
Her insan bir âdem gibi… Bu süreçleri bir şekilde her insan
yaşıyor. Varlığı Allah’ın kabzasında olan ve bugün yeryüzüne
doğan bebek milyarlarca yıl önceymiş gibi bir algıyla değil… Az
önce Allah’a “Rabbimsin” diye söz vermiş ve kendisinin farkında
olmadığı 13,7 milyar yıllık platform o bebek için hazırlanmış ve
son dokuz ayda ana karnında beden olarak suretlendirilmiştir.
Buradaki zaman çizgisine henüz dâhil olmuş olsa da, maddi varlığı
üç boyutlu yeryüzü kaynaklı olmakla birlikte esas varlığı âdemle
aynı yaşta ve fücuruyla, takvasıyla, unuttuklarıyla ve hatırlaması
gereken fıtratıyla âdemle aynı donanımdadır.
35
Su, Toprak ve Âdem
aratılış bölümlemesinde hala ikinci aşamadayız ve şimdi
sırada beşerin topraktan yaratılması ve Âdem’in
yeryüzüne halife kılınması süreci var. İşte üzerinde en
çok ihtilafın kol gezdiği alan burası… Tartışmaların yoğunlaştığı
sorular da genelde şunlar…
Âdem ilk insan mıydı?
Âdem’in anası babası var mıydı?
Âdem’in çocukları birbirleriyle mi evlendiler de çoğaldılar?
Evrim var mı yok mu?
Maymundan mı geldik?
İblis kimdi?
Şeytan kimdir?
Cinler kimlerdir?
Melekler Âdemoğlunun kan dökeceğini nereden biliyorlar?
Âdem’in yerleştirildiği cennet o cennet mi?
Ve sair bazı sorularla bütünleşik olarak devam edelim…
Su
Suyun sıra dışı özelliklerinden biri, yakıcı ve yanıcı
elementlerin bir arada bulunmalarıdır. “Biz canlı her şeyi sudan
yarattık” diyen Allah’ın inorganik bu yapıdan organik canlıları
yaratması onun ayetidir. Başlangıçta kudretinin (tahtının, arşının)
suyun üzerinde olması, işleteceği sistemin her aşamasında bu
Y
36
suyu kullanacağı anlamına gelmesi kuvvetle muhtemel görünüyor.
Bugün bilimsel çevreler uzay araştırmalarında ya da arzda başka
hayatlar ararken baktıkları noktada canlılık belirtisi olarak önce
suyu gözlemlemeye çalışıyorlar. Bu bile tek başına ayetleri
doğrular nitelikte… Ki bilimsel tespitlerden uzak herhangi bir
insan bile bilinen hayatın (bulunduğumuz şartlar söz konusu
olduğu müddetçe) suda olduğunda hemfikirdir. Tüm bunlarla
birlikte Kuran’da su’yun adeta bilgi’nin de metaforu olarak mesaj
kapsamında kullanıldığını sezinliyorum, bu da ayrı bir konu.
İşte insan neslinin yaratılışına Kuran ayetleri ışığında
baktığımızda da insanın kabaca üç aşamada da suyun içinde
olduğunu görüyoruz. Tüm canlılar sudan yaratıldığına göre birinci
aşamada insanın özü de o suyun içindeydi. Ardından geçirilen
toprak aşamalarında da su o toprağa yer yer eşlik etti. Beşerin
atılan bir damla suyun içinde olması ikinci su aşaması olurken…
Ana rahmindeki su kesesinde güvenli bir biçimde şekillendirilmesi
de üçüncü su aşaması olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın diriltiliş
aşamasındaki topraktan yaratılış kısmında da suyla geçişken
olarak kendi içinde aşamaları var. Bunların kimisi diğerlerinin bir
kısmını kapsıyor. Bunun sıralaması bilimin konusu olduğu için
aşağıdaki kendi tespitimce kabaca bir diziliştir. Bazısını kısmen
öne ya da arkaya alabilirsiniz. Çok fazla bir şey değişmez.
Toprak
…Sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak’tan
yarattı. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü
çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size belli bir
ömür verilmektedir. Sizden kiminizin hayatına daha önce son
verilir. Adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı
kullanmanız için.
37
Bu ayet insanın yeryüzünde “toprakla” başlayan yaratılış
sürecinin genel kronolojisini vermiş oldu.
Şimdi devam edelim…
Sizi topraktan yaratmış olması O’nun ayetlerindendir. Sonra
siz yayılan beşer oldunuz.
Yukarıdaki ayette toprak diye çevrilen kelime turab’dır.
Bildiğimiz toprak…
O ki, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya
çamurdan başlayandır.
Tín aşaması: Yukarıdaki ayette çamur diye çevrilen kelime tín
kelimesidir. Nemli toprak anlamına geldiği kabul edilmekte…
Andolsun Biz insanı çamurun özünden yarattık.
Tín özü aşaması: Bu ayette çamur olarak çevrilen kelime yine
tín olmakla birlikte, o tín’den süzülen bir özden bahis olduğu için
yeni bir aşama olarak karşımıza çıkıyor.
…insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.
1.Salsal aşaması: Bu ayette kuru bir çamur olarak çevrilen
kelime salsal’dır. Suyun ve toprağın bileşmiş ancak kurumuş hali
olarak genelde tarif ediliyor. Şekillenmiş balçık ifadesi ise benim
gördüğüm kadarıyla dönüştürülmüş bir halinden bahsediyor.
38
Şekilden çok niteliği organikleşmiş bir anlama daha yakın gibi
duruyor. İnsanın aklına ateşi bulan insan çağından sonra toprak
devrimini, toprağı ekip biçip işlemeyi öğrendiği çağı getirmiyor da
değil.
İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.
2.Salsalin aşaması: Bu ayette de salsal kelimesi kullanılıyor.
Ancak ayetin devamında bir öncekine göre farklı bir kelime var.
Fahhar! Ateşte pişirilip şekil verilmiş bir testiyi gözümüzün
önüne getirelim. İşte fahhar denilen şey o. Organik içeriği de olan
şekillendirilmiş kuru bir çamur.
Ona biçim verdiğimde…
Suretlendirme
Biçim aşaması mantık çözümlememize dair çıkarımlarımıza
göre şöyle devam ediyor…
Sonra onun soyunu kıymetsiz bir suyun özünden kılmıştır.
Basit su aşaması: Bu ayetteki aşama, eril su aşaması olarak
karşımıza çıkıyor.
…Biz insanı karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu
deniyoruz…
39
Karmaşık su aşaması: Secde suresindeki ayette atılan suya
basit veya değersiz denmesinin insan bakışına bir atıf olduğunu
düşünüyorum. Çünkü insan suresine baktığımızda o suyun
niteliğinin karmaşıklığı söz konusu.
İnsan bir baksın! Ne’den yaratıldı? Dökülüp atılan bir sudan
yaratıldı. (Erkeğin) bel kemiği ile (dişinin) leğen kemiği
arasından çıkar.
İlişki aşaması: Bazı meallerde “bel kemiği ve kaburgalar”
tabiri kullanılmasına rağmen başta M. Esed mealinde olduğu gibi
“erkek beli ve kadın leğen kemiği” tercümeleri daha kabil
görünüyor. Çünkü sadece eril değil, dişil su da insanın rahimde
yaratılışına kesin biçimde etki etmektedir ve her iki su da (hatta
dişil su da) dökülüp atılandır.
Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar
yerinin içine yerleştirdik.
Nutfe aşaması: Bu ayette su damlası olarak geçen kelime
nutfe’dir. Karar yerinin de ana rahmine işaret etmekte olduğu
aşikâr. Yeri gelmişken “karar yeri” tabirinin başka ayetlerde
yeryüzü için sıfat olarak kullanıldığını da hatırlayalım. Nasıl ki
karar yeri olan ana rahminin insan için “geçici” bir mekân olması
söz konusuysa, yeryüzünün de aynı biçimde insan için “geçici” bir
mekân olması her iki ortamın da kalıcı olmadığına net bir
işarettir. Türkçede “karar yeri” tabiri açıklanarak tercüme
edilmeden kullanıldığında sanki kalıcı olunan yer gibi
anlaşılabiliyor. Bu ayet böylece bu yanlış anlamanın da önüne
geçmiş oluyor.
40
Böylece o su damlasını bir alak olarak yarattık…
Alak aşaması: “Asılıp tutunan” olarak çevrilen kelimedir. Genel
kanıda rahim duvarına tutunan embriyo olarak çıkarımlanıyor.
Ben de bu kanıya bugünkü bilimsel tespitler çerçevesinde
katılıyorum.
…böylece o alak’ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık…
Mudga Aşaması: Bir çiğnem et parçası olarak çevrilen kelime
olan mudga’nın ilk cenin hali olduğu fikrine katılıyorum.
…böylece o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık…
Kemiklenme aşaması…
…böylece o kemikleri etle kapladık…
Etlenme aşaması…
…sonra onu başka yaratılışla şekillendirdik.
Rahimdeki suretlendirme aşaması…
Böylece şekillenme aşamaları tamamlanmış oldu. Şimdi sıra
geldi bazı aykırı ve ihtilaflı sorulara…
41
İlk İnsan, Evrim, Ensest İlişki
eryüzünde önce inorganik gelişimi sonra organik hayatı
yarattığını, ilk hayatın suda başladığını, insanı evre evre
topraktan yarattığını ve yine aşama aşama
şekillendirdiğini söyleyen Allah’ın yaratışının belirli aşamalarla
olduğu apaçıkken Âdem’in (bizim algımızla) şipşak yaratıldığını
iddia etmek gülünç olur.
Evrim var mı yok mu?
Adeta hizipleşilmiş ve üzerinde fırtınalar koparılan bir soru bu.
Allah, yaratışıma şuradan başladım, şurada şunları şunları yaptım
demişken, yeryüzünü gezip dolaşın da yaratışa nasıl başlandığını
görün diye bizi uyarırken bilimsel çalışmaların verilerini bu
yaratışın dışında tutmak aklı kullanmamak olur. Bu evre evre
yaratılıştan Darwin’in teorisine ne kadar pay çıkar; bunu o
konuyu akademik platformda inceleyenler daha iyi
değerlendirecektir. Ancak ortada öyle ya da böyle bir evrim
olduğu net ve kesin.
Şu ana kadar bu kitaba aldıklarım dışında birçok ayet de bunu
destekler nitelikte... İnsanın yeryüzünde bir bitki gibi
bitirilmesini, yeryüzündeki canlıların ayak sayılarıyla evre evre
çeşitlenmesini ve insanın eklemlerinin gelişmesine atfedilebilecek
ve dilediği zaman Allah’ın bizi benzerlerimizle değiştirebileceğini
ifade eden ayetler de bir yönden buna işaretler içermektedir. Bu
evrim durumu maymundan geldiğimiz iddiasını ispat etmez belki
ama maymun da ağaç da karınca da insan da hayatına sudan
başladı. Orada birleştiğimiz kesin.
Y
42
Âdem ilk insan mıydı?
Sonra söyleyeceğimi önceden söyleyeyim. Âdem’in ilk “beşer”
olduğuna dair bir çıkarım Kuran’da yok. Ancak “beşer ve insan”
ayrımı noktasında Âdem’den önceki beşerlerin insan olarak
sıfatlanmasının da hataya açık olabileceğini düşünüyorum. Beşer
kelimesinin (deri anlamını da içermesi desteğiyle) insana
giydirilen vücut, insanınsa o vücuttaki bütünsel varlık olarak
açıklanması daha doğru gibi geliyor bana. Meleklerin secdesi
bölümüne gelince o gerçek varlık konusunda çok daha belirgin
deliller göstermeyi umuyorum.
Ancak çok eskilerden gelen bir evrim süreci olduğu kesin.
Neticede insanın insan olarak adlandırılabilmesi için çok uzun bir
süreç geçmiş olduğunu hem bilimsel tespitler hem de ayetler bize
söylüyorlar. Hem de İnsan suresinin ilk ayetinde…
Gerçek şu ki; insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer
bir şey değilken, uzun zamanlardan bir süre gelip geçti.
Âdem’in anası babası var mıydı?
Âdem’in babasının olup olmadığına dair net bir ifade kullanmak
istemiyorum. Ancak bir annesi olduğuna kaniyim. Buna sebep de
Al-i İmran suresinin şu ayetleridir…
Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu
gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ol demesiyle o da
hemen oluverdi.
Eğer İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibiyse, Âdem’in durumu
da İsa’nın durumu gibidir. Bir babası olmayabilir ama bir annesi
43
demek ki vardır. Kanımca Âdem ana rahmine düşen ilk beşer değil
ilk insandır. İlahi hilafet sorumluluğu olan ilk beşerdir. Çünkü
ezelde söz vermiştir.
Âdem’in çocukları birbirleriyle mi evlendiler de çoğaldılar?
Hiç sanmıyorum ve ihtimal de vermiyorum. Âdem’in
oğullarının anlatıldığı kıssada bir tarım toplumu olduğunun
işaretleri vardır. Âdem’e kalemle ve beyan öğretiliyor. Bu işaretler
yazının varlığını simgelerler. Âdem’in seçildiğini söyleyen ayetler
vardır. Âdem seçilmişse birilerinin arasından seçilmiştir.
Şüphesiz Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran
ailesini âlemleri (toplumları) üzerinde seçti.
Sonra Rabbi onu seçti. Tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.
Eğer Âdem ölümsüzlüğün peşine düşerek ağaçtan yediyse
etrafında kendi cinsinden ölenler vardır ki ölümü bilip de bu
kıyaslamayı yapabilsin!
Şeytan, kendilerinden örtünüp gizlenen çirkin yerlerini açığa
çıkarmak için onlara vesvese verdi. Ve dedi ki: Rabbinizin size
bu ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız veya
ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.
Meleklerin secdesi bölümünde görüleceği üzere yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmakta ve kan dökmekte olan bir beşer türü
zaten vardır ki melekler buna şahittir.
44
Ve Rabbin meleklere dedi ki “Yeryüzünde halife
kılacağım” Dediler ki “Orada bozgunculuk yapan ve kan
dökenleri mi kılacaksın? Ve biz seni övgüyle yüceltip, takdis
ediyoruz.” Dedi ki “Muhakkak Ben, sizin bilmediklerinizi
bilirim.”
Ayrıca dillerimizin ve renklerimizin ayrı ayrı olması Kuran’da
ciddi bir delil olarak bulunur.
Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler
için gerçekten ayetler vardır.
Âdem ilk beşer değildir. Ama Allah’ın ruhundan üflediği, ilahi
manada sorumluluk sahibi, net ve özgür irade sahibi ve de takva
sahibi ilk insandır. Üzerinden nice zamanlar geçtikten sonra insan
olarak anılmaya değer ilk insandır. Başka toplumlar için başka
âdemler var mıdır bilmiyorum ama bildiğimiz Âdem annesinden,
diğerleri de onun tohumundan yeşermiştir. Âdem’in çocukları
diğer kızlarla evlenerek çoğalmışlardır. İnsanların çoğalmasıyla,
daha iptidai olan beşer nesillerinin sanıyorum ki zamanla nesilleri
tükenmiştir. Lütfen unutmayın ki bu sözlerim hüküm değil
ayetlerin sınırlarından çıkmadan yapılan tefekkürümdür.
Okumakta olduğunuz kitabımın… Sadece çalışmamın bir
paylaşımı olduğunu ve hatalarım varsa, bilgilerimiz arttıkça daha
doğrusuna yol almak üzere bir ufuk açılımı olduğunu hatırlatmak
isterim.
Şimdi kronolojide biraz geriye adım atıp nefsi vahide, cinlerin
yaratılışı ve ne olup olmadıklarıyla devam edelim…
45
Cinler, İnsanlar ve Tek Nefis
uraya kadar özetle şunları söyledik… Allah bizi yarattı,
bizden ve nebilerden söz aldı, meleksel bilince de
ilerideki planına dair haber verdi. Ardından gökler ve
yer tekil olarak bitişikken (big bang ya da henüz bilmediğimiz bir
yöntemle) ayrıldı. İlk anlarda aklın alamayacağı hızda ve şiddette
kuvvetli bir sıcaklık ve hız vardı. Oluşabilecek ilk atom ancak
hidrojendi. Hükmünü su üzerinden yürütecek olan Yaratan’ın
planı işledi. Deneneceğimiz platform olan yeryüzü ve gökler altı
evrede yaratıldı. Yeryüzü şekilleri, bitkiler ve hayvanlar yaratıldı.
Her canlı için suyla başlayan yaratılış evresi (geçişken olarak)
nihayet beşerin topraktan yaratılış aşamasına da elverişli hale
geldi. Beşer toprak formundan beş ya da altı evrede yaratıldı.
Adının insan olarak anılabilmesi için çok uzun zamanlar içinde
birçok gelişim evresinden geçti. Rahimde de çeşitli evrelerden
geçerek biçimlendi. Ve işte ona ruh üflendiğinde artık sadece bir
beşer cinsi olarak değil, aynı zamanda insan olarak da anılmaya
başlayacaktı. İlki, ileride benzerleri içinden seçilecek olan
Âdem’di. Bedeniyle, fücuruyla ve takvasıyla yeryüzüne geçici bir
karar yeri olarak zürriyetiyle birlikte mirasçı kılınacaktı.
Burada bir es verelim… Âdem’in macerasına devam etmeden
önce (ki aslında daha başlamadı bile) atlamamamız gereken bazı
ayetlerin bize söylediği başka şeyler de var. Bunlardan biri “nefsi
vahide” (4:1, 6:98, 7:189, 31:28, 39:6) denilen şey… Rivayet
kültürü, bu nefsi vahide’yi yani “tek bir nefis”i bize öyle anlattı ki
adeta bu şey, elçi olarak seçilen Âdem’miş de onun karısı da
Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmış gibi. Farklı şeyler de anlatıldı
B
46
durdu ama algı neticede böyle oldu tabi… Oysa “nefis” zaten dişil
bir kelime idi. Yani bahsedilen şey nefsin kendisiydi. Çoğalacak
olan ilk nefisti. Âdem, Havva ya da bilinen herhangi birisi değil,
tüm insanların çoğaldığı ilk nefis. Zaten çoğalacak olan şey erkil
değil dişildir. Rivayet tutarlı olsaydı bile ayete göre, karısı
Âdem’den değil, Âdem karısından yaratılmış olmalıydı! Ama Âdem
de eşi de ilk beşer değil, insan olarak anılacak olan ilk insanlardı.
Beşer neslinin belli bir aşamasında büyük bir gelişime ön ayak
olacak bir neslin başıydılar.
Şimdi nefsi vahide (tek dişi nefis) ile ilgili ayetlere gelelim…
Nefsi Vahideh نفس واحدة
Ey insanlar! Rabbinize karşı takvalı (sorumluluk ve bağlılık
sahibi) olun. O sizi tek bir dişi nefisten yarattı. Ve ondan (dişi
nefisten) zevcini de yarattı ve ikisinden birçok erkek ve kadın
türetip-yaydı…
Ayetlerde ilk dişi nefsin kim olduğu ve nasıl türediği benim
değil, bilim insanlarının konusu. Ama görünen o ki bugünkü insan
neslinin atası (ata annesi) o idi. Topraktan yaratılma sürecinden
sonra (bence) bir dişi nefis kıvamına geldiği ilk beşer formu
olabilir. Ya da organik bir kolun ilk hücresi… Neticede ilk nefisti.
Sonra kendi cinsinden eşi de var edildi. Özellikle “kendi
cinsinden” diyorum, çünkü başka ayetlerde bu ifadeyi kendi
cinsinden olarak anlıyoruz.
Allah size kendinizden eşler yarattı ve size eşlerinizden
çocuklar ve torunlar…
47
Onunla birlikte iskân etmeniz için size kendinizden eşler
yaratması ve aranızda bir sevgi bağı kurması O’nun
ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünebilen bir toplum için
gerçekten ayetler vardır.
Sonra çocuk sahibi olmayı da öğrendiler. Karınlar içinde çeşitli
boylar farklı uluslar ve renkler türedi.
Sizi tek bir dişi nefisten yarattı. Sonra ondan eşini de kıldı. Ve
sizin için nimetinden (enam) sekiz çift (ezvac) indirdi.
Annelerinizin karınları içinde bir yaratıştan bir yaratışa üç
karanlık içinde sizi yaratır. İşte Rabbiniz olan Allah budur.
Mülk onundur. Ondan başka ilah yoktur. Buna rağmen nasıl
dönüyorsunuz?
Zümer 6’daki “enam” Fatiha’daki gibi nimet anlamında mıdır
yoksa çiftlik hayvanları demek midir, bu tartışılır. Ama benim
görüşümce beşerin yaratılışı aşamasında bu hayvanlardan
bahsedilmesi (eğer atladığım bir şey yoksa) konuya tam
oturmuyor. En doğrusunu Allah bilir, ancak şu anki görüşüme
göre çeşitli annelerin karınları içerisinde sekiz farklı insan
neslinin yetişmiş olduğuna dair bir işaret olması uzak bir ihtimal
değil.
Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler
için gerçekten ayetler vardır.
Devam edelim…
48
O ki, sizi tek bir dişi nefisten (nefsi vahideh) yarattı. Birlikte
iskân etmeleri için ondan eşini de kıldı. Ne zaman ki (günü
geldiğinde) onu kuşattı, hafif bir yük yüklendi ve onunla bir
zaman dolaştı. Ne zaman ki ağırlaştı, Rableri olan Allah’tan bir
deva aradılar. Eğer bize salih verirsen, şükredenlerden oluruz.
Kuran’da geçmeyen ama geleneksel dini algıda çeşitli
nedenlerle öne sürülen Âdem’in çocuklarının ikiz oldukları için
çaprazlama evlendikleri gibi ensestvari şeylerin olduğunu
zannetmiyorum. Zaten Âdem’in döneminin öyle sandığımız kadar
yüz binlerce sene öncesi olduğunu da düşünmüyorum. Görünen o
ki tarım vardı, insanlar iyi ya da kötü bir toplum halindeydi,
seçilmiş bir Âdem vardı, çok muhtemelen yazı dahi bulunmuştu.
Ne zaman ki ikisine o salihi verdi, onlara verilen şeyin içinde
O’na ortaklar kıldılar. Hâlbuki Allah onların şirk koştuklarının
üstündedir.
Araf suresinden alıntıladığım bu ayetlerde… O iki kişinin (evlat
sözü geçmiyor) salihi edinince Allah’a ortak koşmaya başladıkları
söyleniyor. Ama ortak koştukları şeyin daha önce anlatıldığı gibi
çocuklarının değil, kendi nefislerinin fücurundan ilham aldıkları
şeyi takvaya tercih etmeleri şeklinde olduğunu düşünüyorum.
Çünkü ayetlerin devamında tapılan başka şeylerin özelliklerinden
bahsediliyor ve nihayet 195’inci ayete gelinince…
“Onların yürüyecek ayakları mı var? Ya da tutacak elleri mi
var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı
var?”
49
…denilerek tanımlanıyor.
Mecaz olarak bakılabilir belki, ancak eğer çocuklarını ortak
koşsalardı bu tanımlamanın çocuklarının özelliklerinden hiç de
farklı olmadığını görürüz… Çocuğun eli de, gözü de, ayağı da olur.
Ama burada bahsedilen özellikler beşer bir çocuktan çok cin diye
bildiğimiz ya da şeytan olarak adlandırdığımız kavramlara ya da
onların vahyi kişiliğine daha yakın görünüyor. Nitekim insanlar
da şeytana uymuşlarsa onun soyuna dâhil olmuş demektirler. O
durumda da daha sonra devam edecek Araf suresi ayetleri de
(okursanız göreceksiniz ki) oturuyor.
Cann ve Cinler
Gelelim Cann ya da Cinler olarak (ya da can’la çok yakın ilişkili
olarak) tanımlanan varlıkların yaratılışına… Cin masalları
anlatmayacağım. O manada korkulacak bir şey yok çünkü.
Korkacaksak kendimizden korkmalıyız aslında.
Neyse… Cin kelimesi Kuran’da yer yer yabancı anlamında da
kullanılıyor. Ama şimdi bahsedeceğimiz cinler, o bize anlatılan ve
korkutulduğumuz cinler olacak. Bunu görmek için şimdi beşeri,
Âdem’e doğru geldiği noktada bırakıp, tarihçede tekrar geriye
gidelim. Çünkü ayetler bize, onların daha önce yaratılmış
olduklarını söylüyor.
Semum
Andolsun insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan
yarattık. Ve cann’ı da daha önce nüfuz eden kavurucu bir
ateşten (semum ateşinden) yaratmıştık.
50
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki “cann” her ne ise, beşer topraktan
yaratılmadan daha önce var edilmiş durumda. Görebildiğim
kadarıyla “nas” nasıl ki insanları genel manada tanımlayan bir
kelime ise “cann” da cinlerin geneli için kullanılan bir kelime
olabilir. Ancak burada kronolojiye destek veren bir kelime var. O
da “nar-i es semum” olarak geçen semum ateşi. Meallerde
genellikle “hücrelere nüfuz eden kavurucu ateş” olarak çevriliyor.
Belli başlı kayda değer kadim sözlükler de bu anlamı destekliyor.
Araplarda çölde esen ve insanın derisini perişan eden fırtınalı
sıcak rüzgârlara da bu isim veriliyormuş. Ancak benim aklıma
hem büyük patlama hem de daha özellikli olarak ateşin bulunduğu
beş yüz bin yıllık tarihsel kesit gelmiyor değil. Konu iki yönden de,
belki üçüncü bir yönden de düşünülebilir ve araştırılabilir.
Dâbbe
Bunun yanında hatırlarsanız kitabın ilk bölümlerinde
bahsettiğim birkaç ayet vardı. Hani, Allah cinleri kendilerine şahit
kılmamıştı. Yerin ve göğün yaratılışına da şahit kılmamıştı. Ama
insanı yeri ve göğü yaratmadan önce ölü hükmünde yaratmış ve
söz almış, onu denemek için yeri ve gökleri yaratacağını
söylemişti. Onları, yani cinleri yardımcı güç de edinmemişti ki bu
ifade meleki bir bilinçlerinin olmadığına da işaret ediyor. Ve bir
de şu vardı. Allah canlı olan hayat sahibi her şeyi sudan
yarattığını (21:30) söylemişti. Üstelik Nur suresinde (24:45) şu da
var ki yeryüzündeki hareket ederek yaşam süren (her dâbbe) her
şey sudan yaratılmıştır.
Şimdi düşünelim… Kendisine şahit kılınmayacak olduğu için
başlangıçta yaratılmayan ve kâinatın yaratılışına şahit
kılınmayacak olduğu biçimde ve beşer topraktan yaratılmadan
önce yaratılan bir varlık var. Sudan yaratılan canlılar
olsalardı, toprak yaratılıp ardından o toprağın üzerine su
51
indirildikten sonra yaratılmaları beklenirdi. Zaten hiçbir ayette su
ile ilişkilendirilmeleri söz konusu da değil. Ateşten, kavurucu
ateşten veya dumansız ateşten yaratılan cinler (Allah’ın her
canlıyı sudan yarattım, ayetinin muhalefetinde olamayacaklarına
göre) acaba gerçekten canlılar mıdır? Yani dabbe midir? Yoksa!…
Yoksa bir beden ya da nefis üzerinde nitelik kazanacak, aceleci
yaratılışlı birilerinin zaaflarını sarınca anlam ve yaşam kazanacak
kötü kavramlar mıdır?
Dabbeyi rivayetlerde ve korku filmlerinde arayanlar dönüp
nasıl saçmaladıklarına bakmalılar. Dabbe şeytan ya da cin değil,
yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ve biziz. Debelenenler acayip
yaratıklar veya (görünmez yaratıklar anlamında) cinler değil
biziz. Çünkü hayat sahibi olanlar biziz. Şimdi bakalım bu kötü
kavramlar nasıl hayat bulabilirmiş? Şems suresindeyiz…
Andolsun nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene!
Demek ki topraktan yaratılan bedenimiz kadar, nefis dediğimiz
(kendimiz dediğimiz) o muallâk şey de düşündüğümüz kadar basit
bir yapıda değilmiş. Bir biçimi var.
Sonra ona fücurunu (kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham
edene!
Demek ki o nefis dediğimizin içinde fücur denilen bir şey var ve
ondan sakınmamız gerekiyor. Fücur sözlüklere göre “tevbe
edilmemiş günah işi, yalancılık, aldatıcılık, bozgunculuk, sınırsız
kötülük” gibi anlamlara geliyor. Bu manada yukarıdaki çeviri
52
doğru görünüyor. Ama daha doğru olansa işte o fücur’dan
sakınmak gerektiği. Peki, nereden biliyorsun? Sıradaki ayetten…
Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
Bilmem, ayetin bizi getirdiği sonucu görebildik mi? O fücuru
arındırırsak ya da ondan arınırsak tüm kurtuluş oradaymış
meğer. Hani havada “Casper” gibi şeytan arayanlar var ya! Hani
cinleri içinde arayıp da bulamayanlar var ya! Kanlı canlı şeytanlar
arayan biz insanlar önce kendi suretimize gözümüzü çevirip
bakmamız lazım.
Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler
vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha
yakınız.
Bakalım çevremize ve kendimize… Acaba takvalı olup Allah’ın
ruhundan üflediği insan soyunu mu yoksa fücuruna uyup
şeytanının vesveseci soyunu mu temsil ediyoruz diye! Dünyada
yaşayan milyarlarca insana başınızı çevirip bakın. Âdem’i mi
görüyorsunuz çoğunda, yoksa İblis’i mi? Yeryüzüne şöyle bir
bakın, Allah takvasına uyanların dünyasını böyle mi yapardı?
Cevabı, kendimizi fücurumuzdan arındırmazsak ne olur’da…
Ve onu (fücurunu) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.
Görülüyor ki insanın bedeni kadar kişiliği de en güzel ve
matematiksel bir biçimde yapılandırılmış. Gerçek benimizin
bedenimiz değil de kişiliğimiz olduğunu gördüğümüz gün ona
53
günlük bakım yapmaya ancak başlayabiliriz. İnsan hem önce
kendisini hem de sonra halife kılındığı yeryüzünü ıslah etmekten
asla vazgeçmemelidir. Bu, denenme sebebimizdir.
Doğrusu Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra aşağıların
aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih (ıslah edici iyi) işler
yapanlar başka. Onlar için kesintisiz bir ödül vardır. Öyleyse
bundan sonra, hangi şey sana dini yalanlatabilir?
Şimdi bakalım Âdem’e boyun eğmeyi reddeden İblis’i Allah
nereden kovuyor? Bildiğimiz bir yerden mi yoksa?
54
Beşerin Âdemlik Süreci
oktan var edildik. Daha bedenimiz bile yokken
kendimize şahit edildik. Rabbimizin kim olduğuna dair
söz verdik. Ama söz, tek başına yetmiyordu.
Denenmemiz için gökler ve yer altı evrede yaratıldı. Beşer cinsi
bedenlenme aşamasına geçmeden önce cinler ateşten yaratılmıştı.
Tüm canlılar ise sudan. Beşer ırkının özü, su ve topraktan
yaratılma aşamalarını geçti. Sonra dişi bir nefisten gelen bir beşer
türü olarak yeryüzünde çoğaldılar. Henüz ona insan denmiyordu.
Çeşitli evrelerden geçti. Nihayet her şeyi yaratan Rabbimiz, beşer
türünü insana çevirecek ve onu yeryüzüne halife kılacak olan şeyi
yapacaktı. Artık zamanı gelmişti. O beşerin içinden seçtiği birine
ruhundan üfleyecekti. Âdem’e…
Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi.
Sizin için kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az
şükrediyorsunuz?
Allah’ın Âdem’e ruhundan üflemesini, insana verilen tüm iyi
vasıflar ve Rabbine olan takvası olarak görüyorum. Detaylara
değiniriz. Gelelim Allah ile melekler arasında geçen ikinci
diyaloğa…
Aşağıdaki sahnenin ahşaptan bir toplantı masasında
gerçekleşmediğini, simgesel ve bilinçsel kavramlar üzerinden bize
aktarıldığını konuyu dağıtmamak için ayrıca anlatmama gerek yok
Y
55
sanırım. O yüzden kavramların ne olduğuna takılmadan, anlatmak
istediğimi anlatmaya çalışacağım. Buyurun…
Ve Rabbin meleklere dedi ki “Yeryüzünde halife
kılacağım” Dediler ki “Orada bozgunculuk yapan ve kan
dökenleri mi kılacaksın? Ve biz seni övgüyle yüceltip, takdis
ediyoruz.” Dedi ki “Muhakkak Ben, sizin bilmediklerinizi
bilirim.”
Dikkat edersek göreceğiz ki, bu diyaloğun başlarında beşerin
adı geçmediği halde melekler kimin kastedildiğini biliyorlar.
Kimin ruhuna üflenmekte olduğunu ve halife kılınacağını
biliyorlar. Çünkü ilk aşamada, daha kâinat yaratılmadan evvelki
diyalogda (makalenin başlarında) bu zaten meleki bilince
kaydedilmişti. İşte bu yüzden, beşerin halife kılınacağı zamanın
geldiğini öğrenen melekler, yeryüzünde onun durumunu ve kendi
durumlarını bildiklerinden, beşerin buna hazır olduğuna emin
olamıyorlar.
Melekleri yıllarca bize insanları kıskanan varlıklar gibi
gösterdiler. Oysa ayetlerde “Biz varken neden o?” diye çevrilecek
bir ifade yok aslında. Demem o ki, meleklerde beşere karşı bir
kıskançlık yok. Biz varken onu neden halife yapıyorsun
demiyorlar. Neden şimdi sorusunun cevabını, bilmedikleri sebebi
öğrenmek istiyorlar. Allah da bu yüzden, onların bilmediklerini
kendisinin bildiğini söylüyor.
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti…
56
İsim öğretme… Elbette ki bu da bir süreç… Bu ayetin devamına
geçmeden önce, bakalım Âdem’e “bütün isimler” denilerek neler
öğretilmiş…
Ona beyanı öğretti.
Demek ki (gözüyle, kulağıyla, duyu organlarıyla ve iç duyguya
yönelik olarak- kalbiyle) maddeyi ve madde ötesini beyan etmek,
tanımlamak, açıklamak insana öğretilmiş/verilmiş özel şeyler…
Ki o seni yarattı. Sonra bir düzen içinde biçim verdi. Ve seni
bir itidal (adil ve sağlıklı düşünce) üzere kıldı.
Demek ki madde ve ötesi hakkında, adilane ve sağlıklı bir
biçimde, mantık güderek hareket edebilme yeteneği de insana
verilenlerden…
Oku! Rabbin en büyük ikram sahibidir. Ki O, kalemle
öğretendir.
Demek ki yazmak ve yazarak beyan etmek de insana
öğretilenlerden. Kalem yazıya işaret ettiğine göre büyük ihtimalle
Âdem dönemi yazının başlangıcına tekabül ediyordu. Kesin bir
yargı vermiyorum ama olması ihtimalini oldukça yüksek
görüyorum.
İnsana bilmediğini öğretti.
57
Tüm bu ayetlerin ardından Âdem’e isimlerin öğretilmesinin
geniş ufkunu size bırakıp kaldığımız yerden devam edelim.
Âdem’in isimleri, beyanı öğrenme sürecinden sonra bakalım neler
oldu…
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları melekler
üzerine sundu. Böylece dedi ki: Eğer doğruysanız, bana bunları
isimleriyle haber verin.
Halife kılınacak beşerin hazır olup olmadığı hakkında bilgisel
tereddütte olan melekler, elbette ki sadece kendi işlerine
memurdular ve sadece kendi işlerinin bilgisine sahiptiler.
Dediler ki: Sen yücesin. Senin bize öğrettiğinden başka
bilgimiz yoktur. Her şeye hâkim olan ve her şeyin en
doğrusunu bilen Sensin.
Meleklerin, beşerin durumu hakkındaki sorgulamaları, Allah’a
güven eksikliklerinden değil, beşerin hali hazır durumuyla onun
halife kılınması arasındaki bağlantıyı kuramadıklarındandı.
Beşerin, onların gördüklerinden daha donanımlı olduğunun
farkında değillerdi.
Dedi ki: Ey Âdem! Bunları isimleriyle onlara bildir. Böylece,
onları isimleriyle bildirince, dedi ki: Size demedim mi ki!
Göklerin ve yerin bilinmeyenlerini muhakkak ben bilirim.
Gizlide tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim.
58
Burada yine meleki bilincin nasıl bir donanımda olduğu
gösterilerek, meleklere, tabiata ve kâinatın elemanlarına tapma
âdetinde ya da eğiliminde olanlara da bir uyarı gitmiş oluyor.
Melekler kendi (içlerinde gizli) yapıları hakkında dahi bir bilgi
beyanında bulunamazken sadece (açık biçimde) yaptıkları işlerin
bilgisine sahiptiler. Ama insan kendi iç yapıtaşını da, çevresindeki
tabiat ayetlerini de (bilmesi gerektiği seviyede) görüp tanıyıp
beyan edebilecek ve aklını kullanarak üzerinde düşünüp, çalışma
ve ilerlemeler geliştirebilecek bir donanımdaydı. Neticede meleki
bilince, zannettiklerinin aksine Âdem’in halife kılınmaya hazır
olduğu böylece gösterilmiş oldu. Ruhun üflenmesi öyle hafife
alınacak bir şey değildi.
Ve andolsun, Biz Âdemoğlunu ikramlandırdık (yücelttik)… ve
yarattıklarımızdın birçoğuna tercih ettik (üstün kıldık).
İlk aşamadaki (ilk yaratılış evresindeki) haber, Allah’ın
ruhundan Âdem’e üflemesiyle ikinci aşamanın sonuna
doğru gerçekleşmiş oldu. Artık sıra meleklerin secdesine, yani
Âdem’in bu durumuna boyun eğmelerine ve bundan sonraki
işlerini yaparken bunu göz önüne alarak yapmalarına gelmişti. O
artık sadece bir beşer değil, Allah’ın şereflendirmede tüm
yaratmış olduklarının üstüne çıkma potansiyeli olan bir varlıktı.
Artık o insandı. Ve böylece, bir anlamda (mecazen) konsey üçüncü
defa toplandı…
Âdem için secde edin dedik.
59
Melekler secde etti. İblis etmedi. İnsana özgür irade verilmişti.
İblis’e bile istemediğini yaptırmayan Allah, insana da istemediği
şeyi yaptırmaz. O yüzden Allah, isteyene rahmetinden verir.
İsteyeni hidayete ulaştırır. Allah dilemedikçe, elbette kul
dileyemez. Ancak Allah, insanın üzerine ne hak olmuşsa onu diler.
Çünkü her şeyi yaratan ve yaratacak olan O’dur. Hidayeti de,
sapmayı da, doğrulmayı da.
Meleklere her şartta “Âdem için secde edin” denilmedi
“Ruhumdan ona üflediğimde secde edin” denildi. Bu manada
secde edilecek olan, esasen Âdem’in bedeni değil, içine üflediği
ruhun gereğiyle Allah’tı. İnsan için yere göğe ve arasındakilere
boyun eğdirildi.
Âdem’e secde edilmedi.
Âdem için secde edildi.
Âdem’e secde edilmiş olsaydı şu aşağıdaki ayete uymaz ve kitap
tutarsız hale gelirdi.
7 Araf 206 Şüphesiz Rabbinin katında olanlar, O’na kulluk
etmekten büyüklenmezler. O’nu tesbih ederler ve yalnız O’na
secde ederler.
Hakkında secde edilmesi istenen konu Âdem, boyun eğilmek
suretiyle secde edilecek olan Allah’tı. Âdem için, Âdem’in seyri
için secde edilecekti. Elbette bu secde, namazdaki secde değildi.
Emri kabul etmeleri ve Âdem için uygun hale getirilmiş şartların
gereğinin yapılmasıydı. Hepsi Allah’ın emriyle Âdem için
çalışacaktı.
60
Âdem’in Düşmanı Sahne Alıyor
dem için secde edin” emrinin gereğini meleklerin
tümü kabul etti. Yeryüzü, gökyüzü ve arasında
olanların tümü de, insan için isteyerek ya da
istemeyerek serbestîsi verilen boyun eğme çağrısına isteyerek
boyun eğdiler. Ama birisi hariç! O kabul etmedi ve dayattı. İblis…
İblis kelimesinin kökü, kederden, tasadan, aşırı ümitsizliğe
düşme durumundan gelmiş gibi görünüyor. Kelimenin kökü
Kuran’da da bu anlamda geçiyor.
Enam 44’de ansızın onları yakaladığımız zaman ümidini
kesmişlerden (mublis) olurlar, şeklinde… Müminun 77’de
üzerlerine azap inenlerin artık ümitsiz (mublis) duruma
düştükleri şeklinde… Rum12’de kıyamet saati geldiğinde suçlular
ümidi keserler (yublis), şeklinde… Rum 49’da, yağmurdan
ümidini kesmiş olanlar için aynı kelime (mublis) kullanılıyor.
Zühruf 75’de de yine, cehennemde olanların artık ümitsiz (mublis)
oldukları şeklinde… kullanılıyor.
Yine Araplarda, bağlı develerin bağırmaktan bitkin düşmüş ve
ümitsiz biçimde artık susmuş hallerini tanımlamak için de aynı
kelime (m-b-l-s formuyla) kullanılıyor. Bu kök kelime, İblis’in adı
ve seyri ile de örtüşüyor.
Bu duraklamadan sonra ayetlerle konuya devam edelim…
Ve meleklere, Âdem için secde edin, dediğimizde İblis hariç
secde ettiler. O kaçındı ve kibirlendi. Böylece kâfirlerden oldu.
“Â
61
Bu durumun ardından gelecek soru belliydi elbette… Neden?
Dedi ki: Ey İblis! Neden secde edenlerle birlikte olmadın?
İblis’in cevaplara dair ayetler…
Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise
çamurdan yarattın.
… Ben, çamurdan yarattığın kişi için secde eder miyim?
Burada özellikle Hicr suresinin 33’üncü ayeti farklı bir tonda
geliyor. İblis yaratılışının maksadının bu olmadığını söylüyor
adeta… Bunun için var olmadım, diyor.
…Ben, şekillenmiş (organik) bir balçıktan yarattığın beşer için
secde etmek üzere var olmadım.
Allah’la kimse bir tartışmaya girebilir mi? Elbette hayır. Bu
diyalogların verilişi adeta bize neyin ne için yaratıldığını beyan
etmek üzere bir dizilim olarak görünüyor… Bakalım, İblis’in bu
karşı duruşuna mukabelen Allah ona neyi öneriyor…
Ondan Çık!
… Öyleyse çık oradan/ondan (fe uhruc min-há) kesinlikle
kovuldun.
62
Bu ayette İblis’in çıkması istenilen yer ya da şey nedir acaba?
Eğer cennetten/bahçeden bahsediliyorsa şu aşamada henüz Âdem
cennete/bahçeye yerleştirilmiş değil. Ya yeryüzünden bahsediliyor
ya da Âdem’in şahsında nefisten! İkisi de dişil… Ne dersiniz? Bir
de Araf Suresine bakalım, yeryüzü mü yoksa nefis mi, anlamaya
çalışalım…
… Öyleyse (ihbit) in oradan/ondan. Madem öyle, sana
oranın/onun (fi) içinde büyüklük taslamak olmaz. O halde
(uhruc) çık. Şüphesiz küçülenlerdensin.
İçinden çıkacaksa içine girdiği bir yer ya da şey olmalı. Eğer
yeryüzünden bahsediliyor olsaydı, inecek daha aşağı bir yer yok.
İnebilse de yine yeryüzünde bir yere inmeli! Sanıyorum ki bu şey
nefisten başkası değil… Madem topraktan yaratılanı
beğenmiyorsun, üflenilen ruh ile yan yana, senin ne işin var onun
içinde! Çık oradan! Kovuldun! Hani fücurun ile kabuk gibi
kapandığın o nefisten çık!
Budur diye hüküm koymuyorum. Olabilirliğini düşünüyorum.
Elbette Allah en doğrusunu bilir.
Birazdan İblis bir kez daha kovulacak ve kovulma biçimi bu kez
farklı bir biçimde açıklanacak. Ayetlerin gösterdiği sırayla devam
ettiğimi hatırlatayım…
Dedi ki: Madem öyle çık ondan, muhakkak kovuldun. Ve
muhakkak ki din gününe kadar lanetim senin üzerinedir.
Din gününe kadar… Demek ki din günü, şeytan tamamen
ortadan kaldırılacak. Arada beşer için aşamalar vardı
63
hatırlarsanız: Denenme aşaması, ölüm aşaması, diriltilme
aşaması, döndürülme aşaması olarak… Din günü, döndürülme
aşamasında hesabın kesildiği gün olacak ve o güne kadar İblis
kovulmuş olarak atıl kalacak. Bakalım bu teklife karşı İblis ne
cevap veriyor…
Rabbim! Öyleyse onların diriltilecekleri güne kadar bana süre
tanı.
Mühlet
Şu, benim üzerime yücelttiğin kişiyi görüyor musun? Eğer
kıyamet gününe kadar bana zaman tanırsan, onun soyunu pek
azı hariç peşime takacağım.
Allah bu teklifi geri çevirmiyor. Zaten süre tanınacağı ezelden
planlanmış ve insanın denenme vesilesi olduğu ve iyilik zıddıyla
kaim olacağı için kötülük yaratılmıştı. Cevap gecikmiyor…
O halde süre tanınanlardansın…
Peki mühlet ne zamana kadar? Tabi ki diriliş gününe kadar.
Zamanı malum olan güne kadar. (ilá yevmil vaktil ma’lûm)
Mühleti alan İblis şimdi de planını açıklayacak…
64
Dedi ki: Madem öyle, beni azdırdığın şeyin karşılığı olarak,
onları saptırmak için mutlaka senin dosdoğru yoluna (sırat-ı
müstakim’ine) oturacağım. Sonra muhakkak onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
sokulacağım. Çoğunu şükredici bulmayacaksın.
…Rabbim! Beni kışkırttığın şeye karşılık andolsun,
yeryüzünde süsleyip onlara çekici göstereceğim ve onların
tümünü mutlaka kışkırtıp saptıracağım.
…Mutlaka senin kullarından nasibimi alacağım. Onları her
yolla şaşırtıp saptıracağım. En olmadık kuruntulara
düşüreceğim ve onlara davarlarının kulaklarını dahi
kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını
değiştirmelerini emredeceğim…
… Ancak onlardan muhlis kulların hariç.
İblis’in de doğruyu kendi ölçüsünde bildiğine atfen, Allah
gerçeğin böyle olduğunu, hak planının da zaten bu olduğunu
şöylece belirtiyor.
Dedi ki: İşte bu haktır ve Ben hakkı söylerim.
Ve ardından geri dönüşü olmayan, o en önemli söz var oluyor…
65
Andolsun senden ve içlerinde sana tabi olacaklardan tümüyle
cehennemi dolduracağım.
…Git, onlardan kim sana uyarsa şüphesiz sizin cezanız
(karşılığınız) cehennemdir. Eksiksiz/fazlasız, tam karşılık.
Biliyorsunuz, başka ayetlerde iyiliğin karşılığının kat be kat
olduğu, kötülüğünse bire bir olduğu belirtilmektedir. Bu
kapsamda Allah hiç kimseye hak ettiğinden fazla bir ceza
vermeyecektir. Döndürülüş aşamasındaki cennet ve cehennemde,
ne tür ebediliklerin söz konusu olduğuna dair farklı düşünceler
olabilir. Ancak ben şu kadarını şimdilik söylemek isterim… Bir
yerde ebedi olarak nimetlenmekle, bir yerden ebedi olarak
çıkarılmamak aynı şeyler değillerdir. En doğrusunu yine Allah
bilir. Bizimse en iyi bildiğimiz Allah’ın kimseye haksızlık
etmeyeceğidir. Bu bile başlı başına bir huzur kaynağıdır.
Kaldığımız yerden, şeytana verilen mühletin gereğinden devam
edelim…
Ve böylece Allah, bu yönde İblis’e gerekli serbestîyi tanıyor, onu
da bir anlamda görevlendiriyor, yolunu ve kimler üzerinde ne
şekilde etkili olacağını gösteriyor…
Git, onlardan kim sana uyarsa şüphesiz sizin cezanız
cehennemdir… Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya
uğrat. Atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı
kopart. Mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol. Ve onlara çeşitli
vaatlerde bulun…
66
Demek ki şeytan, bize mallarda ve evlatlarda ortak oluyor.
Etrafınızda ateşten beden görüyor musunuz? Hayır! O halde kendi
ben’imize dönelim. Bedenden ibaret olmadığımızı ve şeytan
dediğimiz kavramın kendi içimizdeki gerçeği örtücü vasfını
görelim. Eğer bir insanın yoldan çıkmışlığı, kibiri, inkârı ve her
türlü kötülüğü kendisini kuşatmış bir haldeyse… Artık o insan
maalesef Âdem’in değil… Tövbe etmedikçe İblis’in soyu olmuştur.
Bedensel nesebi bir ırk aramaya gerek yok. Çünkü her canlı şey
sudan yaratılmışken, şeytan dediğimiz kavram sudan da
topraktan da yaratılmadı. Hayalet kılığında cinler ve şeytanlar
arayanlar, hayal görmedikçe ve kendilerine dönmedikçe onları
bulamayacaklardır. Bulamadıkları için ya şeyhini uçuracaklar, ya
âlimlerini yüceltmeye devam edecekler, ya da iyi kulları bile
Allah’a ortak koşacaklardır. Aklını kullanmayanların üstüne pislik
yağmaya devam edecektir. Ama şeytanın bu sanal soyunun ve
vaatlerinin Allah’ı tevhitle benimsemiş kulları üzerinde hiçbir
etkisi olmayacaktır.
Benim kullarım! Senin onların üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün
yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.
İlk kovulma tehdidi ertelenen İblis’i, Allah bu kez kıyamet
gününde ne biçimde kovmuş olacağını açıklıyor…
…Çık oradan/ondan (uhruc min-há). Kabahatli bulunmuş
(mezumen-kınanmış) ve sürekli uzaklaştırılmış (medhuren-
tard edilmiş) olarak… Andolsun, onlardan kim seni izlerse,
cehennemi sizlerle dolduracağım.
67
Bu ayette, kusurlu bulunan İblis’in ondan/oradan tard edildiği
bildirilerek çıkması isteniyor. “Kabahatli bulunmuş olarak” gibi
kelime seçimleri bize durumu daha etraflıca anlatıyor. Ayetlerin
bulunma yeri ise bu kovuluşun ahretteki son kovuluş olacağını
gösteriyor. Araf suresindeki ayet dizilişini incelerseniz bunu
göreceksiniz. İlk kovuluşu madem kabul etmedin, o halde böyle
bir halde kovulacaksın denilmiş oluyor.
Eğer dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik.
Fakat Benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: Andolsun,
cehennemi tamamen cinlerden ve insanlardan dolduracağım.
Ve sıra geldi tekrar Âdem’e…
Durum bu ise, eşiyle birlikte “cennete” nasıl yerleşeceğine…
“Yeryüzüne halife” kılınan Âdem’in, yeryüzünden vazgeçilip
“ahretteki cennette” yerleştirilmesine karar verilmemişse
muhakkak bir yeryüzünde başka bir cennete ineceklerdir. Üstelik
Âdem’in, İblis’e karşı uyarılması da gerekmez mi?
68
Âdem’in Düşmanı Sahne Alıyor
eytana diriliş gününe kadar mühlet verildikten sonra
dikkatlerimizi yeniden Âdem’e çeviriyoruz. Bakalım
Âdem’in durumu şimdi ne olacak!
Ve dedik ki: Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. İkiniz de
ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin. Ama şu ağaca
yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.
Neden ağaç? Neyi temsil ediyor? Bir ağaca yaklaşmak bu kadar
kötü bir şey mi? Yoksa sadece ciddi bir uyarıyı somutlaştıran bir
denenme sebebi mi?
Bunu anlayabilmek için bir başka surenin alakasız gibi görünen
bir bölümüne gidiyoruz. Semud kavmini denemek için verilen dişi
devenin boğazlanması hadisesine… Ne alaka diyeceksiniz belki
ama… Sabredin… Tüm ikazlara rağmen Allah’ın devesini
boğazlayan halkın zalimlerden oluşunu anlatan (17:59) ifadeler
biter bitmez şu ayet geliyor ardından…
Hani sana, Rabbin insanları kuşatmıştır, dediğimizde! Sana
gösterdiğimiz rüyayı/görümü ve Kuran’da lanetlenen ağacı
insanları sınamaktan başka bir nedenle yapmadık. Biz onları
uyarıyoruz da, bu onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi
artırmıyor.
Ş
69
Bu ayetin konuyla ilgisini sadece içeriğinden değil, hemen sonra
gelen ayetlerden de çıkarabiliriz. Çünkü bu ayetin hemen
ardından Âdem ve melekler kıssası başlıyor. Ağacın hemen tüm
kültürlerde soyla, zürriyetle ilişkilendirilmiş bir sembol olduğunu
ilkokul çağındaki çocuklar bile bilirler. Bu manada asıl
yaklaşılmaması gereken şey (zaten daha önce okuduğumuz gibi,
lanetlenen ifadesi şeytan için kullanılmıştı ki) İblis’in (veya
şeytanın) soyudur… Organik olmayan ama onun özelliklerine
bürünüldüğünde insanı onun sıfatına sokan, onun soyunu devam
ettiren organizma haline getiren şecereye (ağaca)
yaklaşılmamasıdır. Kısaca ve teknik manada kötülüğe
yaklaşmamaktır. Bu kötülüğü ortaya çıkaracak sebep bir ağaç da
olabilir, bir deve de, şehveti (azmışlığı) körükleyen bir başka
neden de!
İşte izdüşümlerinde farklı öğüt ve çıkarımlar olsa da esas
nedene istinaden, Semud kavmi için dişi deve ne ise Âdem için de
ağaç oydu. Denenme sebebiydi. Çünkü Âdem ağaç uyarısının
öncesinde aynen Semud gibi uyarılmıştı…
Ve andolsun, öncesinde Âdem’e ahit verdik. Fakat o unuttu,
onu kararlı da bulmadık.
İlk aşamadaki “Rabbimizsin” sözü kapsayıcıdır. Acaba burada o
sözden mi yoksa özel olarak hangi sözden (ahidden) bahsediyor
olabilir? Devamına bakalım…
Hani Biz meleklere, Âdem için secde edin, demiştik. İblis’in
dışında secde etmişlerdi. O ise ayak diremişti.
70
Bunun üzerine dedik ki: Ey Âdem! Bu gerçekten sana ve eşine
düşmandır. Sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın. Sonra
mutsuz olursun! Şüphesiz senin acıkmaman ve çıplak
kalmaman oradadır. Ve gerçekten sen burada susamayacak ve
yanmayacaksın da!
Unutmak “Rabbimizsin” sözünü kapsıyor olsa da bu çerçevenin
içinde başka alt sözler de var. Demek ki burada Âdem’e verilen en
eski ahit, aynen bize verilmiş Kuran gibi bir ahit. Şeytana karşı
uyaran, cennet kelimesi ile hem yeryüzünü hem de ahirdeki
cenneti kaybetmemeyi öngören bir uyarı. Rab’den bir uyarı! Geniş
çerçevesi ile Rabbin yanına başkasını koymamayı ikaz eden ve
vaat içeren bir uyarı.
Tüm bunlardan sonra önceki bölümlerde gördüklerimizi de göz
önüne aldığımızda şunları çıkarılmayabiliyoruz: Âdem’e en başta
tüm insanlar gibi, Rabbinin kim olduğuna dair kendisi şahit
kılındı. Sonra Âdem beşer bedeniyle bedenlendi. Sonra ruhtan
üflendi. Âdem’e bilgi verildi. Âdem şeytana karşı uyarıldı. Sonra
bir yeryüzünde bir yere yerleştirildi. Soyuyla birlikte yeryüzüne
halife kılındı. Âdem yeryüzüne bir din üzere yerleştirildi. Âdem
yaratılış gayesine en uygun maddi ve manevi formda yeryüzüne
yerleştirildi.
Âdem yeryüzüne, yeryüzünde bir yere yerleştirildi. Çünkü tüm
ayetler bize Âdem’in toprak aşamasının ardından yeryüzüne halife
kılınacağını söylüyor… O aklımızdaki Ahiret cennetine değil.
Üstelik Âdem’in deneneceği söyleniyor. O halde denenmeden o
cennete girilemez. Cennet denenme yeri değil, ödüllendirilme
yeridir. Aksi durumda Allah en baştan beridir söylediği planından
vazgeçmiş olur ki, bu durum Allah’ın sözünden dönmesi demektir
71
ve bu büyük bir yanlış algı olur. Peki, o halde Âdem’in
yerleştirildiği yer için niçin cennet ifadesi kullanılıyor?
Birinci neden cennetin, saklı bahçe gibi anlamlara gelmesidir.
Bahsedilen yer dünya üzerinde, doğal imarı mükemmele yakın bir
bahçedir. Orada acıkmamak, çıplak kalmamak, susamamak,
yanmamak, gibi ifadeler bu bahçenin dışında bunların geçerli
olmadığı yerlerin var oluşunu gösterir. Acıkmaya karşı, çıplak
kalmaya karşı, susamaya karşı ve sıcaktan yanmaya karşı her
türlü olanağın o bahçede olduğuna işarettir. Ve elbette cennet
kelimesi ile ahir cennetin de benzeşimli (müteşabih) bir
tezahürünün yeryüzünde kurulabilme imkânının olduğudur.
Cennet kelimesinin kullanılmasının anlayabildiğim ikinci
nedenine gelince… Bu sebep baştan beridir anlattığım yaratılış
hikâyesinin geldiğimiz aşaması ile ilgili… Şöyle ki… Bir an için şu
anda yaşadığımız yeryüzünde (bilinçli) bir kötülüğün henüz
meydana gelmediğini ve herkesin ve her şeyin (kan da dökse,
kargaşa da çıkarsa) yaratılış gayesine uygun olarak hayatına
devam ettiğini düşünün. Düzensizlik olsa bile bir düzen söz
konusu demektir. Aynen besin zinciri nedeniyle aslanın antilobu
yemesi gibi. Aslan bundan sorumlu değil, antilop da isyanda
değildir. Fıtrat böyledir ve ne olursa olsun iyi bir karara doğru
akar. Yani bilinçli ve sorumluluk yükletici bir kötülük olmadığına
göre henüz günahın işlendiği bir yerde yaşıyor değilizdir.
Kısacası günah anlamında bir kötülüğün henüz meydana
gelmediği ortam cennetin minyatür bir tezahürü demektir. İşte
Âdem’in yerleştiği yeryüzü parçası da henüz bilinçli bir kötülüğün
işlenmediği, fıtratın doğal seyrinde devam ettiği bir yerdi. Bu
nedenle oraya cennet denmesinin aksine bir durum olmadığı gibi
bize de manidar bir işarettir.
72
Fakat şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böylece
onları içinde bulundukları durumdan çıkardı…
O (yeryüzündeki) cennetteki Âdem ve eşi, ne zaman ki
şeytanlarının kışkırtmasıyla, sorumlu iradeli bir bilinçle ilk ciddi
günahı işlediler, o anda kendileri bulundukları durumdan
çıktıkları gibi, cennetleri de cennet olmaktan dönüşüp çıkmış
oldu.
Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: Sana sonsuzluk
ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?
Şayet Âdem, geleneksel anlayışın bize anlattığı gibi ilk beşer
olsaydı, ölümü ya da öleceğini nereden bilecekti de ebedi yaşam
uğruna fitneye düşecekti! Etrafında daha önce ölen bir beşer var
olmalıydı ki, o da öleceğinden haberdar olsun! Mülk edinmeye,
yönetmeye neden heveslensin ki? Zaten ilk beşer ve zaten
donanımıyla etrafındaki her şey onun olurdu! Mülk malsa kimden
kaçıracaktı, mülk hükümse, eşinden başka kimi yönetecekti!
Sincaplarla incir ağaçlarını mı?
Şeytan, kendilerinden örtünüp gizlenen çirkin yerlerini açığa
çıkarmak için onlara vesvese verdi. Ve dedi ki: Rabbinizin size
bu ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız veya
ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.
Nedir Âdem’in ve hatta eşinin de, kendilerinden örtünüp
gizlenen çirkin yerleri? Bu konuda da rivayetler bizi olmadık
cinsel temalara koşturdu yıllarca. Sanki tüm günahlar cinsellikten
73
ibaretmiş gibi! Oysa bir insanın çirkin tarafı sadece cinsel şehveti
değildir. Hatta cinsellik, ölçüsü mukabilinde kötü bir şey de
değildir. Peki, bana göre nedir Âdem’in ve hatta eşinin de,
kendilerinden örtünüp gizlenen çirkin yerleri?
Tekrar nefs-i vahide’yi hatırlayalım… Hani dişilik takısıyla
gelen o ilk nefsi. Hani hepimizin ondan geldiği nefis! Hani
(çıkarımımızca) İblis’e “o halde ondan çık” denen nefis!… Evet!
Âdem de eşi de nefsi vahide’den beri gelen takva elbisesi ile
kuşanmış durumdaydı. O nefsin içinde kötülük de (şeytan da)
vardı ama Âdem’den önce sadece bir potansiyel olarak nesillerin
içinde akıp gelmiş, sorumluluğundan arınık biçimde sadece
fıtraten daha önceki beşerin kan dökmesine de sebep olmuştu.
Ancak potansiyel olan ve karara doğru koşan bu kötülük İblis’in
isyanı ile birlikte aktive oldu, insanın bilinçli kötülüğüne dönüştü.
İblis insanların dirilecekleri güne kadar mühlet aldı ve o andan
itibaren onları saptırmak üzere o nefsin içinde bu kez aktif olarak
kalmaya başladı. Bugün aynen bizim nefsimiz gibi. Artık ona
uyanlar onun soyundan olacak, onun adıyla dahi anılabilecekti. Bu
yüzden şeytan cinlerden de oldu, insanlardan da.
De ki: İnsanların rabbine sığınırım. İnsanların sahibine.
İnsanların ilahına. Sinsice vesvese verenin şerrinden. O ki
insanların göğsüne vesvese verir. Cinlerden de olur
insanlardan da.
Artık ona uyanlar cinlenmiş oldu, onu sahiplenenler şeytanın
canlı hali oldular. Bu kavramsal teşbihler tabi ki çağlar boyunca
bize gelene kadar hayaletlere ya da mecnunlara dönüştüler! Artık
cin deyince ayakları ters hayaletler, şeytan deyince elinde mızraklı
kızıl maskeler aklımıza gelir oldu. Ama biz günahkâr insanlar çok
masumduk öyle mi? E tabi, korkunç masallar dinleyen ve
74
korkudan yorganını başına çeken çocuklar, büyüyene kadar
masum olurlar! Büyüyünce ise zalim! Tevhidin ne olduğunu
hatırlayanlar müstesna…
Bu arada bir parantez açayım… Bu sözlerimden sonra şimdi
bana da kalkıp, cini de şeytanı da inkâr etti diyenler ya da demese
de içinden geçirenler çıkacaktır. Tam aksine! İnkâr etmek bir
yana, onlara cini de şeytanı da ayan beyan gösteriyorum. Hem
kendi içlerinde hem de çevrelerinde ne şeytanlar dolaştığını ispat
ederek! Biz de İsa peygamberimiz gibi Allah’ın izni ile insanlardan
cinlerini kovabiliriz, onlara Rablerinin Allah olduğunu
hatırlatarak! Anadan doğma körlerin gözünü Kuran’a açarak! Deri
hastalığına yakalanmış, kendini bedenden ibaret görenlere,
nefislerine kul olmaları gerekmediğini ve bu dünyanın geçici
olduğunu hatırlatarak!
Hadi kendileri uyarılmamış olsun… Etraflarında mı şeytan
arıyorlar hala? Onu da bulabilirler.
“Allah’tan isteyenin duası kabul olmadı da Fakı Ahmet’ten
isteyenin kabul oldu”
diyen arızalara baksınlar…
“Allah’a direkt bağlanan kofrayı yakar”
diyenlere baksınlar…
Onlar hep yemin ederler. Biz en doğru mezhebiz, derler. Şu
haram bu helal diye kendileri de uydururlar. Allah’ın ayetlerine
başka sözleri de ortak koşarlar. Allah’a ve kitabına uyun demez,
siz bize uyun, hocamıza uyun, şeyhimize uyun derler.
Ve “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin etti.
Böylece onları aldatarak düşürdü…
75
Demek ki şeytan içimizde de olur, çevremizde de. İçimizde olan
nefsimizin fücuru, dışımızda olansa nefislerin fücuruyla örtünmüş
olanlardır. İçimizde olan, bizim göremediğimiz yerde görünürdür.
Dışımızda olanlarsa bizim görmediğimiz yerlerden bizi kuşatıp,
hükmetme peşindedir.
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim…
…Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda,
çirkin tarafları kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet
yapraklarından örtmeye başladılar…
Bilmiyorum, ayetin belki biyolojik bir teması da olabilir ama bu
durum öğütsel mesajı olmasını engellemez. İşte Âdem’in ve eşinin
gördüğü çirkin tarafları kötülüğe meyilli taraflarıydı. Uyarıldıkları
şey olan fücurları, şeytanlarıydı. Onu örtmek için de mazeretlerini
etraflarındaki güzelliklerden bulmaya çalışmaları, bugün de bizim
hata işlediğimizde yapıştığımız çevresel, dış faktörlerden çok da
farklı değildi.
Böylece ikisi ondan yediler. Hemen ardından çirkin yerleri
kendilerine açılıverdi. Üzerlerini cennet yapraklarından
yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem Rabbine karşı gelmiş oldu
da şaşırıp kaldı.
Zaten kötülüğünün farkına varan kişi şaşırıp kalır. Kötülüğü
yapıyorken hissettiği azgın heyecanını kaybettiği anda vicdanını
ve kendini bilmeye başlar. Bir çare bulabilmek için yol arar. Eğer
hak etmişse Allah onu düzeltir, hak etmemişse şaşkınlık haliyle
devam eder.
76
…O zaman Rableri kendilerine seslendi: Ben sizi bu ağaçtan
men etmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık
düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?
Elbette söylemişti. Âdem’i uyardıktan sonra bahçeye/cennete
yerleştirmişti. Ama Âdem onu arkasına atmış, fücuruna/kötü
tarafına uymuştu. Allah’ın ona söylediklerini anlayabilmesi için bu
yanlışı yapması gerekiyordu.
Böylece Âdem, Rabbinden olan kelimeleri öğrenmiş (telakki
etmiş) oldu…
Allah’ın kendisine olan uyarılarını daha yeni anlayan Âdem ve
eşi, bu kaygının verdiği pişmanlıkla özür dilediler, tövbe ettiler.
Dediler ki: Rabbimiz! Biz kendimize kötülük ettik. Eğer bizi
bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana
uğrayanlardan olacağız.
Bu tövbenin ardından, dikkat edelim ki Allah Âdem’i seçiyor.
Sonra Rabbi onu seçti. Tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.
Pekişmesi için tekrar söyleyelim… Seçim varsa Âdem yalnız
değildir. Sadece nefis öğeleri değil (ki onlar seçime mazhar
değildir) başka insanlar da vardır. Eğer yukarıdaki ayet bu
konuda yetersiz görülürse şu ayeti de ekleyelim.
77
Şüphesiz Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran
ailesini âlemleri (toplumları) üzerinde seçti.
Böylece Âdem, artık Rabbinin ona ne demek istediğini yeni
anlamış ve doğru yola dönmüş oldu…
Böylece Âdem, Rabbinden olan kelimeleri öğrenmiş (telakki
etmiş) oldu. Bunun üzerine onun tövbesini kabul etti. Mutlaka
ki O, tövbeleri kabul eden ve merhamet edendir.
Ve ardından hepsi oradan ya da o durumlarından
çıkartılıyorlar.
Dedi ki: Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz oradan
inin…
Dedik ki: Oradan hepiniz inin…
Çıkartıldıkları, cennet gibi bir hayattan indirildikleri yer,
elbette geniş yeryüzüdür artık.
Dedi ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde
belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta vardır…
İlk aşama ölü hükmünde yaratılıştı. Uzun süredir anlatmaya
gayret ettiğim ve çokça geniş içeriği olan ikinci aşama (genel
78
anlamda) diriltiliş aşamasıydı. Böylece insan, bu kitabın ilk
bölümündeki ayetlerin bize gösterdiği aşamalardan üçüncü
aşamaya, yani denenme aşamasına gelmiş oluyor. Bundan böyle
olacaklar da çeşitli ayetlerle bize bildirilmiştir.
… Artık size Benden bir yol gösterici gelecektir. Kim benim
hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz.
Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.
Denenme aşamasından itibaren artık bildiğimiz, yaşadığımız
evredeyiz.
Önce Âdem’in çocukları, sonra biz… Fazla kalmadı!
79
Denenme Aşamasından Dönüşe
ihayet denenme süreci başlamıştı. Zaten ilk denenen
de Âdem ve eşi olmuştu. Ardından çocukları geldi.
Başlangıçta (insan olarak sıfatlanan) insanlar tek bir
topluluktu. Âdem’le başlayan süreçten itibaren aralarındaki
ihtilaflar giderilmek ve aynı zamanda bu vesileyle denenmek
üzere nebiler ve beraberinde kitaplar gönderildi. Sonra bu kez,
aralarındaki azgınlıklar sebebiyle anlaşmazlığa düşenler yine
kitap verilenler oldular. Bu denenme süreci hak edenlere Allah’ın
hak ettiğini vermesi suretiyle devam etti. Kimisi doğruyu buldu,
kimisi uyduğu şeytanıyla birlikte kaybedenler ülkesinde kalmaya
meyletti. Eğer Allah’ın verdiği söz olmasaydı, çoktan yeryüzünde
insan nesli kalmazdı.
Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildi. Öyle ki
elçilerden sonra insanların, Allah’a karşı savunacak bir
mazeretleri kalmasın. Allah üstün ve güçlü olandır. Hikmet ve
hüküm sahibidir.
Allah her topluma da her bireye de adı konulmuş bir ecel verdi.
İnsana doğruya dönmesine yetecek kadar bir ömür vaat etti.
Kimisinin erken yaşta neden öldüğü, elbette Allah’ın, kimi,
gerçekte ne olarak, ne ibretle, ne için yarattığıyla, sınırlarıyla ve
sünnetullahı ile ilişkilidir. Bu tek başına kaleme alınacak ayrı bir
konu olduğu için şimdilik bu kadarla geçmek istiyorum.
N
80
Ey insanlar! Hiç şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Öyleyse
dünya hayatı sizi aldatmasın. Ve aldatıcılar da, sizi Allah ile
aldatmasın.
Allah denenme maksadıyla yarattığı her insanı şeytana karşı
uyardı. O şeytan da en çok dosdoğru yolun üzerinde oturuyordu.
Gerçek şu ki; şeytan sizin düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu
düşman edinin. O kendi grubunu ancak çılgınca yanan ateş
halkından olmaya çağırır.
Âdem’e söylenilenlerle bize söylenilenler arasında manasal
olarak hiçbir fark yoktu.
Sana söylenen şeyler, senden önceki elçilere söylenenden
başkası değildir…
Toplumlara sürekli elçiler gönderildi, insanlar sürekli uyarıldı.
Ama tüm bunlara rağmen öyle nesiller türediler ki Allah’la olan
bağlantılarını kaybettiler. Şehvetlerine ve azgınlıklarına kapılıp
uydular. Yine de bir azınlık hep vardı. Aklını kullanan, iyiler hep
oldu. Onları doğruya ulaştırılan Allah’tı. Onlar da denendiler.
Yoksullukla da, hastalıkla da ve birçok acı tecrübelerle de.
Kendilerinden önce gelenlerin bir benzeri başlarına gelmeye hep
devam etti. Ama onlar sabırla ve takvayla mücadeleye devam
ettiler. Çünkü insan bir zorluk (acı, sıkıntı, keder dolu bir sınav
üzere) ile (90:4) yaratılmıştı.
81
İnsanlar hep Rablerine yakınlaşmak üzere bir yaratılışta idiler.
Ama kimisi bunu arkasına attı, kimisi ise onun üzerine şeytanın
dinini, şeytanın sözlerini katıp üzerine basarak yeryüzünde
yükselmeye kalktı. Çoğunluk da hem nefsine hem de onlara uyup
aldandı.
İşte Âdem’in bir oğlu da Allah’a kendisinin daha yakın olduğu
iddiasını insanlara ve kardeşine kabul ettirmeye kalktı. Dini
adına, Allah adına kardeşini öldürdü. Oysa Allah, iddia edenleri
değil kendisine gerçekten yakın olanları çok daha iyi bilirdi. Onlar
alan değil, hep veren tarafta olurlar ve karşılığını Allah’tan
beklerlerdi. Onlar kardeşlerini öldürmek için el uzatmazlardı.
Bilirlerdi ki, kim bir nefsi bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse
bütün insanları öldürmüş gibi olurdu.
Kim de maddi manevi bir insanı diriltirse bütün insanları
diriltmiş gibi olurdu. İşte Âdem’in bir oğlunun bu kötü davranışı,
sonradan pişman olmuş olsa da, dinde bölünmenin ve bölenlerin
kim olduğunun en belirgin örneği olarak bugüne kadar ayet olarak
gelecekti.
Kim dünyada bugüne kadar ölümsüz kalmıştı ki, dünyaya bu
kadar meyledişin akıl kârı bir karşılığı olsun! Hangi akıl sahibi,
bir gün ayrılacağını bile bile o ülkede geçerli malı ve parayı başka
bir ülkeye taşımak için tüm ömrünü harcar? Hangi akıl sahibi,
ölümsüz gibi bu dünyayı biriktirir? İnsan!
Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik. Şimdi sen
ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar?
Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da
deniyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.
82
Bir yere dönülecekse daha önce orada olmak gerekir.
Döndürülüş aşaması, daha suretlendirilmemişken başlangıçta
orada olduğumuzun bir diğer delilidir. Kendisi yeryüzünde doğdu
diye tüm hayata yeryüzünde başladığını zannetmek büyük bir
bedbahtlıktır. Sadece bedence ölünecek bir yerdeyiz ve gerçek
ben’imizle ol’maya devam ediyoruz. Hem korunuyoruz hem de her
sözümüzle ve her yaptığımızla bir kitaba kaydediliyoruz. Ve o
kitabı bir gün elimize aldığımızda yüzümüzün ne kadar
kızaracağını ve kimin karşısında kızaracağını hatırlayarak,
Allah’tan daha burada iken af dileyip, onları iyiliğe çevirmesini
istemeliyiz.
Üzerinde gözetleyici-koruyucu bulunmayan hiçbir nefis
yoktur.
İşte şu anda yaşadığımız, yaratılışın üçüncü süreci olan
denenme sürecidir. O zaman çizgisinin şu anda tam üzerindeyiz.
Yarın ise dördüncü aşama gelecek. Ölüm! Sonra beşincisi, yeniden
diriliş… Ve sonuncusu, döndürülüş.
Bu yaratılış çizgisine mutlaka ölüm, yeniden diriliş ve
döndürülüş de dâhildir. Ancak bu kitabın esas konusu diriliş değil,
şu anımıza kadarki yaratılış süreci idi. Buna rağmen ilk
bölümlerde belirttiğim gibi, ölüm ve yeniden dirilişten itibaren
sürece dâhil bazı ayetler, yaratılışın ilk evrelerine dair çok önemli
ipuçları verdiği için, onlardan da kısaca bahsetmem gerekir…
Ölüm ve Kıyamet
O ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de “İşte bu senin
yan çizip kaçmakta olduğun şeydir” denildiğinde.
83
İşte yukarıdaki tek bir ayet. Başı sonu belli. Neden böyle bitti
dersiniz? “denildiğinde” ne oluyor? Orada cevabı yok. Çünkü
cevabı müteakip ayette…
Sur’a üfürülmüştür. İşte bu tehdidin gerçekleştiği gündür.
Dikkat ettiğinize eminim. Ölüm bir süreç işi. O ölüm anının
zamanı son nefes kadar kısa belki de. Ama ölenin algısında ölüm
gerçeğinin hak olduğunu belki de kendi algısıyla uzun ve net bir
kabul ediş var. Peki, son nefes bittiği andan sonra ne oluyor?
Belki bu mekânın zamanından gayri kısa bir uyuma gibi… Engel
geçilip hemen ardından sur’a üfürülmüş olunuyor. Arada ne bir
kabir azabı var ne de bir sorgu. Sadece gerçeğe uyanış var.
Tehdidin gerçekleştiği gün, öldüğümüz günmüş meğer.
Demek ki kıyamet bize sabah kadar yakın, hatta belki bir nefes
kadar yakın. Saatin kopmuş olduğu güne uyanmak işte o kadar
yakın. İster 2019’da kopsun ister 22219’da hiçbir şey fark etmiyor.
Öleceğiz ve az sonra anlamış olarak dirileceğiz. Bizse halen
uykudayız.
Yeniden Diriliş Nasıl Olacak?
O, ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır. Ölümünden
sonra da yeri diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız. Sizi
topraktan yaratmış olması O’nun delillerindendir. Sonra siz
yayılmakta olan bir beşer türü oldunuz.
Verilen örnek bize şunu gösteriyor… Yeryüzü nasıl ki evreden
evreye ve milyarlarca senede yaratıldı ve sonunda bir beşer türü
olarak bizler var olduk… Aynı biçimde benzer evreler neticesinde
84
işleyecek benzer uzunlukta bir süreçten sonra yeniden diriltilmiş
olabiliriz. Şüphesiz yeryüzünü ölümünden sonra dirilten, ölüleri
de elbette dirilticidir (41:39). Bu aradaki uzun zaman dilimi bir
ölü için zamansızlıkta ve yok hükmündedir. Öleceğiz ve az sonra
sur’a üfürülmüş olarak dirileceğiz.
Sonra gerçekten, kıyamet günü diriltileceksiniz.
Hesap Günü
Hesaba çekilişle ilgili öyle ayetler var ki, tüm anlattığımız
yaratılış hikâyesiyle bire bir tutarlı ifadeler içeriyorlar. Bunların
önemli bir kısmı Kaf suresinde geçiyor.
Biliyorsunuz ki hesaba tek başımıza çekileceğiz. Kendi yapıp
ettiklerimizin karşılığını bulacağız. Peki o halde, Kaf suresinde
bahsedilen şu durum nedir? Kitap tutarlı olmak zorundadır.
Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir tanık ile gelmiştir.
Bu ayette geçenleri genellikle bizi sürüp götüren iki melek
olarak algılıyoruz. Gerçekten öyle mi acaba? Devam edelim
bakalım…
Andolsun sen bundan gafildin. İşte biz de senin üzerindeki
örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bu gün görüşün keskindir.
Nefse deniyor ki, üzerindeki örtüyü kaldırdık ve sen daha önce
seni örten bu şeyden habersizdin. Nasıl bir örtü bu? Ve nefis
ondan nasıl habersiz oluyor? Devam edelim…
85
Onun yakını (karinu-hu) dedi ki: Şu benimle beraber hazır
olan.
Yakını? Kimdir bu? Nefis onunla birlikte hazırmış. Melek mi?
Yoksa!
Atın cehennemin içine! Bütün inatçı kâfirleri! Hayra engel
olan, haddi aşan şüpheciyi!
Neler oluyor? Yoksa bazı meallerdeki gibi seslenilen melekler,
biri sürücü, biri şahit olanlar mı? Peki, o arada konuşan “yakını”
kimdi?
Ki o, Allah’la beraber başka ilah kıldı. O halde atın onu,
şiddetli azabın içine!
Kim bu ortak koşan kişi? Nefis mi yakını mı? Cevap, bir itirazla
geliyor…
Onun yakını (karinu-hu) dedi ki: Rabbimiz! Onu ben
azdırmadım. Çünkü o, uzak bir sapıklık (delalet) içindeydi.
Neler oluyor sizce? Eğer atılan sadece oraya hesaba getirilense,
yakın dostuna ne oluyor da hemen itiraz ediyor? Devam edelim.
Düğüm çözülecek.
Benim huzurumda çekişip durmayın. Ben size daha önce kesin
bir uyarı gönderdim. Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve
ben kullara zulmedici değilim.
86
Sözü hatırladınız umarım. Hani “Ben cehennemi cinlerden ve
insanlardan sana (İblis’e) uyanlarla dolduracağım” şeklindeydi.
İşte onun günü gelmiş durumda.
O gün cehenneme diyeceğiz: “Doldun mu?” O da: “Daha fazlası
var mı?” diyecek.
Tek başına hesaba çekilecek bir nefis. Onun yakını (karinası)
denilen, onu ben saptırmadım diyen kişinin, nefsin fücurunu
temsil eden şeytan olduğu bence açık. Bir taşıyıcı beden ve
içindeki takvadan habersiz, fücuru olarak karinası olmuş
cinlerden bir şeytan! Diyor ki, onu ben saptırmadım. Elbette ki
kavramsal.
Kaf suresindeki yakını (karini) olanın nefsin kendi fücuru
(kötülüğü-şeytanı) olduğuna dair çıkarımımdan ikna olmamış
olabilirsiniz. O halde bir de şunu dinleyin…
Kuran’da işitme ve görme duyuları takvayı bulmak için verilmiş
olarak simgelenir. Deri ise genelde beşerin bedeni yönü ile… Ve
Fussilet suresinde bunların nefis aleyhine şahitlik edeceklerine
dair de ayetler vardır. Hemen bitiminde cehenneme atıf getirilip
cehenneme atılış nedeni şöyle açıklanır…
Biz onlar için yakınlar (karineler-kurenae) hazırladık (kabuk
gibi üzerlerine kaplattık). Onlar da önlerinde ve arkalarında
olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinlerden ve
insanlardan kendilerinden önce gelip geçmiş toplumlar için
geçerli olan söz onların üzerine hak oldu. Muhakkak onlar
hüsrana düşmüş oldular.
87
Elinizdeki bu kitabı başından beri okumuşsanız burada neler
olduğunu, neyi anlattığımı daha iyi anlamışsınızdır. Karine
denilen yakınlar her kimse demek ki insanların üzerine örtülmüş,
karıştırılmış, musallat edilmiş… Onlar da süslü göstermişler her
şeyi. Aynen Allah’a isyan eden İblis’in dediğini yapmışlar. Ve
Allah’ın cinlerden ve insanlardan ona uyanlar hakkında verdiği
“cehennemi onlarla dolduracağım” sözünün muhatapları
olmuşlar. Yukarıdaki karinesiyle hesaba çekilen nefis sanıyorum
şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Her ayet yaratılış serüvenini
onaylıyor. Kitapta hiçbir çarpıklık yok ve alakasızlık da yok.
Döndürülüş
Döndürülüş aşamasında araf, cennet ve cehennem söz konusu
elbette. Gökyüzünü aşmak isteyenlere bir engelin söz konusu
olması, ateşin onları izlemesi… Ve de buna bağlı olarak göklerle
ilgili verilen bazı ayetler…
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar yeri, gökyüzünü bir bina
kıldı…
Hatırlarsanız karar yeri’nin “geçici bir mekân” olduğu anlamına
geldiği üzerinde daha önce delille konuşmuştuk. Bu ayette
gökyüzü için böyle bir şey denmiyor. Aksine “sizin için bina
kıldık” deniyor. Arada ciddi bir fark ve bence ciddi bir manidarlık
var. Burada bina’nın kelime anlamını hepimiz biliyoruz zaten.
İçinde yaşanacak yer. O halde, burada yeryüzü sizin geçici
mekânınız, kalıcı mekânınız ise gökyüzü denmiş olmuyor mu?
Andolsun, gökte burçlar kıldık ve onu gözleyen için süsledik.
Ve onu kovulan her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı
yapan olursa onu da parlak bir ateş izler.
88
İşte bu kalıcı mekânda bir takım burçlardan, (daha önce de
belirttiğim gibi) kanımca yıldız kümleri ve galaksilerden
bahsediliyor. Ve orasının kovulan her şeytandan korunduğu
belirtiliyor. Her şeytansa buna cin de dâhil ins de… Demek ki
şeytanlar da, şeytanlarına uyup kaybedenler de oraya, o binaya ya
da o binada herhangi bir yere ulaşamayacaklar. Ay’a gidebilirler,
belki Jüpiter’e de… Ama asla o parlak ateşle korunan duvarı
aşamayacaklar. Kimler? Kaybedenler! Ne zaman? Her zaman ve
buna Ahiret de dâhil. Bir de onun hakkındaki güzellikleri
kulaklarıyla duyup, bilip, buna rağmen oraya gidememek ne
büyük bir azap olsa gerek, değil mi?
Ey cin ve ins toplulukları! Eğer göklerin ve yerin
bucaklarından aşmaya güç yetirebilirseniz hemen aşın! Ancak
üstün bir güç ile (sultan- bi sultanin) olmadan aşamazsınız. Şu
halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve kızıl bir duman
salıverilir de kurtulup başaramazsınız.
Bu ayette “cin ve ins toplulukları” olarak adı geçen kelime çok
ilginçtir, birçok ayette kullanılan halk ya da ümmet kelimesi değil.
Ya ne? “Muaşera” diye bir kelime. Tanıdık geldi mi? Hani adab-ı
muaşeret kuralları vardı, hani görgü kuralları vardı ya!
Hatırladınız mı? İşte tam da o kelime. Muaşera, yani bir aradalık!
Bir arada olma durumu. Ayetteki ifade ne oldu şimdi?
“Ey cin ve ins bir aradaları!”
Böyle iddia edip bırakmayacağım elbette. Bu kelime Kuran
boyunca birisi bu ayet olmak üzere sadece üç yerde (6:128, 6:130
ve yukarıdaki 55:33’te) kullanılıyor ve her birinde de cinler
geçiyor. Herhangi bir toplumdan, ümmetten, halktan
89
bahsedilirken bu kelimenin kullanıldığı tek bir ayet bile yok.
Madem öyle, bakalım diğer iki ayette ne deniyor…
Onların tümünü toplayacağı gün “Ey cin muaşerası!
İnsanlardan çoğunu edindiniz. İnsanlardan onların dostları
derler ki: Rabbimiz! Kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim
için tespit ettiğin süreye ulaştık…
Ey cin ve ins muaşerası! İçinizden size ayetlerimi okuyan ve
size bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyaran elçiler
gelmedi mi? Onlar: “Kendimize karşı şahit olduk (kalu-
şehidna) derler. Dünya hayatı onları aldattı ve gerçekten kâfir
olduklarına dair kendi nefislerine karşı tanıklık ettiler.
Hesaptan sonraki döndürülüş aşamasında, tekrar göklere
dönelim… Kısaca demek ki gökler bir bina ve o binaya kötülerin
giriş izni yok. İster bir arada olsunlar ister ayrı ayrı! Ama
giremeyecekler. Ne şimdi ne de ahirette.
Yaratılışın önemli aşamalarını bir bir anlatan Araf suresi,
ilginçtir ki döndürülüş aşamalarıyla bunu birleştirerek bize ahireti
de anlatıyor aynı zamanda.
Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı
büyüklenenler için göğün kapıları açılmaz. Ve halat iğne
deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler. Biz suçluları
böyle cezalandırırız.
Yukarıdaki şihablardan bahseden ayetlerle birleştirdiğinizde ve
bugünkü bilimin size anlattıklarıyla yoğurduğunuzda eminim ki
90
sizin de benim gibi zihninizde bir harita oluşuyordur. Allah
kimseye zulmetmeyecek. Kötülüğün sadece bire bir karşılığını
verip onları işleyenleri bir daha çıkartılmayacakları bir yerde
bırakırken, göğün kapılarını kat be kat karşılıklarla iyilere
açacaktır.
Kötüler için cehennemden yataklar, üstlerine örtüler verken
(7:41), iman edenlerse cennetin ashabıdırlar ve orada sonsuz
olarak kalacaklardır (7:42)
Azabın ve ecrin nasıl olduğu Allah’ın takdirindedir. Biz O’ndan
gelenlerin hepsine razıyız.
“Bizi gerçeklere ulaştıran Allah’a şükürler olsun. Eğer Allah
bize hidayet vermeseydi doğruya eremeyecektik.”
…diyebileceğimiz güne hep birlikte ulaşmamız temennisiyle
biraz da şu cennet meselesini açalım ve öyle bitirelim…
91
Cennet ve Cehennem Nerede?
ennet, cehennem, araf gibi mekân bildiren kelimeler
tekil ya da çoğul olarak Kuran’da defalarca geçiyor… Ve
bu halleriyle aslında Kuran o mekânların ne olduğunu,
nasıl olduğunu, nerede olduğunu ya da olacağını açıklıyor. Buna
rağmen zanna ve rivayetlere çokça yüz verip ama ayetlerin ne
dediğine aldırış etmeden konuşan çok… “Acaba Kuran bize bu
konuda ne söylüyor?” diye konuşan ya da yazan pek yok… Kuran’a
göre cennet daima gökle ilgi halindedir.
Göğe yönelip yedi gök düzenleyen Allah…
Çoğunlukla çoğul biçiminde “es-semavat” olarak geçtiği halde
bu ayette olduğu gibi nadiren gökten tekil olarak bahis geçer. Bu
ayetten anlaşılan… Allah’ın tek bir göğe yönelip ondan yedi taneye
çıkarmasıdır. Buradaki yedi sayısı çokluk benzeşimi olarak
anlaşılabilir… Ancak açıklayan başka ayetlerde bunun katlar
halinde olduğunu da okuduğumuzda net sayı olarak da yedi
tanedir şeklinde çıkarım yapmamızda bir engel görünmüyor. Yine
de ister yedi olsun, ister çokluk anlamında… Her zaman tekil
geçen (el-ard) yeryüzünün üzerindeki bizim bildiğimiz
gökyüzünün ilk tabaka olduğunu ve bunun da (es-sema olarak)
kitapta tekil olarak geçtiğini anlayabiliyoruz. Şimdilik bu bilgiyi
cebimize koyalım… Lazım olacak…
Yüzünü göğe çevirdiğini görüyoruz…
C
92
Her ne kadar bu ifade bulunduğu halden ve mekândan kurtulup
özgürleşmek için yardım dilemeye atfediliyor olsa da yardımın
göğe bakıp isteniyor olması manidardır… Bizim de derin
duygularla yardım ararken göğe bakmamız bir rastlantı olmasa
gerek…
Genişliği gökler ve yer kadar olan cennet…
Bu ayet “Cennet ne kadar büyüklüktedir?” sorusunun cevabını
veriyor. Yine de cennetin büyüklüğünün göklerle ilişkilendirmesi
boşa olmasa gerek…
Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır…
Burada mirastan kastın… Zaten o varlıkları vermiş olanın
onların gerçek sahibi olduğu anlaşılıyor. Yoksa şu anda
yeryüzünün ve göklerin başkasının elinde olduğu… Ve sonra…
Bizim konuşma dilinde anladığımız anlamda… O’na miras kalacağı
değil… Burada konu bağlamında dikkat çekmek istediğim nokta
ise onlarla ilgili Allah’ın gelecek planları olduğudur… Ve O’nun
planına göre… Bir sona ya da devama sahip olacağı… Bir gerçek
olarak ortaya çıkıyor… Bu da cepte…
Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler… Rabbim sen
bunları boşuna yaratmadın derler…
Bu kadar büyük ve çeşitli yıldızlar, gezegenler ve gök cisimleri
arasında bir toz zerresi kadar bile büyüklüğü olamayan
Samanyolu galaksisinde… Küçük bir güneş sisteminde… Onun
93
içinde Dünya denilen ufacık bir gezegende… Küçük bir kara
parçasında… Küçük bir konutun bir odasının… Bir köşesinde…
Nefes alıyoruz. Bu kadar çok şey bu kadarcık bir hayat için mi? Bu
kadarcık bir mekân işgal edebilmek için mi? Elbette hayır! Bu
kadar basit olsa, bu kadar teşkilatın… Ve daha da önemlisi…
Bilimsel seviyemizin… Neden var olabildiğini ve halen yapıtaşını
açıklayamadığı bu aklımızın… Gereği var mı?
Şu anda sizinle beraber yaptığımız da ayette söylenen değil
midir? Bu kadar büyük bir evren… Ve belki de on dört milyar ışık
yılının ötesinde… Bugünkü zaman algımız dolayısıyla
göremediğimiz, bilemediğimiz öteler… Boşuna var edilmiş
olamaz. Varlığımıza ve yok olmamıza sebep olabilecek kadar
kusursuz bir denge içindeki evrende… İki santimlik bir göktaşı
çekiminin var olup olmamasına bağlı… Debelenen bunca
hayatlar… Boşuna var edilmiş olamaz. Bu kadar tesadüf,
tesadüfün tanımını bile yerle bir eder.
Havariler “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra
indirebilir mi?” demişlerdi…
Yine manidar bir örnek… Havarilerin istediği bir sihirbazlık
değil aslında… Eğer İsa’dan bir sihir istiyor olsalardı göğü işin
içine katmaları şart mıydı? Sanıldığı gibi Allah’ı mekânla ve
maddeyle de özdeşleştirmiyorlar… O’nun her şeyi kuşattığı
bilinciyle hareket edip, nimetini gökten bekliyorlar. Rabbi değil,
Rabbin nimetini gökte biliyorlar.
Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için
bir bayram ve bir belge olsun…
94
“Öncemiz ve sonramız” için… Öncemiz ve sonramız için bir
sevinç ve bir (ayet) delil olsun istiyorlar… Bilimsel birikimimizle
bu söylemi birleştirebilir miyiz? Bence birleştirebiliriz… Özellikle
de (ahir) sonramız için bir delil olarak sunulması yine çok
manidardır. Ahirde nimetlenilecek yer göklerdir. Bu anlamda da
istikbal (gelecek) göklerdedir.
Onlara bir delil/ayet getirmek için yerde bir delik açmaya veya
göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap)…
Burada elçiye ve onun şahsında elbette bize de bir sesleniş var…
Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ne kadar gerçeği ortaya koyarsak
koyalım… Gösterdiğimiz yazılı apaçık ayetlere… Anlaşılır akıl
yürütmelere ve bilimsel ve görünür bilgilere rağmen… İnsanların
büyük bir kısmı kitaba, ya bilmeden inandığını söylüyor ya da
onunla hiç ilgilenmiyor. O güne kadarki kirli ve ön kabullü
bilgileri üzerinde akıllarıyla düşünmekten ve yanılmış olmaktan
korkuyorlar.
Ayetin bu yönünü hatırladıktan sonra konumuzla ilgili ifadesine
geçtiğimizde açıkça görüyoruz ki… Büyük deliller yerde bir delik
açıp altını göstermekten… Ve daha da önemlisi göğe doğru bir
merdiven kurabilmekten geçiyor… Bunun da ne kadar manidar bir
söz dizisi olduğunu anlamak gerek… Geleceğin kötü tarafı yerin
altında, iyi tarafı ise göklerde… Adeta cehennem yerin altında,
cennet ise göklerde der gibi… Konu bağlamındaki kanıt göklerde…
İbrahim’e -kesin biçimde bilebilmesi için- göklerin ve yerin
melekûtunu gösteriyorduk…
95
Bu ayetin devamında İbrahim nebi Rabbini bulma yolunda
yıldızı, ayı ve güneşi teker teker deneyip aklediyor… Ve sonunda
Rabbinin onlardan biri ya da onların maddesel yönü ile
açıklanabilecek olmadığını… Onların da manen üstünde ve onları
var eden olduğunu anlayıp halkına anlatmaya başlıyor. Dikkat
çekmek istediğim nokta ise kesin bir bilinçle anlayabilmek için
göklerin ve yerin kanıtlar içerdiğidir.
O, karanın ve denizin karanlıklarından yolunuzu bulmanız için
size yıldızları var edendir…
Bu ayetin öncesinde ve sonrasında hem kozmik hem de
biyolojik anlatımlar vardır. Konu yıldızların, sadece biz düz bir
zeminde iken yol pusulası olmaları değil… Yeryüzü ve gökler ile
ilişkili olarak hem doğru ile yanlışı ayırt eden yolun açıklanması
hem de gelecekte gidilecek bir yolun manidar biçimde açıklanması
olabilir. Gelecek zaman, yıldızların ötesi ile ilişkilidir. Bu ayetin
hemen ardından gelen ayete bakın…
Sizin için bir karar (kalış) ve konuluş yeri vardır. Kavrayabilen
bir topluluk için ayetleri açıkladık…
Bir karar yeri… Yani kalınan yer… Konuluş yeri… Yaşanılacak
yer… Önce yıldızlarla bulunan yol... Ve akabinde bu ayet… Bir
önceki ayetteki açıklamanın sadece manen bir yol olmadığının
delili gibi durmuyor mu?
Onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat iğnenin deliğinden
geçinceye kadar cennete girmezler…
96
İşte tekrar geldik, belki de en can alıcı ayete… Açıkça cennetin
yolunun gökten geçtiği açıklanıyor. Şimdi cebimizden o tekil göğü
“es-sema”yı çıkaralım… Burada da aynısı var. Göklerin kapısı
değil, göğün kapısı açılıyor… Diğer göklere geçiş bildiğimiz göğün
geçilmesiyle mümkün.
Bu konunun üzerine birçok bilimsel kozmik araştırmayı konu
ederek birçok farklı çıkarım yapabilirsiniz. Zamanın izafiyetinden,
solucan deliklerine, paralel evren teorilerinden, kara deliklere,
diğer galaksilere olan mesafelerden, beşinci altıncı boyutlara
kadar neyi düşünürseniz düşünün… Ne çıkarımlarsanız çıkarın…
Ne şekilde olursa olsun hepsi kozmik bir seyahat içerecektir.
Evrende ya da görünür evrenin ötesine bir seyahat… Ve
inanıyorum ki bugün açıklanabilir olmasa da… Bu seyahat
açıklanabilir bilimsel tespitler içerecek ve Allah’ın evrensel
sünnetinin dışında olmayacaktır.
İşin ilginç taraflarından birisi de bunu başaran insanların o
kapılardan geçebilecek olması… Bu yeterliliğe ulaşamayanların o
kapılardan geçebilip bu seyahati gerçekleştirmelerinin mümkün
olmayacağıdır.
Göğün kapıları açılarak girilebilecek bir cennet ve bu ayetin
hemen ardından gelen ayetler… Cehennem ve cennet halinin ve
fiziki şartlarının da açıklanmaya devam edilmesi… Aynı anda iki
kesime ayrılan insanların da bu gerçeği Araf denilen geçiş
güzergâhında fark edişleri… Uzun… Üzerinde çok uzun
düşünülebilecek ve fazla bir zan’a düşmeden bugünkü bilimsel
tespitlerle bile uyum halinde olduğu anlaşılabilecek ayetler…
İsteyen okur, dileyen düşünür.
Tüm bunlarla birlikte bu geçiş evresinin nasıl olacağı ve o
aşamaya kadar neler olacağı ile ilgili ifadeler var kitapta… Bu
97
noktada konuya “saat” dâhil oluyor. Yıkılış saati… Kıyamete
götüren süreç… O da çeşitlenebilir.
Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır…
40’ıncı ayette gök kapıları kapatılan kişilerin 41’inci ayette
üzerlerine örtüler çekilerek girecekleri cehennemden
bahsedilmesi… İlginç değil mi? Cehennem yakınlarda bir yerlerde
olsa gerek…
Kendisine ayetleri verdiğimiz kişi yere saplandı…
Burada tabi ki bir benzetim var… Eriştiği bilgiye rağmen, o
bilgiyi kullanarak dünyaya meyleden kişi… Ancak yine de bu
teşbihin yere saplanmak şeklinde verilmesi “cehennemin tanımı”
açısından manidar olabilir.
Saat… Onun zamanını O’ndan başkası açıklayamaz. O,
göklerde ve yerde ağırlaştı…
Saat diye bahsi geçen şey “büyük vaka, ağır olay” ve benzeri
ifadelerle geçiyor. Ansızın gerçekleşeceği ve tümüyle haberdar
olunamayacağı bildiriliyor. Dikkat çekici nokta ise bu olayın yer
ve göğün çerçevesinde olacağıdır. Tam olarak (tamamen) bir yok
oluşa dair çıkarım epeyce zor.
Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı
olanlar ve bununla tatmin olanlar…
98
Dünya hayatına razı oluşun kötülerle ilişkilendirilmesi Allah’ın
isteyene istediğini verişi ile birleştirilirse acaba nihayette de
yıkılmış ve bozulmuş bir dünyanın cehenneme dönüşebileceğine
bir çıkarım olabilir mi?
Mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orada kahırlı nefes alıp
vermeler vardır… Onlar, Rabbinin dilediği şey hariç, gökler ve
yer sürüp gittikçe, orada süresiz kalacaklardır…
Burada dikkat kesileceğimiz ifade “gökler ve yer sürüp gittikçe”
ifadesidir… Demek oluyor ki cehennem her nerede ise (ki bu
ayetten önce kabirlerden kalkılmış olan hesap gününden
bahsedilmektedir) gökler ve yerin varoluşu çerçevesindedir. Ebedi
oluşu onlara, mekâna bağlıdır…
Ancak buradan onların bir gün biteceği anlamını
çıkarımlayamayız… Göklerin ve yerin sürüp gidişinin
sonlanacağını ve böylece cehennemin de bir gün sona ereceğini
söyleyemeyiz… Çünkü bu bir kanıt pekiştirme ifadesi de olabilir…
Yani ebedi olarak orada kalmak, var olabildikleri yerin de ebedi
olduğunu pekiştiriyor olabilir… Arapça “Sürüp gittikçe ebediyen
orada kalacaklar” ifadesi Türkçede “sürüp gideceğine göre onlar
da orada hep kalacaklar” ifadesinin karşılığı gibi duruyor. Ancak
yine de zamanın izafiliği üzerinde konu farklı düşünülebilir.
Kalacakları yer ise, başka bir yer tanımlanmadığına göre, gök
kapılarından geçemeyenlerin kalacağı yerdir. Buradan (o gün
dönüşeceği haliyle) mevcut dünyanın ya da onun altının
olabilirliği ihtimali yüksek görünüyor…
Rabbin cehennemdekilere olası bir dilemesi ise ebediyeti
bozmayacağına göre… Yüksek adaleti dâhilinde kişilerin hak ettiği
99
bir dileyiş olacaktır… Cehennemin varoluşunun sona ereceği
anlamını taşımaz. Ancak Allah kaybedenlere hak edişinin bire bir
karşılığını verecektir… Cehennemlikler için, daha fazlasını değil.
Mutlu olanlar da, artık onlar cennettedirler. Rabbinin dilediği
şey hariç, gökler ve yer sürüp gittikçe, orada süresiz
kalacaklardır.
Hemen akabindeki bu ayet de cennet için aynı şeyleri
söylüyor… Gökler ve yer sürüp gittiği sürece kalınacak yer…
Demek ki cennet de bu yaratılış sınırlarında bir yerde… Rabbin
cennettekilere olası bir dilemesi ise ebediyeti bozmayacağına göre
merhameti dâhilinde daha olumlu bir dileyiş olacaktır… Cennetin
varoluşunun sona ereceği anlamını taşımaz. Cennetlikler için hak
ediş, yaptıkları iyi işlerin kat be kat fazlasıdır.
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz,
güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir.
O halde güzel işlerin ve başarının meyvesi de çok muhtemelen
göklerde olacaktır.
Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere)
dönüştürüldüğü gün… Allah’ın huzuruna çıkacaklardır.
Kimi meallerde “değiştirilmesi” diye geçişi hatalıdır… Burada
yerin ve göğün başka yer ve göklere dönüştürülmesi, onların yok
olup başkalarının getirilerek değiştirilmesi değil, zaten var
olanların bir değişim, dönüşüm geçirmesidir. Dolayısıyla cennet
ve cehennemin bu sahada olacağı anlamı çıkıyor.
100
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, oradan yukarı
yükselseler de… İkna olmazlar…
Yine gökyüzünden açılacak bir kapıdan ve o kapıdan geçişin
gerçeği görüş ile ilişkilendirilmesi, varılacak müjdeli yer hakkında
aynı intibayı bize veriyor…
Andolsun, gökte burçlar kıldık ve onu gözleyenler için
düzenledik. Ve onu her kovulan şeytandan koruduk.
Bu ayet de, gökyüzünün tekil geçtiği ayetlerden biri… Burçlar
yıldız kümeleriyse ve gözle görülebiliyorsa bu kümeler Samanyolu
galaksisinin içinde olmalı. Bu anlamda “yakın göğün yıldızlarla
donatılması” ayeti (37:6) ile örtüşüyor. Eğer cennet göklerde ise…
Onun da Samanyolu galaksisinin dışında olma ihtimalinin daha
olabilir olduğu çıkarımlanabilir… Ama elbette bilimsel
seviyemizin geldiği nokta bu çıkarımımızı zamanla güncellenerek
izdüşürebilir de.
Ayrıca arafı aşmadan önce toplanan insanların cehennemi
açıkça görecek biçimde diz üstü çökmüş vaziyette çevresinde
olacakları… Oradan iman edenlerin kurtulacaklarını ve
diğerlerinin içine bırakılacaklarını anlatan ayetler de bu görüşü
destekler niteliktedir.
Tüm okuduklarınız hüküm değil, sadece ufuk paylaşımıdır. Gök
kapılarından en büyük mutlulukla geçmeniz temennisiyle…
Yaratılış Kalemi 2.Sürüm
Cengiz Yardım
Kalemzáde e-kitap2016 [email protected]
Nisan 2016|DARICA
Kitabın tüm hakları yazara aittir
Hiçbir içerik, yazarından izin alınmaksızın kullanılamaz
Paylaşılabilir ancak ticari değildir
Para ve sair yollarla satılamaz
All rights reserved to the author
On behalf, any content of the book can not be used without permission
Can be shared but not commercial
No permission for sale
102
Yaratılış Kalemi 2.Sürüm
Cengiz Yardım
Kalemzáde e-kitap2016 [email protected]
Nisan 2016|DARICA
Kitabın tüm hakları yazara aittir
Hiçbir içerik, yazarından izin alınmaksızın kullanılamaz
Paylaşılabilir ancak ticari değildir
Para ve sair yollarla satılamaz
All rights reserved to the author
On behalf, any content of the book can not be used without permission
Can be shared but not commercial
No permission for sale