321

Atatürk Kültür Merkezi Dergisi Sayı 2012 J o u r n a l o f

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Nisan, Ağustos ve Aralık Aylarında Yayımlanan Uluslararası Hakemli Dergi

International Peer Reviewed Journal Published in April, August and December

A t a t ü r k K ü l t ü r M e r k e z i D e r g i s i S a y ı 2 012

J o u r n a l o f A t a t ü r k C u l t u r e C e n t e r I s s u e 2 0 1 2

6363

ISSN

:101

0-86

7-X

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİHYÜKSEK KURUMU

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ

ATATÜRK SUPREME COUNCIL FOR CULTURE, LANGUAGE AND HISTORYATATÜRK CULTURE CENTER

TÜBİTAK / ULAKBİM, SBVT (Sosyal Bilimler Veri Tabanı)tarafından dizinlenmektedir.

Atatürk Kültür Merkezi Dergisi

Atatürk Kültür Merkezi Dergisi

Yıl / Year: Ağustos 2012Sayı / Issue: 63

Kurucusu / Founder Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı (1913-1993)

Sahibi / Owner on behalf of Atatürk Atatürk Kültür Merkezi Culture Center adına Başkan Prof. Dr. Osman Horata

Editörler / Editors Doç. Dr. Recep Boztemur (ODTÜ) Uzm. Suzan Gür (AKM Uzmanı) Uzm. Alim Yanık (AKM Uzmanı)

Yazı İşleri Müdürü / Journal Ömer Çakır Administrator

Yayın Kurulu / Editorial Board Prof. Dr. Hakkı Acun (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. İsmail Hakkı Aksoyak (Gazi Üni.) Prof. Dr. Nihat Boydaş (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Nurettin Demir (Başkent Üni.) Prof. Dr. Melek Dosay-Gökdoğan (Ankara Üni.) Prof. Dr. Önder Göçgün (Pamukkale Üni) Prof. Dr. Recep Kılıç (Ankara Üni.) Danışma Kurulu / Advisory Board Doç. Dr. Feriha Akpınarlı (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Şerif Aktaş (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet Ali Bayhan (Ordu Üniversitesi) Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu (Mimar Sinan Üni.) Prof. Dr. Remzi Demir (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Bekir Deniz (Akdeniz Üniversitesi) Prof. Dr. Nevin Güngör Ergan (Hacettepe Üni.) Prof. Dr. Muhsin Macit (Anadolu Üniversitesi) Prof. Dr. Selçuk Mülayim (Marmara Üni.) Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak (Hacettepe Üni.) Prof. Dr. Mehmet Öz (Hacettepe Üni.) Prof. Dr. Mustafa Özkan (İstanbul Üni.) Prof. Dr. Nihat Öztoprak (Marmara Üni.) Prof. Dr. İsmail Öztürk (Dokuz Eylül Üni.) Prof. Dr. Kazım Yetiş (İstanbul Üni.)

Yönetim Yeri / Managing Office Ziyabey Caddesi No: 19 06520 Balgat-Ankara, TURKEY

Telefonlar / Telephones +90 312. 284 34 25 - 45

elmek [email protected] / web www.akmb.gov.tr

Süreli Yayın Dört Ayda Bir Çıkar

Abone İşleri / Subscription Vedat Demirbaş+90 312. 284 34 41Belgegeçer (Faks): +90 312. 284 34 23

Posta Çek Numarası 212938

ISSN 1010-867-X

Kapak Tasarımı / Cover Design Grafiker® Ltd. Şti.

Sayfa Tasarımı / Page Design Grafiker® Ltd. Şti.1. cadde 1396. sokak No: 606520 (oğuzlar mahallesi) Balgat-Ankara

tel +90 312. 284 16 39 Pbxfaks +90 312. 284 37 27

elmek [email protected] www.grafiker.com.tr

Baskı Yeri ve Tarihi / Press House and Date Grafiker® OfsetKazım Karabekir Caddesi Ali Kabakçı İşhanı 85/3 İskitler-ANKARA / +90 312. 384 00 18Ankara, 31 Ağustos 2012 / Ankara, 31 August 2012

Not: Makalelerdeki görüşlerin sorumluluğu yazarına aittir. Yazıların yayın hakkı merkezimize devredilmiş sayılır. Bu devir sanal ortamda yayımlanmayı da kapsar.

İÇİNDEKİLER / CONTENTS

Hakan ANAMERİÇ Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar

Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar (1839-1922) 1-46

The Policies for Libraries from the Tanzimat to the

Armistice (1839-1918)

Tülin ARSEVEN Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı 47-62

The Concept of Chronotope in the Cassandra Brand

Betül COŞKUN Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi

Kadriye Hüseyin Hanım 63-88

A Forgotten “Emîre-i Muhtereme” in Turkish Literature:

The Egyptian Princess, Ottoman Woman of Letters

Kadriye Hüseyin Hanım

Mustafa ERDOĞAN Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi 89-126

Rahmî of Bursa and Yenişehir Şehrengizi

Beyhan KANTER Meşrutiyet Döneminde Kadın Hakları

Savunuculuğunda Gelenekçi Bir Yazar:

Avanzade Mehmet Süleyman 127-152

Avanzade Mehmet Suleyman: A Traditionalist

Writer Advocates Women’s Rights Movement

during the Constitutional Period

Nezahat ÖZCAN İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin

“Eugene Delacroix” Şiiri 153-168

İbrahim Cehdi’s (Süleyman Nazif) Poem:

“Eugene Delacroix”

Fatih RUKANCI Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme 169-204

Physical Qualification of Manuscripts

Bahir SELÇUK Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine

Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi 205-222

A Sufi Comment on Zatî’s “Gördüm” Rhymed Ghazel

Hayrunisa TOPÇU Romandan Tiyatroya:Yaprak Dökümü, Eski Şarkı 223-246

From Novel to the Theatre: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

Ramilya Yurilina YILDIRIM Tatar Yazarı Galimcan Gıylmanov’un

“Uçan İnsanlar” Adlı Romanında Mitoloji 247-256

Mythology in Tatar Author Galimcan Gıylmanov’s

Novel, “Uçan İnsanlar”

Nihat BOYDAŞ Urfa Dağlarında Gezer Bir Ceylan 257-262

Alev Kahya BİRGÜL / Merkezimizden Haberler 263-311

Suzan GÜR / Ömer ÇAKIR

Erdem Yayın İlkeleri / Publication Policy 312

ÖZTanzimat Fermanı (1839) ile birlikte Osmanlı devletinde devleti

oluşturan temel kurumlarda bilgi üretim ve aktarım sistemini

oluşturan kurumlarda da önemli değişiklikler yaşanmıştır. Bunlar

içinde de en önem verilenleri hem askeri hem de sivil eğitim-öğretim

kurumlarıdır. Bu dönemde “devlet” olma özelliği ve devleti meydana

getiren unsurların / kurumların yönetilmesi ön plana çıkarılmaktadır.

Burada çalışmanın konusu gereği eğitim-öğretim kurumları ve bu

kurumların ayrılmaz birer parçası olan kütüphaneler ve bunların

toplumun bilgilenmesindeki rolleri üzerinde durulacaktır. Bilgi

merkezlerinin üretilen bilginin toplumsallaşmasında kullanılmasının

Osmanlı devletinin siyasi ve toplumsal yönden önemli dönüşümler

geçirdiği dönemler ışığında ele alınması, kütüphane kurumu ve onun

hizmetlerine olan bakış açısını ortaya koymakta daha verimli olacaktır.

Çalışmada, 1839-1922 yılları arasında kütüphaneler ile ilgili yapılmış

siyasi, hukuki ve kültürel gelişmeler örnekleriyle ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı-Türk kütüphaneleri, kütüphane tarihi, bilgi

üretimi, İstanbul kütüphaneleri, siyasi parti ve kütüphaneler, Tanzimat

dönemi kütüphaneleri.

ABSTRACTThe Policies for Libraries from the Tanzimat to the Armistice

(1839-1918)Tanzimat (1839) created significant changes not only in state

institutions but also in the institutions that constituted the system

of the production and distribution of knowledge. The most important

ones of these institutions were the military and civil educational

institutions. The reorganization of essential government institutions

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar

Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

(1839-1922)

Hakan ANAMERİÇ*

* Doç. Dr. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü, e-posta [email protected], [email protected]

H a k a n A N A M E R İ Ç

262

2012and institutions forming the knowledge production and dissemination

system have not only affected the formal organizational structure of the

state but also changed social, cultural and political life in the society.

We believe that state institutions should be analyzed by considering

both the relations among them and with the existing environment

in which they took place in order to have a clear understanding of

the effects of this reorganization. Therefore, we claim that Ottoman

libraries and their services must be examined in the light of various

periods that can be considered as cornerstones which deeply affected

social, cultural and political life in the Ottoman Empire. This paper

examines the reorganization of educational institutions in connection

to the libraries; and emphasizes the role of libraries in dissemination of

knowledge to society. This paper also aims to explain how libraries and

their services were comprehended and affected by the reorganization

of the state (1839-1922) with respect to political, legal and cultural

changes through related examples.

Key Words: Ottoman-Turkish libraries, modern history of libraries,

information creating, İstanbul libraries, political societies and libraries,

Tanzimat era libraries.

Giriş

Osmanlı devleti, XIX. yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren yeni bir yapılanma sürecine girmiş, başta eğitim kurumları olmak üzere, birçok alanda radikal değişimler yapmak durumunda kalmıştır. Bu

sürecin nedenleri, Batı dünyasında XVII. yüzyılda başlayan, Batı toplumlarını ekonomik, siyasal, hukuksal, kültürel ve bilimsel alanlarda yeniden dönüşüm sürecine sokan Bilimsel Devrim, Bilimsel Devrim’in siyasi hayata aksetmesi Fransız İhtilali ve ekonomik alana yansıması, Endüstri Devrimi, son olarak her üçünün ortak paydasından türetilmiş olan realizm akımıdır. Bu dönüşüm/gelişim süreci, toplumun çeşitli sınıflarındaki kişilerin yeni bilgi gereksinimlerini de ortaya koymuştur. Batı dünyasında matbaanın ve farklı türlerdeki bilgi kaynaklarının kullanımı ve bunların kullanımındaki strateji, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Batı dünyası ile Osmanlı devleti arasındaki mesafeyi açmıştır. Nitekim Osmanlı devleti, Batı dünyasının sanayi ve teknik alanlarındaki yeniliklerine ayak uydurmaya, önemli değişimleri yakından takip etmeye çalışmıştır. Ancak bunda sınırlı ölçüde başarılı olabilmiştir. Çünkü Osmanlı, temeldeki bilim ve tefekkür gelişme ve dönüşümlerine ister istemez uzak ve yabancı kalmaktaydı (Sayılı 1985: 309). Batı dünyasındaki atılım, uygarlık ve kültür gelişmeleri karşısında Osmanlı devleti, bu dünyaya kıyasla geri ve az gelişmiş bir toplum durumuna düşmüş bulunuyordu. Bu geri kalmışlığın nedeni sadece Batı’nın uygarlık ve kültürdeki gelişmelerine

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

3632012

ayak uyduramamış olması değildir. Diğer yandan Osmanlı’nın toplumsal ve ekonomik yapısı ve bunların temelini oluşturan yönetim sistemi askeri üstünlüğe dayanmaktaydı. XVII. yüzyılın sonlarında bu üstünlük de ortadan kalkmıştır. Bunun bir diğer nedeni Batı dünyasındaki bilimsel gelişme ve dönüşümleri Osmanlıların izlemek ve hatta bu gelişmelerle ilgilenebilmek durumunda bulunmayışıdır. Buradan çıkarılacak sonuç ise Osmanlı devletinin temel eksikliğini ortaya koymaktadır; bilgiye gereksinim duymama ya da gereksinim duyduğunun farkında olamama.

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda devlet olma özelliği ve devleti meydana getiren unsurların / kurumların yönetilmesi ön plana çıkarılmaktadır. Çalışmanın konusu gereği eğitim-öğretim kurumları ve bu kurumların ayrılmaz birer parçası olan kütüphanelere ve bunların toplumun bilgilenmesindeki rolleri üzerinde durulacaktır. Bilgi merkezlerinin üretilen bilginin toplumsallaşmasında kullanılmasının Osmanlı devletinin siyasi ve toplumsal yönden önemli dönüşümler geçirdiği dönemler ışığında ele alınması, kütüphane kurumu ve onun hizmetlerine olan bakış açısını ortaya koymakta daha verimli olacaktır.

1. Osmanlı Devletinde Çağdaşlaşma Çabaları Eğitim-Öğretim, Bilgi Üretim Sistemi ve Kütüphanelerdeki Yenilikler1.1. 1839-1876 DönemiTanzimat dönemi, Osmanlı sosyal, siyasal, kültürel, bilimsel ve hukuksal alanlarda farklı ve köklü değişikliklerin gerçekleştirildiği bir dönemi ifade etmektedir. Tanzimat, Osmanlı devletinin XVIII. ve XIX. yüzyılların sonu arasında Batı dünyasının sürekli baskı ve saldırıları karşısında içte güven ve bağlılığı sürdürmekte zorlandığı gayr-ı müslim tebaasıyla, dışta ise; kendisine karşı birleşen ve çıkarlarını elde etmeye çalışarak kendi yasa ve politikalarını kabule zorlayan güçler ile uzlaşma amacına yönelik olarak tasarlanan devleti yeniden düzene sokma imkanı kazandırmak için yapılan düzenlemelerin bütününü ifade etmektedir (Karal 1999: 1-32). Burada Batı dünyasının kullandığı önemli araçlar; bilim, teknik, eğitim, ekonomi, örgütlenme ve sanayileşmedir. Osmanlı devleti bu temel sorunları çözebilmek amacıyla yoğun bir siyasi sürece girmiştir. Dönemin siyaseti Tanzimat ile ortaya konulan düzenleme fikirlerinde vurgulanan temel görüş, eğitimin iyileştirilmesi ve buna bağlı olarak yeni bir sosyal yaşam ve dünya görüşü yaratmaktır. Bu nedenle, Tanzimat dönemi Osmanlı eğitim sisteminin de yeniden düzenlendiği bir süreci anlatmaktadır. İhsanoğlu’na göre (1992: 360) “Tanzimat Fermanı’nda açık şekilde eğitim ve bilim ile ilgili herhangi bir hedef öngörülmemiş ise de çok geçmeden yapılan ıslahatların bir netice vermediği ve ıslahatların eğitim temelli olması gerektiği Tanzimat’ın

H a k a n A N A M E R İ Ç

462

2012ilanından altı ay sonra ortaya konulmuştur.” Bunun yanı sıra sivil ıslahat yani gerçekleştirilecek yeniliklerin, halkın geniş kesimlerine indirgenmesi de bu dönemin önemli düşüncelerinden birini oluşturmaktadır. Yine, İhsanoğlu’nun aktardığına göre (1992: 361) “Sultan Abdülmecit öncelikle sivil ıslahat için ne yapılması gerekiyorsa bütün vükelanın tek bir düşünce etrafında birleşerek müzakere ve mütalaa etmelerini istemektedir. Daha sonra bu meramın, arzu edilen seviyeye gelebilmesinin, her hususta cehaletin ortadan kaldırılmasına bağlı olması sebebiyle, ilim ve fenlerin menbaı ve sanayinin kaynağı olacak mekteblerin icadı ve inşası için ilk işlerden addolunduğundan, memleketin münasib mahallerine kurulması gereken mekteblerin tanzim edilmesini ve halk eğitiminin çaresine bakılmasını emretmiştir.” Bu açıklamalar 1845’te Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye’nin açılışında sunulan hatt-ı şerifte bizzat Abdülmecit tarafından söylenmiştir. Sözü edilen belge (Mukaddemce… 1845) memleketin imarı ve halkın refahı için halkın eğitilmesine devlet tarafından verilen önemi göstermektedir. Padişahın bu sert fakat olumlu tutumu karşısında devlet mekanizması harekete geçmiştir. Abdülmecit kendi döneminde halk eğitimi ve okullar için fikirlerinin yanı sıra somut girişimlerini de göstermiştir. Örneğin, 1859 yılı genel bütçesinden yaklaşık olarak 31.000.000 kuruşluk bir pay bu yeniliklerin yapılmasında kullanılmıştır (İhsanoğlu 1992: 362).

Tanzimat dönemi öncesinde gelişen eğitim-öğretim kurumları, çoğunlukla askeri eğitim veren kurumlar olmasına rağmen Tanzimat ile birlikte sivil eğitim-öğretim kurumları da gelişme ve farklılaşma şansını yakalamıştır. Bu kurumların yanında devletin desteğiyle eğitim kurumları bünyesinde ve/veya vakıf kurumları olarak kurulan kütüphanelerin idaresinde de önemli değişiklikler olmuş, bu durum üretilen bilginin topluma aktarılmasında siyasi ve bilimsel yaklaşım tarzlarını da ortaya koymuştur. Tanzimat dönemi aynı zamanda farklı kamu kurumları bünyesinde de kütüphanelerin kurulduğu/oluşturulduğu ve Osmanlı kütüphane kültürünün yeniden şekillendirildiği bir değişim süreci olmuştur.

Tanzimat döneminde eğitim bilimsel bir bakış açısı kazanmaya başlayarak bu alanda bazı önemli eserler üretilmiştir. Yine bu dönemde, geleneksel öğretim yöntemlerinden kısmen uzaklaşıldığı, “kolaylıkla kısa sürede ve etkili öğretim yapmak” için bazı yeni yöntem / teknikler ile araç-gereç arayışına gidildiği görülmektedir. Mustafa Reşit Paşa ve diğer yenilikçi kadro daha önce padişah Aldülmecit’in destek verdiği, yeni ve etkili bir eğitim sisteminin kurulmasını, halkın eğitilmesini devletin felaketten koruyacak ve Tanzimat hareketini başarıya ulaştıracak en önemli çarelerden biri olarak görmüşlerdir. Eğitimin bu boyutta bir siyasal ve toplumsal

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

5632012

işlevi bulunduğunun ileri sürülmesi Türk eğitim tarihinde çok önemli bir saptamadır (Akyüz 1991: 389).

II. Mahmut (1808-1839) dönemi, Osmanlı devletinde yeniliklerin başlatıldığı bir dönemi ifade etmektedir. Abdülmecit (1839-1861) dönemi ve Meşrutiyet dönemlerine (1876-1877, 1908-1918) kadar olan dönemler ise; bu başlangıca uyum sağlama, onları kavrama dönemleri olmuştur. Söz konusu aşamaların ilki, dinsel geleneğin baskın olduğu eğitim alanı ile dünyevi değişimlere bırakılan yüksek eğitim alanı arasında başlayan uzaklaşmanın sonucu olarak kabul edilen sorunlardır. Dünyevi ve ruhani olanların birbirinden ayrılışına benzer bir ayrıma başlamakla birlikte, buradaki ayrılış dünya işleri ile ruhani işler arası ayrılma biçiminden çok, hayatın değişmeye açık yanı ile geleneğe bağlı yanı arasındaki ayrılışı ifade etmektedir (Berkes 1973: 203).

Üretilen bilginin kullanımı ve aktarımı, eğitim sistemindeki önemli bir dizi yenileştirme ile farklı bir boyut kazanmıştır. XVIII. yüzyılın son dönemlerine kadar genellikle medreselerde üretilen (aktarılan) bilgi bu dönemle birlikte farklılık kazanmaya başlamıştır. Medrese dışında kalan ve büyük çoğunluğu devlet tarafından kurulan okullar ilk, orta ve yüksek kademe olmak üzere üç temel düzeye ayrılmış ve müfredatları bu seviyelere göre yeniden düzenlenmiştir. Büyük bölümü devlet tarafından kurulan bu okulların bünyesinde kütüphanelerin kurulduğu kesin olarak belirlenememesine rağmen, kullanılacak ders araç-gereçleri arasında ders kitapları ve yardımcı kaynaklar vazgeçilmez bir konumdaydı. Bu dönemde, ders programlarına pozitif bilim derslerinin de girmeye başlamasıyla farklı kaynak gereksinimlerinin doğduğu ve bunların farklı kademelerdeki öğrencilerin faydalanmaları için sağlanması gerekliliği de bir gerçektir. Bu gereksinim, sözü edilen okullar içerisinde kütüphanelerin kurulmuş olabileceği olasılığını yükseltmektedir. Bu varsayımı kuvvetlendiren olay ise; 1845’te kurulan Meclis-i Maarif-i Umumiye’dir. Meclis-i Maarif-i Umumiye, iki daire halinde çalışmalarına başlamıştır. Bunlar ilmi ve idari dairelerdir. İlmi dairenin görevleri; okullar için kitaplar ve çeşitli bilim dalları ait eserlerin yazılması ve çevrilmesi ile halkın genel bilgisini yükseltmektir. İdari dairenin görevleri ise; Osmanlı devletindeki medrese dışındaki okulları, Maarif meclislerini, kütüphane, müze ve matbaaları düzenleyip, denetleyerek, yenilerinin açılmasını planlamaktır (Karal 1971, c.2.: 121).

Tanzimat döneminde medreselerin modernleştirilmesi için herhangi bir yoğun bir çaba harcanmamıştır. Ancak medresede eğitim görenlerin yavaş yavaş modern okullara ilgi göstermesi ve bu okullara geçmelerin başlaması, sözü edilen dönemde gerçekleşmiştir. Tanzimat döneminde eskiden

H a k a n A N A M E R İ Ç

662

2012devralınan Mühendishane, Harbiye ve Tıbbiye gibi okullar da değişmeye başlamıştır. 1846-47’de Mühendishane genişletilerek öğrencilerin birçoğu yurtdışına gönderilmiştir. Böylelikle bu dönemde yükseköğretimdeki reformlara da başlanmış oldu. Bu okulların yenileştirilmesi kapsamında yeni ders ve kaynak kitaplarının yazılması ve / veya çevrilmesi, modern eğitim tekniklerinin kullanılması, laboratuarlarda uygulama yapılması, yerli ve yabancı kaynakların yer aldığı kütüphanelerin oluşturulması gibi bir dizi plan yer almıştır. Sözü edilen okullardaki yeni düzenlemelerle ilgili olarak Charles MacFarlane’ın 1828’de İstanbul’da geçirdiği 16 aylık süre sonucunda yazmış olduğu anıları1 ilginç bilgiler vermektedir. Okulda (Tıbbiye) Paris, Londra ve Viyana’da bulunabilecek en yeni araçlar vardı. Küçük fakat iyi bir bitki koleksiyonu, bir tabiat müzesi, jeolojik örnekler koleksiyonu, çok yeterli bir kütüphane, elektrik aletleri, pil bataryaları, hidrolik basınç aletleri, fizik bilimlerinde deneyler için gerekli tüm araçlarla donatılmış bir laboratuar vardı. MacFarlane okulun kütüphanesini incelediğinde kitapların çoğunun Fransızca olduğunu belirtmekte; hatta bu kitaplar arasında Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren Baron d’Holbach gibi materyalist filozofların kitaplarının da bulunduğunu söylemektedir (Berkes, 1973: 235, 237). Charles MacFarlane’ın bu ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, II. Mahmut döneminde açılmış ve Tanzimat dönemi ile gelişme göstermiş olan yüksek okulların kendilerine ait büyük olasılıkla ayrı bir oda veya bölüm şeklinde, kendi alanlarıyla ilgili çeşitli dillerdeki kitapların bulunduğu kütüphaneleri mevcuttur. Ergin’in aktardığına göre (1942, c.2: 277) MacFarlane’ın yanı sıra Mirat-ı Mühendishane’nin2 yazarı Mehmet Esad da, mühendishane mektebinin iki kat üzerine dört dersanesi ve ayrıca muallimlere mahsus odaları, kütüphane ve matbaayı havi bir bina olduğunu talebelerin sıralarda ve sandalyelerde oturduğunu ve muallim kürsüsünün yüksekçe bulunduğunu belirtmektedir. Yine Mehmet Esad ve Ergin’in aktardığına göre (1895/1896: 58-59; 1942, c.2.:277-278); Baş Hoca İshak Efendi’nin derslerin işleniş tarzında da bazı değişiklikler yapmış olduğu da açıktır. İshak Efendi, her gün sabah erkenden öğrencilerin okulun kütüphanesinde toplanmalarını ve üçer kişilik gruplar halinde oturarak kendisinin vereceği dersleri bu şekilde dinlemelerini istemiştir. Dersin ikinci bölümünde öğrenciler tekrar okulun kütüphanesinde toplanarak matematik dersine başlamaktadırlar.

1 Bakınız, Charles MacFarlane, Constantinople in 1828: A Residence of Sixteen Months in the Turkish Ca-pital and Provinces: With an Account of the Present State of the Naval and Military Power, and of the Reso-urces of the Ottoman Empire, 1829, London: Saunders and Otley. (A.Ü. DTCF Kütüphanesi, Nadir 3347).

2 Mehmed Esad, Mirat-ı Mühendishane-i Berr-i Hümayun, İstanbul, Karabet Matbaası, 1312 (1895-1896). (A.Ü. DTCF Kütüphanesi, Nadir 3917 Sencer ).

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

7632012

Dersler soru-cevap şeklinde işlenmektedir. Üçüncü bölümde ise yine aynı mekanda mantık dersleri okutulmaktadır. Bu uygulamalardaki temel nokta, kütüphanelerin en azından derslerin de işlenebileceği gerektiğinde kaynaklardan faydalanılabileceği okulların bir parçası ve ders mekanı olarak algılanmaya başladığıdır.

Mehmet Esad’ın bir diğer eseri olan Mirat-ı Mekteb-i Harbiye’de Mekteb-i Ulum-ı Harbiye (1894)3, bir cami ile 400 öğrenciyi alabilecek iki büyük okul binası, kütüphane, hamam, hastane, eczane, matbah vb. binalar / bölümler yaptırıldı. Ve bunlarla ilgili her türlü eğitim-öğretim araç ve gereci sağlanmıştır. şeklinde açıklamada bulunmuştur. Daha sonraki dönemlerde Osmanlı devletinin modern anlamda önemli okullarından biri olan Tophane-i Amire’ye de bir kütüphane eklenerek Harbiye’ye bağlanmıştır. Sultan Abdülaziz’in Fransa’ya yaptığı seyahat sonucu kurulmasını istediği ve 1867’de açılan Mekteb-i Sultani’de de büyük ve zengin bir kütüphane kurulmuştur (Mehmed Esad 1895/1896: 12; Ergin 1942, c.2.: 401-402). Bu örneklerde de Tanzimat’tan önce kurulan modern eğitim kurumları bünyesinde büyük oranda kütüphanelere yer verildiğini bir kez daha kanıtlamaktadır.

1839-1863 yılları arasındaki çalışmalar daha çok ilk, orta ve lise düzeyindeki eğitim planlamalarını içermektedir. 1863’ten itibaren yoğunlukla yüksek öğretimde ve bilimsel kuruluşlar / akademiler ile ilgili yeni çalışmalar ve müfredat programları hazırlanmaya başlanmıştır. Osmanlı devletinde bilimin geliştirilmesi ve cehaletin ortadan kaldırılması amacıyla başlayan eğitim reformu ile önce geçici bir meclis kurulmuş (Meclis-i Muvakkıt), bu meclisin kararlarından biri çeşitli bilimlerin okutulacağı darülfünunun (üniversite) açılması olmuştur. Encümen-i Daniş adlı kurul, 1851 yılında inşaatı devam eden Darülfünun için ders kitabı hazırlanması amacıyla kurulmuş ancak Darülfünun’da 1863 yılında derslere başlandığında bu kurum tarafından Darülfünun’da okutulmak üzere hiç bir kitap hazırlanmadığı görülmüştür (Tervic-i… 1851; Mahmud Cevad İbnü’ş-Şeyh Nafi 2001: 41-43). Encümen-i Daniş, her şeye rağmen XIX. yüzyılın ortalarında başlayan Batı’ya yönelik gelişme ve modernleşme atılımının da önemli örneklerinden birini temsil etmektedir. Mustafa Reşit Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bu atılımda temel amaç,4 daha önceki dönemlerde çok da fazla ilerleme

3 Mehmet Esad, Mirat-ı Mekteb-i Harbiye, İstanbul, 1893-1894. (A.Ü. DTCF Kütüphanesi, 355.5 M335).

4 Ayrıntılı bilgi için bakınız, Takvim-i Vekayi, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851) tarihli gazetede ya-yımlanan nizamnamenin ikinci bölüm ilk maddesinde amaç oldukça açık bir biçimde ifa-de edilmiştir. “Encümen-i Daniş’in görevi, çeşitli bilim dallarında Türkçe kitaplar yazılma-sını sağlamak, bunları yurda yaymak ve Türkçenin geliştirilmesine çalışmaktır. Bu bağlamda Meclis-i Maarif ya da encümen tarafından hazırlanması veya çevrilmesi istenen bir kitap en-

H a k a n A N A M E R İ Ç

862

2012gösteremeyen ve desteksiz kalan bilimin ülke çapında yaygınlaştırılması ve Osmanlı toplumunun bilimsel bilgiden yararlanmasını sağlamaktır. Kurul üyelerinde aranan özelliklere de bakıldığında bu amaca o dönem ne kadar önem verildiği de anlaşılabilmektedir. Asil ve onur üyeleri herhangi bir bilim ve sanat dalında uzman olmak, yabancı dil bilmek, telif ve tercüme eserler verebilecek bilgi ve tecrübeye sahip olmak gibi özellikleri taşımak zorundadırlar. Ancak anlaşmazlıklar yüzünden bu kriterler tam anlamıyla uygulanamamış ve kurulun çalışmaları aksamıştır (Onur 1982: 29). Encümen-i Daniş, Osmanlı devletinde önemli bir bilimsel kurul olmuş, birçok tanınmış yerli ve yabancı üyesiyle5 döneminin en yüksek bilimsel tabakasını oluşturmuştur. Encümen-i Daniş’te ilk önce Kavaid-i Osmaniye ile ilgili bir lügat kitabı hazırlanması kararı alınmıştır. Bununla ilgili çalışma sonuçlanmadıysa da, tarihle ilgili Ahmet Cevdet Paşa, verilen 1774’ten 1824’e kadar Osmanlı tarihini yazma görevi tamamlamıştır. Ancak 12 cilt halinde muazzam Tarih-i Cevdet olarak bilinen Osmanlı Tarihi kitabı tamamlanmıştır (Uzunçarşılı 1982, c.4/1.: 152-153; Bilim 1985: 81-83; İhsanoğlu 1987: 6). Encümen-i Daniş’in hangi tarihte ve neden lağvedildiği hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bu ilk Türk Akademisi, yaklaşık 12 yıl hizmet vermiştir.

1839-1869 yılları arasında eğitim-öğretim alanında bu gelişmeler yaşanırken, Osmanlı devletinde çeşitli türde kütüphanelerin kurulmasına devam edilmiştir. Bu kütüphaneler daha önceki dönemlerde kurulanlar gibi Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne bağlı olarak hizmet vermektedir. Bu kütüphaneler arasında eğitim-öğretim kurumları ile de yakın bağlantısı olan en önemli örnek, Bezmialem Valide Sultan Rüştiyesi Kütüphanesi’dir. Yapının, Bezmialem Valide Sultan tarafından 1850’de adına yaptırdığı rüştiye bünyesinde kurulmuştur. Kütüphanenin kitabesinde “Bezmialem Valide Sultan bünyad eyledi, mekteb-i ilm eyle Ya Rabb her zaman bu mektebi, bir kütübhane bina kıldı derununda nefis, eyledi rüşdiyeye ali nişan bu mektebi….” ifadeleri yer almaktadır. Bu kütüphane, açılış kararı 1838’de alınmasına rağmen 1845’e kadar bir türlü açılamayan rüştiye okulları bünyesinde kurulan ilk kütüphane olma özelliğini de taşımaktadır. Rüştiyelerin yanı sıra, bu eğitim kurumlarına erkek öğretmen yetiştiren darülmuallimin okulları da açılmıştır. Bunlar arasında çalışmanın konusu ile

cümen tarafından seçilen bir kişiye verilir. Üyelerin belirtinle günlerde veya olağanüstü top-lantılara katılarak çeşitli alanlarda bilimsel çalışmaların geliştirilmesi ve bunların yaygınlaş-tırılmasına ve öğrenimlerinin basitleştirilmesi çalışmaları ve bunlarla ilgili Meclis-i Maarif’e öneriler götürülebilmesi encümenin asli görevleri arasındadır.”

5 Bu kurulun üyeleri arasında Sadrazam Mustafa Reşid Paşa, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, Sir James William Redhouse, Baron Joseph von Hammer Purgstall ve Thomas Xavier Bianchi de bulunmaktadır.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

9632012

de bağlantılı olarak, söz edilen darülmuallimin kütüphanesi ve müzesinin6 kurulması yer almaktadır.

Abdülmecit döneminde bibliyografik kontrol ve kütüphaneler adına önemli bir girişim olmuştur. Girişim, İstanbul’da kurulan kütüphanelerin toplu kataloğunun hazırlanması çalışmasıdır. 1850-1854 yılları arasında Ali Fethi Efendi7 tarafından gerçekleştirilen bu çalışmada, İstanbul’da bulunan ve padişah, sadrazam, şeyhülislam, valide sultan gibi kimseler tarafından yaptırılan 478 kütüphanenin kataloğunu hazırlamış ve El-Asar’ül-Aliyye fi Hazain’il-Kütüb’il-Osmaniye adı ile basılmıştır. Çalışma Osmanlı devletindeki ilk planlı bibliyografik kontrol çalışması olma özelliğini taşımaktadır. Sözü edilen eserin hazırlanma amacı,

“…murur-ı zamanla emr-i muhafazada bazı mertebe tekasül ve noksan vuku bulmuş ve bu husus pek çok kütüb-i mutebere ve nefisenin telef ve zayi olmasına bais olmuş ve zaman-ı tedkikat nişan-ı şahaneye gelince hiçbir vakıtta kütüb-i mevkufe-i islamiyenin hüsn-i idaresine kemal-i dikkat ve tekayyüd olunamamış olmağla hayf ki ekser kütübhaneler mesdud ve muattal kalmış ve meftuh-ül bab olanlar dahi mahluk-ül kitab olmak yani defatir-i kadimeleri huruf-ı heca üzre müretteb olmadığından başka fünun-ı şettaya dair olan kütüb-i mütenevvia bile gerek defterlerde ve gerek hazain-i kütüb derununda vaki dolablarda birbirine karışık bulunmağ ve şimdiye kadar kütüb-i şerife-i İslamiyenin esamiini mübeyyin ve Dar’üs-saltanat’ül-aliyye kütübhanelerinde mevaki ve mevaziini muayyen bir esami-i kütüb tertib ve tanzim olunamamış olmağ mülabesesiyle matlub olan kitabı arayıb bulmağ ve kangı kütübhane de mevcud olduğunu bilmek kütübhane kütübhane gezmek ve her birinin defterini baştanbaşa süzmek gibi suubet ve

külfet…” şeklinde dile getirilmiştir (Soysal 1998, c.1.: 91).

Bundan sonra _özellikle İstanbul için_ gerçekleştirilen katalog hazırlama çalışmalarında bu çalışma hareket noktası olarak kabul edilmiştir. Ancak bu

6 Ayrıca bakınız, Muallim M. Cevdet, “Darülmuallimin Kütüphanesi, Müzesi ve Tedrisat Mec-muası”, Tedrisat Mecmuası, (32), 1914. (Milli Kütüphane, 1960 SA 55).

7 1804-1857 yılları arasında yaşamış ve Encümen-i Daniş üyesi olan Osmanbey-zade Rusçuk-lu Ali Fethi Efendi olması muhtemeldir. Ayrıca bakınız, “Kütüphanelerde bulunan kitapların tasnifi ile meşgul olan Ali Fethi Efendiye atiye-i seniyye verilmesi ve rütbesinin terfii”. DAGM. BOA. A.AMD. (Sadaret-Amedi Kalemi Evrakı) 60/53, 1271.; “İstanbul Kütüphanelerinin Toplu Kataloğuna Dair”, Kütüphanecilikle İlgili Osmanlıca Metinler ve Belgeler içinde (384-386). Haz: İsmail E. Erünsal, İstanbul, İstanbul Üniversitesi, 1990. “İstanbul Kütüphanelerinde Mevcut Kitapla-rın Defter Olunmasına Dair”, Kütüphanecilikle İlgili Osmanlıca Metinler ve Belgeler içinde (381-383). Haz: İsmail E. Erünsal, İstanbul, İstanbul Üniversitesi, 1990.

8 Bu katalog (envanter) kayıtları, üç cilt ve on dört bölümden oluşmaktadır. Kütüphaneler ise şu şekilde gruplanmıştır: Padişahlar (selatin-i azam) tarafından kurulan 10, sadrazam ve ve-zirler (vüzera-yı fiham) tarafından kurulan 11, ulema (ulema-yı kiram) tarafından kurulan 11, Ağvat-ı benam tarafından kurulan 4, Belde-yi Eyyüb-ü Ensari 3, Canib-i Galata 5 ve Üsküdar 3 adet.

H a k a n A N A M E R İ Ç

1062

2012çalışma oldukça yetersiz ve karmaşık bir niteliktedir. En büyük eksikliği ise kitapların yazarlarının büyük bölümünün kayıtlarda olmamasıdır. 1851’de iki irade ile İstanbul’daki kütüphanelerde bulunan kitapların incelenmesi, yanlış kullanımlarının engellenmesi ve düzenlenmesi ve kayıt altına alınması da istenmiştir (Dersaadet… 1851; Dersaadet… 1856). 1862’de ise; İstanbul’daki kütüphanelerin sayılarının belirlenmesi yani bir envanterin çıkarılması istenmiştir (Dersaadet’te… 1862).

1862’de Türk bilim - eğitim tarihinde önemli bir gelişme yaşanmış ve ilk Türk bilim derneği olan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye Münif Paşa’nın öncülüğünde kurulmuştur. Bu dernek, Osmanlı bilimsel yaşamı içerisinde birçok ilki gerçekleştirmiştir. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kuruluş amacı; derneğin yayın organı Mecmua-i Fünun ve dönemin resmi gazetesi olan Tercüman-ı Ahval’de yayımlanan nizamnamesine göre;

“Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye kitâb telîf ve tercümesi ve umûmî ders itâsı ve’l-hâsıl her türlü vesâît-i mümkûne ile memâlik-i mahrûsa-i şâhânede inşâr-ı ulûm ve fünûna say ve ikdâm idecekdir. Cemiyyet ulûm ve maârife ve ticâret ve sınâyıa dâîr Mecmûa-ı Fünûn unvânıyla beher mâh ibtidâsında bir gazete çıkaracak ve işbû mecmûa lâ-âkall otuz iki sahifeden ibâret olarak azânın cümlesine meccânen birer nüshası itâ olunacakdır. Cemiyyet mesâîl-i diniyye ve zamân-ı hâl-i politikası mübâhisinden ihtirâz idüb kendûsüne takdîm olunan lâyihâlarıñ dahi mevâd-ı mezkûreden arî olmasına dikkat ve itinâ idecekdir.” şeklinde

belirlenmiştir (Cemiyet-i… 1862: 2; Cemiyet-i… 2006: 79-81). Dernek, Osmanlı devletinde kurulan gerçek anlamda ilk bilimsel

ve mesleki dernektir. Bunun yanı sıra derneğin yayın organı olan Mecmua-i Fünun, ilk bilimsel dergilerden biri olma niteliği taşımaktadır. Kütüphanecilik açısından ele alındığında ise; 1862’de derneğin bünyesinde oluşturulan kütüphane, ilk dernek kütüphanesi olarak tarihe geçmiştir. Dernek bünyesindeki kütüphane, kütüphanecilik açısından yalnız ilk dernek kütüphanesi değil, aynı zamanda geleneksel vakıf kütüphanesi dışında kurulan ve bir geçiş dönemini simgeleyen ilk kütüphane olarak da nitelendirilebilir. Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniye Kütüphanesi, içerdiği kitap ve süreli yayınlar değerlendirildiğinde hitap ettiği kesimin dernek üyeleri olduğu görülebilmektedir. Dermesinde büyük bölümü bağışlar ile gelmiş olan fen bilimleri ağırlıklı bir yapı göze çarpmaktadır, ayrıca dernek üyelerinin ve öğrencilerin güncel gelişmelerden haberdar olmak amacıyla çeşitli dillerdeki gazete ve dergilere de abone olunmuştur.9

9 Dernek, dernek kütüphanesi, kıraathanesi ve diğer faaliyetler için bakınız, Müjgan Cunbur, “Tanzimat’ın Kütüphaneciliğimize Etkileri”, Belleten, 28 (112): 691-700, 1964; Müjgan Cunbur,

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

11632012

1869’da Osmanlı devletinin eğitim-öğretim teşkilatı ve müfredatlarında kökten bir değişiklik yaşanmıştır. Bu değişim, 24 Cemaziyülahir 1286 (1 Ekim 1869)’da çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile gerçekleştirilmiştir. Nizamname genel olarak medrese dışındaki örgün eğitimi ilk kez en geniş biçimde düzenleme ve geliştirme amacını güden bir yasal belgedir. Bu belgede örgün eğitimin merkez ve taşra yönetim kademeleri gösterilmiş, örgün eğitim ilk kez ilk, orta, yüksek şeklinde derecelendirilmiş, üniversite, erkek ve kız öğretmen okulları, özel okullar ve tüm okulların ders programları belirtilmiş, öğretmenlik mesleği düzenlenmeye çalışılmış, eğitimin mali yönü ele alınmıştır. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre Maarif Nezareti’nde İlmi ve İdari olmak üzere iki daire kurulmuştur. İlmi Daire medreseler dışındaki tüm okullar için gerekli olan kitap, dergi ve Türk dilinde yazılmış olan ilim ve fen kitaplarının zamanında ve sırasıyla yazılması ve dilimize çevrilmesi işlerinden sorumludur. Aslında 1851’de kurulan Encümen-i Daniş’in görevini üstlenmiş durumdadır. İdari Daire’nin görevi ise, Osmanlı devleti bünyesindeki tüm okul, kütüphane, müze ve matbaaları denetlemek ve öğretmenlerin ödüllendirilme veya cezalandırılmalarına, onların özel davalarına bakmaktır (Maarif-i Umumiye… 1869; Mahmud Cevdet İbnü’ş-Şeyh Nafi 2001: 446-459).

Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde Darülfünun açılması (79. madde) ile ilgili bölüme kadar olan maddelerde kütüphaneler ile ilgili bir düzenlemeden bahsedilmemektedir. Öneri kütüphaneler ile ilgili düzenlemeler, Darülfünun bünyesinde bir kütüphane açılması 119. madde ile başlamaktadır. 120-123. maddeler kütüphanenin müdürü, bütçesi, derme geliştirme politikası ve kullanıcıları ile ilgilidir. 120. madde kütüphane müdürünün Darülfünun müdürünün tayin yazısı ve Maarif Nezareti’nin kararı / onayı üzerine atanacağı ve müdürün maaşının 2.500 kuruş olduğu, 121. madde kütüphaneye yıllık 5.000 kuruş bütçe ayrılacağı, 122. madde kütüphaneye hibe, vasiyet ve hediye ile de kitap kabul edileceği ve diğer kütüphaneler ile kitap değişimi yapacağı 123. madde ise kütüphaneden Darülfünun öğretim üyeleri ve öğrencileri kadar belirli günlerde diğer kullanıcıların da yararlanabileceği belirtmektedir (Mahmud Cevdet İbnü’ş-eyh Nafi 2001: 444). Nizamnamede yer alan bu maddeler daha önce orta öğretim kurumlarında oluşturulmaya başlanan kütüphane-okul / eğitim bağlantısını, yüksek öğretim kurumları için de gündeme getirmiş ve somutlaştırmıştır. Darülfünun Kütüphanesi’ne

“Münif Paşa ve Kütüphanelerin Yönetimiyle İlgili İlk Resmi Talimatname”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, 13 (1-2): 28-35, 1964; Müjgan Cunbur, “ilk Dernek Kütüphanemiz”, Türk Kütüp-haneciler Derneği Bülteni, 16 (1): 2-9, 1967; Ali Budak, Batılılaşma Sürecinde çok Yönlü Bir Osmanlı Ay-dını: Münif Paşa, İstanbul: Kitabevi Kitabevi, 2004, 197-207.

H a k a n A N A M E R İ Ç

1262

2012diğer okul/araştırma kütüphanelerinden farklı bir özen gösterildiği nizamnamenin 120. maddesinden anlaşılmaktadır. Bu maddede, kütüphane müdürünün padişah tarafından atanacağı belirtilmektedir.

Darülfünun’un yeniden açılışının planlandığı görülmüş hatta okulun açılışına ön ayak olan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin yürürlüğe girmesinden önce, okul içinde kurulacak kütüphaneye alınacak eserler için ciddi bir hazırlık yapılmıştır. Kütüphaneye alınmak üzere dönemin Mekteb-i Sultani müdürü Ernest de Salve tarafından hazırlanan liste dikkati çekmektedir. 29 Haziran 1869 (19 Rebiülevvel 1286) tarihli bir arize’nin eki olarak Maliye Nezareti’ne gönderilen bu listede, Fen Bilimleri (Fizik, Kimya, Botanik, Zooloji, Mineraloji, Astronomi, Kozmografya ve Jeoloji), Sosyal Bilimler (Tarih, Coğrafya ve Felsefe), Tıp, Edebiyat, Seyahat ve Matematik (Cebir ve Geometri) konularında eserlerin yer aldığı görülmektedir. Söz konusu eserlerin fen bilimleri ile ilgili olanların büyük bölümü Fransız bilim adamlarının çalışmalarıdır. Bunda de Salve’ın Fransız olması nedeniyle kendi ülkesindeki bilimsel gelişmeleri yakından takip ettiği sonucu çıkarılabilir. Fen bilimleri ile ilgili eserlerin döneminin modern bilim anlayışına uygun olarak hazırlanan, bilimsel devrimin yeni kuramlarını içeren çalışmalar olduğu ve tanınmış bilim adamları tarafından yazılmış oldukları da önemli bir özelliktir. Ernest de Salve tarafından hazırlanan bu listede, eserlerin konulara göre dağılımına bakıldığında en çok eserin fizik, kimya, matematik ve astronomi gibi pozitif bilimlere ait olan çalışmalardan oluştuğu ve mümkün olduğunca güncel eserlerin alınmak istendiği anlaşılmaktadır.10 Bu durumun Darülfünun açılışındaki amaç dolayısıyla dönemin bilim anlayışı ile örtüştüğü de bir gerçektir. Şenalp’e göre (1998: 9) kitap listelerinin incelenmesi sonucunda Darülfünun bünyesinde açılan Ulum-ı Tabiiye ve Riyaziye Şubesi’nde okutulacak dersler için tüm kitapların, Hikmet ve Edebiyat Şubesi için o dönem çalışmalarıyla Avrupa’yı etkilemiş düşünürlerin, edebiyatçıların belli başlı eserlerinin sipariş edildiği görülmektedir.

1869’da devlet tarafından açılan ve/veya desteklenen okullar dışında farklı bir kamu kuruluşu bünyesinde de bir araştırma kütüphanesi oluşturma

10 Ludwig Ferdinand von Hermann Helmholtz, Handbuch der Phsiologischen Optik, 1857, Gustave Adolphe Hirn, Théorie mécanique de la chaleur 1-2, 1862, Joseph Louise François Bertrand, Traité de calcul differential et de calcul intégral, 1864, Marcellin Bertholet, Leçons sur les methodes genéralis de synthesé en chimie organique, 1864, Adolphe Ganot, Traité élémentaire de physique expérimentale et appliqueé et de meteorologie, 1866, Charles Babinet, Études et Lectures sur les sciences d’observation et les applications pratiques, 1868. Bunun yanı sıra dönemin önemli dünya klasikleri de bu listede yer almıştır ve genellikle bir yazara ait tüm eserler ouvres complites ifadesiyle sipariş edilmiştir. Bakınız, “Darülfünun’da inşa olunan kütüphaneye konulmak üzere Paris’den kitap gönderileceği”, DAGM. BOA. İ.HR.. (İradeler-Hariciye), 238/14123, (25 Rebiülevvel 1286).

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

13632012

çabası dikkatleri çekmektedir. Bu girişim, 1868’de İstanbul’da kurulma çalışmalarına başlayan Rasadhane-i Amire bünyesindeki kütüphanedir. Kütüphanenin oluşturulması için 1869 yılında çok sayıda kitap, astronomi araç-gereçleri ve mobilya alınmıştır. Bu kütüphane içerdiği kitaplar açısından ele alındığında, döneminin önemli araştırma/ihtisas/kurum kütüphanelerinden biri olmuştur. Sonraki dönemlerde dermesi Rasadhane-i Amire yöneticilerinin (direktör) özel gayretleri ile de geliştirilen kütüphane, devlet desteğinin açıkça görüldüğü bir kurumdur. Türk kütüphane tarihinde devlet11 tarafından kurulan ilk kütüphanenin 1882’de yine İstanbul’da kurulmuş olan Kütübhane-i Umumi-i Osmani (Beyazıt Devlet Kütüphanesi) olduğu göz önüne alındığında, bu yolla kurulan ilk kütüphanelerden biri olduğu görülmektedir (Anameriç ve Rukancı, 2009: 235-236). (Bkz. Belge-1, Belge-2).

1.2. 1876-1908 DönemiXIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren daha çok yüksek öğretim alanında modernleşme çalışmalarına yoğunlaşıldığı görülmektedir. Özellikle I. Meşrutiyet’ten sonra _her ne kadar bir istibdat döneminden bahsedilse de_ büyük bir eğitim reformu başlatılmış, çeşitli düzey ve özellikte okullar açılmıştır. Bu okullar arasında Müze Mektebi ve Sanayi-i Nefise Mektebi kütüphaneler ve kütüphanecilik mesleği ile olan dolaylı ilişkileri sebebiyle ön plana çıkmaktadır. 1873’te Osmanlı devleti topraklarındaki eski eserlerin toplanması, gerekli kazı çalışmalarının yapılması kazı yapan yabancı ekiplerin denetlenmesi amacıyla bir Müze Mektebi’nin kurulması konusunda fikir birliği sağlanmıştır. Bu istek bir tezkire ile Maarif Nezareti’ne iletilmiş, okulun amacı ayrıntıları ile ifade edilmiş ve çalışmalar sonucunda bir müze ve kütüphane kurulması önerisi getirilmiştir.

Bilindiği gibi II. Abdülhamit dönemi (1876-1909) devletin dış güçler tarafından kontrol altında tutulmasını engellemenin ve bu devletlerin siyasi / ekonomik ve hukuki yönlendirmelerinden en az kayıpla çıkmanın planlandığı bir dönemdir. Bu dönemde Osmanlı devletnin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik durumun düzeltilmesinin yanı sıra, yurt içinde birçok iyileştirmeler de yapılmıştır. Bunların içinde yeni açılan okullar, daha önce açılması planlanan fakat açılamayan okulların tekrar eğitim-öğretime kazandırılması ve çalışmanın konusu ile doğrudan ilgili olarak kütüphaneler

11 Osmanlılarda kütüphaneler XIX. yüzyılın sonlarına kadar birer vakıf kurumu olarak kurulmuş ve işletilmiştir. Özellikle medrese, cami, tekke, okul ve saraylar bünyesinde kurulmuş olan kü-tüphaneler birer müessesat-ı ilmiye olarak kabul görmüş ve XIX. yüzyılda nezaretlerin kurulması ile örgütlenmeleri değiştirilmiş ve devlet desteği ile de kurulmaya başlamıştır.

H a k a n A N A M E R İ Ç

1462

2012ve kütüphanecilik ilgili önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmeleri kronolojik olarak ele aldığımızda aralarındaki bağlantıların da kurulması daha kolay olacaktır. İlk gelişme, 1877’de dönemin Maarif Nazırı olan Münif Paşa’nın İstanbul’da bir Kütübhane-i Umumi kurulması gerektiği konusunda verdiği tekliftir. Bu teklif sonucunda 1877 Aralık ayında Kütübhane-i Umumi adı ile bir kütüphanenin kurulması için çalışmalara başlanmıştır. Ancak 1882 yılının eylül ayına kadar sözü edilen çalışmalar çok ağır bir biçimde ilerlemiştir. Bunun en önemli nedeni 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) doğurduğu ekonomik ve siyasi sıkıntılardır. Bu girişim Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin kurulma çalışmalarının 1877’de başlatıldığını da kanıtlamaktadır.

İkinci gelişme, 1879’da Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile Maarif Nezareti yönetim ve denetimine giren vakıf kütüphanelerinde mevcut bulunan kitapların sayılarının doğru olup olmadığının kontrol edilmesi için tüm kütüphanelerin kataloglarının (defter) hazırlanarak yayımlanması ve bunun için bir komisyon kurulması için bir karar alınmıştır. Bu çalışma daha sonra İstanbul kütüphaneleri için genişletilmiştir. İkinci gelişme, 1881’de Maarif-i Umumi Nizamnamesi ile birlikte yürürlüğe girmiş olan kütüphanelerin yönetim şekilleridir. Bu tarihte yayımlanan Kütübhanelerin Suret-i İdaresi Hakkında Talimatname ile devletin yönetimine aldığı _medreseler bünyesindeki kütüphaneler hariç_ tüm kütüphanelerin görev ve hizmetleri tanımlanmıştır. Bu talimatnamede şu hükümler yer almasıdır. Kütüphane müdürünün kütüphanede bulunduğu sırada bile kütüphane dışına hiçbir şekilde kitap ödünç verilmeyecektir (3. madde). Bu hüküm hem dönemin içinde bulunduğu siyasi yapıya hem de geleneksel Türk kütüphaneciliğindeki var olan bilgi kaynaklarının korunması ilkesine de uygun bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. 4. ve 5. maddeler de 3. maddeyi destekler niteliktedir. Eğer hafız-ı kütübler kütüphane dışına kitap ödünç verir, kitapların kaybolmasına veya çalınmasına izin verirlerse gereken ceza hükümlerinde cezalandırılacaklardır. 5. madde de ise araştırmacılara sadece kütüphane içinde istedikleri eserlere erişim olanağı sağlanmaktadır. 6., 7. ve 8. maddelerde ödünç verilecek kitap sayısı ve kütüphanede yapılmaması gereken eylemler açıklanmaktadır. Talimatnamede kütüphanelerde bulunan eserlerin yıpratılmaması, kirletilmemesi ve zedelenmemesi için kullanıcılardan dikkatli olmaları istenmektedir. Talimatnamenin 16. maddesinde kütüphanecilerin seçiminde göze çarpan ilginç bir durum bulunmaktadır. Bu maddede eğer hafız-ı kütüblerden biri vefat eder veya iş göremeyecek durumda engelli olursa, diğer hafız-ı kütübler ya da Maarif Meclisi yeni bir hafız-ı kütüb seçiminde bulunacaklardır. Burada

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

15632012

hafız-ı kütübler veya kütüphanelerin bağlı olduğu makam bir mülakat yapma hakkına sahiptir. 17. maddede, Maarif-i Umumiye Nezareti İlmi Daire bünyesindeki Kütüphaneler Müfettişliği, bu talimatname uyarınca her kütüphanenin kitap mevcutlarını kontrol edecek ve kayıtlarını hafız-ı kütüblere tutturacaktır (Kütüphaneleri… 2006; Mahmud Cevdet İbnü’ş-Şeyh Nafi 2001: 207-209).

1882’de Osmanlı devletinin ilk devlet kütüphanesi olması düşüncesiyle hizmete açılan Beyazıt Devlet Kütüphanesi (Kütübhane-i Umumi-i Osmani) için çalışmalar tekrar başlamış ve Beyazıt’ta bulunan imarethane12 yenilenerek bir kütüphane binasına dönüştürülmeye başlamıştır (Bkz. Belge-3). Bu gelişmeden bir gün önce kütüphanenin kuruluşu hakkında irade13 verilerek, Maarif ve Evkaf Nezaretleri’ne gönderilmiştir. Bu konuyla ilgili 1 Muharrem 1300 (12 Kasım 1882) tarihli Vakit Gazetesi’nde bir makale yayımlanmış, makalede yayınlanan kitaplardan içerik yönünden değerli olanlar ve ulusal çıkarlara yararlı olanlardan birkaç nüshanın kurulacak bu kütüphaneye verileceği ve kullanıma sunulacağı belirtilmiştir. Bunun yanı sıra yapılan araştırmalar sonucunda bulunan ve az sayıda olan kitaplar da bu kütüphaneye getirilecektir. Makalede bu kitap toplama çalışmalarının yalnızca hükümet tarafından değil, zengin kitap dermelerine sahip kişilerin de yardımlarıyla yapılabileceği vurgulanmakta ve bu kişilerin kütüphaneye hediye ve/veya bağış yapmaları çağrısında bulunulmaktadır. Bu açıklamalardan kütüphanenin kuruluş ve işleyiş amacı ile ilgili olarak yeni çıkan ve nadir eserlerin bulunduğu bir devlet kütüphanesi olarak değerlendirildiği, aynı zamanda da çok açık ifade edilmese de bir tür merkezi/bölgesel kütüphane olarak düşünüldüğü sonucu çıkarılabilir14. Eylül 1882’de Başvekalet Dairesi Divan-ı Hümayun Vilayat-ı Mümtaze ve Muhtare Kalemi tarafından bir irade-i seniyye hazırlanmış ve Osmanlı devleti sınırları içerisinde terk edilmiş ve kullanılmayan kütüphanelerde ve mekanlarda bulunan kitapların kaybolup yok olmamaları için İstanbul’da toplanmaları gerektiği

12 Ayrıca bakınız, “Beyazıt İmareti ile Misafirhane-i Askeri arasındaki vakıf karyelerinde bulunan ahalinin ikameti için yapılmış olan binanın kütüphane-i umumiyeye dönüştürülmesi”. DAGM. BOA., İDH (İradeler-Dahiliye), 1295/-2/102038 ve 69315 nolu ek, 15 Zi’l-kade 1299 (28 Eylül 1882).

13 Ayrıca bakınız, DAGM. BOA. Ayniyat Defterleri fonuna 1421/931’de kayıtlı 14 Zil’kade 1299 (27 Eylül 1882) ve 16 Zil’kade 1299 (29 Eylül 1882) tarihli belgeler. Bakınız Belge-4.

14 Bu fikri destekleyen görüşler için bakınız; “Kütübhane-i Umumi Hakkında”, Çev: Fatih Rukancı, Osmanlıca Belgelerde Kütüphaneciliğimiz içinde (131-136). Yay. Haz: Fatih Rukancı ve Hakan Ana-meriç, Ankara, Türk Kütüphaneciler Derneği, 2007, s. 133, 135; R. Tuba Çavdar, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadar Osmanlı Kütüphanelerinin Gelişimi, İstanbul, İstanbul Üniversitesi (Yayınlan-mamış Doktora Tezi), 1995, 2. 85; BA Ayniyat Defterleri 1243.

H a k a n A N A M E R İ Ç

1662

2012belirtilmiştir. İstek daha önce de değinildiği gibi İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde bulunan kütüphanelerden önemli sayıda eserin Batı ülkelerine götürülmesinin engellenmesiyle doğrudan ilişkilidir. İradede başta Bulgaristan olmak üzere tüm vilayetlerde bulunan ve atıl vaziyette olan mekanlardaki kitaplar İstanbul’da toplanacak ve bu işlem için gerekli olan bütçe Maliye Nezareti tarafından karşılanacaktır. Söz konusu çalışmanın gerçekleştirilmesi için ise kitapları hem fiziksel hem de içerik yönünden değerlendirebilecek biri görevlendirilecektir (Mahall-i metruke… 1882, Bakınız Belge-3/1 ve Belge-3/2). Aslında 1879-1884 yılları arasında hatta 1894’e kadar kütüphaneler ile ilgili çalışmaların bir bütünlük içerisinde olduğu ve büyük oranda birbirini tamamlar nitelikte olduğu gözlemlenebilir.

Dönemin en önemli gelişmesi 1884’te Kütübhane-i Umumi-i Osmani’nin açılmasıdır. Kütübhane-i Umumi-i Osmani’yi diğerlerinden ayıran ilginç bir özelliği de vardır. Kütüphanenin inşaatı bizzat sadrazam Said Paşa tarafından denetlenmiş ve daha önemlisi, II. Abdülhamit kütüphanenin inşaatı için kendi bütçesinden yardımda bulunmuştur. Bu iki davranış kütüphanenin kurulmasına verilen önemi ve ilgiyi de göstermektedir. Kütüphane, 24 Haziran 1884’te devlet ricalinin de katıldığı bir törenle hizmete açılmıştır. Kütüphane 30 yıl içinde dermesini 5’e katlamış, kitap sayısı 4.164’ten 23.320’e çıkmıştır (Duman 1984: 3). Ancak Kütübhane-i Umumi-i Osmani’nin açılmasında doğrudan devletin çabaları olmasına rağmen, Saray’a gönderilen arizede ve yapılan diğer yazışmalarda kütüphanenin büyük oranda diğer İstanbul kütüphanelerinde atıl ve yıpranmış halde bulunan eserlerin bir araya getirildiği bir mekan olarak düşünüldüğü görülmektedir. Kütüphane, diğer kütüphanelerdeki değerli eserlerin, yeni basılan ve halk yararına kullanılabilecek iyi nitelikteki yayınların toplanacağı bir bölgesel merkezi kütüphane şeklinde de düşünülmüş olabilir. Kütübhane-i Umumi-i Osmani, umumi / milli / halk gibi farklı özellikleri ifade eden isimler ile kullanılmıştır. Ancak bunlardan hiçbirinin kurulma amacı ve üstlendiği görev tam olarak açıklanmamıştır. Tüm olasılık ve farklı bakış açılarına rağmen Beyazıt Kütüphanesi, devletin açtığı ilk kütüphanelerden biri olma farklılığını taşımaktadır.

1879-1894 yılları arasında yaklaşık 15 yıllık süre içerisinde kütüphaneler ile ilgili olarak gerçekleştirilen çalışmalarda, dönemin ideolojik ve siyasi yapısının etkin olduğu gözlemlenmektedir. Bu dönem içerisinde kütüphane kurumu devlet denetimine alınmış, kütüphane kurma ve geliştirme faaliyetleri devlet tarafından yürütülmeye başlanmıştır. Ancak bu görevin yerine getirilmesi, 1884-1908 yılları arası yalnızca Kütübhane-i Umumi-i Osmani ve Babıali Kütüphanesi ile sınırlı kalmıştır.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

17632012

Son önemli gelişme ise, vakıf kütüphanelerinin Maarif Nezareti’ne bağlanması ile beraber birer kamu kuruluşu haline dönüşen kütüphanelerin dermelerinin kontrol edilmesi ve kayıpların en aza indirilmesi amacıyla özellikle İstanbul’da bulunan kütüphanelerin kataloglarının hazırlanmasının II. Abdülhamit tarafından istenmesidir. Bu isteğin görünen yüzünde değerli ve nadir olan eserlerin yurt dışına çıkarılmasının engellenmesi yatmaktadır. Fakat dönemin siyasi durumu da göz önüne alındığında, bu basit nedenin ciddi bir düşünce olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından yaşanan sıkıntılar, Osmanlı devletinin Avrupalı büyük devletler tarafından siyasi baskı altında tutulmasına neden olmuştur. Bunun yanı sıra Bosna-Hersek, Ermeni ve Arnavutluk’ta da önemli karışıklıklar meydana gelmiştir. 1880’den itibaren II. Abdülhamit Batı’dan gelen bu tehlikeyi engellemek için hemen her alanda çok ciddi önlemler almış ve geniş bir haberleşme ağı kurmuştur. Bunun karşısında Batılı devletler Osmanlı devletinin çeşitli kademelerinde çalışmaları için Doğu kültürünü bilen kimselerin yetiştirilmesi için çalışmalar başlatmışlardır. 1881’de ise, İstanbul’da bulunan 4315 kütüphanenin denetlenerek bu kütüphanelerde yer alan kitapların tür ve sayıları ile ilgili bir katalog hazırlanması için tezkire yayımlanmıştır. Bu bağlamda 1884 yılına kadar Osmanlı devletinin genelinde mevcut olan birçok kütüphaneden ve kitapçılardan Doğu kültürü ile ilgili birçok eser kaybolmuş veya yurt dışına çıkarılmıştır. Söz konusu kaynaklar her ne kadar masum birer eser olarak görünseler de, her biri Osmanlı devletinin çeşitli bölgelerindeki, sosyal yaşantıyı, siyasi akımları, dini görüşleri anlatan tarih, coğrafya, siyaset, ekonomi ve dini konularındaki bilgi kaynaklarıdır. Bu nedenle bu gibi konularda hazırlanmış kaynakların yurtdışına çıkarılmaması ve kaybolmalarının engellenmesi için böyle bir siyasi karar alınmış olabileceği düşünülebilir. Ayrıca sözü edilen kütüphanelerde ne tür eserlerin olduğu, hangilerinin yararlı hangilerinin zararlı oldukları ve o dönem toplumun

15 1884 Hamidiye, 1887 Beşir Ağa, 1887 Çorlulu Ali Paşa, 1888 Ayasofya, 1888 Veliyüddin Carul-lah, 1890 Aşir Efendi, 1894 Amuca Hüseyin Paşa, 1894 Atıf Efendi. 1894 Düğümlü Baba, 1894 Esat Efendi (Çarşamba), 1894 Feyzullah Efendi, 1894 Halet Efendi, 1894 Hüsrev Paşa, 1894 İsmihan Sultan, 1894 Kalkandelenli İsmail Ağa, 1894 Mihrişah Sultan, 1894 Ragıp Paşa, 1894 Süleymaniye, 1895 Esat Efendi (Yerebatan), 1895 Eyüp Cami, 1895 Hekimoğlu Ali Paşa, 1895 Kılıç Ali Paşa, 1895 Laleli, 1895 Mahmut Paşa, 1895 Murat Molla Damadzade Kazasker, 1895 Selimiye, 1895 Selim Ağa, 1895 Medrese-i Servili, 1895 Valide Cami, 1895 Yahya Tevfik ve 1896 Damat İbrahim Paşa. Basım tarihi belli olmayan kütüphane katalogları ise Emir Hoca Ke-mankeş, Fatih, Köprülüzade Mehmet Fuat, Nuruosmaniye ve Yeni Cami. Agah Sırrı Levent’in Devr-i Hamidi Fihristleri’nin eleştirmesinin haklı yönleri vardır. Bu eleştirilere verilebilecek en önemli dayanak İstanbul’daki önemli vakıf kütüphaneleri olan ve kitap mevcudu bakımın-dan diğerlerine göre oldukça zengin olan Fatih ve Nuruosmaniye kütüphanelerine ait katalog-ların basım tarihlerinin bulunmamasıdır.

H a k a n A N A M E R İ Ç

1862

2012ne tür eserleri tercih ettiği de belirlenmiştir. Gelişme, hem kapsamlı bir bibliyografik kaynak hem de geniş bir istihbarat kaynağı olmuştur. Buradan hareketle 1884-1898 yılları arası İstanbul’daki 43 kütüphanenin katalogları hazırlanmış ve yayımlanmıştır16 (İstanbul ve… [1800]; Bayraktar 1982: 143-153; Güleş 1995: 173-180). Katalogların hazırlanmasına başlandıktan kısa bir süre sonra, İstanbul’da bulunan kütüphanelerde yer alan değerli eserlerin Avrupalı antikacılara satılması üzerine, bu nüshaların Kütüphane-i Umumi’ye devredilmesi kararlaştırılmıştır (İstanbul’da bazı… 1885). Kataloglar farklı tarihlerde basılmıştır. Katalogların büyük kısmının 1894’te basılmış olması çalışmaların 1894 yılı başlarında büyük oranda bitirildiğini ortaya koymaktadır. Bu katalogların mukaddime (önsöz, giriş) bölümünde şu ifadeler dikkat çekmektedir; İstanbul ve bilad-ı selasede vaki kütübhanelerdeki kütb-i mevcudenin her nasılsa şimdiye kadar matlub vechle defterleri tab itdirilememiş idi. Amal-i maali-i iştimal-i şahaneleri daima neşr-i maarife masruf olan padişah-ı maarif-perver şehinşah-ı adalet-güster -Sultan Abdülhamid Han-ı Sani- efendimiz hazretlerinin measir-i celile-i mülükdarilerine bir ilave-i cemile olmak ve erbab-ı ilm ve mütalaanın müracaatını teshil itmek üzere bu kerre …Kütübhanesinde mevcud kütb-i nefisenin işbu defteri Maarif Nezaret-i Celilesi tarafından tab ve teşmil kılınmışdır. Bu katalogların büyük bir kısmı Milli Kütüphane, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi ve İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

1894’te Devr-i Hamidi Fihristleri’nin basılmasından 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanına kadar kütüphane ve kütüphanecilik açısından Maarif Nezaret-i’nin 1310-1311 (1894-1895) ve 1311-1312 (1895-1896) yıllarına ait istatistikleri yayımlanmıştır. Bu istatistikler, İstanbul ve diğer vilayetlerde yer alan çeşitli derecelerdeki okul, öğrenci, öğretmen, kütüphane ve kitap sayılarını içermektedir. İstatistiklere göre, 1894-1895 yıllarında İstanbul’da 47 ve diğer vilayetlerde 276 olmak üzere toplam 323 kütüphane bulunmaktadır. Bu kütüphanelerden İstanbul’da bulunanlarda 71.129, diğer vilayetlerde bulunanlarda ise 112.602 olmak üzere toplam 183.731 adet basılı ve yazma eser bulunmaktadır. Bu sayılara bakıldığında Osmanlı devletinde bulunan kütüphanelerin % 14.6’sı İstanbul’dadır. Bunun yanı sıra toplam eserlerin % 63.5’i yine İstanbul’da yer almaktadır. Söz konusu yıllara ait istatistiklere göre İstanbul’da en fazla kitap bulunan kütüphane 8.054 kitap ile Kütüphane-i Umumi-i Osmani (Beyazıt Devlet Kütüphanesi)’dir. Bunun ardından 6.330 kitap ile Fatih Kütüphanesi, 5.053 kitap ile Nuruosmaniye Kütüphanesi gelmektedir. Yalnız kuruluş tarihlerine bakıldığında en hızlı gelişen

16 Bakınız, İstanbul ve bilad-ı selasede bulunan vakıf kütüphanelerinde mevcut kitapların tür ve adetleri (tarih-siz), -1/-1/21346 nolu Ev.d. (Evkaf Defterleri) fonuna kayıtlı belge.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

19632012

kütüphanenin Kütüphane-i Umumi-i Osmani olduğu görülmektedir. En az kitaba sahip olan dermeler ise 19 kitap ile Hekimoğlu Camii Kütüphanesi ve 21 kitap ile Kuyucu Murat Paşa Kütüphanesi’dir. İstanbul’da kütüphane başına düşen ortalama kitap sayısı ise 1.513’tür. İstanbul dışındaki diğer vilayetlerde bulunan kütüphanelerin dağılışı ise; % 8’i Balkan vilayetleri, % 53’ü Anadolu vilayetleri, % 2’si ada vilayetleri ve % 23’ü de Orta Doğu ve Arap vilayetleri şeklindedir.17 Bu vilayetler arasında en çok kütüphane Musul vilayetinde Anadolu vilayetlerinde ise en fazla kütüphane Bursa (Hüdavendigar) ve İzmir (Aydın)18 vilayetlerinde bulunmaktadır (Maarif-i Umumi… [1800]: 22, 25, 56-59). Bir sonraki seneye ait istatistiklerde de herhangi bir değişiklik olmamıştır (Maarif-i Umumi… 1901: 4, 22-25, 58-62). İstatistiklerde yer alan kütüphanelerin tamamına yakını daha önceki dönemlerde vakıf kurumu olarak kurulmuş kütüphanelerdir. Söz konusu döneme kadar yalnızca bazı okul kütüphaneleri, Rasadhane-i Amire Kütüphanesi ve Kütüphane-i Umumi-i Osmani devlet tarafından kurulmuş ve işletilmiştir. Bu nedenle dermesindeki gelişme diğerlerine göre daha hızlı ve seçici bir biçimde gerçekleşmiştir.

1890’ların başında kütüphanecilik tarihimiz açısından dikkati çeken girişimlerden bir diğeri de dönemin sadrazamı Ahmed Cevat Paşa’nın (1891-1895) çalışmalarıyla kurulan Babıali Kütüphanesi’nin hizmete girmesidir. Bab-ı Ali Kütüphanesi, kuruluş amacı ve dermesinin oluşturulması bakımından bu döneme kadar kurulan ve doğrudan devlet desteği gören diğer kütüphanelere göre farklılıklar göstermektedir. Çalışmanın konusu kapsamında ele alınan ve 1868’de kurulan Rasadhane-i Amire Kütüphanesi’ne benzer bir amaç güdüldüğü dikkati çekmektedir. Babıali Kütüphanesi’nin kuruluş amacı, Babıali’de (sadaret makamı ve diğer bakanlıklar) çalışan memur ve katiplerin mesleklerine ait eserlerden faydalanma isteğidir. Bu bağlamda kütüphanenin bir kurum kütüphanesi olduğu ortaya çıkmaktadır. 1891’de kurulma19

17 Çalışmanın tarih sınırlaması kapsamında başta Orta Doğu ve Doğu vilayetlerinde çok sayıda vakıf kütüphanesi de kurulmuş/oluşturulmuştur. Ayrıntılı bilgi ve tablolar için bakınız, Hakan Anameriç ve Fatih Rukancı, “Libraries in the Middle East During the Ottoman Empire (1517-1918)”, Libri, 59 (4): 145-154, 2009.

18 1921’de İzmir Vilayeti İstatistik Müdiriyeti tarafından hazırlanan İzmir Vilayeti Kütübhaneler İs-tatistiği adlı çalışmada İzmir’de 16 adet kütüphane bulunmaktadır. Bu kütüphanelerde çeşitli konu ve dillerde toplam 12.498 basma ve yazma kitap bulunmaktadır. Bkz. İzmir Vilayeti Kütüb-haneler İstatistiği, İzmir Vilayeti İstatistik Müdiriyeti, İzmir, 1921, s. 4-7.

19 Yazışmalar için bakınız, “Babıali’de bir kütüphane inşası”, DAGM. BOA. İ.HUS. (İradeler-Hususi) 9/1310-Ş042, 9 Şevval 1310 (26 Şubat 1893). Bu yazının elinde yer alan harcama ka-yıtlarında kütüphanenin karşıdan ve yukarıdan gösteren iki çizim de yer almaktadır. Söz konu-su belge(ler)de 13 Mayıs 1891 ile 3 Ağustos 1893 tarihleri arasındaki yazışmaları da görmek mümkündür. Bakınız Belge-7/1 ve Belge 7/2.

H a k a n A N A M E R İ Ç

2062

2012çalışmalarına başlanan kütüphane 1895’te hizmete açılmıştır. Kütüphanenin kurum kütüphanesi olmasının yanı sıra bir özelliği de derleme kütüphanesi olarak görev yapmasıdır. Bu derleme görevi, dönemin yayın politikası gereği yayınlanması ve dağıtımına ruhsat verilen eserlerin, Yıldız Sarayı’ndaki Kütüphane-i Hümayun’un yanı sıra bu kütüphaneye gönderilmesini isteyen Sadaret emri ile verilmiştir. Bu emirde kütüphanenin de kurucusu olan Ahmed Cevat Paşa’nın imzasının bulunması, kütüphanenin dermesinin geliştirilmesinde kendisinin de katkısının olduğunu göstermektedir. Hatta kütüphane henüz kurulmadan önce Maarif Nezareti tarafından ruhsat verilen eserlerin Babıali Kütüphanesi konulmasına karar verilmiştir. Ahmet Cevat Paşa bu çabasını, kişisel ilişkileri ile de ilerletmiş ve dönemin elçileri ile yaptığı yazışmalarda kütüphaneye yabancı dilde eserlerin de kazandırılmasını sağlamıştır.20 Babıali Kütüphanesi, kuruluş amacı, dermesi ve kullanıcılarıyla diğerlerinden ayrılan bir özelliğe sahip olmasının yanı sıra kurum olarak Babıali ve Saray arasındaki çekişmenin de yansımalarının görüldüğü bir kurum olmuştur. Bu çekişme, tamamen dönemin padişahı II. Abdülhamit’in yönetimde mutlak hakimiyeti tesis etme isteği ve bunun uzantısı olarak Babıali Kütüphanesi’nin kendi memurlarının işleri dışında farklı şeylere kafa yoracakları bir mekan olma olasılının varlığıdır (İbnülemin Mahmut Kemal İnal 1982, c.3., 1531-1532).

II. Abdülhamit döneminde kitap, basın-yayın ve kütüphaneler ile ilgili bir diğer önemli gelişme de ilk derleme çalışmalarının resmen başlatılmasıdır. Bu çalışmaların alanımız açısından önemi ise 25 Kanun-ı sani 1310’da (6 Şubat 1895) Şura-yı Devlet azasından Yusuf Hac tarafından hazırlanan tezkire ile ortaya çıkmaktadır. Tezkirenin derleme ile ilgili önerilerinin bulunduğu bölümün ilk maddesinde, Osmanlı devletinde basılan her dildeki kitap, gazete ve risalelerden iki nüshasının Kütübhane-i Umumi-i Osmani’ye, bir nüshasının Maarif Nezareti’ne ve bir nüshasının da Matbuat Müdürlüğü’ne verilmesi zorunlu tutulmuştur. 2. maddede Kütübhane-i Umumi’ye gönderilen gazeteler her sene biriktirilerek sonraki senenin başında ciltlenecektir. 3. madde hem kütüphane dermesinin zenginleştirilmesi hem de üretilen bilgi kaynaklarının aktarılmasını önermektedir. Bu maddede Kütübhane-i Umumi-i Osmaniye’ye verilen iki nüshanın amacının Osmanlı eserlerinin korunarak yok olmasının engellenmesi ve kısa zamanda zengin bir kütüphanenin oluşturulması ifade edilmektedir (Soysal 1998, c.3.: 137-139).

20 1451 adet kitap olduğu kütüphanenin kataloglarından anlaşılmaktadır. Kütüphanenin söz ko-nusu katalogları ve eserlerin dağılımı için bakınız, Murat Candemir, Babıali Kütüphanesi Katalog-ları, İstanbul, Titiz Yayınları, 2010.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

21632012

XIX. yüzyılın sonlarına kadar olan dönem içerisinde özellikle İstanbul’da kütüphaneler kurulmaya devam etmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar olan dönemde _ki bu sürece İstibdad Dönemi (1876-1908) denilmektedir_ devletin kütüphanelere bakış açısı çok olumlu değildir. Beyazıt Kütüphanesi’nin kurulması belki bu dönemde yapıldığından kütüphanecilik açısından önemli bir gelişme olarak görülebilir ancak, kurulma amacı ve görevi açısından pek de özerk bir yapıya sahip değildir. Özellikle 1881’den sonra yürürlüğe konulan uygulamalar, tüm ülke genelinde günlük ve siyasal yaşantıyı büyük ölçüde etkilemiş, sansür, yasaklama ve istihbarat toplama uygulamalarından her türlü yayın da etkilenmiştir. Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi, özellikle yurt dışından Osmanlı devletine sokulan veya yurt dışında basılarak sınırlar içerisinde satılan kitaplar ve süreli yayınlar sözü edilen sansür ve yasaklama uygulamalarından büyük oranda etkilenmiştir. 1884-1898 yılları arasında İstanbul’daki kütüphanelerin toplu kataloğunun oluşturulması çalışması bu uygulamaları daha da kolaylaştırmıştır. II. Abdülhamit döneminde 20 Şaban 1305 (2 Mayıs 1888)’te yabancı postalarla yurda sokulan muzır neşriyatın yasaklanması konusunda gerekli önlemlerin alınması gerektiğinin bildirilmesi, Abdülhamit döneminde 10 Safer 1309 (15 Eylül 1891)’da Avrupa’da muzır neşriyatta bulunan bazı gazetelerin Osmanlı devletine girişlerinin men edilmesi ve 1901’de Osmanlı devleti sınırları içerisinde ve dışında basılan zararlı kitap ve dergilerin yasaklanması ile ilgili uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Bu uygulamalar sonucunda doğal olarak İstanbul ile diğer vilayetlerdeki kütüphanelerin dermelerinde konu, yazar ve materyal türü açısından ilginç değişimler olduğu da muhtemeldir (Yabancı postalarla… 1888; Avrupa’da… 1891; Memalik-i Mahrusa… 1901: 1-95) (Bakınız Belge-5 ve Belge-6).

1901’de yapılan düzenlemede oldukça ayrıntılı bir çalışmanın yapıldığı görülmektedir. Çünkü Osmanlı devletine girişi yasaklanan kitap ve risaleler, dil, kitap adı, yazar adı ve basım yeri ile ilgili bilgiler ayrı ayrı bölümler altında verilmiştir. Yasaklanan eserler Türkçe, Arapça, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Rumca ve Sırpça olarak sınıflandırılmış, Türkçe karşılıklarıyla listelenmiştir. 95 sayfadan meydana gelen bu listede, genellikle Osmanlı devletinin tarih ve coğrafyası21 ile ilgili olarak hazırlanmış hemen tüm eser

21 Genel tarih, Genel Osmanlı Tarihi, diğer ülkelerin tarihi ile ilgili kitaplar, çeşitli bölge, ülke ve şehirlere ait atlas kitapları, Osmanlı devletine bağlı veya daha önce bağlı olan ülke ve böl-gelerle ilgili tarih, gezi ve günce kitapları, roman ve hikayeler. Örneğin, Ernest Laviste’in His-torie Générale, Rendu’nun Historie Générale, Roland’ın Historie Générale, Duruy’un Historie Générale, Myers’ın General History, Bernard’ın Turquie, Joseph von Hammer-Pungstall’ın Historie de l’Empire Ottoman, La Jonquière’in Historie de l’Empire Ottoman, Furet’nin, Historie de l’Empire Ottoman, A. de Amicis’in Historie de Turquie, P. Varbe’nin Historie de l’Empire Ottoman, Th. Lavallée’nin Histo-

H a k a n A N A M E R İ Ç

2262

2012yasaklanmış olarak görünmektedir. Bunların yanı sıra sosyoloji, felsefe, mantık, halk bilim, antropoloji, siyaset, teoloji, linguistik gibi alanlarda hazırlanmış genel ve/veya özel eserler de yasaklanmıştır. Bu çalışma ile Osmanlı devletinde sosyal bilimler ve edebiyat alanındaki hemen tüm çalışmalar yasaklanmış, bu alanlardaki bilgi üretimi ve aktarımı yaklaşık on yıllık bir durgunluk sürecine girmiştir.

1.3. 1908-1918 Dönemi1908 yılı Osmanlı devleti için önemli dönüm noktalarının yaşandığı, siyasal yaşamın ve dünya görüşünün farklılaştığı bir sürecin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Dönem aynı zamanda II. Abdülhamit döneminin siyasi baskısı ve Batı dünyasının Osmanlı devleti ve diğer Doğu toplumları için uygulamaya çalıştığı planların etkisiyle devletin hukuki, idari, siyasi, bilimsel ve kültürel anlamda değişim geçirdiği bir zaman diliminin de başlangıcıdır. Bu dönem, II. Meşrutiyet’in ilanı ile Osmanlı devletinde siyasal tarih yanında eğitim-öğretim-kültür tarihi yönünden de dikkat çekici gelişmeleri beraberinde getirmiştir. II. Meşrutiyet aynı zamanda XVIII. yüzyılda belki de III. Ahmet ve sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın ön ayak oldukları ve hedefledikleri toplumsal dönüşüm ve iyileştirme çabalarının da son halkasını oluşturmaktadır. Ayrıca dönem hem kütüphanenin amacı ve içeriği hem de kütüphaneler gibi halkın belirli bir doğrultuda bilgilendirilmesine yardımcı

rie de Turquie, Lamartine’in Historie de Turquie, Delegarde’nin Historie de I’Islamisme et de l’Empire Ottoman, Hallwald’ın Die Heutige Türkei, Trifon Ongilidis’in (Evengelidis) Tarih-i Devlet-i Osma-niye - Istoria Ottomanikus Aytokratorius, Evariste Bavoux’nun Algérie, L.A. Sedillot’nun Historie de Arabes, Buchon’un La Morée, Voltaire’in Historie de Russie, Dick de Lonlay’ın Bulgarie, A. de Amicis’in Historie de France, Xavier Marmier’nin Historie de la Grèce, Leopold von Rankes’in Serbi-en und die Türkei, A. Brunialdi’nin Algeria Tunisia et Tripolitana, J. Hellert’in Nouvel Atlas de l’Empire Ottoman, Henri Kiepert’in Carte des Provinces Asiatiques de l’Empire Ottoman, Gaston’un Constanti-nople, Gillius’un Constantinople, L’abbée Pierre’in, Constantinople, Jérusalem et Rome, Ganthier’nin Constantinople, René Vigier’nin Un Parisien à Constantinople, A. de Amicis’in Constantinople, Bap-tiste Poujoulat’nın Historie de Constantinople, M. de Blovitz’in Une course à Constantinople, Wods Reisehaud-Bücher’in Führer durch Konstantinopel, O. Leonhardi’nin Konstantinopel und umgebund, G. A. Olivier’nin Voyage dans de l’Empire Ottoman, Chateaubriand’ın Voyage en Grèce, Choviere’nin Voyage en Orient, Gabriel Charmes’nin Voyage en Palestine, Gustave Doré’nin Aventures Baron Munc-hhausen, Conder’in Modern Traveller Abaria, Egypt, Syria, Turkey, Spain, Africa, India, Paletsine, Gre-ece, and Persia, Murray’in Handbook for Travellers in Turkey in Asia, J.J. Rousseau’nun Contrat Social (Toplumsal Sözleşme), Racine’in Bayazid, Machiavel’in Le Prince (Prens), Victor Hugo’nun Les Mise-rables (Sefiller), Les Orientales (Doğulular), Jules Verne’in Kéraban le-Tètu (İnatçı Keraban), Voltaire’in Correspondes (Mektuplar), Montesqieu’nün Lettres Persanes (İran Mektupları), Emile Zola’nın Une Page ‘amour (Bir Sayfa Aşk), Le Rêve (Rüya), Germinal, Pierre Loti’nin Aziade, Shakespeare’in Ham-let; Macbeth, Lord Byron’ın The Poetical Works of Lord Byron (Lord Byron’ın Şiir Çalışmaları), Namık Kemal’in Vatan ve Silistre; Cezmi; Celaleddin Harzemşah, Aldülhak Hamit’in Makber; İçli Kız; Sahra; Nazife, Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık; Süleyman Musuli; Hüseyin Fellah, Ahmet Vefik Paşa’nın Fezleke-i Tarih-i Osmani, Şinasi’nin Tercüme-i Telemak; Ahval-i Alim; Facialı Tiyatro, Ziya Paşa’nın En-dülüs Tarihi; Terkib-i Bend ve Tercih-i Bend, Şemseddin Sami’nin Leyla ile Mecnun.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

23632012

kurumların oluşturulmasında öncülük eden girişimlere sahne olmuştur. Bilindiği gibi bu dönemin en önemli siyasi aktörü, 1918’e kadar etkisini sürdüren ve ulusal bilincin ön plana çıkarılmak isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetime gelmesinden az sonra kütüphaneler ile ilgili önemli bir çalışma yapılmıştır. 1909’da Mısır Meclis-i Nuzzar Katib-i Sanisi Ahmet Zeki Bey tarafından İstanbul’da padişahlar ve diğer hayırsever kişiler tarafından bilim ve kültürün öğrenilip araştırılması amacıyla kurulmuş olan kütüphaneler ile ilgili bir rapor hazırlanmıştır. Bu raporun ilk bölümünde kütüphanelerin ve kitapların fiziksel yetersizliklerine, kaynaklara erişimdeki zorluklarına, araştırma sırasında karşılaşılan sorunlara ve bunların düzeltilmesi için gereken önerilere değinmiştir. Raporun ikinci bölümünde İstanbul’da bulunan kütüphanelerin birbirlerinden uzak olmaları nedeniyle aranılan kaynaklara erişilememesi veya erişim uzun zaman aldığından bahsedilmektedir. Ayrıca kütüphanelerde daha önceki kayıtlarda var olan kitapların kayıp olduğu ve halen de kaybolmaya (çalınmaya) devam ettiğine değinilmektedir. Rapora göre çeşitli kütüphanelerdeki birçok kitap nem, havasızlık, toz ve çeşitli böceklerin etkisiyle bozulmuş ve çürümüştür.

Ahmet Zeki Bey’in dönemin sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa (1909)’ya sunduğu bu raporda, bir Kütübhane-i Osmani kurulması ve diğer kütüphanelerde bulunan eserlerin hem çürümekten kurtarılması hem de erişiminin kolaylaştırılması amacıyla burada toplanması önerilmiştir. Bu yapıdaki bir kütüphanenin bir halk kütüphanesinden çok dönemin siyasi yapısı ile de yakından ilgili olarak milli kütüphane niteliği taşıması planlanmıştır. Kütüphane aynı zamanda bir derleme kütüphanesi olarak da kullanılacaktır. Çünkü raporun 87. maddesinde devlet tarafından basılan eserlerden beş nüshanın bu kütüphaneye gönderilmesi de önerilmiştir (Ahmed Zeki, 1901: 4-25). Türk siyasi yaşamının gerçek anlamda ilk siyasi partisi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti toplumsal, kültürel ve ekonomik alandaki çalışmalarını hem parti programlarında hem de genel kurullarında dile getirmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öncülüğünde gerçekleştirilen girişimler, cemiyetin siyasi propagandası içerisinde de yer almakta, ulusal kültür ve eğitim konusundaki görüşlerini temsil etmektedir. İttihat ve Terakki’nin, milli ekonomi, milli eğitim ve milli kültür gibi hedefleri arasında okullar açmak, kütüphaneler, müzeler kurmak, sinema ve tiyatro faaliyetleri düzenlemek ve daha sonraki dönemlerde halkın bilinçlenmesi ve ulusal benliğine kavuşturulması için çalışmalar yapmak yer almaktadır. Cemiyetin toplumsal ve kültürel alandaki çalışmaları milliyetçilik-batıcılık çizgisindedir. Bunların başında; _Darülfünun’un yani üniversitenin özerk bir yapıya

H a k a n A N A M E R İ Ç

2462

2012kavuşturulması_, -toplumun iki temel unsurunu oluşturan din ve devlet işlerinin ayrılarak laik bir yönetim tarzına doğru geçiş yapılması ve bununla ilgili olarak yalnızca toplumun din işleriyle ilgilenecek Darü’l-Hikmet-i İslamiye adlı bir kurumun oluşturulması -kadın sorununun bir kültür sorunu olarak ele alınıp çözümlenmesi- Milli Kütüphane, Milli Hazine-i Evrak (Milli Arşiv), Milli Musiki, Milli Filmcilik, Milli Coğrafya Cemiyeti ve turizm ile ilgili çeşitli kurumların kurulması- gelmektedir (Tunaya 1998: 66). Cemiyet bu konulardaki temel görüşlerini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Nizamnamesi’nde22 açıklamıştır. Nizamnamede partinin kuruluş sebepleri ve amacı; (Cemiyetin esbab-ı teşekkülü ve maksadı) adlı başlık altındaki 3. maddede şu şekilde belirtilmiştir:

“Cemiyetin vazifesi idare-i hazıra-i hükümeti hukuk-ı insaniyenin muhafızı ve terakkiyat-ı medeniyyenin menbaı olan usul-ı meşverete iade ve muhafaza-i hüsn-ü ahlaka, maarif-i umumiyetin terakkisine, alelumum insaniyet ve medeniyete hizmet etmek gibi umur-ı nafiada bulunmaktır. Bu maksad-ı hayrı icraya mani olanlara ve cemiyeti her guna tehlikeye uğratanlara vatan düşmanı nazariyle bakılacaktır.” (Tunaya 1998, c.1.: 70).

Yine İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1909’da hazırlanmış ve basılmış olan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Nizamnamesi’nde kulüpler başlığı altındaki 30. maddede, taşradaki nahiye ve kazalarda partiye ait kulüplerin kurulacağı belirtilmektedir. Bu kulüpler, partiye üye olan veya olmak isteyen tüm Osmanlı vatandaşlarının iletişim mekanı olarak düşünülmüştür. Bu kulüplerde çeşitli yayınların da olduğu aynı başlık altındaki 32. maddede şu açıklama ile anlaşılmaktadır. “Kulüpler, bir müdür, bir müdir-i sani, bir katip, bir hafız-ı kütüb ve iki azadan mürekkep bir heyet tarafından idare olunur…”. 33. maddede “Her kulüp, evvela; cemiyetin nizamname ve programı dairesinde kendi uhdesinde terettüb edecek vezaif ve muamelatı ifa eyleyecek, saniyen; Payitaht ile vilayatta intişar eden gazete ve risalelerden ve meşahir-i ubeda ve müellifinin asar-ı edebiyye ve ahlakıyye lugaviyeleriyle eski ve yani müellifattan şayan-ı istifade olanlarını ve memalik-i Osmaniye haritalarını celb ve münderecatından umum efrad-ı cemiyetin istifadelerini teshil edecek…” ifadeleri yer almaktadır (Tunaya 1998, c.1.: 104). Cemiyet nizamnamesinin bu maddeleri ulusal bilinç ve kültürün yaygınlaştırılması için her türlü çabanın gösterileceğini öngörmektedir. Kulüplerde yer alacak kütüphane ya da okuma odalarında yer verilecek kaynaklardan mümkün olduğunca kişinin faydalanarak ülke ve dünya gerçeklerinden haberdar olmaları sağlanacaktır.

22 Belgenin tam transkripsiyon metni için bkz. Tunaya, age, c.1., 1998, ss. 70-75.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

25632012

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1911 yılında yapılan genel kongresinde kabul edilen siyasal programın 39. maddesinde de cemiyetin kitap ve kütüphanelerin milli kültür üzerindeki etkisi tekrar dile getirilmiştir. Burada “Milli hayat-ı irfanımıza selim bir inkişaf vermek üzere bir Encümen-i Daniş teşkili ve mekatipte tedris edilmek üzere elsine-i muhtelife üzerine kitaplar telif edecek bir heyet tayini ve mühim ve nafi asar-ı ecnebiyenin lisanımıza nakli için bir tercüme encümeninin, bilumum kütüphanelerin imar ve idame-i intizamları ve payitahtta mükemmel bir kütüphane-i milli tesisi teklif olunacaktır.” (Osmanlı… 1917: 5, 8; Soysal 1981: 1117)23 1917 yılında ise 1913’teki kongrede bildirilmeyen 4. madde hükümetin faaliyete geçirmesi için tekrar gündeme getirilmiştir. Bunlardan biri de “Milli Müze, Etnografi (Kavmiyet) Müzesi, Milli Hazine-i Evrak, Milli Kütüphane-i vesaik ve Milli Asar-ı Atika ve Muhafaza-i Abidat müesseselerini teşkil ve idare etmek ve kıymet-i milliye ve tarihiyesi olan kütüp, asar ve masnuatın harice ihracını meneylemek üzere bir “Asar-ı Milliye Müdiriyet-i Umumiyesi” teşkilinin hükümete teklif edilmesi” maddesi de yer almaktadır (Osmanlı… 1917: 10-11; Tunaya 1998, c.1.: 157). Bu maddede yer alan, değerli kitapların ve eserlerin yurt dışına çıkarılmaması için alınacak önlemler II. Abdülhamit dönemindeki yasaklama ile de örtüşmektedir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti özellikle 1913’ten sonra devlet yönetiminde tek siyasi güç olmuş, bu süreç 1918’e kadar devam etmiştir. Ancak tek siyasi güç olması başka siyasi partilerin olmaması anlamına gelmemelidir. 1908’den 1914 yılına kadar Osmanlı devletinde birçok siyasi parti kurulmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı muhalif bir tavır sergilemiştir. Ancak hiçbir zaman İttihat ve Terakki kadar örgütlü ve sistemli olamamışlardır, bu durum da İttihat ve Terakki’nin tek siyasi unsur olmasına yardımcı olmuştur. Sözü edilen siyasi partilerin de hazırlamış oldukları siyasi (parti) programları ve iç yönetmelikleri (nizamname) vardır. Bu belgelerde partiler siyasi, toplumsal, kültürel, eğitimsel, hukuki ve sosyal hedeflerini açıklamakta ve amaçlarını dile getirmektedirler. İçinde bulunulan siyasi ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle birçok parti; yalnızca siyasi ve toplumsal sorunlara yönelmiş, bu nedenle de eğitim ve kültürel alanın birer parçası olan kütüphaneler, müzeler ve diğer sanatsal faaliyetlere ilişkin görüşlere yer vermemişlerdir. Ancak Hürriyet ve İtilaf ve Teavün-i İctimai Cemiyeti söz konusu faaliyetlerini program ve / veya nizamnamelerinde açıklamışlardır.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın 1912’de kabul edilen programında kütüphaneler

23 Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye’de Siyasi Partiler Cilt I İkinci Meşrutiyet Dönemi 1908-1918 adlı ese-rinde bu maddenin yer aldığı kongrenin 1913’te düzenlendiği belirtilmektedir. Bakınız. s.140-145. Ayrıca bakınız, madde 43-44.

H a k a n A N A M E R İ Ç

2662

2012kurulacağı şu ifadelerle belirtilmiştir; “Milletin alelumum seviye-i marifet ve terbiyesinin ilası için şühur ve kasabatta kütüphaneler, kıraat salonları terbiyevi ve sınai dersler, konferanslar, müzeler velhasıl fünun, edebiyat ve sanaiye hadim müesseselerin küşadı ve idaresine Fırkamız bezl-i mesai edecektir. Bunların kısmen hükümet, kısmen idare-i mahalliye ve kısmen cemiyat ve efrad marifetiyle vücuda getirilmesi için muavenet-i ciddiye ifası Fırkamızın vezaifindendir.” (Tunaya 1998, c.1.: 321; Hürriyet… 1912: 17).

Osmanlı Hürriyet ve Teavün-ü Milli Cemiyeti de kütüphaneler açısından dolaylı olsa da Osmanlı devletinde bilginin halka aktarılması için nizamnamesinde farklı konulara yer vermiştir. Bu bağlamda başta İstanbul olmak üzere çeşitli vilayetlerde konferanslar verilmesi kararlaştırılmıştır. Bunun yanı sıra eğitim, sosyoloji, ekonomi gibi bilim alanlarında fen bilimleri ve buluşlarla ilgili kolay anlaşılabilecek dille kitaplar yazılıp basılacaktır. Edebiyat, tiyatro, tarih ve roman gibi eserlerin yazdırılması için yarışmalar düzenlenecektir. Osmanlı devletinin hemen her bölgesine bilimsel çalışma yapmak üzere gruplar gönderilecek ve buralarla ilgili coğrafya ve tarih konularında kitaplar yazılacaktır (Tunaya 1998, c.1.: 421).

1908’de kurulmuş olan Nesl-i Cedit Kulübü, bir siyasi partiden çok bir dernek biçiminde siyasi yaşantısını sürdürmüştür. Nesl-i Cedit Kulübü’nün siyasal görüşü doğrultusunda genel bir kütüphane kurma girişimi yoktur. Kulüp kendi bünyesinde ve İstanbul’da bulunan merkezinde kurulmuş olan kütüphanesinden nizamnamesinin 4. ve 12. maddelerinde bahsetmektedir. Bu maddelerde, “Kulüp nıkat-ı esasiyesini temin için mesleğine muvafık her türlü asar ve müellifattan bir kütüphane teşkil edeceği gibi risali ve ceraid-i lazime bulunduracak, konferanslar ve seyahatler tertip ve müellifat-ı ecnebiyeden icap edenleri tercüme ve neşredecektir.” 12. maddede ise; “Kulübün maaşlı bir idare memuru olup kütüphanenin hüsn-ü muhafazası ve heyet-i idarenin tahmil edeceği vezaif-i tahririye ve saire ile mükelleftir.” ifadeleri yer almaktadır (Tunaya 1998, c.1.: 428-429). Böylelikle uzun bir aradan sonra Osmanlı toplumsal düzeni bünyesinde çeşitli konu ve dillerde yayınlanmış kitap ve süreli yayınların bulunduğu dernek kütüphaneleri tekrar ortaya çıkmıştır.

1911’de kurulan Teavün-ü İctimai Cemiyeti de kuruluş amacı ile paralele olarak kütüphane olgusuna önem vermiştir. Bu derneğin kuruluş amacı şu şekilde ifade edilmiştir; Memleketin maarifine hizmet etmek isteyecek efrad-ı memlekete bir mahal-i içtima temini, Garb medeniyetinin esasat-ı ilmiye ve içtimaiyesi hakkında ufak konferanslar musahabeler itası, bu konferans ve musahabelerin neşr ve tabı, en mühim mesail-i içtimaiye ve siyasiye ve iktisadiye hakkında ufak risaleler telif ve tabı, alelumum teşebbüsat-ı ilmiyeye müzaheret ve memlekette tamim-i maarifi

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

27632012

teshil edecek vesaiti taharri, zaman zaman içtimaat-ı ilmiye ve akdiyle ihtiyacat-ı milliyeyi müzakere. Cemiyetin programında ise; cemiyete üye olan herkesin cemiyet kütüphanesinden ücretsiz yararlanacağı, kütüphane tarafından basılacak kitapların üyelere indirimli satılacağı ve cemiyetin her sene belli miktarda ve konularda kitap bastıracağı belirtilmektedir. Teavün-ü İçtimai Cemiyeti’nin programında kütüphane ve gazete odası için ayrı bölümler düzenlenmiş olduğu görülmektedir. Kütüphanede, Türkçe ve Fransızca son çıkmış eserler yer alacaktır, üyeler evlerine de ödünç kitap alabileceklerdir. Bunun yanı sıra cemiyet yayımladığı eserlerden birer nüshayı Meclis-i Ayan Kütüphanesi, Meclis-i Mebusan Kütüphanesi, Beyazıt Kütüphanesi, Esat Efendi Kütüphanesi, Darülfünun Kütüphanesi, Darülmuallimin Kütüphanesi, Darülmuallimat Kütüphanesi, Mezun-ı Mülkiye Kütüphanesi, Mekteb-i Mülkiye Kütüphanesi, Kadıköy İttihat ve Terakki Kütüphanesi ve Kadıköy Kadınlar Kulübü Kütüphanesi’ne verecektir (Tunaya 1998, c.1.: 447, 449, 450, 456, 457; Keseroğlu, 1989: 8-9).

Kütüphane konusuna yer veren bir diğer siyasi parti ise daha önce feshedilen İttihat ve Terakki Cemiyeti yerine kurulan Teceddüd Fırkası’dır. Bu fırkanın siyasi programının Siyaset-i Maarif adlı bölümündeki 122. maddede “İstanbul’da mükemmel bir kütüphane-i milli tesisine çalışılacaktır.” ifadesi yer almaktadır. Ayrıca milli kültürün korunması amacıyla 123. maddede “Kıymet-i milliye ve tarihiyesi olan kütüp ve asar mesnuatın harice kaçırılmasına müsaade edilmeyerek müzeler namına mübayaası iltizam olunacaktır.” denilmektedir (Tunaya 1998, c.2.: 130-131).

1918’de kurulan Ahali İktisat Fırkası da bu konuya gerekli ilgiyi göstermiş ve programında yer vermiştir. Parti programında Maarif bölümü altında yer alan 72. madde eğitime de verilen önemi göstermekte “Ulum ve fünun-ı müdevvenenin tetkik, telif, tercüme ve neşri için encümenler, bilhassa Memalik-i Osmaniye’nin coğrafya, jeoloji, etnografya, tarih-i tabii, ve tarih tetkikatiyle meşgul akademiler, cemiyetler, teşkil olunacak ve bunlara mümkün mertebe müzaheret deriğ edilmeyerek muntazam ilmi telifat ve haritalar elde edilmesine ve memlekette tetkikat ve ilim hevesinin tezayüdüne ezher cihet çalışacaktır” ifadesiyle desteklemektedir. 73. maddede “Memlekette milli kütüphane-i milli irfanının teşkiline, edebiyat, musiki, resim gibi sanayi-i nefise terakkisine ait teşkilat ve kavain teklif olunacak ve asar-ı nafia daima himaye edilecektir.” ifadesi vardır (Tunaya 1998, c.2.: 185).

Soysal’ın da belirttiği gibi (1998, c.1.: 36) İttihat ve Terakki Cemiyeti “gerek kütüphane hizmetini milli irfanı geliştirici bir araç gibi algılayıp bunu bir milli kütüphane kurarak simgeleştirmek isteyen siyasi program gerekse

H a k a n A N A M E R İ Ç

2862

2012bu hizmeti telkin, idame ve idaresi devlete özgü bir kamu görevi olarak” duyurmuştur. Başta İttihat ve Terakki Cemiyeti olmak üzere diğer siyasi partilerin programlarında yer alan milli kütüphane kurma planları kurumsal bir yapıda olmasa da Anadolu’da Çorum, İzmir, Eskişehir, Diyarbakır, Konya, Kayseri, Niğde, Aksaray, Erzincan, Trabzon, Sinop ve Bursa gibi kentlerde24 milli kütüphaneler kurulmuştur. Bu kütüphanelerin kurulmasında ideolojinin yanı sıra -ancak onunla bağlantılı olarak- gençlerin araştırma ve okumadan uzak kaldıkları, bu nedenle ülkenin yeteri kadar bu gençlerden yararlanamadığı ve bu gençlerin her geçen gün sayılarının arttığı görüşleri ön plana çıkmaktadır.25 1915’te hazırlanan bir tezkire ile Kastamonu, Trabzon, Hicaz vilayetleri ile Kale-i Sultaniye (Çanakkale) ve Urfa livalarına umumi kütüphane kurulması için 1915 yılı bütçesine ek ödenek konulması istenmiştir (Kastamonu…. 1915). 1912-1918 yılları arasında kurulan milli kütüphanelerin tümü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin taşra örgütü ve belediyeler tarafından kurulmakta ve işletilmektedir. Bu nedenle kütüphane dermesi de ister istemez iktidardaki partinin bakış açısına yönelik olarak oluşturulmaktaydı. Kütüphanelerin kurulmasında halkın araştırma ve okumaya olan ilgisinin artırılması, milli bilincin yaygınlaştırılması, Avrupa ülkelerindeki bilimsel ve kültürel seviyeye erişilmesi, gençlerin daha iyi yetişmesi, milli değerlerin korunarak yeni nesillere aktarılması amaçlanmaktadır. Ancak kütüphanelerin dermeleri bu amaçların tümünü yerine getirmede niteliksel ve niceliksel yönlerden yetersiz kalmaktadır. Kütüphanelerde genellikle süreli yayınlar yer almakta, siyaset, kültür, ekonomi, sanat, edebiyat gibi konularda büyük eksiklikler bulunmaktadır. Bu eksiklikler büyük oranda 1879-1908 yılları arasında devam eden sansür ve yasaklamalardan kaynaklanmaktadır. Daha önce kurulmuş olan kütüphanelerde ise; dermedeki eserlerin ait olduğu konular genelde nakli bilimlerle ilgilidir (Hamit Zübeyr 1925: 25).

1908’de Türkiye’de kütüphaneler ve kütüphanecilik açısından bir ilk daha gerçekleştirilmiştir. 1908-1920 yılları arasından Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan bünyesinde bir kütüphane kurulması girişiminde bulunulmuştur. Bu dönem daha önce de belirtildiği gibi zor ve sıkıntılı geçmiştir. Buna rağmen Mebusan ve Ayan meclisleri kendi gereksinimlerini karşılamak açısından önemli olan kütüphanelerini kurmak amacıyla bazı girişimlerde bulunmuşlardır.

24 Bu kentlerden Erzincan, Çorum, Niğde, Aksaray ve Trabzon’daki milli kütüphaneler Cumhuriyet’in ilanından sonra kurulmuşlardır.

25 Ayrıca bakınız, “Milli Kütübhane”, Konya Türk Sözü Gazetesi, 19 Ramazan 1335 (9 Temmuz 1917), s. 1.; Tanin Gazetesi’nin 6 ve 14 Temmuz 1333 (1915) tarihli sayıları’nda Eskişehir ve Konya’da kurulan milli kütüphaneler ile ilgili makaleler.; “Milli Kütübhane”, Transkribe eden ve sadeleş-tiren: Hakan Anameriç, Osmanlıca Belgelerde Kütüphaneciliğimiz, Ankara, 2007, s. 180.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

29632012

1911-1913 yılları arasında Trablusgarb, I. ve II. Balkan savaşları, 1914-1918 yılları arasında Avrupa’nın büyük bölümünü etkileyen I. Dünya Savaşı sırasında, diğer konulara göre daha az öncelikli olan kütüphaneler, her şeye rağmen ilgi görmüş ve gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bunların en önemlileri İzmir, Eskişehir, Konya ve Diyarbakır’da açılan umumi ve milli kütüphanelerdir. Büyük bir savaşın yaşandığı ve savaş sırasındaki gereksinimler göz önüne alındığında bu kurumların oluşturulması verilen gösterilen özveriyi ifade etmektedir. Ancak bu kurumların I. Dünya Savaşı sırasında propaganda amaçlı da kullanıldığı da unutulmamalıdır. Hatta bu dönem içerisinde, birçok yerel ve tanınmış gazetede _özellikle Tanin, Türk Yurdu ve Türk Sözü gazetelerinde_ kütüphane, milli kütüphane, umumi kütüphane başlıklarıyla birçok makale yayımlanmıştır.

I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul ve diğer kentlerde açılan ve doğrudan kamu kuruluşu olarak meydana getirilen kütüphanelerle birlikte bazı dikkat çekici örneklere de rastlamak mümkündür. Bunlar arasında dışlanmış gruplar olarak da adlandırılan sınıf içerisinde yer alan mahkumlar ve tutuklular için kurulan kütüphaneler bulunmaktadır. Mahkum ve tutuklular için tutuldukları hapishanelerde zamanlarını verimli geçirmelerine yönelik olarak yapılan bu girişim, özellikle savaş döneminde uygulanması açısından önemlidir. Bu girişimde hapishanede bulunan mahkumların da taleplerinin olduğu 26 Cemaziyülevvel 1333 / 29 Mart 1331 (11 Nisan 1915) tarihli belgede yer alan kitap listelerinden anlaşılabilmektedir. Belgede Hapishane-i Umumi’de (İstanbul) mahkum ve tutukluların faydalanmaları amacıyla kurulan ve hizmete açılan kütüphanenin içerdiği kitapların bir listesinin Hapishaneler Müdiriyeti’ne gönderildiği belirtilmektedir. Kitap listesi incelendiğinde kimyadan ilahiyata, romandan okuma (kıraat-alfabe) kitaplarına kadar geniş bir konu ve tür çeşitliliği göze çarpmaktadır. Söz konusu kitapların tümünün çeşitli meslek gruplarından kişiler, bazı yayın evleri (matbaalar) ve Maarif Vekaleti tarafından kütüphaneye hediye edildiği de görülmektedir. Bu noktadan hareketle, aslında kitapların herhangi bir seçime veya sınıflandırmaya tabi tutulmadığı, gelen hediye kitapların karışık bir biçimde listelendiği ve büyük çoğunluğunun Türkçe eserler olduğu dikkati çekmektedir (Hapishane-i… 1915). Kütüphaneyi diğerlerinden ayıran en temel özellik, toplumun çeşitli kesimlerine verilen bu hizmetin dışlanmış olan mahkum ve tutuklular için de faydalı olabileceğinin düşünülerek hapishane bünyesinde açılmış olmasıdır. Günümüzde de yaygınlıkla görülen bu uygulamanın, devletin zor ekonomik, siyasi ve sosyal şartlar altında uygulamaya konulmasını sağlaması ayrıca üzerinde durulması ve incelenmesi gereken bir gelişmedir (Bakınız Belge-8).

H a k a n A N A M E R İ Ç

3062

20121.4. 1919-1922 Dönemi1911-1922 yılları arası Osmanlı devleti ve Türk halkı için büyük sıkıntıların çekildiği, zorlukların yaşandığı, ekonomik ve sosyal çıkmazların arttığı bir dönemi ifade etmektedir. 12 yıllık bir savaş döneminden sonra, yeni bir devlet ve toplum düzeninin planlandığı ve bunun gerçekleştirilmesi için çalışmalara başlanmış, bu süreç 1946 yılına yani çok partili siyasi yaşama kadar devam etmiştir.

1914-1918 yılları arasında devam eden I. Dünya Savaşı’nda iktidarda olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, milliyetçi-reformcu yaklaşımıyla, her alanda olduğu gibi eğitim-öğretim-kültür alanında da girişimlerde bulunmuş, savaşın en şiddetli anlarında bile Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde okuma odaları, kıraathaneler ve kütüphaneler açılmış, bu kurumlar birer propaganda amacı ile de kullanılmışsa da, daha sonraki dönemlerde yine aynı amaçlarla kullanılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında Almanların Türkiye’nin hemen her yerinde halk kütüphanesi (umumi kütüphane) ve okuma salonları açtığı bilinmektedir. Bu yerlerin kurulmasındaki temel amaç, Türk halkı arasında milli bilinci daha kolay yaymak ve tamamlamak; daha da açığı birer propaganda aracı yapmaktadır (A. Fuad 1924: 452).

1919 yılıyla başlayan yeni dönem ile birlikte, daha önce İttihat ve Terakki tarafından belirlenen toplumsal bilinç doktrinini uygulanmaya devam etmiş, kütüphaneler de bu uygulamanın birer parçası olmuştur. 1912’de İzmir Milli Kütüphane ile başlayan bu süreç, 1927’de Trabzon Milli Kütüphane’si ile büyük bir hız kazanmıştır. 1910’lu yıllarda bağımsız kütüphane binalarının kurulması dışında eskiden, medrese, cami, tekke gibi kurumların kütüphanelere dönüştürülmesi de kütüphaneler açısından önemli bir gelişme olmuştur. Bu girişimler Cumhuriyet döneminde de sürdürülmüştür.

1919-1922 döneminde kütüphane ve kütüphanecilik açısından diğer dönemlere göre daha az gelişme yaşanmıştır. Bu dönem, Türk halkının özgürlüğü için yoğun siyasi ve askeri hazırlıklar yaptığı ve uygulamaya konduğu bir dönemdir. Bu yoğun hazırlıklara rağmen iki önemli gelişme, kütüphanecilik açısından ciddi birer örnek olarak nitelendirilebilir. İlki, 1920’de 23 Nisan 1920’de Yeni Türkiye’nin Meclisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıdır. TBMM’nin açılması ile birlikte 1910’da Çırağan Sarayı’nda başlayan Meclis Kütüphanesi hizmetleri 10 yıl aradan sonra tekrar başlamıştır.

I. TBMM’nin açılmasından beş ay sonra 25 Eylül 1920’de, dönemin Aydın milletvekili Dr. Mazhar Bey (Germen) tarafından Büyük Millet Meclisi bünyesinde bir kütüphane kurulması ve bu kütüphanenin kurulması

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

31632012

amacıyla bütçeden ödenek ayrılması için bir öneri26 sunulmuştur. Mazhar Bey tarafından verilen önerge, meclis kurulunda görüşülerek 29 Eylül 1920’de kabul edilmiş ve bir Kütüphane Encümeni kurulması karar bağlanmıştır (Türkiye Büyük… 1971: 1; Türkiye Büyük… 2004: 4). Bu önerge, yeni Meclis Kütüphanesi’nin kurulması için gerçekleştirilen ilk resmi girişimdir. Böylelikle TBMM bünyesine Meclis-i Mebusan Kütüphanesi adı altında bir kütüphane kurulmuştur.

29 Eylül 1920’de oluşturulması kararlaştırılan kütüphane encümeninin, üç milletvekili ve iki idari memurdan oluşturulması uygun görülmüştür. I. TBMM’deki ilk kütüphane encümeninde, öneriyi veren Aydın milletvekili Dr. Mazhar Bey (Germen), Canik (Samsun) milletvekili Ahmet Hamdi Bey (Yalman), Trabzon milletvekili Hüsrev Bey (Gerede) ve kütüphane memuru olarak Nebil Bey (Emirbuharioğlu) olmak üzere dört kişi görev almıştır. 29 Eylül 1920’de kurularak görevine başlayan ilk kütüphane encümeni, 1923’e kadar görevini sürdürmüştür. Kurulması kararlaştırılan Kütüphane Encümeni, I. TBMM bünyesinde kurulan 2327 encümenden birini oluşturmaktadır.

Sonuç Türkiye’de (Anadolu’da) kütüphaneler, yaklaşık 1000 yıldır varlıklarını sürdürmektedir. Kütüphaneler bu uzun tarihleri ile belki de birçok kurumdan daha eski bir geçmişe sahiptir. Kütüphaneler Anadolu topraklarında bazı dönemlerde büyük ilgi görürken, bazı dönemlerde de ise arka plana itilmiştir. Bu durum kütüphanelerin birer toplumsal kurum olmalarına paralel olarak içinde bulunulan ekonomik, siyasi, kültürel, bilimsel ve sosyal olgularla yakından ilgili olmuştur. Ülkemizde kütüphane tarihi çeşitli yönleri ile ele alındığında kütüphanelerin temel görevlerinin bilgi kaynaklarının korunması olduğu görülmektedir. Büyük çoğunluğu vakıf kurumu olarak kurulan kütüphaneler, uzun yıllar ortak bir yasal düzenleme ve denetleme kurumuna sahip olmamışlar ve çeşitli yapılar içerisinde ve / veya ayrı olarak kurulmuşlardır. Dolayısıyla kütüphaneler XVIII. yüzyılın ortalarına kadar da standart bir sınıflama ve bibliyografik denetim mekanizmasına dahil olamamışlardır. Türk kütüphanelerinde

26 Öneri metni için bkz. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c.4., Ankara, TBMM, s. 342. Kütüphane Encüme-ni için bkz. aynı cilt s. 368.

27 I. T.B.M.M. bünyesinde 23 Nisan 1920 - 18 Ekim 1920 yılları arasında Adliye, Dahiliye, Defter-i Hakani, Divan-ı Haysiyet, Hariciye, İktisad, İrşad, İstida, Kanun-ı Esasi, Kavanin-i Mali-ye, Kütüphane, Layiha, Maarif, Memurin Muhakematı Tetkik, Müdafaa-i Milliye, Murakabe Muvazene-i Maliye, Nafia, Nizamname-i Dahili, Orman ve Maadin, Posta ve Telgraf, Sıhhiye ve Muavenet-i İctimaiye, Şeriye ve Evkaf ve Tetkik-i Mezabıt Encümenleri görev yapmıştır.

H a k a n A N A M E R İ Ç

3262

2012gerçekleştirilen ilk sınıflama çalışmalarının ardında bilgi kaynaklarının hizmete sunulması için bibliyografik denetiminin yapılması değil, yine geleneksel Türk kütüphaneciliğinin dolayısıyla da bilimsel bakış açısının özelliği olan bilgi kaynaklarının korunması anlayışı ön plana çıkmıştır. Çeşitli konularda bilgiye talep olmaması nedeniyle de değerli bilgi kaynakları kullanılmadan çeşitli olumsuzluklar nedeniyle zayi olmuştur. Hatta, XIX. yüzyılın başlarında Türkiye’ye girmeye başlayan Batı kaynaklı siyasi, kültürel ve ekonomik yapıtların kötü etkileri olduğu gerekçesiyle büyük çoğunluğunun yurda girişi çeşitli kereler yasaklanmıştır. Özellikle sosyal bilimler alanında üretilmiş olan bu bilgi kaynaklarının yasaklanması, ister istemez fen ve uygulamalı bilimler alanındaki kaynakların kütüphanelere girmesine olanak tanımıştır. Bu noktada, dönemin siyasi gücünün toplumun faydalanması amacına yönelik olarak Batı kaynaklı siyasi, kültürel ve bilimsel gelişmelerin alınmasında, seçici ve kısıtlayıcı olduğu sonucuna varılmaktadır. Üretilen bilginin denetlenmesi de bu çaba etrafında yoğunlaşmıştır. İlk düzenli kataloglama ve bibliyografik denetim çalışmaları XVIII. yüzyılın başlarında yapılmaya çalışılmış ancak ciddi bir sonuç alınamamıştır. Diğer önemli girişim ise XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde başlamış ve özellikle Devr-i Hamidi Fihristleri (1884-1898) adı ile bilinen kataloglar ortaya çıkmıştır. Bu kataloglar ile birlikte hem sınıflama hem de bibliyografik denetim çalışmaları devlet desteği ile ilerlemeye başlamıştır. Bu çalışmalar özellikle dönemin başkenti İstanbul’daki kütüphanelerden birçok değerli eserin yurtdışına çıkarıldığını da göstermiştir. Sözü edilen kitaplar, XIX. yüzyılın başında Batı dünyasında Doğu Sorunu olarak ortaya atılan ve İran, Irak, Suriye, Arabistan, Kafkaslar ve Türkiye’yi her yönden tanımak için gelen oryantalistler ve / veya Türkologlar tarafından yurt dışına götürülmüştür.28

1839’daki Tanzimat Fermanı ve 1856’daki Islahat Fermanı, Osmanlı devleti bünyesindeki çeşitli etnik unsurların bir kısmının ayrıcalıklar ve bir kısmının da bağımsızlıklarını kazanmasına neden olmuştur. I. Meşrutiyet ile başlayan süreçte, devletin unsurlarını bir arada tutmak amacıyla _

özellikle Balkanlar ve Orta Doğu eyaletlerinde_ ortaya konulan ümmet ve ümmetçilik anlayışı, siyasi olarak işe yaramamış ve II. Meşrutiyet’ten sonra tamamen etkisini kaybetmiştir. Sözü edilen siyasi görüşe verilen destek,

28 Yazma eserlerin yurt dışına çıkarılması XVI. yüzyılın ortalarına kadar gitmektedir. Bu dönem-de Osmanlı devletinde elçilik, diplomatlık görevleriyle bulunan veya seyyahlık yapan Ogi-er Ghiselin de Busbecq ve Antione Galland gibi birçok yabancı, çok sayıda kitabı genellikle kralları adına alarak ülkelerine göndermişler ve bunlardan kendi hatıralarında bahsetmişler-dir. XIX. yüzyıldan itibaren ise kütüphanelerden Oryantalist ve Türkologlar tarafından değerli eserler yurt dışına kaçırılmıştır.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

33632012

II. Abdülhamit’in uygulamaları ile ortaya konulmuştur. Eğitim-öğretim, basın-yayın ve kütüphaneler ile ilgili olarak 1908 ve sonrasında günümüzü etkileyecek önemli gelişmeler de yaşanmıştır. II. Abdülhamit döneminin bilginin toplumsallaşması konusunda ortaya koyduğu uygulamalar uzun yıllar etkisini sürdürmüş ve neredeyse geleneksel bir hale gelmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği, bilgi üretim ve aktarım sistemini oluşturan tüm bileşenlerin tamamen kontrol ve koruma (sansür) üzerine yoğunlaştığıdır. Eğitim kurumları, yayıncılar, matbaacılar, gazeteler ve diğer tüm bileşenler, sıkı bir denetim ve sansür altında tutulmuşlardır. Zaten sınırlı sayıda olan bilgiyi talep eden ve üretenler sınıfı kontrol altına alınmıştır. Toplumun diğer kesimi ise ağır ekonomik şartlar, savaşlar ve politik mücadeleler içinde kalmaktan kurtulamamıştır. Batı dünyasına bakıldığında bu durumun genelde halktan gelen bir istek olduğu ve büyük bölümünün devlet yöneticileri tarafından desteklendiği görülmektedir. Elbette bunlar kapsayıcı, geniş çaplı ve toplumsal temele oturan taleplerdir. Türk toplumunun sözü edilen dönem içerisindeki yapısı bu taleplerin gerçekleştirilmesi için yeterli ve kapsamlı değildir. Çünkü daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi geleneksel bir yönetilme tarzına ve isteğine sahiptirler. Bu dönemde kurulan ve Türkiye’nin devlet tarafından kurulan ilk kütüphanesi olan Kütüphane-i Umumi-i Osmani (Beyazıt Devlet Kütüphanesi)’de tam anlamıyla bir denetleme / koruma görevi üstlenmiştir. Bu kütüphanenin devletin o dönemki başkenti olan İstanbul’da birincil görevleri olan sıradan vatandaşlar için araştırma, eğitim, öğretim ve bilgilenme / bilgiye erişme amacıyla kullanılmış olması tartışılması gereken bir diğer konudur. Bu döneme kadar çeşitli devlet görevlilerinin, yazarların, gazetecilerin, yabancı görevlilerin ve aydınların hazırlamış oldukları raporlar ve yazılarda kütüphanelerin ne kadar kötü durumda oldukları dile getirilmiştir. Ancak bu durum küçük önlem ve düzenlemelerle geçiştirilmeye çalışılmış, çoğu uygulamaya bile konulmamıştır.

XX. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı-Türk toplumu yeni bir yönetim şekli ve siyasi rejim ile karşı karşıya kalmıştır. İktidarda ise, Osmanlı-Türk tarihinin ilk siyasi partisi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, devleti padişah ile birlikte yönetme hakkına sahip olmuştur. Elbette, parlamenter sistemlerin hemen tümünde olduğu gibi sözü edilen parti de fikir ve planlarını programında açıklamıştır. Dönemin tüm siyasi partileri, Osmanlı devletinin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik durumlar doğrultusunda ülkenin kurtarılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla kendi siyasi çizgileri ile iç tüzüklerini ve siyasi programlarını hazırlamışlar ve iktidar veya iktidar ortağı olduklarında hayata geçirmeyi planlamışlardır. Bu siyasi partilerden

H a k a n A N A M E R İ Ç

3462

2012birçoğunun siyasal yaşamı çok kısa sürmüş ve programlarında belirtikleri faaliyetleri uygulamaya geçirmede başarılı olamamışlardır. Ancak ülkenin ve toplumun geleceği ile ilgili fikir ve planları bakımından büyük bölümü aynı görüşleri paylaşmaktadır. Özellikle, Türkçülük veya milliyetçi görüşleri devletin eğitim, sağlık, hukuk, kültür alanlarındaki tüm kurumlara yansımıştır. Bu kurumların çalıştırılmasında milli birlik ve bütünlük ilkesi ön plana çıkmakta, devlet ve toplumun laikleştirilmesi planlanmaktadır. Bu bağlamda Türk kültürünü ön plana çıkararak toplumun bu değerlerle yetiştirilmesini sağlayacak olan eğitim programları hazırlanmış ve özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı süresince uygulamaya konulmuştur. Başta İttihat ve Terakki Cemiyeti olmak üzere sözü edilen siyasi partilerin programlarında _siyasi görüşleri doğrultusunda_ bir milli kütüphane kurulması planlanmıştır. Bu milli kütüphane tamamen siyasi bir bakış açısı ile gündeme getirilmiş ve önceleri devletin başkenti olan İstanbul’da kurulması düşünülmüştür. Ancak I. Dünya Savaşı’nın gidişatı ve propaganda amacı ile de Anadolu’nun çeşitli illerinde aynı adla kütüphaneler kurulmuştur. Almanların bile I. Dünya Savaşı sırasında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde daha çok kıraathane benzeri küçük kütüphaneler oluşturarak Türk gençlerini cepheye çekme planlarına bakıldığında, gerçek amaçları dışında kullanıldıkları oldukça açıktır.

Tüm bu girişimlere rağmen Tanzimat döneminden Cumhuriyet dönemine kadar olan bu süreç içerisinde bilginin toplumsallaştırılması ile ilgili gelişmeler kısır bir döngü içerisindedir. Bu süreç, Osmanlı devletinin eğitim, kültür, ekonomi, sosyal yaşam gibi temel alanlarından önemli ölçüde etkilenmiştir. Ancak bu etki genelde olumsuz yönde olmuştur. Etkin bir bilgi üretme sistemi geliştirememiş olan Osmanlı devletine bu sistemi destekleyecek ve düzenleyecek ciddi bir girişimin gerçekleştirilmesi beklenemezdi. Teknoloji üretmeyen, çağdaş bir ekonomik sisteme sahip olmayan ve sürekli savunmada kalan bir toplum için sözü edilen sisteme gereksinim duyulmaması da normal bir durum olarak kabul edilebilir. Çünkü devleti yönetenlerin öncelikleri gelen tehditleri savuşturmak ve devletin mümkün olduğu kadar uzun yaşamasını sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için de sadece belirli alanlarda eğitim almış ve kamu dairelerinde çalışacak tek tip (uniform) bir zümreyi yetiştirecek eğitim-öğretim ve bilgi aktarım sisteminin oluşturulması tercih edilmiştir. Bu genel ve yüzeysel yapı içerisinde kütüphanelerin eğitim-öğretimi destekleyen ve bilgi gereksinimlerini giderebilen yapısı / görevi ön plana çıkmamış, daha çok sayıları ve kötü durumları ile gündeme gelmişlerdir. Toplumun geniş kesimlerinden de herhangi bir talep gelmemesi veya bu talebin uzun süre engellenmesi nedeniyle de bilgi kaynaklarının üretilmesi, yaygınlaştırılması,

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

35632012

halkın bunları kullanması için eğitilmesi, bilginin üretimi gibi sistemi oluşturan temel bileşenlerin bir araya getirilmesi mümkün olamamıştır. Bu durumun meydana gelmesinde toplumun genelinin uzun vadeli değil kısa vadeli ve pragmatik bilgi gereksinimlerinin _özellikle de manevi (dini)_ fazla sorgulanmadan giderilmesi de önemli yer tutmaktadır.

KaynaklarA. Fuad (1924), “Kütübhanelerde Islahat Münasebetiyle”, Mihrab, S. 13-14, s. 449-452.

Ahmed Zeki (1909), Dersaadet Umumi Kütübhanelerinin Tanzim ve Tensikine Dair Sadr-ı Azam Hilmi Paşa Hazretlerine Takdim Olunan Takrir, Dersaadet: Matbaa-i Ahmed İhsan.

Akyüz, Yahya (1991), “Tanzimat Dönemi Eğitiminin Özellikleri”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu Bildiriler içinde (389-401). Ankara: Milli

Kütüphane.

Anameriç, Hakan ve Fatih Rukancı (2009), “Rasadhane-i Amire’ye 1869 Yılında Alınan

Bazı Araç ve Kitaplar Hakkında Belgeler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. 49 S.2, s. 223-244.

Anameriç, Hakan ve Fatih Rukancı (2009), “Libraries in the Middle East During the

Ottoman Empire (1517-1918)”, Libri, Vol. 59 Iss. , pp. 145-154.

Bayraktar, Nimet (1982), “Yazma ve Basma Kütüphane Fihristleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S. 21, s. 127-159.

Berkes, Niyazi (1973), Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: Bilgi Yayınevi.

Bilim, Cahit (1985), “İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, s. 81-104.

Candemir, Murat (2010), Babıali Kütüphanesi Katalogları, İstanbul: Titiz Yayınları.

“Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye Nizamnamesidir” (1862), Mecmua-i Fünun, C.1, S.1), s.

2-10.

“Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye Nizamnamesidir” (2006), Kütüphanecilik ve Çeşitli Alanlara Ait Belgelerin Transkripsiyonu içinde (70-87). Transkribe Eden: Hakan Anameriç.

Edi: Fatih Rukancı ve Hüseyin Odabaş. Ankara: Ankara Üniversitesi.

Çavdar, R. Tuba (1995), Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Osmanlı Kütüphanelerinin Gelişimi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü.

Ege, Melih (1979), Türkiye Büyük Millet Meclisi Kitaplık Müdürlüğü Tarihçesi: Özet, Ankara:

[yayl.y.].

Ergin, Osman (1942), Türkiye Maarif Tarihi: İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve Sanat Müesseseleri Dolayısıyle, c.2, İstanbul: Osmanbey Matbaası.

Güleş, İsmail (1995), “Devr-i Hamidi Katalogları”, Müteferrika Kitabiyat Dergisi, 1995 (Güz

7), s. 171-180.

Hamit Zübeyr. (1925), “Kütübhanelere Dair”, Maarif Vekaleti Mecmuası, S.4, s. 24-28.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası Programı ve Nizamnamesi (1912), İstanbul: Şems Matbaası.

İhsanoğlu, Ekmeleddin (1987) “Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmi

ve Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış”, Osmanlı İlmi ve Mesleki

H a k a n A N A M E R İ Ç

3662

2012Cemiyetleri I. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu 1987 içinde (1-31). Yay. Hazl: Ekmeleddin İhsanoğlu. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.

İhsanoğlu, Ekmeleddin (1992), “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat içinde (335-396). Yay. Hazl. Hakkı Dursun Yıldız. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları.

İnal, İbnülemin Mahmut Kemal (1982), Son Sadrazamlar, C. 3, İstanbul: Dergah Yayınları. “İstanbul Kütüphanelerinde Mevcut Kitapların Defter Olunmasına Dair” (1990),

Kütüphanecilikle İlgili Osmanlıca Metinler ve Belgeler içinde (381-383). Haz: İsmail E. Erünsal, İstanbul, İstanbul Üniversitesi.

“İstanbul Kütüphanelerinin Toplu Kataloğuna Dair” (1990), Kütüphanecilikle İlgili Osmanlıca Metinler ve Belgeler içinde (384-386). Haz: İsmanil E. Erünsal, İstanbul: İstanbul Üniversitesi.

İzmir Vilayeti İstatistik Müdiriyeti (1921), İzmir Vilayeti Kütübhaneler İstatistiği, İzmir: Nafiz Mustafa Matbaası.

Karal, Enver Ziya (1970), Osmanlı Tarihi, C.2, Ankara: Türk Tarih Kurumu. Karal, Enver Ziya (1999), Tanzimat-ı Hayriye Devri (1839-1856), İstanbul: Yeni Gün Haber

Ajansı Basın ve Yayıncılık.Keseroğlu, Hasan (1989), Halk Kütüphanesi Politikası ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Durum,

İstanbul: Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi. “Kütüphane-i Umumi Hakkında” (2007), Çev: Fatih Rukancı. Osmanlıca Belgelerde

Kütüphaneciliğimiz içinde (131-137), Yay. Haz: Fatih Rukancı ve Hakan Anameriç, Ankara: Türk Kütüphaneciler Derneği.

“Kütübhanelerin Suret-i İdaresi Hakkında Neşr İdilen Talimatnamenin Suretidir” (2006), Transkribe eden: Hakan Anameriç. Osmanlıca Metinler: Kütüphanecilik ve Çeşitli Alanlara Ait Belgelerin Transkripsiyonu içinde (64-69): Edi: Fatih Rukancı ve Hüseyin Odabaş, Ankara: Ankara Üniversitesi.

Maarif-i Umumi Nezareti İdaresinde Bulunan Mekatib-i İbtidaiye, Rüşdiye, İdadiye, Aliye ile Mekatib-i Hususiye ve Ecnebiyyenin ve Dersaadetde Tahrir-i İcra Kılınan ve Taşrada Mevcud Bulunan Kütübhanelerin İstatistiği: 1310-1311 Sene-i Dersiye-i Maliyesine Mahsusdur, Dersaadet: Matbaa-ı Amire.

Maarif-i Umumi Nezareti İdaresinde Bulunan Mekatib-i İbtidaiye, Rüşdiye, İdadiye, Aliye ile Mekatib-i Hususiye ve Ecnebiyyenin ve Dersaadetde Tahrir-i İcra Kılınan ve Taşrada Mevcud Bulunan Kütübhanelerin İstatistiği: 1311-1312 Sene-i Dersiye-i Maliyesine Mahsusdur (1901), Darü’l-Hilafetü’l-Aliyye: Matbaa-ı Amire.

Mahmud Cevad İbnü’ş-şeyh Nafi (2001), Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı: XIX. Asır Osmanlı Maarif Tarihi, İstanbul.

Macfarlane, Charles (1829), Constantinople in 1828: A Residence of Sixteen Months in the Turkish Capital and Provinces: With an Account of the Present State of the Naval and Military Power, and of the Resources of the Ottoman Empire, London: Saunders and Otley.

Mehmed Esad (1895/1896), Mirat-ı Mühendishane-i Berr-i Hümayun, İstanbul: Karabet Matbaası.

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

37632012

Mehmed Esad (1893/1894), Mirat-ı Mekteb-i Harbiye, İstanbul. Memalik-i Mahrusa-i Şahaneye Duhul ve İntişarı Memnu Bulunan Kütüb ve Resail-i Muzırrenin

Esamisini Mübeyyin Cetveldir: Catalogue Des Livres et des Brouchures dont l’Entrée dans l’Empire Ottoman a été Interdite (1901), İstanbul: Amire Matbaası.

"Milli Kütübhane” (2007), Transkribe eden ve sadeleştiren: Hakan Anameriç. Osmanlıca Belgelerde Kütüphaneciliğimiz içinde (177-181). Edi: Fatih Rukancı ve Hakan Anameriç. Ankara: Türk Kütüphaneciler Derneği.

Muallim M. Cevdet (1914), “Darülmuallimin Kütüphanesi, Müzesi ve Tedrisat Mecmuası”, Tedrisat Mecmuası, S.32.

Our, Vedat (1982), “Encümen-i Daniş (1) İlk Türk Bilim Akademisi 1851-1862”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, S. 68-69, s. 28-31.

Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Program ve Nizamnamesidir (1917), İstanbul: Tanin Matbaası.

Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyetinin 1329 Senesi Siyasi Programı (1911), [y.y.]: [yayl.y.]. Sayılı, Aydın (1985), “Batılılaşma Hareketimizde Bilimin Yeri ve Atatürk”, Erdem, C.1,

S. 2, s. 309-408. Soysal, Özer (1981), “XIX. ve XX. Yüzyıllar Osmanlı Siyasal Yaşamının Kütüphane

Kurumunu Etkileyen İki Olgu”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri içinde (1113-1125). Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Soysal, Özer (1998), Türk Kütüphaneciliği: Belgeler: Geleneksel Yapıdan Yeniden Yapılanışa, C.1. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı.

Soysal, Özer (1998), Türk Kütüphaneciliği: Belgeler: Yazıtlar/Yapı (Ek III/3) XIX. Yy. İlk Çeyrek - XX. Yy. İlk Çeyrek, C..6. Ankara: T.C: Kültür Bakanlığı.

Soysal, Özer (1998), Türk Kütüphaneciliği: Derme, Derleme, Yönetim - Yasama - Siyaset ve Kütüphane, Basın’da “Kütüphane” / Anadolu’da “Milli Kütüphane”, Mevzuat : Ek IV – X, C.3. Ankara: Kültür Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürlüğü.

Şenalp, Leman (1998), İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi: Başlangıcından Günümüze, Ankara: Türk Kütüphaneciler Derneği.

TBMM Kütüphanesi’nin Kuruluş Süreci ve İlk Sınıflama Çalışmaları: Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi Fihristi: Mukaddime (2004), Haz: Fatih Rukancı ve Hakan Anameriç. Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları.

T.B.M.M. Zabıt Ceridesi (1920), C. 4, Ankara: TBMM.Tekeli, İlhan ve Sevim İlkin (1999), Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim

Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Ankara: TTK.

Tunaya, Tarık Zafer (1998), Türkiye’de Siyasi Partiler: Cilt I Meşrutiyet Dönemi 1908-1918, İstanbul: İletişim Yayınları.

Tunaya, Tarık Zafer (1998), Türkiye’de Siyasi Partiler: Cilt II Mütareke Dönemi 1918-1922, İstanbul: İletişim Yayınları.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi’nin Çağdaş Düzeyde Enformasyon Hizmeti Vermeye Yatkın Bir Düzeye Nasıl ve Ne Gibi Olanaklarla Getirilebileceği Hakkında Rapor (1974), Haz:

Osman Tekin Aybaş. Ankara: Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Komisyonu.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (1982), Osmanlı Tarihi c.4/1. Ankara Türk Tarih Kurumu.

H a k a n A N A M E R İ Ç

3862

2012Belgeler“Avrupa’da muzır neşriyatta bulunan bazı gazetelerin Memalik-i Şahane’ye sokulmalarının men

edilmesi” (1891), DAGM. BOA. İ..DH.. 1244/97487 10 Safer 1309 (15 Eylül 1891).

“Babıali’de bir kütüphane inşası”, DAGM. BOA. İ.HUS. (İradeler-Hususi) 9/1310-Ş042, 9

Şevval 1310 (26 Şubat 1893).

“Beyazıt İmareti ile Misafirhane-i Askeri arasındaki vakıf karyelerinde bulunan ahalinin ikameti için yapılmış olan binanın kütüphane-i umumiyeye dönüştürülmesi” (1882), DAGM. BOA.

İ..DH., 1295/-2/102038, 15 Zi’l-kade 1299 (28 Eylül 1882).

“Dersaadet ve bilad-ı selase kütüphanelerinde bulunan kitapların tasnif edilerek kayıt altına alınması” (1851), DAGM. BOA. A..AMD.. 27/39, 14 Rebiulahir 1267 (16 Şubat 1851).

“Dersaadet ve bilad-ı selasede mevcud matbaaların belli bir düzene sokulması” (1856), DAGM.

BOA. İ..MVL.. 356/15604, 12 Zil’kade 1272 (15 Temmuz 1856).

“Dersaadet’te bulunan kütüphanelerin tahriri” (1862), DAGM. BOA. İ..MVL. 467/21180, 5

Muharrem 1279 (3 Temmuz 1862).

“Darülfünun’da inşa olunan kütüphaneye konulmak üzere Paris’den kitap gönderileceği” (1869),

DAGM. BOA. İ.HR.., 238/14123, 25 Rebiülevvel 1286. (5 Temmuz 1869).

“Hapishane-i Umumi’de açılan kütüphanede mevcut kitaplar listesinin sunulduğu” (1915), DH.MB.

HPS.. 26 Cemaziyülevvel 1333. (11 Nisan 1915).

“İstanbul ve bilad-ı selasede bulunan vakıf kütüphanelerinde mevcut kitapların tür ve adetleri”. DAGM.BOA. -1/-1/21346, Ev.d.

“İstanbul’da bazı cami ve kütüphanelerdeki kıymetli eserlerle Musaf-ı Şeriflerin çalınıp Avrupalı antikacılara satılmaya çalışılması üzerine, eserlerin bir nüshasının Kütübhane-i Umumi’ye konulması ile sair tedbirlerin alınması hakkında” (1885), DAGM. BOA. İ..MVL.. 5/6, 03

Zil’hicce 1302 (13 Eylül 1885).

“Kastamonu, Trabzon ve Hicaz vilayetleriyle Kale-i Sultaniye ve Urfa livalarına kütüphane-i umumi tesisi için mezkur yerlerin 1332 senesine ait hususi bütçelerine tahsisat konulması isteği” (1915), DAGM. BOA. DH.UMVM. 66/49 26 Cemaziülevvel 1333 (11 Nisan 1915).

“Kütüphanelerde bulunan kitapların tasnifi ile meşgul olan Ali Fethi Efendiye atiye-i seniyye verilmesi ve rütbesinin terfii” (1854), DAGM. BOA. A.AMD. 60/53 (1854).

“Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”. (1869). DAGM. BOA., Y..EE.. 112/6, 24 Cemazi’ül-ahir 1286 (1 Ekim 1869).

“Mahall-i metruke dahilinde muattıl kalan kütüphanelerdeki eserlerin Dersaadete nakli” (1882), DAGM. BOA. İ..H.D 860/68882, 7 Zil’kade 1299 (20 Eylül 1882).

“Mukaddemce Babıalide vuku bulan teşrif-i hazret-i cihandaride Meclis-i Vala’da kıraat olunan mübarek hatt-ı hümayun mantuk-ı celili üzre mamuriyet-i mülk ve tebaa hakkında bazı mevad-ı tesisiyeyi şamil Meclis-i Vala mezkurdan yazılan üç bend ve bir kıta mazbatanın takdimine dair tezkire-i samiye” (1845), DAGM. BOA. İ..MSM. 3/44, 26 Muharrem 1261 (4 Şubat 1845).

“Tervic-i ulum-u fünun-ı mütenevvia maksadıyla Darülfünun’un sonunda yapılması kararlaştırılan Encümen-i Daniş’in suret-i teşekkülüne dair” (1851), DAGM. BOA. İ..MVL. 208/6740, 13 Cemaziyülahir 1267 (15 Nisan 1851).

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

39632012

“Yabancı postalarla yurda sokulan muzır neşriyatın meni hususunda gerekli tedbirlerin alınması gerektiği” (1888), DAGM. BOA. DH. MKT. 1505/56. 20 Şaban 1305. (28 Eylül 1907).

Ekler

Belge-1“Darülfünun'da inşa olunan kütüphaneye konulmak üzere Paris'den kitap gönderileceği”, DAGM. BOA. İ.HR.., 238/14123, 25 Rebiülevvel 1286. (5 Temmuz 1869).

Belge-2“Darülfünun'da inşa olunan kütüphaneye konulmak üzere Paris'den kitap gönderileceği”, DAGM. BOA. İ.HR.., 238/14123, 25 Rebiülevvel 1286. (5 Temmuz 1869).(Örnek sayfa)

H a k a n A N A M E R İ Ç

4062

2012

Belge-3/1“Mahall-i metruke dahilinde muattıl kalan kütüphanelerdeki eserlerin Dersaadete nakli”, DAGM. BOA. İ..H.D 860/68882, 7 Zil’kade 1299 (20 Eylül 1882).

Belge-3/2“Mahall-i metruke dahilinde muattıl kalan kütüphanelerdeki eserlerin Dersaadete nakli”, DAGM. BOA. İ..H.D 860/68882, 7 Zil’kade 1299 (20 Eylül 1882).

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

41632012

Belge-4“Kütüphane-i Umumi kurulmasına dair Maarif ve Maliye Vekaletine gönderilen tebligat”,DAGM. BOA. Ayniyat Defterleri No: 1421 Evrak No: 931 15 Zilkade 1299 (28 Eylül 1882).

H a k a n A N A M E R İ Ç

4262

2012

Belge-5“Yabancı postalarla yurda sokulan muzır neşriyatın meni hususunda gerekli tedbirlerin alınması gerektiği”, DAGM. BOA. DH. MKT. 1505/56. 20 Şaban 1305. (2 Mayıs 1888).

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

43632012

Belge-6“Avrupa’da muzır neşriyatta bulunan bazı gazetelerin Memalik-i Şahane’ye sokulmalarının men edilmesi”, DAGM. BOA. İ..DH.. 1244/97487 10 Safer 1309 (15 Eylül 1891).

H a k a n A N A M E R İ Ç

4462

2012

Belge-7/1“Babıali’de bir kütüphane inşası”, DAGM. BOA. İ.HUS. (İradeler-Hususi) 9/1310-Ş042, 9 Şevval 1310 (26 Şubat 1893).

Tanzimat’tan Mütareke Dönemine Kadar Kütüphanelere Yönelik Çalışmalar

45632012

Belge-7/2“Babıali’de bir kütüphane inşası”, DAGM. BOA. İ.HUS. (İradeler-Hususi) 9/1310-Ş042, 9 Şevval 1310 (26 Şubat 1893).

Belge-8“Hapishane-i Umumi’de açılan kütüphanede mevcut kitaplar listesinin sunulduğu”, DH.MB.HPS.. 26 Cemaziyülevvel 1333. (11 Nisan 1915).

ÖZCengiz Aytmatov’un Kassandra Damgası adlı eseri, ele aldığı konu

ve kurgusu bakımından yazarın diğer romanlarından farklı bir yer

tutmaktadır. Bu romanda yazar mitolojik kahraman Kassandra’ya

gönderme yaparak insanlığın sonuna dair öngörülerde bulunmaktadır.

Edebiyat araştırmalarının temel amacı literatüre kaynak oluşturmak,

yazarı ve eseri tanıtmak ve okurda estetik zevk oluşmasını sağlamaktır.

Edebiyat araştırmalarının bir yönünü de yazar ile eser arasındaki

ilgi oluşturmaktadır. 20. yüzyılın önde gelen edebiyat eleştirmeni ve

kuramcısı Mihail Bahtin, kitaplarında ve makalelerinde yazar ile eser

arasındaki ilişkiyi türlü yönlerden sorgular. Metnin yazarından ne

ölçüde etkilendiği meselesini tartışır. Bahtin, yazarın yazdığı metnin

kimi zaman diyaloglarına kimi zaman da kronotopuna sızdığını söyler.

Bu çalışmada da yazar eser ilişkisi bağlamında Kassandra Damgası,

kronotop kavramı çerçevesinde ele alınarak, romanın zaman ve mekân

ilişkisi irdelenecektir.Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası, kronotop,

Mihail M. Bahtin.

ABSTRACTThe Concept of Chronotope in the Cassandra Brand

The novel Cassandra’s Brand by Chinghiz Aitmatov has a different

place compared with his other novels with regard to its subject and

fiction. In this novel, the author makes predictions for the tragic end of

humankind by making references to mythological heroine, Cassandra.

The main purpose of literary research is to generate sources for

literature, to introduce authors and their works to the audience

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

Tülin ARSEVEN*

* Doç. Dr. Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]

[email protected]

T ü l i n A R S E V E N

4863

2012and to produce an aesthetic pleasure among the readers. The other

aspect of literary research includes the relation between the author

and his works. Mihail Bahtin, a prominent art critic and theoretician

in the twentieth century, examines relations between the author and

his works using diverse ways in his books and articles. He discusses

the issues involving to what extent the text is affected by its author.

Bahtin argues that an author sometimes flows in his text’s dialogues

and sometimes flows in the text’s chronotope. Therefore, in this paper,

the Cassandra’s Brand will be examined in terms of time and place

relation considering the concept of chronotope in the context of

relation between the author and its work.

Key Words: Chinghiz Aitmatov, Cassandra’s Brand, chronotope,

Mihail M. Bahtin.

Kırgız edebiyatının usta kalemlerinden Cengiz Aytmatov1, roman ve öyküleri çok sayıda dile çevrilmiş, hakkında çok sayıda araştırma yapılmış önemli bir yazardır. Yazarın diğer romanlarında olduğu gibi

Kassandra Damgası üzerine de yapılmış çok sayıda çalışma2 bulunmaktadır. Ancak bu çalışmalarda Kassandra Damgası, bir anlatı olarak vermek istediği ileti noktasında ya da belli bir izlek (ev/yurt, çevre/dünya gibi) etrafında ele alınmaktadır. Bu çalışmaların edebiyat araştırmalarının ana amacı olan literatüre kaynak oluşturmak, eseri ya da sanatçıyı okura tanıtmak veya okurda estetik zevk oluşmasını sağlamak noktasında değerli katkıları yadsınamaz. Bu çalışmada ise Kassandra Damgası, yazar-eser ilişkisi açısından ele alınıp yazarın eserin kronotopuna sızmış olabileceği ihtimali üzerinden değerlendirilmiştir.

1 Cengiz Aytmatov (1928-2008), Törokul Aytmatov (1903-1937) ile Nagima Hamizayev-na Aytmatova’nın (1904-1970) ilk çocukları olarak Şeker obasında doğmuştur. 1946 yılında Jambıl’daki Veterinerlik Fakültesi’ni; 1953’te ise Bişkek’teki K. Skryabın Ziraat Enstitüsü’nü bitirmiştir. 1956-1958 yılları arasında ise Moskova’da Yüksek Edebiyat Bölümü öğrencisi ol-muştur. Eserleri ulusal ve uluslar arası çok sayıda ödüle değer görülüp yüzden fazla dile çev-rilen (Akmataliyev 1998: 6,7) Aytmatov, ilk eserlerinin bazılarında Sovyet tipini canlandırmış, bir süre sonra tutumunu değiştirerek ana dilini ve millî kültürünü savunan eserler kaleme almış, konularını Kırgız millî tarihine dayandıran birbirinden güzel eserler vermiştir (Saray 1999: 195,196). Toprak Ana, Gülsarı, Yıldırım Sesli Manasçı, Yüz Yüze, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Dişi Kurdun Rüyaları, Cemile, Beyaz Gemi, Kızıl Elma, Mankurt, Erken Gelen Turnalar ve Kader Ağı ya-zarın eserlerinden bazılarıdır.

2 Bkz. İbrahim Tüzer (2009), “Kassandra Damgası’nın Eksiltilen Mesajı: Tevarüs Eden Kötülük ve Yeniden Doğan İnsan: Uzay Rahibi Filofey”, Cengiz Aytmatov Kitabı, Kültür ve Turizm Bakan-lığı Yay.; İbrahim Tüzer, “Cengiz Aytmatov’un Kassandra Damgası” , Bilge, S. 27, Güz, 201-205.; Orhan Söylemez, Semin Ceyda Demircioğlu, “Kassandra Damgası’nda Önsezi/ Hiss-i Kablel-vuku ve Kader”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.41, Erzurum, 2009, s. 98-109.; Ali İhsan Kol-cu, “Cengiz Aytmatov’dan Bir Kıyamet Senaryosu”, Bilig-22/ Yaz 2002.

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

49632012

Kassandra Damgası Aytmatov’un roman sanatında özel bir yere sahiptir. Kassandra Damgası romanıyla Aytmatov’un dünya edebiyatına yeni bir tema getirdiğini belirten Tural, bu konudaki görüşlerini şu sözlerle anlatır:

“Aytmatov dünyanın dört köşesinde yaşayan yüzlerce halkın psikolojisinin olağanüstü durumlara ilişkin değişmesini kozmik bir yükseklikten gözlemlemektedir. Kozmos yazar için sadece kâinat değil, insan ruhunun zenginliği, maneviyatıdır da. Ruh ise, insanoğlunun ezelî ve edebilik kategorisidir. Aytmatov’un âlemi, mekân ve zaman açısından sınırsız, sonsuz olan bütün dünyadır (kâinattır, evrendir).

Aytmatov’un kozmos’u, insan maneviyatının büyüklüğüdür.” (1998: 33). Kassandra Damgası, insanoğlunun kendini hızla yok olmaya götüren,

kötülüklerle dolu yaşamına ışık tutan önemli bir romandır. Ancak Aytmatov, insanoğlunun kavgacı, acımasız, bencil ve kötülükle dolu yüzünü bu romanda alışılagelmişten farklı bir biçimde ele alır. Romana temel oluşturan düşünceyi Kassandra adlı mitolojik bir kahramana gönderme yaparak ve Kassandra Kompleksinden yararlanarak dile getirir. Mitolojik kişi veya olayların edebiyat ve sanata konu edilmesinin geçmişi aslında çok eskilere dayanmaktadır.

Ernest Granger’e göre özellikle Rönesans’tan sonra mitoslar, Eski Yunan ve Roma’ya olan ilginin yeniden canlanmasıyla çok geniş ölçüde konu olarak kullanılmış, esin kaynağı olarak çekiciliklerinden, tazeliklerinden bir şey yitirmemişlerdir. Aslında Eski Yunanlılar için mitoslar birer gerçektirler, bu tanrılar gerçekten vardır ve doğaya, insan yaşamına, her şeye egemendirler (1983: 19). Eski Yunan’da varlığına inanılan bu tanrılardan biri de Apollon’dur. Apollon Zeus’un oğludur ve insanlara geçmişi, bugünü ve bilinmesi arzu edilen geleceğin sırlarını ifşa edecek kudrettedir (Tollu 1964: 38). Kassandra ise Troya kralının kızıdır ve tanrılardan değildir. Mitolojide kişiler ve olaylar kadar mekânlar da önemlidir. Bu mekânlardan biri de Troya’dır.

Granger, Troya’yı Küçük Asya’nın kuzeybatısında, eteklerinde Skamandros ve Simois nehirleri akan bir tepenin üzerine kurulmuş, kuvvetli, zengin bir şehir olarak tanımlar; Kral Priamos’un orada, elli oğlu ile huzur içinde saltanat sürdüğünden söz eder (1983: 102-103). Priamos’un adı en çok bilenen oğulları; Paris, Hector, Laocoon, Deiphrobe, Hélénus, Troile, Polydore kızları ise; Ilioné, Créuse, Polyxéene ve Cassandre (Kassandra)’dır (Tollu 1964: 151). Kassandra, olayları evvelden haber verme kudretini kendisine verdiği takdirde Apollon ile evlenmeyi vaat eder. Böyle bir kâhinlik ayrıcalığını elde edince, sözünü tutmaz. Apollon da onu cezalandırır. Bu ceza, Kassandra’nın her şeyi gerçekleşmeden önce haber vermesi, ancak hiç kimse tarafından ona inanılmaması şeklindedir. Nitekim Kassandra babası, ailesi ve Troya halkına bütün felaketleri gerçekleşmeden haber verdiği

T ü l i n A R S E V E N

5063

2012hâlde kimse ona inanmamıştır. Bu kehanetleri yüzünden de çevresinin alaylarına maruz kalmıştır. Truva Savaşı’nın kaderini belirleyen tahta atın içeri alınmasına da engel olamamıştır. Sonunda Agamemnon ile birlikte öleceğini de bildirmiştir (Tollu 1964:162). Bu söylenceden hareketle, geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna psikolojide Kassandra Kompleksi adı verilmektedir. Kassandra Damgası adlı romanda bu komplekse sahip iki karakter çizilmiştir. Bunlardan ilki uzay rahibi Filofey, ikincisi ise fütürolog Robert Bork’tur. Filofey, uzay istasyonunda kalıp Dünya’ya geri dönmeyi reddetmiş bir astronot ve bilim adamıdır. Kassandra embriyonlarının mutsuzluğunu ve doğmak istemediklerini belirten işareti bulan kişidir. Robert Bork ise Dünya’dadır ve balinaların toplu intiharlarını bir anlamda yeryüzünün kötülüklerle kaplı olmasına ve her geçen gün şiddetin artmasına bağlar. Her ikisi de geleceği bir anlamda görmekte ama kimseyi buna inandıramamaktadırlar. Robert Bork, Filofey’i desteklediği ya da başka bir deyişle Filofey gibi düşündüğünü belirttiği için kalabalık ve öfkeli bir grup tarafından linç edilir. Filofey ise kendini ve geleceğe dair öngörülerini tam olarak anlatamamanın ve Bork’un ölümüne yol açmanın verdiği sıkıntı ile intiharı seçer. Bork, öfkeli kalabalığın kendisine zarar vereceğini bile bile onların arasına girerek, Filofey ise intihar ederek Kassandra’nın sonunu yaşarlar. Kassandra ve onun talihsiz yaşamı romanda yer almaz. Sadece embriyolara Kassandra adı verilerek bu mitolojik olaya gönderme yapılır. Kassandra Kompleksi ise adı anılmadan yazarın Bork ve Filofey için yarattığı yazgıda yerini alır.

Bu çalışmanın ana konusu Kassandra Damgası adlı romanda kronotop kavramıdır. ‘Chronos’ zaman, ‘topos’ mekân, yer demektir. 20. yüzyılın önde gelen edebiyat araştırmacısı ve kuramcılarından olan Mihail Bahtin, “Forms of Time and the Chronotope in the Novel: Notes toward a Historical Poetics”3 başlıklı makalesinde tarihi romanlarda kronotop kavramından söz eder ve A. Einstein’in İzafiyet Teorisi'nden hareketle edebiyat eleştirisinde bir metafor olarak kronotop sözcüğünün kullanılabileceğini söyler. Burada çıkış noktası zaman ve mekânın birbirinden ayrılamaz oluşudur. Bahtin’e göre bir metnin dışındaki yaşantı zamanı, mekânı ve değerleri ile birlikte metnin kronotopuna sızar. Bir tarihi roman yazıldığı zamanın olaylarını anlatırken, mutlaka olayların yazıldığı zamanın ve mekânın değerlerinin etkisinde kalır. Bu nedenle bir metin zaman-mekân ilişkisi çerçevesinde ele alınırken, metin dışındaki sosyal ve tarihi çevrenin zaman-mekân ilişkisinin

3 Romanda Zaman Formları ve Kronotop: Tarihi Şiirlere Yönelik Notlar.

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

51632012

de dikkate alınması gerekir. Bahtin’e göre bir metnin yazılması aşamasında yazarın, okunması sırasında ise okurun yaşadığı dönemdeki zaman-mekân algısı metnin algılanmasında belirleyici olmaktadır (2002:15-24). Bahtin’den hareketle Esen de bir sanat eserinde zaman ve mekânın birbirinden ayrı düşünülemez bir bütün olduğunu, bu kavramın tarih ve coğrafyayı esere dahil ettiğini belirtir (2006: 65). Kronotop kavram, ele alınan edebiyat eserlerini sadece zaman-mekân ilişkisi üzerinden incelemek amacında değildir, aynı zamanda bunları sosyal ve politik bağlamlarına oturtmak için de önemli bir görev üstlenmektedir.

Mihail Bahtin’e göre matematiksel zaman ile mekân, olması mümkün olan yargıların imkân dahilindeki anlam-birliğini güvence altına alırlar. Dolayısıyla gerçek bir yargı gerçek duyumsal-istemsel ilgiyi gerektirir (2001: 99). Bahtin bu konuda şöyle der:

“Oysa Varlıktaki biricik konumumdan benim zaman ile uzama gerçek katılımım onların kaçınılmaz zorlayıcı gerçekliklerini, değerli biricikliklerini güvence altına alır-eskiden olduğu gibi onları ete, kemiğe büründürür. Gerçek katılımın içinden ve onunla ilişkili olarak olanaklı matematiksel bütün zaman ile uzam (olanaklı sonsuz geçmiş ile gelecek) değerli olarak pekiştirilir; ışığın ışınları biricikliğimden saçılıp, zamanı katederek tarihsel insanı onamış gibidir, bunlar (ışınlar) değerin ışığıyla bütün kendi başına olanaklı zaman ile uzama sızarlar, çünkü ben gerçekten zamansallığa ortak olurum. Sürdürülen yaşamdaki duyusal-istemsel, taraflı düşünüşümüzde oldukça yer kaplayan ‘sonsuzluk’, ‘ölümsüzlük’, ‘sınırsızlık’ gibi zaman ile uzamın belirlenimleri felsefede, dinde, sanatta, gerçek kullanımda salt kuramsal kavramlar olarak işlev görmezler. Tersine, onlara özgü belirli değerli uğraklara bağlı olarak düşünüşümüzde canlıdırlar; kendi taraflı biricikliğimle karşılıklı ilişkiye girdiklerinde değerin ışığıyla parlamaya

başlarlar.” (2001: 99)

Mihail Bahtin, yazarın varlık kazandırdığı dünyanın sınırında, bu dünyanın aktif yaratıcısı olarak konumlanması gerektiğini, aksi takdirde yarattığı dünyaya izinsiz girmesiyle bu dünyanın estetik dengesini alt üst edeceğini öne sürer. Ona göre, yazarın temsil edilen dünyayla ilişkili konumu, dış görünüşün temsil edilme şeklinden saptanabilir. Bir bütün olsun ya da olmasın, dış görünüşün kendisini aşan imgesi sınırların canlı, özsel ve kalıcı olması, kahramanın kendisini çevreleyen dünyayla iç içe geçmesi, çözülme ve tamamlanmanın eksiksiz, içten ve duygusal olarak yoğun olması, eylemin mesafeli ve plastik olması, kahramanların ruhlarının canlı olması koşuluyla sunulur. Tüm bu koşulların hepsinin sağlanması durumunda estetik dünya değişmez ve kendine yeterli hâle gelir ve bu durumda ancak yazar, yarattığı bu dünyanın aktif yaratıcısı olarak konumlanabilir (2005: 240). Oysa Bahtin’e

T ü l i n A R S E V E N

5263

2012göre yazar türlü şekillerde metnine sızabilmektedir. Sözgelimi yazar, romanda anlatıcının söylemine sızabilmektedir. Bu konudaki düşüncelerini Dostoyeski’nin Poetikasının Sorunları adlı kitabında dile getirirken Bahtin, anlatıcının söylemine dikkat çeker:

“Ama anlatıcının söylemi, anlatıcı karakterlerden biri olup anlatının sadece bir parçasını üstlendiğinde bile hiçbir zaman büsbütün nesnel(l)eşmez. Anlatıcının yazar için taşıdığı önem sonuçta anlatıcının bireysel ve tipik düşünme, deneyimleme ve konuşma tarzından kaynaklanmaz yalnızca, her şeyden önce de, görme ve tasvir etme biçiminden kaynaklanır: Yazarın yerine geçen bir anlatıcı olarak yerine getirdiği dolaysız işlev budur. Bu nedenle, yazarın tutumu, üsluplaştırmada olduğu gibi, anlatıcının söylemine sızar ve söylemi şu ya da bu ölçüde uzlaşımsal hale getirir. Yazar anlatıcının söylemini bize (bir kahramanın nesnel(l)eşmiş söylemini gösterdiği gibi) göstermez, ama kendisi ile bu yabancı söylem arasındaki uzaklığı kesinlikle hissettirerek bu söylemi

kendi amaçları doğrultusunda dışarıdan kullanır.” (2004: 262-263)

Şerif Aktaş’a göre, anlatma esasına bağlı eserler yaşamın itibarî bir âlemdeki görüntüsüdür. Belli bir süre içinde meydana getirilen eser, okuyucu tarafından yine belli bir süre içinde idrak edilir. İlkini yazma zamanı, ikincisini yaratma zamanı olarak tanımlayan Aktaş bu konuda

“Yazarın eseri yazma süresi kozmik zamana bağlı ve eserin dışındadır. Okuma zamanı denilen ve okuyucunun eserle karşılaştığı zaman dilimi için de aynı özellik söz konusudur. Romanda nakledilen vaka ile bu vakanın anlatılma zamanını yazma zamanı ile karıştırmamak gerekir. Anlatıma dayalı metinlerde nakledilen olayın süresi ile olayın anlatılma süresi –her ikisi de itibarîdir– birbirinden farklıdır. Bu farklılığı doğuran, anlatıcı ile anlatıcının olayı idrak edişi arasındaki aralık ve bunların ilişki düzeyleridir. Her durumda önce olay yaşanır, sonra anlatılır”

(1998: 117,118) demektedir. Bu çalışmada metnin yazar tarafından kurgulandığı zaman esas alınacaktır. Kassandra Damgası da ilk bakışta geleceğe dair bir tasarımı, bilimkurgu

tarzı bir öngörüyü anlatıyor gibi görünse de burada anlatıcının naklettiği olaylar önce yaşanmaktadır. Romanın vaka zamanı ile anlatma zamanı aynı olmamakla birlikte, aradaki zaman diliminin çok farklı olmadığı açıktır. Buna karşın mitolojik bir kahraman olan Kassandra’ya ve onun hikâyesine göndermede bulunulur. Böylece 20. yüzyıl olan vaka zamanı, geri dönüş, vb. bir teknik kullanılmadan sadece Kassandra sözcüğünden yararlanılarak antik çağa kadar genişler. Troyalı Priamos’un kızı Kassandra, gerçek ya da değil, yüzlerce yıl önce kendi alın yazısını yaşamıştır. Kassandra’nın hikâyesi romanda anlatılmaz. Kassandra Damgası başlığı ve Kassandra embriyonları tamlaması ile bu mitosa gönderme yapılır. Yazar, romanda çizdiği itibarî

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

53632012

âleme ütopik bir olayı da yerleştirmiş, bilimkurguyla korku ütopyası arasında bir yerde duran “Kassandra embriyonları” meselesini kurguya dâhil etmiştir. Ancak bilimkurgu türü romanlar, genellikle gelecekteki bir zaman dilimi üzerine kurgulanır. Burada Kassandra embriyonlarının varlığı, insanoğlunun kötülüklerle dolu bir yaşam çizgisine karşı koymak üzere henüz embriyo iken, doğmak istemediğini belirten sinyaller vermesi, yeryüzünde yaşanan karmaşa, romanı bilimkurgudan çok korku ütopyasına yaklaştırmaktadır.

Philip Stevick’e göre her romancının eseri –ister kendi zamanının meselelerini ele alsın isterse bu meselelerden kaçmaya çalışsın– yazıldığı zamanın sosyal olaylarının bir yorumudur. En bağımsız bir yazar bile, çok sağlam bağlarla yaşadığı devrin ruhuna bağlıdır (2004: 220). Kassandra Damgası zaman-mekân ilişkisi noktasında ele alındığında ilginç bir durumla karşılaşılır. Roman şu ifadelerle başlar:

“Bu defa da, geçmiş zamanlarda olduğu gibi, önce söz vardı. Tıpkı o ebedî kitapta yazıldığı gibi.”“Sonraki olayların hepsi, ‘söz’lerin sonucuydu. Fakat olayla ilk karşılaşanlar, günün birinde, hayatlarının en sarsıcı hatırası olarak, asıl bu olayı anlatacaklarını hiç ummuyorlardı. Ayrıca bu tanıkların hepsi hatıralarını benzer bir cümleyle ifade etmeye mahkûm idiler: ‘O günkü

inanılmaz olaylar bir polisiye romandaki gibi gelişiyordu.” (s. 9)4

Romanın daha başında yazar, aslında insanlık tarihinin hep aynı yolda yürüdüğünü, ancak en son olan olayın tüm yaşanılanların ötesinde olduğunu söyleyerek, kendi anlatacaklarının önemine dikkat çeker ve anlattıklarının geçmişte yaşandığı bilgisini verir. Bu ilk cümlelere bakıldığında olayın geçtiği zamana ilişkin herhangi bir bilgi, bir veri yer almamaktadır. Görülen geçmiş zaman kipiyle kurulan bu cümlelerle geçmişte bir zamana atıf yapılmaktadır. Ancak o günün tarihinin ne olduğu ve yakın ya da uzak geçmişi mi anlattığı kesin olarak belli değildir. Ardından olayların anlatımına geçilir. Olay, herhangi bir günde ve Tribün gazetesinde geçmektedir. Hemen ardından mekân değişir ve gökyüzü olur. Romanın başkişilerinden fütürolog Robert Bork, Atlas Okyanus’u üzerinde uçmakta olan bir uçakta yolcudur ve denizi seyretmektedir. Mekân olarak dünyayı kuşatan, yeryüzüne tepeden bakan bir noktada bulunmaktadır. Mekân, “Okyanus, sular, dalgalar, yeknesaklık, boş ufuk…” sözleriyle betimlenir (s. 12). Ardından uçak yolculuğunun nedeni açıklanır: “Futurolog, Avrupa’ya olağan gezilerinden birinden dönüyordu. Yine uluslar arası kongre, enteller toplantısı, yine bu kozmopolit çevrenin yaşam tarzı olmuş sonu gelmeyen tartışmalar, fikir ve düşünceler girdabında

4 Aytmatov, Cengiz (1997), Kassandra Damgası, Rusçadan Çev.: Ahmet Pirverdioğlu, İstanbul: Ötüken Neşriyat. (Romana ait bütün alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.)

T ü l i n A R S E V E N

5463

2012birbirine giren münakaşalar…” (s. 12). Yazar, mekândan hareketle ilk önce yakın çevresinde yer alan insanların bir eleştirisini yapar. Gökyüzü ve yeryüzü romanda birbirine zıt iki mekân olarak verilmesinin dışında gökyüzü sınırsız bir boşluk, yeryüzü ise “kalabalık ve insan batağı” sözcükleriyle tanımlanır (s. 15). Yazar, ikinci olarak da yaşadığı çağın insanına bakış açısını ortaya koyar. Uzay, yeryüzü ve gökyüzüne üçüncü bir mekân olarak eklenir. Uzay bilim istasyonunda kalıp, dünyaya dönmeyi reddeden Rahip Filofey aracılığıyla romanda yerini alan bu mekân, olay örgüsü için büyük genişleme sağlar. Kassandra sözcüğüyle zamanda binlerce yıl geriye giderken, uzay ile mekânda da sonsuzluk sağlanmış olur.5 Böylece zaman ve mekân olarak hem geçmişi hem geleceği hem de bütün evreni kapsayan geniş bir itibarî âlem yaratılır. Rahip Filofey’in Papa’ya yazdığı mektup “Roma Papası’na! Kutsal Peder. Uzayın derinliklerinden, artık üç yıldır bulunduğum Uzay İlmî Araştırma İstasyon’undan size verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilemeden önce, hayalen önünüzde diz çöküyor ve içtenlikle ellerinizden öpüyorum.” (s. 20) sözleriyle başlar ve yeryüzü ile uzay arasındaki bağlantı kurulur.

Kassandra Damgası’da zaman kavramının net olarak geçtiği ilk yer “Delfus rahibelerinin tanrılar adına ölüm veya zafer kehanetleri yaptıkları o güzel antik dönemler artık geçmişti. Maalesef XX. yüzyılda kâhinlere bakış, çok daha kibirli ve aşağılayıcıdır.” (s. 13) cümlesidir. Romanda yer alan bazı cümlelerde geçen ifadeler vaka zamanının yaklaşık olarak tahmin edilmesine olanak vermektedir. Sözgelimi “Tarih Müzesi’nin önünde Saddamcılar toplanmıştı. Bu insan batağından ‘Saddam, sen bizim kardeşimizsin!’, ‘Saddam, sen bizim kardeşimizsin!’, diye çılgın ve öfkeli bağırtılar duyuluyordu. Yumruklarını ileri atarak ‘Kad-da-fi! Kad-da-fi! Kadda-Kadda-Kadda-fi!’ bağırtıları çok ilgi çekiyordu.” (s. 126) ifadelerinden hareketle vaka zamanının Saddam Hüseyin’in 30 Aralık 2006’da ölümünden önceki bir tarih olduğu söylenebilir. Yine yazarın Kassandra embriyonlarını bekleyen tehlikeler olarak saydığı açlık, kenar mahalleler, hastalıklar ve bunların içinde AIDS, savaşlar, ekonomik krizler, sosyal patlamalar, canilik, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı ve uyuşturucu mafyası, milletler arası çatışmalar, ırkçılık, ekolojik ve enerjik felaketler, nükleer denemeler, kara delikler günümüz dünyasının problemleridir. Bu noktada eserin anlatma zamanı ile vaka zamanı arasında çok büyük bir fark olmadığı, olay örgüsünün yakın

5 Ramazan Korkmaz, Cengiz Aytmatov’un romanlarında ev/anne ve çevre/dünya izleği mesele-sini ele aldığı çalışmasında Kassandra Damgası’ndaki roman kişisi Krılstov’un anne izleğine tu-tunduğundan söz eder; “Rüyasında karda izini sürdüğü anne, onu ormanın derinliklerine, yani bilinçaltının içtenlik mekânlarına ulaştırır.” (1998:147) saptamasında bulunur ve böylece dış mekâna bir de kişilerin iç dünyalarının dehlizlerini ekler.

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

55632012

geçmiş üzerine kurulduğunu söylemek olasıdır. Romanda değinilen bazı siyasi olaylar, tarihleri verilmese de o dönemi bilen okur için zaman kavramı konusunda ipucu oluşturmaktadır. “Evet, o dönemleri hatırlıyorum. Çok iyi hatırlıyorum. O zaman Moskova’da –bu ne zamandı, ha, evet, dokuz yüz seksen altıda– sen Kremlin’deki o muazzam antik salonda konuşuyordun, toplantıyı ise Gorbaçov bizzat yönetiyordu. Ordok da bizimleydi.” (s. 55) cümleleri ile aşağıya alıntılanan bölümlerden hareket ederek zaman konusunda tahminlerde bulunulabilir.

“Ha, efendim, konu açılmışken mecazî anlamda değil, gerçek zaman ayarlı bir bombayı hatırladım. Bu olay Afganistan’da, oraya sözde sınırlı sayıda askerî güç sevkedildiği zaman oluşmuştu. Çok eski olmayan bu olayların siyasî iç yüzü iyi bilinmektedir, ben ise işgalci askerler tarafından ‘ceset tuzakları’nın nasıl yapıldığını anlatmak istiyorum. Düşmanın cesedini köyüne yakın, yol kenarında ki görünen bir yere atıyor ve altına da patlamaya hazır özel bir mayın yerleştiriyorlardı…” (s. 28-29). “İşte akıl almaz bir şiddet örneği daha: Türkiye’nin bir şehrinde edebiyat sanatçılarının Selman Rüşti’yi destekleyen toplantısının yapıldığı otel yakılıyor. Orada sadece toplantıya katılanlar değil, normal misafirler de yanarak can verdi. Televizyoncular bunların hepsini filme almış: Cayır cayır yanan bina; yanan insanlar; bir şeyler yapmaya çalışan itfaiyeciler; bunun yanında ise meydanda coşan kalabalık kökten dinci gençler.” (s.

149) Türkiye’de geçtiği söylenilen olay ile, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak

Oteli’nde yaşananların kastedildiği düşünülebilir.6 Buradan hareketle vaka zamanının yılı tam olarak söylenebilir. Ancak ay olarak değişiklik söz konusudur. Çünkü romanda anlatıcı, Robert Bork’un güzel bir sonbahar günü katledildiğini söylemektedir. Robert Bork’un öfkeli kalabalık tarafından katledildiği gün, şu cümleler ile verilir:

“O sonbahar günü, gümüş gibi temiz havası, sessizce düşen rengârenk yaprakları, şehir dışındaki evlerin üzerinde veda uçuşu yapan kuş sürüleri ile ebedî bir resme konu olacak kadar güzeldi. Çok yakında oynayan çocukların sesleri duyuluyordu. Güneşli gün bütün canlılara sükûnet, bir rahatlık, kısacası hayat sevinci bahşediyordu.”“Hayatın akışını engelleyecek bir durum yoktu. Tanrı’nın bu muhteşem günü belki de böylece bitecekti. Ama gözle görülmeyen, yetişme aşamasında olan, daha sonra kendini belli etmek için şimdilik enerji

6 Bu olayın yer aldığı bölümde çevirmen “Bu, Türkiye’de baş gösteren olayların dışarıda ne ka-dar yanlış aksettirildiğinin bir örneğidir. Olayların iç yüzü ve Selman Rüştü ile hiçbir ilgisi ol-madığı Türk okurunca bilindiğinden fazla açıklamaya ihtiyaç duymadık” şeklinde bir dipnot düşmüştür (s. 149).

T ü l i n A R S E V E N

5663

2012biriktiren bir olay yaklaşmaktaydı. Bunun için insanlar bir araya

gelmeliydi.” (s. 92)

Burada önemli bir noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Yazar, gerçek olayları kurguya dâhil ederken bunların oluşum zamanı üzerinde birtakım değişiklikler yapabilir veya olayı değiştirip kendince yeniden yorumlayabilir. Her iki durumda da yazar, bir anlamda kurguda dile getirdiklerinin, anlattıklarının gerçekliğine okuru inandırmak ister. Yukarıdan beri alıntılanan kısımlara bakılarak romanın vaka zamanının tahminen 1993 olduğu söylenebilir. Romanın yayım tarihi ise 1994’tür. Romanın kurgusunda yer alan ve gerçek oldukları iddia edilen bu olaylar ile yazar, ortaya koyduğu dünyanın gitgide yaşanmaz bir yer olduğu, kötülüğün kol gezdiği tezini doğrulamayı hedeflemektedir. Ama asıl hedefi Kassandra embriyonlarının varlığına ya da var olabileceğine okuru inandırmaktır. Vaka zamanı olarak değil ama anlatma zamanı olarak roman dün-bugün-yarın zinciri üzerine kuruludur. Burada akla gelen soru ise bu zaman düzeniyle mekân arasındaki ilişkinin nasıl olduğudur. Gelecek tasarımına bakıldığında vaka zamanının anlatma zamanıyla aynı olmadığı dikkati çeker.

Metin dışı yaşam, bir romanda metne sızabilir. Yazar, Hitler ve Stalin gibi yakın tarihte yaşamış iki lideri, öncelikle dünyaya ve insanlığa yaptıkları noktasında aynı kefeye koyar. Hatta bir sözcük oyunu da yaparak her ikisinin adını birlikte ve yerlerini değiştirerek yazmak yoluna gider. Bu iki lidere bakış açısını Aytmatov, roman kahramanı Filofey aracılığıyla şöyle dile getirir:

“Bu anlamda bize çok şey söylemeye muktedir olan Stalinhitler veya tam tersi Hitlerstalin dönemi hâlâ hafızalardan silinmemişken, elde meş’ale, geçmişin derinliklerinde dolaşarak ölü simaları aydınlatmaya değer mi? Bunların tıpatıp bir olan mahiyeti insanlığa o kadar büyük kan pahasına mal olmuştur ki üzerinden çok yıllar geçmesine rağmen dünya istatistiği hâlâ bunların arasında geçen kanlı cihan savaşına sürüklenen kurbanların gerçek sayısını çıkaramıyor. Ve bu ölüm kalım savaşı fizyolojik olarak bir canavarın iki başı arasında geçiyor. Acaba Bolşevizm olmadan Faşizm olabilir miydi? Ayrı ayrı doğrulmuş, fakat cehennemin karmasında çaprazlanan Stalinhitler ve Hitlerstalin’i

düşünmek bile XX. yüzyılın insanının kanını donduruyor.” (s. 30) Aytmatov’un Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmadan önceki

döneme dair düşüncelerinin, Birliğin dağılmasını izleyen yıllarda yazdığı Kassandra Damgası’na sızdığı görülmektedir.7 Yazar, bir anlamda dünyanın

7 Umut Asanova, Aytmatov’un eserlerinde kültürel krizi sorguladığı makalesinde Aytmatov’un kendi trajedisi içinde yalnız olduğunu ve bunun da eserlerine yansıdığını belirtir. Aytmatov’un eserlerinde insanın kendi trajedisinden bütün dünyanın trajedisine bireysel trajediden global trajediye uzanan mecazi anlamlarla yüklü derin felsefi bir trajediyi yalın ve edebi bir dille an-

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

57632012

hızla çöküşe gittiğini, yaşamın gittikçe daha çok kötülüklerle dolu hâle geldiğini söylerken bunda Hitler ve Stalin’in de suçlu olduğunu vurgulamak ister. Binlerce yıllık insanlık tarihinde insanoğlunu, romanda kurgulanan duruma getirecek çok sayıda lider yaşamış, yüzlerce savaş yapılmış, silahlar (ilkel ya da gelişmiş) yaşamın hep bir parçası olmuştur. Oysa Aytmatov, bunlar arasından kendi tanıklık ettiği bir dönemi ve liderlerini söz konusu etmiştir. Bu söz konusu ediş, yazarın politik duruşunu sergilerken aynı zamanda geçmişin geleceğe ve gelecekteki yaşama (ki burada aslında mekâna demek daha doğru olur) olan etkisini göz önüne sermiştir. Bir olay, belli bir zamanda ve mekânda gerçekleşir. Aynı olayın, yer ve zamanın aynı olduğu bir noktada tekrar birebir yaşanma olasılığı nedir, tartışılır. Yazar, yepyeni itibarî bir âlem kurgularken, gerçek dünyadan yararlanır. Kimi zaman bu, gerçeğin birebir kopyası olur, kimi zaman ise benzer olarak kurgulanır ya da yeniden yaratılır. Bu süreçte kurguda çizilen mekân birçok açıdan işlev kazanır.

Sevinç Ergiydiren’e göre, bir romanda geniş mekânlarda geçen olaylar daha yüzeysel kalmaktadır. Genellikle de macera ve polisiye romanların vakaları geniş mekânlarda geçmektedir. Kapalı odalar, hapishane hücreleri, vb gibi dar mekânlar ise psikolojik derinlikleri vermek için daha uygundur. Bir roman incelemesinde “dramatik yapının eğrisine katkısı, konu bütünlüğü sağlamada mekânlardan faydalanma, kahramanı aydınlatma işlevi olup olmadığı, mekânlar aracılığıyla sağlanan simetri, karşıtlık, gerginlik veya çekicilik gibi ruhsal durumların dramatik yapıya kattıkları iniş çıkışların etkisine hikâye boyunca dikkat edilmeli ve yarattıkları estetik etki” araştırılmalıdır (Ergiydiren 2001: 21). Kassandra Damgası’nda Robert Bork’un evi, gazetenin yazı işleri bürosu, uçak, vb. dar mekânlar arasında sayılabilir. Geniş mekân olarak, ilk bakışta Robert Bork’un yaşadığı ülke olması nedeniyle Amerika (“Bizim Amerikalı seçmen, bildiğin gibi her şeyi sorup soruşturan ve hatta, ben derim ki, kavgacıdır. Zaten bunu tüm dünya biliyor ve bizi seyrettikçe karakterimize gülüyor.” s. 64) görülse de uzay istasyonu aracılığıyla mekân genişleyip tüm evrene yayılmaktadır. Uzay bir mekân olarak betimlenirken,

“O, yıldızların arasına atladı ve sonsuzlukla yüz yüze kaldı. Burada yukarı ve aşağı, taraflar, ufuk, sınır ve zaman yoktu.”

lattığını öne süren Asanova’ya göre, Aytmatov’un eserlerinde yer alan kültürel kriz ve bunalı-mın temelini oluşturan dünyanın kuruluşunun ardından başlayan trajedinin hissedilmesidir. Asanova “Aytmatov, Sovyet devri çocuğudur. Sovyet kültürünün yegâne büyüklüğü, şaşılacak büyüklükteki, tecrit edilmiş sistemin parçalanmaması ve sistemin kendi kendisinin kurup do-ğurmasıdır. Trajedinin duyuş felsefesi, ruhun topyekûn olarak tezatta olmasıdır.” diyerek gö-rüşlerini aktarır (2009:131).

T ü l i n A R S E V E N

5863

2012“O, havada asılı kaldı ve uzay gemisinden tedricen uzaklaşarak yokluğa uçtu…”

“O, fezada bir süre uçtu ve az sonra görüş alanından çıktı…” (s. 197) ifadelerine yer verilir. Böylece sonsuzluk sözcüğüyle mekânda daha büyük bir genişleme sağlanır. Ancak burada dar ya da geniş oluştan öte mekânlar arası uzaklık daha büyük önem kazanmaktadır. Filofey’in “Şaşkınlık içindeyim. İstasyonun optik araçları beni yerdeki gerçekleri kavramaya yetecek kadar Dünya’ya yaklaştırıyor ve mesafenin hiçbir önemi kalmıyor.” (s. 26) sözleriyle mekânlar arası uzaklık ortadan kalkar ve asıl önemli olanın yeryüzündeki kaos olduğuna vurgu yapılır. Amerika ve uzay romanda sembolize edilmiş iki mekândır. Yazar, bu iki mekân aracılığıyla ABD-SSCB arasındaki soğuk savaşı geçmişteki yaşam tecrübesine göre şekillendirip kurguya dâhil eder.

“Konuşmacılara göre, uzayda evrensel bir provakatör, âlemşûmul bir fesatçı ortaya çıkmıştır; başka birisi, galiba Rus göçmenlerden, Filofey’i KGB muhbirlerine benzeterek, onu hamile kadınları ihbar eden uzay muhbiri olarak adlandırdı. Diğer konuşmacı ise Filofey’in bir Rus ajanı olduğunu, uzaya gönderilerek, oradan Amerika’yı içeriden parçalamak, toplumda genetik bomba etkisi yaratmakla görevlendirildiği fikrini ileri

sürdü.” (s.105) cümlelerinden de anlaşılacağı üzere Aytmatov’un, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmadan önceki dönemine ait yaşantısının etkisi romanda açıkça görülür. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1991 yılının sonunda dağılmıştır. Roman 1994 yılında yayımlanmıştır. Romanın yaratma süreci, Birliğin dağılmasından sonraki birkaç yıla denk gelse de yazarın, şahsi yaşamının etkilerinden kurtulamadığı açıktır. Kızıl Meydan’da gösteri yapmak üzere toplanan halk romanda şöyle anlatılır:

“Her şey o sonbahar günü öğleden sonra binlerce insanın ASS’yi, yani Askerî Sanayi Sektörü’nü desteklemek için Kızıl Meydan’a akın etmesiyle başladı. Gazetecilerin de kaydettiğine göre, artık belli çevreler, Perestroyka ile gelen silahsızlanmanın uzun zamandan beri savunma sanayini engellediğini ima ediyor, yalnız ASS’nin eski durumunun ihyâsıyle ülkeyi yeniden güçlendireceğini söylüyorlardı. Bu fikirler, ormanda için için yanan gizli bir ateşin kokusu gibi havada hissediliyordu. Şimdi ise o ateş alevlenmiş, yanmaya başlamıştı. Bir taraftan da, şimdi ektiklerini biçen; yani kamuoyunu yeniden silah ticareti yapma, askerî devletçiliğin temelini oluşturan ASS’yi ihyâ etme fikrine yönlendiren kışkırtıcı şövenler, diğer taraftan perestroykanın ve sözüm ona radikal demokratların Batı’nın menfaati için bu devleti yıktıklarını iddia eden bazı güçler bu ateşi daha da körüklüyorlardı.” (s. 124)

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

59632012

Yukarıdaki paragraftan iki sayfa sonra ise metinde şu cümlelerin yer aldığı görülür:

“Bu arada mozolenin üzerindeki kürsüden konuşan esas hatiplerin söyledikleri de belli oranda mantıklı ve inandırıcıydı: Silâh üretiminin durdurulması ekonomiye iyi şeyler vaat etmiyor, tam tersi dünya piyasasını zengin Amerika’nın eline bırakıyor. O da fırsatı kaçırmayarak her gün, her gece, her yıl silâh yaparak herkesi silâhlandırıyor ve herkese hükmediyor. Bizim neyimiz kötü? Bir sebep daha gösteriliyordu: Silâhsızlanma politikasının sebep olduğu işsizlik büyük bir sosyal patlamayı getirecek; ülkenin güçlü beyin potansiyelini mahvedecek. Keskin nişancı gibi tam on ikiden vuran daha neler neler söylendi. Ve hedefini bulan her fikir kalabalıkta keskin bir nefret hissi uyandırıyordu.”

(s. 127)

Alıntıda her ne kadar, Rus halkının, Perestroyka sonrası, çeşitli görüşleri aktarılıyorsa da aslında anlatıcı, çok yakından tanıdığı, iyi bildiği bir toplumun görüş ve duygularını dile getirmektedir. Oysa romanda anlatıcının dünyanın pek çok yerinde yaşanan huzursuzlukları aktarmak, kötülüğün hemen her yerde kol gezdiğini dile getirmek gibi bir çabası vardır. Dikkat edilirse Rusya’da gerçekleşen olaylarda belirtilen görüşler –romanın ana mekânlarından biri Amerika olmakla birlikte– Amerikalıların Kassandra embriyonları konusundaki düşüncelerinin aktarımından daha güçlüdür. Yazar, bu romanda zaman ve mekân olarak sonsuzu, evreni ve tüm insanlığı esas almaya çalışsa da doğup büyüdüğü coğrafyanın insanının yaşam ve düşünüş tarzı metin dışı olarak ister istemez romana sızmıştır. Romanda dikkati çeken bir başka yer ise şöyledir:

“Çoğu zaman, henüz döllenmemiş varlığı gelecek hayatında önceden şartlanmış kötülükler, yoksulluk ve hastalık, şiddet, sefalet ve hakaretler bekliyorsa bu düşünceye karşı koymak zorlaşıyor. Bundan dolayıdır ki kadın yürüyüşlerinde taşıdıkları ‘Benim rahmim benimdir.’ gibi pankartlarla kadınlar belki de şunu söylemek istiyorlar: ‘Hepiniz defolun başımdan!’ Bazı hamile alkolik kadınların ‘Yine içerim, yarınsa bu pisliği, bu asalağı kendi içimden atarım ve yine keyfime bakarım. Tanrı’nız da, günahlarınız da bana vız gelir. Herkes bana tükürüyorsa, ben de her şeye tükürürüm.’ Şeklindeki hayasız beyanlarından hiç kimse şaşırmıyor ve iğrenmiyor. Gelecek insanı anında, bir çöp gibi atıyorlar. Ve bu hareketlerine gaddar mantıkla bile olsa çok sayıda mazeret buluyorlar.” (s. 24, 25).

İnsanın öncelikle kendine, sonra da doğacak çocuğuna olan bakış açısını ortaya koymada yukarıda alıntılanan bölüm son derece dikkat çekicidir. İnsanoğlu, sırf insan olmaktan kaynaklanan, doğuştan getirdiği, değerli olduğu/olması gerektiği düşüncesinden öylesine uzaklaşmıştır ki, yaşamı

T ü l i n A R S E V E N

6063

2012kendisine tükürülmek olarak algılamakta; doğacak çocuğa da aynı davranışı göstermek, onu bedeninden çıkarıp atmak gerektiğini savunmaktadır. Aytmatov, gerek bu düşünce tarzına dikkat çekerek gerekse Dünya’nın dört bir tarafında yapılan gösterileri betimleyerek yeryüzünün ne denli yaşanılmaz olduğunu gözler önüne serer. Ordok’un iktidar olma hırsıyla kitleleri tahrik etmesi sonucunda Robert Bork’un linç edilerek öldürülmesi, Filofey’in çok sayıda kamera önünde tüm dünya izlerken uzay boşluğuna atlayarak intihar edişi üzerinde durulmaya değer niteliktedir. Buradan hareketle Kassandra Damgası’nın anlatıcısının bir başka deyişle romanın yaratıcısı olan Aytmatov’un da bir anlamda Kassandra Kompleksini taşıdığını söylemek olasıdır.

Sonuç olarak Kassandra Damgası’nın vaka zamanı, yeryüzü-gökyüzü-uzay şeklinde gittikçe genişleyen bir mekân dairesinde ama çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleşir ve biter. Ancak böylesine geniş bir mekânda ve çok kısa sürede gerçekleşen olay örgüsü içinde Aytmatov, insanlık tarihinin binlerce yıllık geçmişini, eylemlerini sorgular. Bu sorgulamanın sonucunda insanlık başarılı bir sınav veremez. Binlerce yılda insanoğlu hep birbiriyle savaşmış, çıkarları daima ön planda yer almış, gittikçe daha acımasız nesiller yaratmıştır. Romanın vakasının geçtiği 20. yüzyıla gelindiğinde insanlık mafya, hastalıklar, fuhuş, vb gibi toplum için ne kadar kötü ve olumsuz durum var ise bunların arasında sıkışıp kalmıştır. Böylesi bir dünyada yaşamak istemeyen, yazgısını önceden görüp buna rıza göstermeyen, her şeye rağmen yaşamak güzel diyemeyen insanoğlu, henüz daha embriyo hâlinde iken doğumuna itiraz eder hâle gelir. Tıpkı binlerce yıl önce, mitoloji kahramanı Kassandra gibi olacakları görüp söylemekte, ama kimseye inandıramamaktadır. Öte tarafta insanoğlu, bunca yanlış ve kötü işi gördüğü hâlde bunları düzeltmek için de bir çaba göstermemektedir. Romanın bütününde zaman ve mekân ne olursa olsun, dünyayı ve yaşamı çekilmez hâle getirenin insan olduğunun altı çizilir. Kassandra’yı da her şeyi önceden bilme ama kimseye buna inandıramama gibi çekilmez bir yükü taşımaya götüren, Tanrı Apollon’un bencil istekleri ve bunun karşısında Kassandra’nın Apollon’u aldatmış olması değil midir? Zaman ve mekân değişse de insanın doğası değişmemekte; kötülük yeryüzünde insanoğlu aracılığıyla kol gezmeye devam etmektedir. İşin daha vahim olan yönü ise bunu düzeltmek isteyenlerin ise Kassandra, Robert Bork veya Rahip Filofey, her kim olursa olsun toplum tarafından kabul görmemesi, kara düzenin sürüp gitmesidir.

Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası ile tek yaşam alanı olan dünyayı mekân alarak, görünüşte birkaç güne sığan bir vaka zamanı hareketliliği

Kassandra Damgası’nda Kronotop Kavramı

61632012

içinde insanoğlunun iki bin yıllık serüvenini başarıyla özetlemiştir. Zaman, mekân değişse de insanoğlu değişmez. Bu olumlu yönde gelişme, değişme gösteremeyişin sonucu ise hep aynıdır. Aytmatov, bütün zamanları, bütün mekânları ve toplumları bir potada eritip, insanoğlunun geldiği son noktayı göz önüne sermek arzusundadır. Bunu yaparken de birkaç yüzyıl geriye ya da ileriye gitmeyip vaka zamanı ile anlatma zamanı arasında birkaç günlük çok kısa bir zaman dilimi bırakmıştır. Eserin itibarî âleminin zamanı ve mekânı ile yazıldığı dönemin zamanı ve mekânında da paralellik vardır. Yazarın kendi yaşantısı ve yaşadığı dönemde tanık olduğu –Hitler ve Stalin’in dönemleri gibi– yukarıda da belirtilen bazı siyasi ve sosyal olaylar metin dışı olarak, romana sızmıştır. Kronotop kavramı, kısaca tarihi bir romana yazarın yaşadığı dönemin sızması olarak tanımlanabilir. Kassandra Damgası tarihi bir dönemi ele almadığı gibi, tersine insanoğlunun geleceğine dair bir tasarımın romanıdır. Bu nedenle belki ilk bakışta bu romanda kronotop kavram üzerinde durmak doğru görünmemektedir. Ancak kronotop kavramın ele alınan edebiyat eserlerini sadece zaman- mekân ilişkisi üzerinden değil, aynı zamanda sosyal ve politik bağlamlarına oturtmak için de önemli bir görev üstlendiği bilgisi gözden uzak tutulmamalıdır. Burada dikkati çeken, insanoğlunu yaşadığı coğrafyadan ve kimliğinden uzak bir bütün olarak görmeye çalışan, tüm dünya aynı kötü sonu yaşamaya doğru gidiyor iletisinde bulunan Cengiz Aytmatov’un şahsi yaşantısının romana sızmış olmasıdır.

KaynaklarAkmataliyev, Abdıldacan (1998), Cengiz Aytmatov’un Dünyası, Ankara: Atatürk Kültür

Merkezi Yay. Aktaş, Şerif (1998), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, 3. Baskı, Ankara: Akçağ Yay.Asanova, Umut (2009), Cengiz Aytmatov, Editör: Ramazan Korkmaz, Ankara: Kültür ve

Turizm Bakanlığı Yay.Aytmatov, Cengiz (1997), Kassandra Damgası, Rusçadan Çev.: Ahmet Pirverdioğlu,

İstanbul: Ötüken Neşriyat.Bahtin, Mihail M. (2001), Bir Eylem Felsefesine Doğru, İngilizceden Çev.: Siyaveş Azeri,

İstanbul: Avesta Basın Yayın Dağıtım LTD. ŞTİ. Bahtin, Mihail M. (2002), “Forms of time and the Chronotope in the Novel: Notes

toward a Historical Poetics”, Narrative Dynamics: Essays on Time, Plot, Closure, and Frames, Editör: Brian Richardson, The Ohio State University Pres. (http://www.google.com.tr/books?id=kY8XFN6smdsC&printsec=frontcover&hl= tr&source=gbs_ge_summary_r&cad=0#v=onepage&q&f=false) (04.01.2012)

Bahtin, Mihail M. (2004), Dostoyevski Poetikasının Sorunları, İngilizceden Çev.: Cem Soydemir, İstanbul: Metis Yayınları.

Bahtin, Mihail M. (2005), Sanat ve Sorumluluk, İngilizceden Çev.: Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yay.

T ü l i n A R S E V E N

6263

2012Ergiydiren, Sevinç (2001), Edebiyat Araştırmaları –Edebiyat Eleştirisi Üzerine Bir Deneme–,

İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Matbaası.

Esen, Nüket (2006), Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar, İstanbul: İletişim Yay.

Granger, Ernest (1983), Mitoloji, Türkçesi: Nurullah Ataç, Haz.: Müzehher Erim, 2. Baskı,

İstanbul: Cem Yayınevi.

Korkmaz, Ramazan (8-10 Aralık 1998), “Cengiz Aytmatov’un Romanlarında Kaos’tan

Düzen’e Ev/Anne ve Çevre/Dünya İzleği”, Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz

Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi

Başkanlığı Yay.

Saray, Mehmet (1999), Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih

Kurumu Yay.

Stevick, Philip (2004), Roman Teorisi, Çev.: Sevim Kantarcıoğlu, 2. Baskı, Ankara: Akçağ

Yay.

Tollu, Cemal (1964), Mitoloji Yunan ve Roma, İstanbul: İskender Matbaası.

Tural, Sadık Kemal (8-10 Aralık 1998), “Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Sayın Prof. Dr.

Sadık Kemal Tural’ın Açış ve Berat Takdim Töreni Konuşması”, Doğumunun 70.

Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara: Atatürk

Kültür Merkezi Başkanlığı Yay.

ÖZ1888-1955 yılları arasında yaşamış, Mısır Hidivi Hüseyin Kâmil Paşa’nın

kızı Prenses Kadriye Hüseyin, tarihî kimliği kadar edebî kimliği ile de

dikkate değer bir isimdir. Edebiyatın her türünde eser veren Kadriye

Hüseyin’in İstanbul’da Osmanlıca yayımlanan pek çok dergide yazısı

yayımlanmış; yazı ve şiirleri devrin Recaizâde Mahmut Ekrem gibi

meşhur isimlerinin dikkatini çekmiştir. Zengin bir kültürel birikimi olan

Kadriye Hüseyin, çok geniş bir yelpazede, antropoloji, kadın, tarih,

folklor, psikoloji gibi çeşitli konularda yazmıştır.

Anahtar Kelimeler: Mısır, mitoloji, kadın edebiyatı, Kadriye Hüseyin.

ABSTRACTA Forgotten "Emîre-i Muhtereme" in Turkish Literature:

The Egyptian Princess, Ottoman Woman of Letters Kadriye Hüseyin Hanım

Princess Kadriye Hüseyin (1888-1955), the daughter of Egyptian

Khedive Hüseyin Kamil Pasha, attracts our attention with her literary

identity as much as with her historical personality. Writing in all genres

of literature, Kadriye Hüseyin had many essays published in journals

in Ottoman language in İstanbul; her prose and poems drew attention

of the famous names of the period like Recaizâde Mahmut Ekrem. With

her rich cultural background, Kadriye Hüseyin wrote in a wide range

of fields such as anthropology, women issues, history, folklore, and

psychology.

Key Words: Kadriye Hüseyin, woman literature, Ottoman women

literature.

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi

Kadriye Hüseyin Hanım

Betül COŞKUN*

* Yrd.Doç.Dr. Fatih Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, e-mail: [email protected]

B e t ü l C O Ş K U N

6463

2012Giriş

Osmanlı’da Batılılaşma tarihi ile eş zamanlı başlayan “kadın hareketi”, önceleri her ne kadar erkeklerin önderliğinde ilerlese de zamanla kadınlar siyasi ve sosyal haklarını zorlayarak bu harekette

etkin şekilde yer alırlar. Eğitim, siyaset ve toplumsal haklar itibariyle özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde kuşatılmış bir kapalı dünyadan çıkan entelektüel kadın, haklarını sorgulamaya, farklı düşüncelerle temas kurmaya ve hemcinslerine rehber rolünü ifa etmeye girişir. Bu sürecin yavaş ve dönemin şartları düşünülerek temkinli işlediğini de belirtmek gerekir.

Tanzimat’tan sonra başlayan modern edebiyat içerisinde kadın, edebiyatın en önemli konusu/ nesnesi olarak belirir. Şerif Mardin’in ifade ettiği gibi Tanzimat aydınlarının iki temel problemi vardır: kadının toplumdaki yeri ve üst sınıf erkeklerin Batılılaşması (2008: 30). Çünkü Osmanlı aydını değişik oranlarda olsa da Batı medeniyetini benimsemiş; toplumun Batılılaşmasının ise aileden, ailenin de “anne”nin eğitilmesinden geçtiğini öne sürmüştür. Bu açıdan yapılması gereken, kadının statüsünün yükseltilmesidir. Önce erkeklerin girişimleri ve gazete, dergi ve kitapların “ev içi”ne girişi ile bir kadın elit sınıfı oluşmaya başlar.1 Bu sınıf, daha önce erkek entelektüelin benimsediği kadınlığın yükseltilmesi fikrini büyük bir heyecanla benimser. Bundan sonra kadının edebî ve fikrî eserlerin yalnızca “konusu” olmaktan çıkıp “yazarı” haline geldiğini görürüz. Fatma Aliye, Emine Semiye, Makbule Leman ve Şair Nigâr’ı erken dönem Osmanlı hareketi içerisindeki yazarlar olarak zikretmek mümkündür. Bundan sonraki devre, Meşrutiyet yıllarına rastlar. Meşrutiyet’le birlikte, daha önce başlamış olan kadın hareketini miras alan, dönemin değişik fikir akımlarının etkisinde yeni bir kadın hareketi belirir. Bunlar, devrin siyasi ve sosyal şartlarının da tesiriyle kadına “iyi vatandaş” kimliğini telkin ederler. Tanzimat dönemine göre daha iyi eğitim olanaklarına2 ve çalışma şartlarına sahip Meşrutiyet kadınları, edebiyat, siyaset, hukuk, eğitim alanlarında sesini duyurmaya başlar. Nezihe Muhittin, Halide Edip, Müfide Ferit gibi bu dönem eser veren kadın yazarlar, aksiyoner kişilikleri ile öne çıkarlar. Kadriye Hüseyin, işte bu dönemde diğer kadın yazarlarla birleşen ve ayrılan çizgilerde yazan, aktif bir kadın entelektüel olarak yayın dünyasında yer alır. O, süreli yayınlarda yazmış olduğu edebî ve fikrî yazı ve manzumelere, yayımladığı kitaplara rağmen unutulmuş kadın

1 İnci Enginün matbaanın gelişi ile yayınların ev içine girişini kadın hareketinde önemli bir sü-reç olarak görür (Enginün 1998: 268-281).

2 Tanzimat döneminden sonra kadınların eğitimi ile ilgili önemli gelişmeler olmuş ve bu geliş-melerin neticesinde 1911’de kız idadileri, 1915’de İnas Darülfünûnu açılmıştır. 1921’den itiba-ren kadın ve erkekler birlikte üniversite eğitimi almaya başlarlar (Kurnaz 1992: 74-89).

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

65632012

şahsiyetlerden biridir. Onun bu unutuluşunda, kadın yazarların pek çoğu ile aynı kaderi paylaşmasının yanı sıra ilk Mısır hidivinin kızı oluşunun da etkisi olmalıdır. Osmanlı’ya “ihanet etmiş” (Ayaşlı 2008: 137) Mısır hidivinin kızı olmakla birlikte uzun yıllar İstanbul’da yaşayan, yazan ve Mısır Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra da Türkçe eserler veren, Osmanlı ve genç Türkiye ile ilişkisini sürdüren bu yazarın Osmanlı kültür ve edebiyatına katkısını gün yüzüne çıkarmak gerekir.

1. İstanbul’da Bir Mısır PrensesiKaynaklarda Kadriye Hüseyin’in biyografisi ile ilgili yeterince bilgi yer almamaktadır. Var olan az sayıdaki bilgi de birbiriyle çelişmektedir. 10 Ocak 1888’de Kahire’de dünyaya gelen Kadriye Hüseyin (İhsanoğlu 2006:59) Kavalalı hanedanına mensuptur. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1805’te vali oluşundan 1952’ye kadar Mısır’a bu aile hâkim olmuştur. Bu sülale, “Mısır gibi Arap kültürünün geleneklerinin kök saldığı bir toplumda, Türk kültürünün değişik tesirlerinin nüfuz etmesinde ve modern Mısır kültürünün oluşmasındaki” temel unsurlardan biridir (İhsanoğlu 2006: XVIII). Kadriye Hüseyin’in Türkiye ve Türkçeye olan eğilimini öncelikle burada aramak gerekir. Kadriye Hüseyin’in babası, Osmanlı prensi, ilk Mısır hidivi Hüseyin Kâmil Paşa, annesi Melek Sultan’dır.3 Kadriye Hüseyin, ilk evliliğini 1919 yılında Kahire’de Muhammed Cemalettin Sırrı Bey’le yapar.4 Yaklaşık bir yıl süren bu evliliğin ardından 1921’de Mahmut Hayri Paşa ile Emirgân’da evlenir, 1922-1930 yılları arasında İstanbul’da Huber Köşkü’nde5 yaşarlar. Bilindiği gibi Mısırlı zengin ve aristokrat kesiminin tatillerini İstanbul’da geçirmesi oldukça yaygın bir gelenek haline gelmiştir.6 “Boğaz’ın en müstesna karşılıklı tepelerini tutan” (Ayaşlı 1993: 185) Mısır hanedanın diğer üyeleri gibi İstanbul’da Boğaziçi’nde yaşayan Kadriye Hüseyin, “çok severek aldığı yalıda uzun müddet oturamaz.” “Çok zayıf ve nahif” vücudu” Boğaz’ın sert iklimini” (Ayaşlı 1993: 181) kaldıramaz ve yalıyı satmak zorunda kalır. Kadriye Hüseyin’in Hüseyin Hayri Paşa’dan iki çocuğu olur. Oğlu Damad Mahmut

3 Nihat Sırrı Örik, hatıralarında Melek Sultan'dan uzun uzun bahsetmektedir (Örik 2006: 207-210)

4 Cemalettin Sırrı Bey, Kadriye Hüseyin’in halası Prenses Fatma Hanımefendi’nin oğlu olup ev-lilikleri bir yıl sürmüştür. Fethi Okyar da Prenses Kadriye Cemalettin Bey’le nişanlı iken ona talip olmuştur (Ayaşlı 2008:137).

5 Huber Köşkü önce Huberler’e aittir. Huberler’in I. Dünya Savaşı’ndan önce İstanbul’u terk et-meleri ve M. Huber’in ölümü üzerine köşk Kadriye Hüseyin Hanım tarafından satın alınmıştır. Kadriye Hüseyin, Mısır’a dönerken bu köşkü sembolik bir fiyatla Notre Dame Sion’a satmıştır (Batur 1994: 93).

6 Ekmeleddin İhsanoğlu, 1910 yılında İstanbul’a gelen Mısırlı ziyaretçilerin sayısının beş bin ki-şiye ulaştığını belirtir (İhsanoğlu 2006: 13).

B e t ü l C O Ş K U N

6663

2012Hüseyin Hayri Bey’i Abdülmecid’in torunu Prenses Fevziye Sultan’la Paris’te evlendirmiştir. Kadriye Hüseyin’in vefatı, bazı kaynaklarda 1955 (İhsanoğlu 2006:59), bazılarında 1957 (Eraslan 2008:63) olarak geçmektedir.

Kadriye Hüseyin’i son dönem Osmanlı edebiyatı içerisinde saymamızın nedeni biyografisi ile de yakından ilgilidir. Yazılarına bakıldığında görülecektir ki, Kadriye Hüseyin bunların bir kısmını İstanbul’da yazmıştır. Hayatı Kahire, Paris, İstanbul üçgeninde geçen Kadriye Hüseyin, Mısır’ın bağımsızlığından önce aralıklarla İstanbul’a gelmiş, Mısır’ın Osmanlı’dan ayrılmasından sonra da İstanbul’da uzun yıllar ikamet etmiştir. Daha da önemlisi, onun Kahire’de yaşarken de İstanbul’daki süreli yayınlara yazılar göndermesi ve Osmanlı edebiyat ve fikir hayatı ile fiziksel olarak değilse de zihinsel irtibatını devam ettirmesidir. Bu bağın nedenlerinden biri Kadriye Hüseyin’in Kavalalı Mehmed Ali Paşa soyundan gelmesidir. Uzun yıllar Mısır’ı yöneten Kavalalı Mehmed Ali Paşa hanedanı7 Türk’tür. Onun kökenindeki Türk-Mısır birlikteliği, Mısır’daki Türk varlığının göstergesidir. Ünlü Mısırlı yazar Tevfik el-Hâkim, Mısır’daki bu etnik yapı ile ilgili çarpıcı bir değerlendirme yapar: “Biz sizi yabancı olarak kabul etmiyoruz. Bizim sizlerle kanlarımız karışmış. Kimimizin annesi, babası Türk’tür; kimimizin büyükannesi, büyükbabası”(Çınarlı 1984: 80).

Kadriye Hüseyin’in biyografisinde önemli bir ayrıntı büyük ninesinin, İstanbul’dan Mısır’a gelin gitmiş Halil Hamid Paşa’nın torunu Fatma Zehra Hanım olmasıdır.8 Fatma Zehra Hanım, Mısır’da “Gelin Hanım” olarak tanınmış, eşinin ve Mehmet Ali Paşa’nın ölümü ile yeniden İstanbul’a dönmüş, “Sultan Abdülmecid’in iltifatlarına mazhar olmuş”9 bir hanımdır. Kavalalı soyundan gelişi, ninesinin İstanbullu oluşu nedeni ile Kadriye Hüseyin, “kendisini hep İstanbul’un bir parçası olarak görmüştür” (Eraslan 2008: 61). Ekmeleddin İhsanoğlu, “Türkçe kadın edebiyatını zenginleştiren” birkaç Mısırlı kadın yazardan biri olarak Kadriye Hüseyin’i gösterir (İhsanoğlu 2006:34). Kadriye Hüseyin, Osmanlı’nın son dönemlerinde yalnızca fikir

7 Kavalalı Mehmed Ali Paşa hanedanı hakkında geniş bilgi için bkz: Sinoue 1999: 415-417.

8 Bilindiği gibi, Mısırlı hanımların İstanbul sarayı ile irtibatı oldukça kuvvetlidir. Hatıra ve ta-rihlerde bu irtibatı gösteren çok sayıda ayrıntı mevcuttur. Şadiye Sultan, hatıralarında Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın annesi Valide Paşa’nın on beş günde bir saray tiyatrosuna geldi-ğini, Abdülhamid’in onu büyük bir saygıyla misafir ettiğini anlatmaktadır (Osmanoğlu 2009: 22-23). Bu ilişki, yalnızca Mısırlı hanımların İstanbul’a ilgisi ile sınırlı kalmayıp İstanbul ha-nımlarının üzerinde de Mısırlı hanımların, sultanların etkisinin büyüklüğü tarihi kayıtlarda mevcuttur. Hatta Cevdet Paşa, Maruzat’ında zengin Mısırlı paşa, bey ve hanımların İstanbul’a gelip yerleşmelerinin alafranga yaşayış modalarının şehirli halkın arasına girmesinde büyük tesiri olduğunu ifade eder (Tanpınar 2009:129).

9 Mehmed Zihni Efendi, Meşahiru’n - Nisâ adlı eserinde, Fatma Zehra Hanım’ı “Mısırlı Hanım” başlığı altında inceler. (Mehmed Zihni Efendi trhsz:219-220).

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

67632012

ve eserleri ile Türk-İslam medeniyetine katkıda bulunmakla kalmamış bazı derneklerde de yer almıştır. Münevver Ayaşlı’nın da ifade ettiği gibi “Bütün İstanbul’un kibar hanımefendileri ve İstanbul’da bulunan Mısır prenseslerinin üye olduğu” Hilal-i Ahmer (Tepekaya vd: 2010:154) derneğine yardımda bulunan Kadriye Hüseyin, Kurtuluş Savaşı sırasında da İtalya’dan İstanbul’a silah sevkiyatına destek olmuştur. Bu faaliyetleri, Osmanlı’ya bağlılığının göstergesidir.

Kaynaklarda, 1930’dan sonra Kadriye Hüseyin’in akıbeti ile ilgili bilgi yer almamakla birlikte, onun Mısır ve Fransa’da yaşarken de Osmanlı hanedanı ile bağını kesmemiş olduğu görülmektedir. Oğluna, Abdülmecid’in torunu Fevziye Sultan’ı gelin olarak alması bu ilişkinin devam ettiğini göstermektedir. Kadriye Hüseyin’in Osmanlı hanedanı ile olan bu sıkı ilişkisi, Mısır-Osmanlı ilişkilerinde gelenek hâline gelmiş bir evlilik bağının yansımasıdır.10

Kadriye Hüseyin’in fiziksel portresi ile ilgili sınırlı bilgiler içinde “ahım şahım güzel değil” yalnız “şirin ve cazibeli bir hanım” (Ayaşlı 2008: 137) şeklinde tasvirler yer almaktadır. Fikirleri itibariyle Doğu kültürüne bağlı olduğunu bildiğimiz, Türk kültürü ile yetişen Kadriye Hüseyin, Batı kültürünü de yakından tanımıştır. Münevver Ayaşlı, onun iyi derecede piyano çaldığını ifade etmektedir. Kadriye Hüseyin Arapça ve Türkçenin yanı sıra kitap kaleme alacak derecede İtalyanca ve Fransızcaya da vâkıftır. Onun eğitim hayatı ile ilgili fazlaca bilgi yoktur (İhsanoğlu 2006:59). Bu Doğu ve Batı kültürüne vâkıf, iyi yetişmiş bu entelektüel kadının yazılarında “Osmanlı üst kültürü ile yetişmiş” (İhsanoğlu 2006: 23), soylu bir aileye mensup aristokrat tarafı hissedilir. Yazılarına biyografisini yansıtmamak konusunda titizlik gösteren Kadriye Hüseyin’in, “İran Masalı” (1341a: 14-22) adlı hikâyesinin dış çerçevesini oluşturan Heyballah Sultan ile cariye ve kâtibeleri arasındaki ilişki Kadriye Hüseyin’in hayat tarzı ile ilgili ipucu vermektedir. Geceleri köşkünde fikrî ve edebî okumalar yapan Heyballah Sultan, büyük oranda Kadriye Hüseyin’in kendisidir.

2. EserleriKadriye Hüseyin Hanım’ın Fransızca ve Türkçe yazılmış kitapları bulunmaktadır. Türkçe kaleme aldığı kitaplar; Mühim Bir Gece11, Mehâsin-i

10 Buna örnek olarak; Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım, Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa ile, torunu İbrahim İlhami Paşa Abdülmecid’in kızı Münire Sultan’la, Hidiv Abbas Hilmi’nin kızı Prenses Atiyyetullah Celaleddin Bey’le evliliklerini göstermek mümkündür (İhsanoğlu 2006: 24).

11 Kitabın künyesi şöyledir: Kadriye Hüseyin, Mühim Bir Gece, Osmanlı Matbaası, Mısır, 1909; Mühim Bir Gece, 1909 yılında yaptığı Leopold Kampf’ın Le Grand Soir adlı piyesinin çevirisidir (Özön vd., 1967: 239).

B e t ü l C O Ş K U N

6863

2012Hayat12, Nelerim13, Temevvücât-ı Efkâr14, Muhadderât-ı İslâm’dır.15 Muhadderât-ı İslâm, yayımlandığı dönemde İstanbul yayın dünyasında çok ilgi görmüş, dönemin bazı edebiyatçıları bu kitabı öven yazılar kaleme almışlardır.16 Ayrıca Atatürk’ün isteğiyle Türkçeye çevrilen, Millî Mücadele tarihimizin önemli kaynaklarından biri olan Mukaddes Ankara’dan Mektuplar’ı17 İtalya’da Fransızca olarak yazmıştır. Biz, bu çalışmamızda Kadriye Hüseyin’in matbu kitaplarına yeri geldikçe atıfta bulunmakla birlikte süreli yayınlarda kalmış yazılarını inceleyeceğiz.

Bilindiği tüm dillerde yazan bir muharrire olmakla birlikte biyografisinde bahsettiğimiz nedenlerin de etkisiyle Türkçe hassasiyeti dikkat çekicidir. Mısır’da iken dahi Türk edebiyatı ile ilişkisini sürdüren yazar, kendi adıyla ve Nilüfer Mazlum18 takma adıyla19 yazılar kaleme almıştır. İlk yazılarını Şehbal dergisinde 1325’de yayımlamaya başlar. Mısır ve Paris’te iken Şehbal’e gönderdiği ilk yazıları genellikle edebî ve felsefî içeriklidir. Bu dönemde Kadriye Hüseyin’in imzası istikrarlı bir şekilde Şehbal’in sütunlarında yer alır. Daha sonra 1913’ten 1921’e kadarki döneme damgasını vuran Kadınlar Dünyası dergisinde seri yazılar yazan Kadriye Hüseyin’in buradaki yazılarının konusu umumiyetle kadındır. Yazılarının altına düştüğü Bakırköy adresi, Kadriye Hüseyin’in bu yıllarda İstanbul’da yaşadığını göstermektedir. Kadriye Hüseyin, şiire de yönelir. 1330’da Kadriye Hüseyin’e Türk edebiyatında asıl ün kazandıran olay Mısır’da basılan Muhadderât-ı İslâm adlı eseri olur. Recaizade Mahmut Ekrem, “ilm ü irfan ve bunlardan mayedâr-ı füyûz-ı bi-pâyân olan bir hâme-i nur-efşân ile halkımıza neşr-i ziyayı fazilet ve marifeti küçük yaşından beri akdem-i işgâl ittihaz etmesi”nden dolayı ona “hayrünnisa” lakabını layık görür. “Eser-i bihter” dediği bu eseri kadın edipler içinde ancak Kadriye Hüseyin’in yazabileceğini de ekleyerek onu över (Kadriye Hüseyin 1981:131).

12 Mehâsin-i Hayat, Osmanlı Matbaası, Mısır, 1327 (1911).

13 Nelerim, Osmanlı Matbaası, Mısır, 1329 (1913).

14 Temevvücât-ı Efkâr, Maarif Matbaası, Mısır, 1330 (1914).

15 Muhadderât-ı İslâm, Maarif Matbaası, Mısır, 1331 -1333 (1915- 1917).

16 Muhadderât-ı İslâm, Maarif Matbaası, Mısır, 1331 -1333 (1915- 1917).

17 1Bkz: Lettres D’angora La Sainte, Roma: Imprimerie Editrice Italia, 1921.

18 Araştırmamız sırasında, Kadınlık dergisinde aynı yıllarda “Nilüfer” adlı bir yazara rast gel-dik. Yazıların içeriği ve yayımlandığı dönem Kadriye Hüseyin’le örtüşmekle birlikte yazılarda “40’ına yaklaşmış bir kadın” olduğunu, babasının 1330’da vefat ettiğini söylemesi, Nilüfer la-kabının Kadriye Hüseyin’e ait olmadığı sonucunu getirmektedir. Öte yandan, Kadriye Hüse-yin Nilüfer Mazlum lakabını kullanmış, üstelik Şehbâl dergisinde Nilüfer lakabı ile seri yazılar yayımlamıştır.

19 Nilüfer Mazlum lakabının Kadriye Hüseyin’e ait olduğunu belirten yazısı için bkz: (Nilüfer Mazlum 1325:213).

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

69632012

Kadriye Hüseyin’in edebî ve fikrî beslenme kaynakları oldukça geniştir. Yazılarında atıfta bulunduğu çok sayıda Türk ve Batılı fikir adamı bu ilgi alanının genişliğine delil teşkil eder. Kadriye Hüseyin’in yazılarındaki sosyal tenkit, hiciv ve halkı cahil bırakan batıl inançlara olan isyanı, ondaki Mehmet Âkif etkisini göstermektedir. Terakki ve ilme her fırsatta vurgu yapan Kadriye Hüseyin’in en büyük arzularından biri “bu millet-i merhume içinde birçok Âkifler yetiştirmek”tir (Nilüfer Mazlum 1329 l:8). Kadriye Hüseyin’in eserleri üzerindeki etkilerden biri de Türk, İran ve Mısır mitolojisidir. Pek çok Mısır tanrıça ve melikesini, Ramses, Firavun, Kleopatra gibi Mısır halkının bilinçaltını oluşturan isim ve efsaneleri yeniden diriltme ve kurgulama çabası edebî kimliği adına önemlidir. İslam dünyasının kültürel kodları başta olmak üzere Fuzuli, Kaygusuz Sultan, Kösem Sultan, Ziya Paşa, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret yazılarında sıklıkla atıfta bulunduğu tarihî şahsiyetlerdir. Felsefe ile de yakından ilgilenen Kadriye Hüseyin; fikirlerini kuvvetlendirmek için Darwin, Eflatun, Pisagor, Jules Simon, Diderot, Konfüçyüs, Büchner, Gabanis gibi filozofları referans olarak kullanır.

2.1. ŞiirleriKadriye Hüseyin’in denediği edebî türler içerisinde en az itibar ettiği şiirdir. Mihrâb ve Şehbâl dergilerinde 1327, 1340-41 yıllarında ancak beş şiir yayımlamıştır. Hikâye, gezi ve inceleme yazıları, denemelerinde genellikle kendi “ben”inden ziyade toplumsal aksaklıklara dikkat çeken Kadriye Hüseyin, şiirin dar alanındansa diğer edebî sahalarda var olmayı tercih etmiştir.

Kadriye Hüseyin, edebiyatın diğer türlerinde olduğu gibi şiire dair de teorik bilgiler vermez. Yalnızca bir yazısında kendisini, “Vatanî, millî, ictimaî olmayan şiirin aleyhtarlarından biri” (Nilüfer Mazlum 1329j:4) olarak tanımlar. Öte yandan şiirlerinde daha ziyade toplumu değil ferdî hisleri konu edinmiştir. Şiirde kalem oynatmamaktaki ısrarı, toplumsal faydayı gözetirken şiirlerinde toplumdan uzaklaşarak ferdî hislerine mağlup olmasından doğan çatışma ve çelişkisi olmalıdır. Yalnızca “Yüksel” (Nilüfer Mazlum 1329ı: 8) şiirinde sosyal bir temayı, kadının yükselmesi meselesini ele alır. “Ey şayeste-i hürmet” şeklinde seslendiği kadın için kullandığı “yükselmek” fiili önemlidir. Hitabet üslubunun hâkim olduğu şiirde fiil ve emir kipleri ile “beşeriyet mürebbisi ol” dediği hedef kitlesi kadınlığı dikkate alır. “Biz ve siz” zamirleri kürsüden seslenen kadın şairin sesini fazlasıyla hissettirir. Kadriye Hüseyin’in makalelerindeki fikirlerin uzantısı olan bu şiir, Tanzimat’tan itibaren yaygın bir söylem olan terakkinin kadının yükselmesine bağlı olduğu tezini savunur. Bu şiirden kısa bir süre sonra aynı dergide yayımladığı “Sen Aşk” (Nilüfer Mazlum 1329i: 8) şiirinde topluma

B e t ü l C O Ş K U N

7063

2012seslenen güçlü ses yerini, melankolik kadın şairin ağlayış ve inleyişlerine bırakır. “Sen Aşk”, “Gönül Yuvası” (Kadriye Hüseyin 1340g: 113), "Acılar 1” (Kadriye Hüseyin 1340h:153), “Acılar 2” (Kadriye Hüseyin 1340ı: 169) şiirlerinin tamamı karşılıksız aşk temasını işler ve şiirlerin kelime kadrosunu umumiyetle “maraz, sirişk, ağlamak, hicran, girye, müteessir, gam, ye’s” gibi Servet-i Fünûn duyuş tarzını hatırlatan sözcükler oluşturur. “Ben” şiiri diyebileceğimiz bu son şiirlerde, “Tufan-ı sirişk ile zedelenen vücudum”, “Ağlarım bu mütehassir hayattan bıktım.”, “Hiç teselli bulmadım ve hep derd-nâk idim” mısraları, şairin şahsî hayatındaki sıkıntıların ve Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmiş olmasının tesiri ile yazılmış olmalıdır. 1925 yılında yayımladığı “Gönül Yuvası”, “Acılar 2” şiirlerinde de bu gamlı atmosfer değişmez:

“Bağ-ı ömrün baki gülleriHurşid-i ye’sin nuruyla solduNecm-i hayatın nur huzmeleri

Muzlim semanın kahrı ile doldu.”(Kadriye Hüseyin 1340: 169)

Bu şiirlerin tamamında hikâyelerinde olduğu gibi tabiat önemli bir yer tutar. Şairin dikkati, tabiat içerisinde necm, mehtap gibi gece ışık saçan unsurlaradır. Son şiiri “Acılar 2”de gamlı ruh hâline, “Yalnız benim için halk edildi elem”, “Her an dertliyim, ruhen giryânım”, “Kalbimden anlayan cihanda nadir” gibi mısralarla yalnızlık da eklenir.

Kadriye Hüseyin, bu az sayıdaki şiirinde yalnızca hece ölçüsünü kullanmış, duyuş tarzı itibariyle Servet-i Fünûn’a yaklaşmakla birlikte kullandığı vezin ve sade dil ile Millî Edebiyat’ın açtığı çığırdan etkilenmiş olduğu söylenebilir.

2.2. Hikâye ve MasallarıKadriye Hüseyin, 1329 yılında Kadınlar Dünyası, 1340-1341 tarihlerinde ise Mihrâb dergisinde hikâye ve masal yayımlamıştır. Bu hikâyelerde iki temel konu dikkati çeker. Aile teması ve tarihî hikâyeler.

Kadriye Hüseyin, çoğu tarihî olaylara dayanan kısa hikâyeler yazmıştır. Bunlar, yazarın kullandığı “masal” ifadesine ve “Bir varmış bir yokmuş” gibi masallara has başlangıçlar içermesine rağmen, masal ile kısa hikâye arası bir türde değerlendirilmelidir. Masallarda rastladığımız imkân dışı olaylar, dev, cin, peri gibi varlıklar, tekerlemeler bu kısa hikâyelerde yer almaz. Ayrıca mekân ve zaman masala göre daha belirgindir. Bu sebeple, Kadriye Hüseyin’in “masal” şeklinde tanımladığı bu yazıları masal özellikleri de gösteren romantik-tarihî hikâyeler şeklinde değerlendirmek gerekir.

Hikâye ya da “masal”, Kadriye Hüseyin’in şiirden daha fazla rağbet ettiği bir türdür. Bu eserlerin göze çarpan ilk özelliği, seri hâlinde yayımlanan birden fazla bölüme sahip olmalarıdır. Bu sebeple, hacimce geniş olup tefrika

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

71632012

hâlinde neşredilmişlerdir. Tamamı olaya dayanan bu hikâyelerde öne çıkan mazi-hâl ilişkisi yazarın üzerindeki Bergson etkisini düşündürmektedir. Modern teknikler denemeyen yazar, mektup, çerçeve hikâye, leit motif gibi klasik hikâye tekniklerini başarılı denilebilecek şekilde kullanmıştır.

2.2.1. Aile Temasını İşleyen HikâyelerEkmeleddin İhsanoğlu’nun Kadriye Hüseyin’le ilgili tespiti, kadın konulu hikâyelerindeki anlatım ve üslup özelliklerini tespit etmektedir: “Düşünen ve araştıran bir dimağ sahibi olarak İslam dünyasının ve özellikle kadınların o günkü durumunu irdeleyen Kadriye Hüseyin’in üslubu daha çok ince bir ruh ve hassas bir mizacın ifadesi olarak tezahür etmektedir.” (İhsanoğlu 2006: 60).

Kadriye Hüseyin’in makalelerindeki temel mevzu olan kadın ve cehalet meselesi, üç bölüm hâlinde yayımladığı “Kadınlık İçin” adlı hikâyesinin belkemiğini oluşturur. Altı yıl gibi geniş bir zaman dilimini içeren hikâye, mutlu bir yuvanın dağılışını konu edinir. Bu hikâyeyi diğer hikâyelerinden ayıran birkaç önemli nokta vardır. Aristokrat bir çevrenin içinde yetişen Kadriye Hüseyin, hikâyelerinde genellikle üst sınıfa mensup kahramanlar kurgularken burada gündelik hayatın sıradan insanlarını konu edinmiştir. Hikâye buna paralel olarak öteki hikâyelerden daha sade bir dille yazılmıştır.

Hikâye, Münire Hanım, Kemal Bey ve kızları Fatma’dan oluşan “mesut ailenin” ilkbahar mevsiminde tasvirleri ile başlar. Evine bağlı Kemal Bey, Münire’nin ailesinin ölümü ile birden değişir. Münire’nin ailesinden miras kalan mal ve mülkü satar ve ailesini fakir bir hayata mahkûm eder. Hikâyenin sonunda, yiyecek ekmek bulamayacak duruma düşen Fatma, babasının dayağı ile ölür, kısa süre sonra Münire de delirir. Kemal Bey ise başka kadınlarla gününü gün eder.

Tanıdık bir olay örgüsüne sahip hikâyede, yazar tiplemeleri oluşturmak konusunda oldukça başarılıdır. Erkek “gaddar, anlayışsız, zalim”; kadın, “ezilen, masum” tarafı oluşturur. Yazar, hikâyede iki tezini kuvvetlendirmek için bu tiplemelere başvurur: kadının miras hakkına ve kendi parasını değerlendirme yeteneğine sahip olmaması erkeği zalimleştiren bir durumdur. Kadını erkeğe mahkûm eder. Toplumun temelini teşkil edecek ailenin korunması kadının haklarının korunmasına bağlıdır. Yazar, bu tezini makalelerinde de şiddetle savunur. Hikâyenin yayımlandığı 1913 tarihine ayrıca dikkat etmek gerekir. 1913’te Emval-i Gayr-ı Menkulenin İntikalatı Hakkında Kanunun kabulü ile kadın ile erkek arasındaki miras paylaşımında yenilikler getirilmiştir (Akyılmaz 2997: 496). Kadriye Hüseyin’in, kanunun çıktığı yılda hikâyesinin tezini kadının miras hukuku üzerine kurması rastlantı değildir. Hikâyenin ikinci önemli tezi; hikâyenin yan kahramanlarından

B e t ü l C O Ş K U N

7263

2012Emine Kadın’la verilir. Mahallenin dedikoducu tipi Emine Kadın, yazarın tenkit ettiği hurafeyi temsil eder. Emine Kadın ve etrafındaki cahil mahalleli, Kemal Bey’in hovarda ve vurdumduymazlığının nedeni olarak büyüyü görür. Büyüyü bozmak için tütsü yakarlar. Yazar, Hüseyin Rahmi’nin romanlarındaki gülünç tiplere benzeyen bu kesimle toplumun hastalıklarından olan hurafe ve cehaleti hicveder.

Hikâyede zaman, simgesel bir değer taşır. “Mesut yuva”nın kurulduğu hikâyenin başı ilkbahar mevsimine tekabül eder. Ailenin dağıldığı ve ölümün gerçekleştiği son ise sonbaharda gerçekleşir:

“SonbaharHava bugün ne kadar fena… Ne kadar kasvet-engiz… Ağaçlar yapraklarını dökmüş… Tabiat adeta teverrüm etmiş gibi bir panorama arz ediyordu. Bu mevsimin gurubu bile ne kadar hazin olur. ” (Nilüfer

Mazlum 1329e: 13) Hikâyede yazarın sosyal tenkidini güçlendiren yöntemlerinden biri,

“Kadınların en büyük hamakatları sevdikleri kimseye beni daima seveceğine yemin et demeleridir” cümlesinin leit motif olarak tekrar etmesidir. Ayrıca öteki hikâyelerinde olduğu gibi kadın yazarın sesi fazlasıyla duyulur. Sık sık araya girerek akışı bozan anlatıcı, “zavallı kadın”, “zalim erkek” gibi sıfatlarla kahramanlar karşısındaki tarafsızlığını koruyamaz.

2.2.2.Tarihî Hikâye / MasallarKadriye Hüseyin, Terâcim-i Ahvâl (1328: 227) adlı hikâyesinin girişini bir çeşit edebî tenkit şeklinde değerlendirir. Burada Batı edebiyatının umuma mâl olmuş, “Ofelya”, “Juliet”, “İzolet” gibi ecnebi isimlerinin “anadilimizde birer sembol haline gelişini” eleştirir. “Garp edebiyatına müptela olma”nın kendi mazimizi unutturduğuna dikkat çeker ve daha ziyade İslamcılık fikri ile özdeşleşen Batı’nın “her tarzını taklitten”se yalnızca “medeniyetimizi bozmayacak cihetlerini”, “terakki yolunda bizi aydınlatacak faydalı eserlerini” almanın doğru olacağını savunur. “Ruhumuzu, hissimizi, fikrimizi artık Garp zevki istila etti,” diyen yazar, çözüm olarak maziye dönüşü görür; çünkü “mazimiz Garb’ın bize hiçbir zaman veremeyeceği zevkleri” verir. Yazarın hikâyelerinin fikrî arka planını oluşturan ve onu tarihe, mitolojiye, masal ve efsanelere iten nedeni Terâcim-i Ahvâl’in girişindeki şu paragrafta aramak lazımdır:

“Mazimize, o parlak mazimize bir kere nazar etsek hatamızın vüs’atini derhâl anlardık ve malûmatımızı, mücerred edebiyat-ı garbiyyenin define-i esrarından iktitaf eylediğimize pişman olurduk; bizim Şark’ın âsâr-ı atikesinde mevcut olan hazine-i hayalât ve hâliyat o derece mücevherat ve nevadir-i zî-kıymet ile memlûdur ki derûnuna baktığımız vakit lemeât-i pür nûr ile gözlerimizin kamaşacağına eminim.”(Kadriye

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

73632012

Hüseyin 1328: 227)

Kadriye Hüseyin, edebiyatın beslendiği zengin dünya hazinesini reddetmemekle birlikte Batı edebiyatını olduğu gibi taklit eden edebiyat tarzını eleştirir. Onun çözümü; “kendi cinsimizin ve kuvvemizin bin müşkülatla muhafaza etmiş oldukları millî mala malik olmak”tır. Bunun yolu ise Doğu’nun, “daha hiç el sürülmemiş, bihterîn, revnakdâr ziynetlerine malikiyet”tir. Kadriye Hüseyin’in maziyi ‘hâl’le bağlayan bir köprü görmesinde Bergson felsefesi etkili olmalıdır. Burada onun “mazi” ile kastı bütün bir İslam ve Şark kültürüdür. “Masal” ve hikâyelerinde, Mısır, Çin, İran, Türk, Hind gibi çok geniş bir coğrafyaya ait hikâyeleri yeniden kurgulaması bunun göstergesidir. Yazının yayımlandığı 1913 yılı değerlendirildiğinde, milliyetçilik düşüncesinin hâkimiyetine karşın Kadriye Hüseyin’in kültürel miras olarak İslam ve Şark kültürünü tercih ettiği görülmektedir.

“Terâcim-i Ahvâl” adlı dört bölüm hâlinde tefrika edilen hikâyenin konusu Harun Reşid’in kızkardeşi Abbase Sultan’la veziri Cafer Bermekî’nin hazin aşk hikâyesidir. Kadriye Hüseyin “bizim erbab-ı kalemin ma’rufiyetini kazanmaya muvafık olamamış” bu hikâyesini yeniden kurgulayarak “her devresi pek çok vukuat-ı mühime ile payidar olan tarih-i İslâm”ı edebiyatın kaynağı olarak kullanır. Bu hikâye, Kadriye Hüseyin’e döneminde ün kazandıran eseri Muhadderât-ı İslâm’da farklı bir isimle aynen yer almaktadır (1982: 67-97). Bu gösteriyor ki, Kadriye Hüserin bu eserini oluşturan İslam kadınlarını daha önce araştırmış ve bazılarını çeşitli dergilerde tefrika etmiştir.

Hikâyenin kısaca konusu şöyledir: Âbbase Sultan ile Cafer Bermekî’nin evliliğine izin vermeyen Harun Reşid, onların kendisinden habersiz evlendiklerini ve çocuklarının olduğunu öğrenince deliye döner. Çocuğu, Abbase Sultan’ı ve Cafer Bermekî’yi öldürür. Kadriye Hüseyin bu “feci hikâye”yi geçmişe duyduğu ilgi ve özlemden değil “bugün” ile ilgisinden dolayı önemser. Hikâyedeki bir ayrıntı, yazarın dolaylı tezini hissettirir. Harun Reşid’in çok sevdiği veziri ve sütkardeşi Cafer Bermekî’ye kız kardeşi Abbase Sultan’ı vermemesi kavmiyet ve sınıf farkından ileri gelmektedir. Abbase Sultan “peygamber sülalesi”ne mensup iken Cafer Bermekî “İranlı bir Memlûk”tür. Muhadderât-ı İslâm’ın önsözünde geçen, “Bizler ehl-i tevhidiz (…) Kavmiyet duvarını yıktık… Müslümanların yaşadığı her yer dinî vatanımızdır. Ay yıldızlı al bayrak millî sancağımızdır. On dört asırlık bir mazi sahibiyiz. Mühim hadiselerle dolu bir tarihe malikiz,” cümleleri Kadriye Hüseyin’in o yıllarda yükselen düşünce eğilimi olan milliyetçiliğe tepki olarak gelişen İslamcılık tezini güçlendirir (Kadriye Hüseyin 1982:1).Yazarın hikâyeyi kurgulamasındaki ikinci önemli maksat, İslam tarihindeki kadınları yeniden ele almaktır.

B e t ü l C O Ş K U N

7463

2012Daha eski bir tarihe, eski Mısır’a hayali bir yolculuk yaptığı “En Güzel Gün”

(Nilüfer Mazlum 1330:3-5) hikâyesinin konusunu ise Kleopatra oluşturur. Masalsı dekorun hâkim olduğu bir sarayda ben anlatıcı ile Kleopatra sohbet ederler. Konuları kadındır. Diyalog tekniğinin başarılı şekilde kullanıldığı hikâyede, ben anlatıcı Kleopatra’ya halihâzırda kadının durumundan yakınır:

“Yirminci asır diye addetikleri bir zaman pür vahşet bulunuyor. İnsan denilen mevcudatın vahşetleri, bahusus nısf-ı beşer olan nisâ hakkındaki tahakkümleri ürpertecek derecededir.” (Nilüfer Mazlum 1330: 4)

Bunun üzerine Kleopatra ile ben anlatıcı arasında şöyle bir konuşma geçer:

“Kleopatra:- Sizde aileye muhabbet yok mudur?- Hayır- Kadınlarınıza hürmet edilmez mi?- Hayır- Kadınlarınızın hukuku tanınmaz mı?- Tanınmaz.” Nilüfer Mazlum 1330: 4)

Ortak özellikler gösteren “Mısır Masalı”, “İran Masalı” ve “Çin Masalı” hikâyeden çok masal özelliği gösterirler. Üçünde de tarihî dekora büyük aşklar eşlik eder. “Bir varmış bir yokmuş” şeklindeki bir girişle başlayan “Mısır Masalı” (Kadriye Hüseyin 1340e:790-797;1340f:846-853) Emir Alaaddin ile Nevcihan Sultan’ın aşkını konu edinir. Ordusunun başında askere gidecek olan Emir Alaaddin, gitmeden önce Nevcihan Sultan’a bir mektup gönderir. Mektupta buluşma talebini iletir. Mektubun Emir Alaaddin savaşa gittikten sonra Nevcihan Sultan’ın eline geçmesi ve Emir Alaaddin’in şehit olması bu aşkı imkânsız kılar.

Çerçeve hikâye tekniğiyle kurgulanmış “İran Masalı”nda (Kadriye Hüseyin 1341a: 14-22, 1341b: 58-67; 1341c:108-116) ise dış çerçeveyi Heyballah Sultan ile kâtibesi Nesrin arasındaki diyalog oluşturur. Gece kendisine bir masal okumasını istediği kâtibesi ona, “Kırık Kanatlar” adlı yeni yazılmış bir masalı okur. Masal, “İran Masalı”nın iç çerçevesini oluşturur. Bu sefer olaylar İran ve Afgan memleketinde geçer. Üç bölüm halinde tefrika edilmiş bu hacimce geniş hikâyenin konusu, Harbiye Nazırı Rüstem Paşa’nın “pek yüksek bir seviye-i irfana malik, gayet âli fikirli, rakik hisli” kerimesi Jale ile Şah Nizamettin’in yeğeni Firuz Mirza arasındaki aşka dayanır. Jale’nin annesi Devlet Banu, Afgan melikinin kız kardeşidir. Bir tarafı Acem diğer tarafı Afgan olan Jale’nin, İran’ın Afgan ülkesine savaş açması, yani “iki İslam devletinin birbiriyle muharebeye girmesi yüreğini kan ağlatır.” Devlet yöneticilerinin bile göremediği tehlikeyi görecek kapasitedir. “Moskoflar,

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

75632012

Müslümanlar arasında tefrika vücuda getirerek memleketlerine hizmet et”mektedir. Dayısı Afgan meliki, savaşta esir düşer. Jale dayısını kaçırır. Sevgilisi Mirza ise amcası Nizamettin Şah’ın emriyle kızı Nurbanu Sultan’la evlendirilecektir. Jale memleketinin içinde bulunduğu duruma ve ümitsiz aşkına tahammül edemez ve zehir içerek intihar eder.

Tatar hakanı ile “Çin’in muazzam hakimesi” Duhter-i Sima arasındaki aşkı konu edinen “Çin Masalı”nda aşka engel olan şey yine sosyal ve siyasi dönemdir (1341d: 147-154 ).

“İran Masalı”, “Çin Masalı” ve “Mısır Masalı”nın ortak tip, mekân, anlatım ve konu arkaplanı özellikleri vardır. Nil, Bağdat, İsfahan, Tahran, Çin gibi mekânlarda geçen bu masallarda dekor tamamiyle şairanedir ve aşka mutlaka tabiat ve musiki eşlik eder. Çiftler, kuş seslerinin, gölün, mehtabın hakim olduğu bir atmosferde buluşurlar. Kahramanların kaderi ile tabiat arasında paralellik vardır. “İran Masalı”nda Shakespeare’nin etkisinin hissedildiği zehirlenme sahnesinde Jale’nin ölüm anı, güneşin batışına denk gelir: “Güneş gurub ederken onun da pür ümit hayatının son günü hitama eriyordu.” (1341c:67). Genellikle geniş bir İslam coğrafyasında, fantastik etkiler bırakan bu masallarda, yazar modern mekân tasvirlerine de yer verir. Kapalı mekân olarak kullanılan saray, oda çoğu zaman tarihî gerçekliğiyle yer alırken “Çin Masalı”nda Tatar hakanının psikolojisini yansıtacak şekilde tasvir edilmiştir. Odası “bir makbere gibi karanlık”, “koyu renk eşya ile mâlamâl”dir. “Kendi hayatının melali odanın her köşesine sinmişti.” Mekânın kullanımında bir başka ayrıntı, Kadriye Hüseyin’in nadiren de olsa oryantalist tablolar oluşturduğudur. “Mısır Masalı”nda Emir Alaaddin’in sarayının tasviri oryantalist tabloları andırır:

“Sofada sazendeler ve cariyeler merdivenin basamaklarına yaslanmış uyuyorlardı. Bazısının elinde rengârenk çiçek demetleri, bazısının yanında sepet dolusu yaseminler, diğerlerinin kucağında sazları vardı.”

(Kadriye Hüseyin 1340e: 793)

Masallarda kahramanlar genellikle padişah, peri kızı, dev gibi gerçek hayatta sıklıkla rastlanmayan irreel varlıklardır. Kadriye Hüseyin’in masallarına baktığımızda kahramanların tamamının melik, sultan, vezir gibi üst sınıfa mensup insanlar olduğu görülür. Kadınlar genellikle güçlü, eğitimli, ahlaklı, vatansever; erkekler ise hassas, eğitimli, vatansever, kadına göre daha zayıf, melankolik meliklerdir. Yazarın hassas ve duygusal melikin arkasında güçlü kadın modeli, “Mısır ve İran Masalı”nda kendini daha belirgin gösterir. “Mısır Masalı”nda Nevcihan Sultan “yalnız Mısır’ın sertac-ı iftiharı değil, Muhadderât-ı İslâm’ın sultanıdır” (Kadriye Hüseyin 1340e: 790). “İran Masalı”nda Jale, “İran felsefe ve eş’arına tamamen âşina olduğu gibi tarih-i İslam’ın vukuatına da agâhtı. Musikiye fevkalade intisabı

B e t ü l C O Ş K U N

7663

2012olduğu gibi âlem-i siyasetle de yakından alakadardı. Hatta vatanındaki siyasi zümrelerden ve fırkalardan tamamiyle haberdar”dır (1341a:16) Jale, Nevcihan Sultan, Duhter-i Sima sosyal hayatın içinde ve vatansever kadınlardır. Güçlü taraflarının ile hissî tarafları denge içindedir. Kadriye Hüseyin Jale tiplemesini çizerken, “Ömer Hayyam’ın rubaiyyatını derin bir zevkle okurken siyasî bir başmakaleyi aynı şekilde tahlil eder” (1341a: 16). şeklinde iki taraflı bir kadın portresi oluşturur. Genelde kadın ile erkeği birbirinden ayıran şey savaş ya da siyasi menfaatlerdir.

Anlatım teknikleri itibariyle çeşitlilik göstermeyen bu hikâyelerde “şehzade” kılıklı erkekler ile “ulvi” kadınların aşkı masallarda ve efsaneler çok rastlanılan “rüya” yoluyla olur. “Mısır Masalı”nda Emir Alaaddin Nevcihan Sultan’a, “Cihanımın nuru sizi görmeden sevdim.” (Kadriye Hüseyin 1340f: 847 ); “Çin Masalı”nda Tatar hakanı Duhter-i Sima’ya “Seni görmeden bile seviyordum.” ifadesini kullanır. Her iki masalda da âşıklar sevgililerini önce rüyalarında tanırlar. Bu masallarda yeni olan şey, klasik aşk hikâyelerinden farklı olarak sevgilinin de aktif oluşu ve aynı şekilde âşığını rüyada görerek önceden sevişidir. Kadını aktif kılan bu özellik, vatanı ile aşkı arasında kalan Duhter-i Sima’yı iç çatışmaya sürükler ve “Çin Masalı” adlı hikâyede basit düzeyde de olsa bir iç diyalog kullanılmış olur:

“Ey ecdadımın ervahı! Bana imdat eyleyin. Görüyorsunuz ki irademin fevkında bir kuvvet beni sevk ediyor. Beni vikaye ediniz. Yüreğimdeki bu sevdayı çıkarmaya bana yardım ediniz. Gözlerinin ateşini görmeyeyim”

(1341d:152).

2.3. DenemeleriKadriye Hüseyin’in ilk yazıları “edebî” notu düştüğü denemeleridir. Kadriye Hüseyin, 1326-1327 yıllarında Şehbâl, 1340’ta da Mihrâb dergilerinde deneme yayımlamıştır. “Mal nedir”, “Gençlik nedir”, “Kadın nedir”, “Saadet nedir”, “Fazilet Nedir” gibi başlıklar taşıyan bu denemelerde, soyut ve somut kavramları edebî bir formda tanımlar. Felsefî derinliği olan bu denemeler, onun fikrî yazılarındaki düşüncelerini özet olarak edebî bir üslupla anlatılmasından ibarettir. “Kadın nedir?” yazısının altına düştüğü nottan, bu serideki yazıların, Mısır’da yayımlanan Türk kütüphanelerinde yer almayan “Nelerim” adlı kitabında da yer aldığı anlaşılmaktadır.

Seri hâlinde yayımlanan bu denemeler, Cenap Şahabettin’in Tiryaki Sözleri’ni hatırlatır. Bir konu etrafında dönen vecizelerde Kadriye Hüseyin’in psikoloji, felsefe, tarih ve antropolojiye olan vukufiyeti kendini gösterir. İzzet Melih, denemelerin içeriğindeki çeşitliliğe dikkat çeker ve; “Bu gibi hikemiyatın yeknesâk ve bî- renk olmaması ne ince bir zekâya, ne mümtaz bir terbiye-i fikriyeye, ne zarif bir tarz-ı ifadeye, velhâsıl ne yüksek bir

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

77632012

şahsiyet-i maneviyeye mütevakkıf olduğunu bildiğimiz için Kadriye Hüseyin Hanım’ın muvaffakiyetini pek şayan-ı iftihar bulmalıyız,” tespitinde bulunur (İzzet Melih 1328: 603).

Denemelerdeki “Fikrimce insan bir hande ile bir gözyaşından ibarettir.” (Nilüfer 1325b: 356 ), “Saadet, sağlam bir baş, kuvvetli bir mideye ve sert bir kalbe malik olmaktır.” (Nilüfer 1325a: 336), “Gençlik, hayat ipeğinin çocukluğu ihtiyarlığa bağlayan bir dönemidir.” (Nilüfer 1326a:434), “Yüz ma’kes-i ruhanidir, şahsiyet damgasıdır.”(Nilüfer 1326:474) gibi cümleler, Kadriye Hüseyin’in insan psikolojisini etkili bir şekilde tasvir edebildiğini gösterir.

1908-1910 yılları arasındaki denemelerinde gençlik, yarın, meram, saadet, emel gibi soyut kavramları tanımlarken öne çıkan “ümit” dikkat çekicidir: “Yarın, hayatında me’yus olanların yevm-i saadetidir”, “Yarın şarkta herkesin kolayca telaffuz edebileceği bir gündür.” Bu kavramlar, Osmanlı’nın dağılma sürecine şahitlik eden bir kadın yazarın psikolojisini yansıtması açısından önemlidir.

Dokuz bölüm hâlinde neşrettiği “Serap” adlı deneme serisi, daha sonraki bir tarihe 1925’e ait olmakla birlikte, Kadriye Hüseyin’in üslup ve içerikte değişiklik yapmadığı görülür. “Serap 2”deki edebiyat teorisinde çokça tartışılan bir konuya edeb - ebed ilişkisine dair ifadeleri, Kadriye Hüseyin’i edebiyata yönlendiren nedeni de açıklar:

“Âlemde her kuvvet tamamiyle azalabilir, her tesir aheste aheste geçebilir, her tür müddet-i medideden sonra sönebilir, fakat söz her vakit aynı kuvvetle tesir ve tenvirini ilelebed muhafaza eyler.”(1340j: 244-245)

Felsefî içerikli denemeler yazmasına rağmen dilin sadeliğini muhafaza etmesi önemli bir noktadır.

2.4. Gezi YazılarıKadriye Hüseyin’in edebî kimliğinin en dikkat çekici taraflarından biri gezi yazarlığıdır. Bu, edebî türler içerisinde en ısrarlı olduğu türdür. İtalya Seyahatnamesi ve Mukaddes Ankara’dan Mektuplar gibi müstakil gezi kitaplarının yanı sıra süreli yayınlarda kalmış gezi yazıları bulunur. Bunlar, 1340’ta Mihrâb dergisinde yayımlanmıştır. Kadriye Hüseyin’in gezi yazılarında iki temel hedefi vardır: geniş İslam ve Şark coğrafyasını tanıtmak ve tarihte adı unutulmuş kadınları diriltmek. “Mülûkî Tayflar Hatshepsut’un Nezdinde Tahayyülat” adlı yazısındaki Hatshepsut ve Şecereddür’ü anlatırken kullandığı şu cümle, bu yaklaşımımızı doğrulamaktadır: “Kaderleri inkâr edildi; çünkü kadındılar.” (Kadriye Hüseyin 1340c: 560)

Kadriye Hüseyin’in gezi yazılarının önemli bir tarafı oryantalizme karşı tavır almasıdır. Bu yazıların yayımlandığı yıllarda doğu coğrafyası çoğu

B e t ü l C O Ş K U N

7863

2012kez Avrupalı seyyahların gözünden ve Batı siyasetine hizmet edecek şekilde resmedilmiştir. Kadriye Hüseyin’in Mısır başta olmak üzere çeşitli mekânlara dair gözlemlerinde ise kendi medeniyetinin mimari eserleri ışığında efsanelerini, tarihini ve kadınlığını anlatmak gayesi söz konudur. Yani o, “tam tersinden bir okumayla, şark ve aslında Türk-Osmanlı gözüyle kayıt altına aldığı seyahat notları ile yazar kadınlarımız arasında bir ilki başlatmıştır.” (Eraslan 2008: 63)

Hikâye ve şiirlerine göre daha ağır bir dil kullandığı gezi yazılarına bugünden çok mazi hâkimdir. Tahayyülat, tayf, hayal, serap gibi kelimeler yazılardaki geçmiş zamanın hâkimiyetini açıklar. Çok sayıda mitolojik kahramanın yer aldığı bu yazılarda, Kadriye Hüseyin hâl ile geçmiş zaman arasındaki köprüyü iki şekilde kurar. İlki; geçmişi bugüne getirmek şeklinde cereyan eder. “Mülûkî Tayflar” serisi genellikle bu şekilde kurgulanmıştır. Mısır’ın çeşitli yerlerinde turistik geziye çıkan Kadriye Hüseyin, “geçmişin” cazibesine kapılır ve “Emenoritis”in hayali ile karşılaşır. Genellikle tarihî bir kadın şahsiyetle diyalog, yazının kalan kısmını oluşturur. Bu tarihi yolculukta “Roma’nın, Atina’nın muvafık olamadığı derecede kadınlara kabiliyet bahşeden” (Kadriye Hüseyin 1340b:555). Mısır’daki kadınlığın terakkisi onu cezbeder. Kadriye Hüseyin, Emenoritis’in yanı sıra bütün bir Doğu tarihindeki kadın şahsiyetleri sayar. Taya, Kleopatra, Semramis, Zübeyde, Sabiha, Hatun, Nilüfer, Mahpeyker, Sultan Cihan gibi “Mısır, Arabistan, Acemistan, Hindistan ve Türkiye”nin meşhur kadınlarının iktidar ve hukukuna dikkat çeker.

Gezi yazılarındaki ikinci yöntem ise mimari eserlerin yazarı geçmişe sürüklemesi ve yazarın “bugün”den çıkıp “geçmiş”in koridorlarında sürüklenmesi şeklinde cereyan eder. “Mülûkî Tayflar” serisinin “Hatshepsut’un Nezdinde Tahayyülat” kısmı, bu şekilde kurgulanmıştır.

Kadriye Hüseyin’in tarihe ilgisi kadın edebiyatı konusundaki hassasiyeti ile açıklanabilir. Öte yandan bu yazıları, içinde bulunduğu hâlden memnuniyetsiz bir yazarın kaçışı olarak da okumak mümkündür. Kadriye Hüseyin, gezdiği coğrafyaların unutulmuş kadınlarını hatırlar ve mekânla birlikte bu kadınları yeniden diriltmeye çalışır. Hatshepsut için kullandığı şu tepki cümleleri bu yaklaşımımızı doğrular mahiyettedir: “Yorulmak bilmeyen faaliyetinin izlerini kim silebilir? Akılane idaresinden kim şüphe edebilir, kim onun mevcudiyetinden tegafül edebilir?” (Kadriye Hüseyin 1340c: 560).

“Kaygusuz Sultan’da Bir Nevruz Sabahı” adlı yazısında ise, “Bağdat’ın bigâne ellere düşmesi ruhumu mateme gark etti,” (Kadriye Hüseyin 1340a:472) diyen Kadriye Hüseyin için mazi bir teselli yeridir. 1924 tarihli yazıdaki Bağdat’ın işgali meselesi, Nasturi isyanı ve devamıyla gelen

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

79632012

İngiliz işgali olmalıdır. Kadriye Hüseyin yazıda, bu üzüntünün etkisi ile Kaygusuz Sultan dergâhına sığınır. Yazarın “ben”inin hissedildiği bu yazıda coğrafyadan çok tarih, romantik bir duyuş tarzı ile yer alır.

“Gurup” (Kadriye Hüseyin 1327a:372-373) adlı yazısında Nelson Adası'nın tarihî ve coğrafî özelliklerini anlatan yazar, Paris’te yazdığı “Gurbette Hüznüm” (Kadriye Hüseyin 1327b: 452-453) adlı yazıda Paris’te tahrip olmuş bir türbeyi tanıttıktan sonra Paris’te bir cami ve türbe inşa edilmesini teklif eder.

2. Fikirleri: Kadriye Hüseyin’i, dönemi içindeki kadınlardan ayıran özellik, meseleler karşısında fikrî tavrındaki sebatı ve çağdaşları ile benzer konularda yazmış, düşünmüş olmasına rağmen Doğu ve Batı’yı kapsayan çok zengin bir literatürden faydalanan entelektüel birikimidir. Yetiştiği kültürel ve edebî çevre, Fransa ve Mısır başta olmak üzere Batı ve Doğu’nun iki kültürel merkezinde yaşamanın verdiği fırsatlar, onun makalelerinde toplumsal meselelere yaklaşımında geniş bir perspektifi ve özgünlüğü beraberinde getirir. Aynı zamanda Mısır’ı yöneten hanedanın üyesi olan Kadriye Hüseyin’in meselelere bakışında bürokrat tavır hissedilir. “Derd-i ictimaî” dediği toplumsal meseleler karşısında tespitle yetinmeyip çözümler araması onun devletin yönetici sınıfına mensup olmasıyla yakından ilgilidir.

Kadriye Hüseyin, makalelerini 1329’ta Kadınlar Dünyası’nda neşreder. Bu makaleleri üç başlık etrafında değerlendirmek mümkündür: kadın, sosyal hayat ve felsefe.

Kadriye Hüseyin’in fikirlerinin başlıca konusunu kadın teşkil eder. Dönemin en çok tartışılan konularından olan kadın mevzuunda, Kadriye Hüseyin’in İslamcı çizgi ile birleşen yaklaşımlarının yanı sıra feminizmden de etkilendiği görülmektedir. Kadın konusunu, toplumsal düzeni tamamlayıcı bir öge olarak görür. Fikrî yazıları için “içtimaî makale” diyen Kadriye Hüseyin’e göre dağılmakta olan Osmanlı toplumunun ahlak ve terakkisi ele alınması gereken birinci önceliktir. Onun yazılarının ikinci önemli konusu olarak hurafe, yanlış itikadlar, bozulan din ve taassup mevzuu gelir. Gezi yazılarında ve hikâyelerinde geniş bir coğrafyaya, Mısır, Hind, Çin, İran, Türk coğrafyasına okuyucuyu sürükleyen Kadriye Hüseyin’in bu bilinçli hareketi, İslamcılık fikriyle ilgilidir. Makalelerinde kavmiyet fikrine tepki gösteren yazarın İslamcılık ideolojisini zikretmeden cılız bir sesle İslamcılığı savunduğu görülür. Kadriye Hüseyin’in fikir yazılarının son konusunu felsefe oluşturur. Madde, ruh, hayal, zaman, adem gibi felsefî kavramlarla ilgili açıklamalarda bulunan yazar, ayrıca antropolojiden de yararlanır.

B e t ü l C O Ş K U N

8063

20123.1.KadınTanzimat’tan itibaren aydının hemfikir olduğu konuların başında kadının modernleşmesi gelmektedir. Yalnız modernleşmenin ölçütleri ve sınırları konusunda ayrılan Tanzimat ve Meşrutiyet aydını, Batılı kadın modeli ile İslam hukuku arasında ortaya çıkan çatışma konusunda yeni yöntemler geliştirir. Bu dönemde asr-ı saadet miti; yani kadınlara Batı’nın verdiği hakların “aslında İslamiyet’in ilk dönemlerinden uygulandığı” (Işın 1995: 119) tezi geliştirilir. Kadriye Hüseyin, Osmanlı’nın Batılılaşma sürecindeki bu yaygın ve klasikleşmiş tezi benimser ve “bizi bu dereke-i pestîye indiren İslamiyet değil, cahil İslamlardır,” (Nilüfer Mazlum 1329m:5) der. Onun bu yaygın kanaat konusunda samimi olduğu ve bu kanaati ısrarla savunduğu görülmektedir. Bu açıdan, toplumla ters düşmemek ve genel kabulleri yıkmamak için bazı entelektüellerin sığındığı ve yaygınlaştırdığı bu söylem, Kadriye Hüseyin için toplumsal bir ideal şeklinde belirir. Kadriye Hüseyin, devrinde Mısır’da bulunan İslamcı düşünürlerden Musa Carullah’ın20 kadın konusundaki fikirlerini önemsediğini ve derslerini takip ettiğini belirtmektedir.

Kadriye Hüseyin, kadın erkek eşitliği meselesini kadınla ilgili hemen her makalesinde tartışır ve hatta onu antropolojiye ve felsefeye iten neden de çoğu kez kadın ile erkeğin eşitliğini ispat çabasıdır. “Rücu ve Tasdik” (Nilüfer Mazlum 1329j:4-6), “Bir Sualinize Daha Cevap” (Nilüfer Mazlum 1329k: 5-6) makalelerinin konularını erkek ile kadının beyin farkı oluşturur. Kadınla erkeğin eşitliği tartışmalarının Batı kaynaklı olduğu düşünülürse Kadriye Hüseyin’in Batı’dan gelen kadın hareketine kendi kültür ve dininin sınırlarını aşmadan çözüm aradığı görülür. Batı’da kadınlara verilen hakları gören ve takdir eden Kadriye Hüseyin, üstün Osmanlı bilincinden uzaklaşmaz. Ona göre kadını, “İslamiyet, hukuk-ı şahsiye ve içtimaiye ve siyasiye nokta-i nazarında erkeğe müsavi kıl”mıştır. (Nilüfer Mazlum 1329m:4). Doğu ve İslam medeniyetinin Batı medeniyetinden çok daha köklü olduğuna dair vurgulamaları dikkat çekicidir: “İslamiyet kadına 1300 senen evvel Avrupa’daki kadınların 100 senedir aldığı imtiyazı vermiştir.” (Nilüfer Mazlum 1329b:12). Onun tarihe ve medeniyete bağlılığı, kadınlığın ve Doğu medeniyetinin içinde bulunduğu durumu tenkit etmesine mani değildir. İslamiyet’in tanıdığı hakları bilmeyen cahil kadınlık için, “Biz Müslüman kadınlık âlemi derin bir hâb-ı gafletteyiz” (Nilüfer Mazlum 1329b:12) tespitinde bulunur. Kadriye Hüseyin’in kadın erkek eşitliği ile

20 Ömer Rıza Doğrul Musa Carullah’ı şöyle tanıtır: “Otuz beş yıl önce yazı ve mücadele hayatına atıldığımız zamanda da Musa Carullah İslam âlemini kaplayan temiz ve şerefli bir şöhretti.” (Görmez 1994: 5).

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

81632012

ilgili çözüm önerisi Batı medeniyetindeki gelişmeleri yok saymadan Doğu - İslam medeniyetine yönelmektir. Tenkidi ise Doğu medeniyetine bigane kalıp Batı medeniyetine hayran olmaktır: “Biz öyle bir hâle gelmişiz ki nimete karşı bigane, fakat küfrana karşı açız.” (Nilüfer Mazlum 1329c:10-11). Kadriye Hüseyin’in nimetle kastı Doğu ve İslam kültürü, küfranla kastı ise Batı medeniyetidir.

Toplumun terakkisinin kadının terakkisine bağlı olduğunu düşünen yazar, “mukaddes vatanımızın hâl-i felaketi kadınsızlıktır,” (Nilüfer Mazlum 1329a:2) der. Kadının eğitilmesini, toplum içerisindeki rolünün yeniden belirlenmesini, “dinî ve millî gayeler etrafında bir inkılap” yapılmasını önerir (Nilüfer Mazlum 1329a:2). Kadınlığının yükselemeyişini kendi kültür ve medeniyetinden kopuşla açıklayan Kadriye Hüseyin, bir yerde kavramsal olarak değilse anlam dairesi itibariyle feminizmin yaygın söylemlerini dillendirir: “Kadının bugünkü tenezzül-i fikrisini hazırlayan amil erkeklerin su’-i fikri ve tahakküm-i cehlisidir.” (Nilüfer Mazlum 1329g:6). Burada erkeklerin hâkim olduğu ataerkil düzeni eleştiren yazar, “erkeklere tahakküm hissini” veren şeyin “taassup” olduğunu öne sürer. Kadriye Hüseyin’in ifade ettiği “erkeklerin su’-i fikri” yani ataerkil düzen, kadına “çocuk büyütmek” ve “umur-ı beytiyyesini ifa etmek”ten müteşekkil bir vazife yükler” (Nilüfer Mazlum 1329h:8). Kadın, erkekle aynı eğitim imkânına sahip olamamış ve “yemek pişirmek, çamaşır, ortalık süpürmek ilh. beytî vezaif ikinci derecede bir iştigal olduğu için kadınların dimağı tekemmülatına yardım etmemiştir” (Nilüfer Mazlum 1329m:4). Kadının annelik vazifesini “kutsi” addeden ve kadını “mürebbi-i beşer” (Nilüfer Mazlum 1329a:2) olarak gören Kadriye Hüseyin, kadının sosyal yaşamının “ev içi”21 ile sınırlandırılmasına karşı çıkar ve “mesail-i dünyevîyeye hiçbir hakk-ı müdahalesinin olma”yışını tenkit eder (Nilüfer Mazlum 1329h:8). Yazar, ataerkil düzenin kadına biçtiği bu rolü eleştirirken kadının eksik erkek olmadığını ispatlama çabasına girişir. Kadın ile erkeğin beyinleri arasındaki farklılıkları uzun uzadıya anlatmasının sebebi budur. Ayrıca “Daima Düşünebildiğim” (Nilüfer Mazlum 1329h:8-10) adlı yazıda, Diderot, Konfüçyüs, İsviçre kraliçesi gibi meşhur Batılıların ataerkil söylemi dillendirmelerini şiddetle eleştirir ve İsviçre kraliçesinin, “Erkekleri erkek oldukları için değil, kadın olmadıkları için seviyorum. Kadınları ise kadın oldukları için değil adam olmadıkları için sevmiyorum.” sözünü bu düzenin somut bir ifadesi olarak tercüme eder.

21 Kadriye Hüseyin kadın konusundaki yaklaşımında genellikle muhafazakâr olup İslamcılık ide-olojisine yakın bir çizgide durur. Fakat kadının “ev içi”ndeki rollerini eleştiren tavrı ile İslam-cılık ideolojisinden ayrılır. Sait Halim Paşa ve Mustafa Sabri gibi İslamcı düşünürler, kadının aile hayatı dışında sosyal hayatta bulunmasına karşıdır (Kurnaz 1992: 93).

B e t ü l C O Ş K U N

8263

2012Kadın erkek arasındaki rol dağılımında “ahenk-i imtizaç” vurgusu yapan

yazar, İslam’daki denklik ile Batı’daki tamamlayıcı eşitlik ilkesini savunur. Kadının erkeğe “refik” olmasını öngören yaygın Meşrutiyet söylemini tekrar eder:

“Kadına en iyi dost, samimî ve ebedî bir arkadaş, derdine, süruruna müşterek bir refik, saadet-i ailenin en mühim rengini teşkil eden maddiyat-ı refah vücuda getirecek mikyasta sa’y ederek temin etmek, tahakküm yerine i’tidal ve vezaif-i müşterek hisleri ile me’luf olmaktan

ibarettir.” (Nilüfer Mazlum 1329f:13)

Kadriye Hüseyin’in Batı’daki feminist akımları yakından takip ettiği orada açılan okul, kültür merkezileri ve verilen yeni siyasÎ hakları takibinden anlaşılmaktadır.22 Kadriye Hüseyin, Meşrutiyet dönemi kadın edebiyatının idealize ettiği okumuş, kültürlü, Batı’yı ve Doğu’yu tanıyan kadın tiplemesini yüceltir, dejenere kadını eleştirir ve kadının terakkisinin “hiçbir mana ifade etmeyen açık saçık gezmek ve Avrupa’da gezmek”olmadığını ifade eder. (Nilüfer Mazlum 1329f:12)

Kadriye Hüseyin, Anadolu kadını hakkında da değerlendirmelerde bulunur. Anadolu kadınının ezildiğini öne süren yazar, erkeğin “benî İsrail’den kalma bir alışkanlıkla” “kahveden” çıkmayıp bütün yükü kadının omuzlarına yüklemesini tenkit eder. “Oralarda bir kadının mevkii sarı öküzün mevkiinden pek ziyade değildir” (Nilüfer Mazlum 1329f:13) şeklindeki açıklaması ile dönemin yaygın Millî Edebiyat anlayışının köylü kadına yüklediği kutsiyetle çelişir.

3.2. Sosyal HayatKadriye Hüseyin, Meşrutiyet döneminde yazdığı makalelerde İslamcılık ideolojisi ile paralel görüşler ortaya koyar. Dönemin aydınının yeni toplumun inşası süresince sosyolojik tespit ve tenkitleri genellikle toplumdaki bilgisizlik problemi üzerinde yoğunlaşır. Yazar, içinde yaşadığı toplumun geri kalmışlığı üzerinde kafa yorarken bunun en büyük nedeni olarak gördüğü bilgisizliği “asab-ı milleti, cüz-i vatanı kemire kemire delik deşik eden” bir yara olarak görür (Nilüfer Mazlum 1329b:13). Kadriye Hüseyin, toplumun eğitilmesi sürecinde “muhafazakâr” adımlar atılmasını önerir. “Meziyet-i esasat-ı ulviye, mefahir-i diniye ve milliye gibi mesailde” (Nilüfer Mazlum 1329l:6) muhafazakâr davranmak gerektiğini öne sürer. Temel değerlerin

22 Kadriye Hüseyin’in Avrupa’da kadınlar için oluşturulan kültür ve eğitim merkezleriyle ilgili ge-lişmeleri yakından takip ettiğini “Musahabe” başlığı altında yazdığı yazıdaki Paris kadın hare-ketiyle ilgili güncel haberlerinden anlıyoruz. Makalede Vyonne Sarcey adlı kadın yazarın aç-mış olduğu darülfünundan bahsetmektedir. Bkz: Nilüfer, “Musahabe: fenn-i Saadet”, Şehbâl, nr: 24, 1 Ağustos 1326.

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

83632012

korunmasında muhafazakâr bir tutum sergileyen yazar, toplumun derdi olarak gördüğü hurafe, taassup, yanlış itikatlar konusundan kökten çözüm önerir. Kadriye Hüseyin hikâyelerine de konu ettiği hurafe meselesinde âdeta bir vaiz üslubuyla ve sert bir dille eleştiri getirir: “Samimiyetle söylüyorum ki bu türlü itikadlarda bulunanların harekâtı başka değil küfürdür” (Nilüfer Mazlum 1329l:6). Kadriye Hüseyin problemi tespit ettikten sonra temkinli hareket eder ve referans olarak İslam’ı gösterir. Çünkü “Müslümanlık terakki ve teali esaslarını emreder.” (Nilüfer Mazlum 1329l:6). Kadın meselesinde olduğu gibi İslamiyet’in esasları ile çatışmaz ve dönemin pek çok aydını gibi İslam’ın yalnızca ahireti değil dünya hayatını da düzenleyen bir din olduğu fikrinden hareket eder: “Dünya, ahretin aynasıdır bil.” (Nilüfer Mazlum 1329l: 8)

Toplumsal aksaklıkların giderilmesinin ve sağlıklı bir toplumun inşa edilmesinin yazara göre iki yolu vardır. Birincisi yukarıda ifade ettiğimiz hurafe ve batıl inançlardan toplumu ayıklamak; ikinci ise çalışmaktır. “Sa’y” fikrini vurgulayan Kadriye Hüseyin’in bu fikrinde Mehmet Âkif’in düşünceleri etkili olmuştur: “Elbette bu millet-i merhume içinde birçok Âkifler yetişecektir. Bir tanesi az zaman içinde büyük bir inkılap yaptı. Allah sa’yini meşhur etsin.” (Nilüfer Mazlum 1329l:8)

3.3. FelsefeKadriye Hüseyin yaşadığı devrin felsefî akımlarını yakından takip etmiş ve incelediği kavram ve konuları felsefî yaklaşımlarla açıklamış bir düşünürdür. Bu yönü, onu çağdaşı öteki kadın yazarlardan ayırır. O, felsefeyi birinci ilgi alanlarından biri olarak değerlendirir.23 Kadriye Hüseyin’in felsefî yönü ayrıca ele alınmalıdır. Biz, çalışmamızda özet halinde onun etkilendiği felsefî kaynaklara temas edeceğiz.

Edebî ve fikrî yazılarında Doğu ve Batı filozoflarından alıntılar yapan ve hikâyelerinde Bergson etkisi bariz olan Kadriye Hüseyin, “Rücu ve Tasdik”, “Bir Sualinize Daha Cevap”, “Dimağın Vazife-i Fizyolojisi” adlı makalelerinde ruh, madde, dimağ gibi dönemin tartışmalı konularında yazar. Makalelerde ruh ve dimağ arasındaki ilişkiyi inceleyen Kadriye Hüseyin pek çok filozofa atıfta bulunsa da “ruh hakkında esasî bir fikir vermek şerefi elhak Büchner cenaplarına mazhar olmuştur” der (Nilüfer Mazlum 1329m:5). Ruh ile madde; beyin ile ruh arasındaki ilişkiye dair görüşlerini maddeci Alman filozof Ludwig Büchner’e dayandırır. Bilindiği gibi Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Celal Nuri

23 Kadriye Hüseyin’le aynı dönemde Mihrâb’da yazan Semiha Cemal de Darülfünun felsefe şube-sinden mezun olmuş, felsefe konusunda çeviri ve yazılar yazmış ilk kadın felsefecilerdendir. Onun felsefî yönü ve süreli yayınlarda kalmış yazıları araştırmacıların ilgisini beklemektedir.

B e t ü l C O Ş K U N

8463

2012İleri gibi Batıcı ve pozitivist düşünürlerin kaynağı olan Büchner ve âdeta kutsal bir kitaba dönüşen, “Türkiye’deki maddecilerin başucu kitabı olan” Madde ve Kuvvet24 adlı eseri materyalist felsefenin Türkiye’de gelişmesinde önemli bir rol üstlenmiştir (Güzel 2002: 74). Kadriye Hüseyin’in yazısını yayımladığı 1913 yılı, Madde ve Kuvvet’in yayımlandığı 1911 yılının hemen sonrasına tekabül eder. Makalesinde Madde ve Kuvvet adlı kitaptan uzun alıntılar yapan Kadriye Hüseyin’in dönemin felsefî gelişmelerini yakından takip ettiği görülür. Makalelerde, akıl, kalp, sadr kavramları hakkında kısa bilgi verdikten sonra aklın hususi, ruhun genel olduğu tespitinde bulunur. Düşünmek, hissetmek, görmek, hareket etmek gibi faaliyetleri ruhla ilgili gören geleneksel düşünce sistemini reddeden görüşü savunur ve “Ruh, bana hiçbir şey ilham etmez”; “Cesedim beyne tâbidir” der (Nilüfer Mazlum 1329m:5). Kadriye Hüseyin’in daha sonra değişip değişmediğini bilmediğimiz, dönemin tesiri altında yazdığı bu fikirlerinde Ludwig Büchner, Gabaris ve Darwin’in etkisi altında kaldığı görülmektedir. Geleneksel felsefe anlayışından tamamen kopan yazar, aklı ruhtan üstün tutmaktadır. Kadriye Hüseyin’in bu felsefî yazılarında, insanı beyin yönüyle gelişmiş bir hayvan şeklinde değerlendiren evrimci görüşün izlerini bulmak mümkündür. “İnsanla hayvanın arasındaki fark da tekemmülat-ı dimağiyyeden başka nedir?” (Nilüfer Mazlum 1329m:4 ) diyen Kadriye Hüseyin, evrimci teorisinin klasik cümlelerinden biri olan bu yaklaşımı; kadın ile erkeğin dimağ ve zekâ bakımdan farklı olmadığını savunmak üzere kullanır. Öte yandan zaman-hâl ve tarih konularını ele aldığı “Serap” adlı yazılarında pozitivist düşüncenin tam zıttı olan Bergon ve sezgicilik felsefesi hissedilir. Mazi ile hâl arasında bir köprü kurmaya çalıştığı bu edebî yazılarda sezginin idrakteki yerini vurgular.

SonuçKadriye Hüseyin, kadının modernleşme serüvenine fikrî ve edebî eserleriyle katkıda bulunmuş bir kadın yazardır. Zamanla unutulmuş bu yazarın Mısır hanedanından gelmesi dolayısıyla devrinin kadın yazarlarına nazaran bazı avantajları vardır. Birden fazla yabancı dil bilme ve yabancı ülkelerde yaşama, onda zengin bir birikimi ve hadiselere geniş bir perspektiften bakabilme yeteneğini kazandırmıştır. Kadriye Hüseyin’in İslamcılık ideolojisine bağlılığı, eserlerinde İslam birliğini esas alıp kavmiyete eleştiri getirmesi dikkat çekici bir ayrıntıdır. Kadriye Hüseyin’in İstanbul’da yaşamayı sürdürmesi, Türk edebiyatına yazılarıyla katkıda bulunması, Millî

24 Madde ve Kuvvet adlı eser, Osmanlı devletinde ilk olarak Baha Tevfik ve Ahmed Nebil tarafından çevrilmiştir. Bkz: Madde ve Kuvvet, İstanbul Müşterekülmenfaa Osmanlı Şirketi Matbaası, trhsz. Tercüme büyük bir ihtimalle 1911’de yapılmıştır (Tırpanlı 2008: 104).

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

85632012

Mücadele’ye maddi-manevi destek sağlaması dikkate değer ayrıntılardan bazılarıdır.

Kadriye Hüseyin’in yetişmiş olduğu aristokrat çevre, onun meselelere bakışında etkilidir. Kadının yemek pişirme, ev süpürme gibi ev işleriyle meşgul olmasını, Anadolu kadınının tarla işleri ile uğraşıp çocuklarına da bakmak mecburiyetini eleştirirken makul bir alternatif üretmez. Toplumun iktisadî şartlarını görmezlikten gelen bu yaklaşımda Kadriye Hüseyin’in aristokrat bakışı hissedilir.

Kadriye Hüseyin’in psikolojisine ve fikir dünyasına, Osmanlı’nın erken dönem kadın hareketinde olduğu gibi “Büyük Osmanlı”ya aitlik bilinci hâkimdir. Gerek kurgusal eserlerinde gerekse makalelerinde Batı’nın Doğu’dan üstün bir medeniyet olmadığı tezini savunur. Kendisini parçalanmakta olan Osmanlı’nın bir ferdi olarak gören Kadriye Hüseyin’in bu parçalanmaya ve geri kalmışlığa kendince getirdiği çözüm önerileri dikkate değerdir. Edebî eserlerindeki geniş coğrafya ve eski Mısır’dan İslam ve Türk tarihine kadarki geniş tarihî sürece vurgunun nedeni, bu Doğu ve İslam kültürünü öne çıkararak toplum bilinci oluşturmaktır.

Kadriye Hüseyin’in eserleri birkaç açıdan dikkate değerdir. Siyasi-sosyal gelişmeleri yakından takip eden ve yazan; Osmanlı’nın en kritik dönemlerine şahit olan Kadriye Hüseyin’in eserlerinde önemli tarihî gözlemler yer alır. Bu eserler yalnızca tarihî tanıklıkla sınırlı kalmaz ve kendisini Osmanlı’nın bir ferdi olarak gören bir kadın yazarın parçalanma, dağılma sürecinde, ulus devletin inşası aşamasında Osmanlı’nın hem içinde hem dışında hissetmesinden doğan trajedi de öne çıkar. Kadriye Hüseyin’in yazıları kadın tarihi açısından da önem taşır. Her ne kadar feminizmle ilgili doğrudan bir atıfta bulunmasa da onun kadın hassasiyetini Batı kaynaklı kadın hareketiyle de ilgili düşünmek gerekir. Kadını, tarih içinde görünür kılmak onun makalelerinin ana hedefidir. Bu, yukarıda bahsettiğimiz Büyük Osmanlı psikolojisinin yanı sıra feminizmin öne sürdüğü ataerkil düzende kadının varlığının silinmesine duyulan tepkinin sonucudur.

Kadriye Hüseyin’in eserleri, pek çok açıdan araştırmacılara kaynaklık etmekle birlikte İslam ve Türk mitolojisi açısından mutlaka başvurulması gereken çalışmalardır. Mülûkî Tayflar serisi, Mısır tarih ve mitolojisi; Terâcim-i Ahvâl serisi, İslam tarihi; Çin ve İran Masalı, Türk ve Acem folkloru ve mitolojisi alanında araştırma yapacakların başvurması gereken kaynak yazılardır.

KaynaklarAkyılmaz, S. Gül (2007), “Osmanlı Miras Hukukunda Kadının Statüsü”, Gazi Üniversitesi

Hukuk Fakültesi Dergisi, C: XI, S:1-2.

B e t ü l C O Ş K U N

8663

2012Ayaşlı, Münevver (1993), Dersaâdet, İstanbul: Bedir Yayınları.Ayaşlı, Münevver (2008), Rumeli ve Muhteşem İstanbul, İstanbul: Timaş Yayınları.Batur, Afife (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c: 4, İstanbul: Kültür Bakanlığı

ve Tarih Vakfı Yayınları.Enginün, İnci (1998), Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Dergâh Yayınları.Eraslan, Sibel (2008), “Muhadderât-ı İslâm-Kadriye Hüseyin Hanım”, Mostar Dergisi, sy:

37, Mart.Görmez, Mehmet (1994), Musa Carullah Bigiyef, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.Güzel, Cemal, “Türkiye’de Maddecilik ve Maddecilik Karşıtı Görüşler”, Hacettepe

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c: 19, s: 63-81.http://www.royalark.net/Egypt/egypt12.htm; (21.07.2011).Işın, Ekrem (1995), İstanbul’da Gündelik Hayat, İstanbul: İletişim Yayınları, sy.119.İhsanoğlu, Ekmeleddin (2006), Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları, İstanbul: IRCICA

Yayınları, s.1-60.İzzet, Melih (1328), “Kadın ve Edebiyat”, Şehbâl, nr: 59, 1 Temmuz.Kadriye, Hüseyin (1327a), “Gurub”, Şehbâl, nr: 43, 1 Teşrinievvel._____________ (1327b), “Gurbette Hüznüm”, Şehbâl, nr: 47, 1 Şubat 1327._____________ (1327c), Mehâsin-i Hayat, Osmanlı Matbaası, Mısır._____________ (1328), “Terâcim-i Ahvâl”, Şehbâl, nr: 60, 1 Eylül._____________ (1329), Nelerim, Osmanlı Matbaası, Mısır._____________ (1330), Temevvücât-ı Efkâr, Maarif Matbaası, Mısır._____________ (1331-1333), Muhadderât-ı İslâm, Maarif Matbaası, Mısır._____________ (1340a), “Kaygusuz Sultan’da Bir Nevruz Sabahı”, Mihrâb, nr: 15-16, 1

Temmuz._____________ (1340b), “Mülûkî Tayflar 2”, Mihrâb, nr: 17-18, 1 Ağustos._____________ (1340c), “Mülûkî Tayflar 1- Hatshepsut’un Nezdinde Tahayyülat”,

Mihrâb, nr: 19-20, 11 Eylül._____________ (1340d), “Mülûki Tayflar 3”, Mihrâb, nr: 21-22, 1 Teşrinievvel._____________ (1340e), “Mısır Masalı 1”, Mihrâb, nr: 23, 1 Teşrinisani._____________ (1340f), “Mısır Masalı 2”, Mihrâb, nr: 24, 1 Kânunıevvel._____________ (1340g), “Gönül yuvası”, Mihrâb: sy.4, 1 Kanununisani. _____________ (1340h), “Acılar 1”, Mihrâb, sy. 5; 15 Kânunısani 1340. ______________(1340ı), “Acılar 2”, Mihrâb, sy. 6: 1 Şubat 1340.______________(1340i), “Serap 1”, Mihrâb, sy: 7, 15 Şubat 1340.______________(1340j), “Serap 2”, Mihrâb, sy. 8, 1 Mart 1340. ______________(1340k), “Serap 3”, Mihrâb, sy.9, 15 Mart 1340.______________(1340l), “serap 4-5”, Mihrâb, sy.10, 1 Nisan 1340.______________(1340m), “Serap 6-7-8”, Mihrâb, sy.11, 15 Nisan 1340.______________(1340n), “ Serap 9-10-11”, Mihrâb, sy.12, 1 Mayıs 1340.______________(1341a), “İran masalı 1”, Mihrâb Dergisi, nr. 23, 1 Mart.______________(1341b), “İran Masalı 2”, Mihrâb, nr:26, 1 Şubat.______________ (1341c), “İran Masalı 3”, Mihrâb, nr:27, 1 Mart.______________(1341d), “Çin Masalı”, Mihrâb, nr: 28, 1 Nisan.

Mısır Prensesi, Osmanlı Edîbesi Kadriye Hüseyin Hanım

87632012

______________(1982), Büyük İslam Kadınları, Muhadderât-ı İslâm, İstanbul: Bedir Yayınevi,.

Kurnaz, Şefika (1992), Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, İstanbul: MEB Yayınları.Mardin, Şerif (2008), Türk Modernleşmesi, (Hzl: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder),

İstanbul: İletişim Yayınları.Mehmed, Zihni Efendi, Meşahiru’n-Nisâ: Tarihte İz Bırakan Meşhur Kadınlar, (Haz:

Bedreddin Çetiner), c:2, İstanbul: Şamil Yayınları, trhsz.Nilüfer, (1325a), “Saadet nedir”, Şehbal, nr: 17, 1 Kânunıevvel.______ (1325b), “Hande Nedir”, Şehbal, nr: 18, 1 Kânunısani.______(1326a), “Gençlik Nedir?”, Şehbal, nr: 22, 15 Temmuz.______(1326b), “Yarın nedir”, Şehbal, nr: 22, 15 Temmuz.______ (1326c), “Musahabe: fenn-i Saadet”, Şehbâl, nr: 24, 1 Ağustos.______ (1327), “Yüz Nedir”, Şehbal, nr.24, 1 Ağustos.Nilüfer, Mazlum (1325), “Mal Nedir”, Şehbâl, nr: 11, 1 Eylül._____________ (1328), “Kadınlık İçin 1”, Kadınlar Dünyası, nr: 104, 10 Ağustos._____________(1329a), “Düşündüklerimiz 1”, Kadınlar Dünyası, nr:86, 28 Haziran._____________ (1329b), “Düşündüklerimiz 2”, Kadınlar Dünyası, nr:103, 3 Ağustos._____________ (1329c), “Düşündüklerimiz 3”, Kadınlar Dünyası, nr:104, 10 Ağustos._____________(1329d), “Kadınlık İçin 2”, Kadınlar Dünyası, nr. 107, 31 Ağustos._____________(1329e), “Kadınlık İçin 3”, Kadınlar Dünyası, nr. 109, 7 Eylül._____________ (1329f), “Düşünebildiğim”, Kadınlar Dünyası, nr: 110, 21 Eylül._____________(1329g), “Yine Düşünebildiğim”, Kadınlar Dünyası, nr:112, 5 Teşrinievvel._____________(1329h), “Daima Düşünebildiğim”, Kadınlar Dünyası, nr: 114, 19

Teşrinievvel._____________ (1329ı), “Yüksel”, Kadınlar Dünyası, nr. 115, 26 Teşrinievvel._____________(1329i), “Sen Aşk”, Kadınlar Dünyası, nr. 118, 16 Teşrinisani._____________ (1329j), “Rücu ve Tasdik”, Kadınlar Dünyası, nr: 122, 14 Kânunıevvel._____________(1329k), “Bir Sualinize Daha Cevap”, Kadınlar Dünyası, nr: 123, 21

Kânunıevvel._____________(1329l), “Dertler, Devalar”, Kadınlar Dünyası, nr. 124, 28 Kânunıevvel._____________(1329m), “Dimağın Vazife-i Fizyolojisi”, Kadınlar Dünyası, nr: 120, 20

Teşrinisani._____________(1330), “En Güzel Gün”, Kadınlar Dünyası, nr: 137, 20 Mart.Osmanoğlu, Şadiye (2009), Babam Abdülhamid, İstanbul: Timaş Yayınları.Örik, Nahit Sırrı (2006), Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar, İstanbul: İş Bankası Kültür

Yayınları, İstanbul.Özön, Mustafa Nihat, Dürder Baha (1967), Türk Tiyatro Ansiklopedisi, İstanbul: Yükselen

Matbaası.Salime, Saffet Seyfi (1329), “Muhadderât-ı İslâm Hakkında”, Şehbâl, nr. 87, 1

Kânunıevvel.Sinoue, Gilbert (1999), Kavalalı Mehmed Ali Paşa Son Firavun, (Çev: Ali Cevat Akkoyunlu),

İstanbul: Doğan Kitap, Ekim.Çınarlı, Mehmet (1984), Hatıraların Işığında, İstanbul: Cönk Yayınları.

B e t ü l C O Ş K U N

8863

2012Tanpınar, Ahmet Hamdi (2009), XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, (Haz: Abdullah Uçman),

İstanbul: YKY Yayınları.

Tepekaya, Muzaffer, Kaplan Leyla (2010), Hilal-ı Ahmer Hanımlar Merkezinin Kuruluşu ve

Faaliyetleri (1877- 1923), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,

sy: 10.

Tırpanlı, Oğuz (2008), Osmanlı Felsefe Tarihi ve Bilim Tarihine Materyalist Bir Bakış: Baha

Tevfik, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek

Lisans Tezi, Ankara 2008.

ÖZBu yazıda öncelikle XVI. yüzyılın değerli şairlerinden olan Bursalı

Rahmî’nin hayatı, edebî kişiliği ve eserleri hakkında derli toplu bilgi

verilecek, ardından Rahmî’nin Yenişehir Şehrengizi isimli eseri tanıtılıp

incelenecek, en son da ilgili şehrengizin çevriyazılı metni sunulacaktır.

Devrin ünlü şairlerinden biri olan Rahmî, daha çok Hayâlî tarzında

âşıkâne ve zarif gazeller söyleyen biridir. Eserleri arasında Divan, Gül-i

Sad-berg, Şâh u Gedâ ve Yenişehir Şehrengizi bulunmaktadır. Şehrengiz

279 beyitten oluşan bir mesnevîdir. Girişinde kâinatın yaratılışından

ve aşktan bahsedilmektedir. Asıl konunun işlendiği bölümde ise

Rumeli’de bulunan Yenişehir’in güzelliklerinden ve buradaki önde

gelen yirmi dört kişiden söz edilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Bursalı Rahmî, divan edebiyatı, mesnevi, şehrengiz,

Yenişehir.

ABSTRACTRahmî of Bursa and Yenişehir Şehrengizi

This paper provides information about the life, the literary character

and the works of Bursalı Rahmî, one of the precious poets of the 16th

century. Then the paper discusses and examines one of Rahmi’s works,

the Yenişehir Şehrengizi, and the its translated text will be presented in

the final part. Rahmi, one of the famous poets of his time, was a person

who mostly read elegant lyrics in imaginary style. Among his works

were Divan, Gül-i Sad-berg, Şâh u Gedâ and Yenişehir Şehrengizi. Şehrengiz is a

mesnevi of 279 couplets. In its introduction, the creation of the universe

and love themes are told. The main text telss about the beauties of

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

Mustafa ERDOĞAN*

* Yrd. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ANKARA, [email protected]

M u s t a f a E R D O Ğ A N

9063

2012Yenişehir and the leading twenty four people of the city.

Key Words: Bursalı Rahmî, divan literature, mesnevi, şehrengiz, Yenişehir.

Bursalı Rahmî’nin Hayatı

Kaynaklarda Rahmî, Bursalı Rahmî, Rahmî Çelebi olarak anılan şairin asıl adı Pîr Muhammed/Mehmed’dir. Bütün kaynaklar Rahmî’nin adı ve Bursalı olduğu konusunda birleşmektedirler.1 Doğum tarihi

konusunda ise elde doğrudan bir bilgi bulunmamaktadır. 1530 yılında yapılan Şehzâde Mustafa’nın sünnet merasiminde, diğer şairlerle birlikte Rahmî de Kanunî’ye kaside sunmuş ve padişahtan caize olarak elbise almıştır.2 Tezkire yazarı Âşık Çelebi bu olay sırasında Rahmî’nin henüz ayvatüyleri çıkmamış, büluğ yaşına ulaşmamış, oyundan kopamamış bir çocuk olduğunu söylemektedir.3 Buradan hareketle Rahmî’nin 1516-1518 dolaylarında doğduğu tahmin edilebilir. Rahmî, Bursa’da doğmuş, fakat burada fazla kalmamış, küçük yaşlarda o devrin sanat, edebiyat ve cazibe merkezi olan İstanbul’a gelmiştir. Rahmî’nin babası Nakkâş Bâlî’dir. Nakkâş Bâlî’nin yazı, nakış ve resim konusunda üstâd ve çok meşhur birisi olduğu, hatta ünlü öğrenciler de yetiştirdiği Âşık Çelebi Tezkiresi’nden ve Lamiî’nin mektuplarından anlaşılmaktadır.4 Şair Rahmî’nin de bu konularda babasından ders aldığı, nakış ve resim işinde uzmanlaştığı

1 ÂşıkÇelebi,Meşairü’ş-Şuaraİnceleme-Metin,Haz.FilizKılıç, İstanbulAraştırmalarıEnstitüsüYayınları,İstanbul,2010,C.3,s.1344;KınalızâdeHasanÇelebi,Tezkiretü’ş-Şuara,Haz.AysunSungurhan Eyduran, KTB Yayınları, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83504/kinalizade-hasan-celebi---tezkiretus-suara.html (Erişim Tarihi: 17/04/2011), Ankara, 2009, C. 1, s. 329;Beyânî,Tezkiretü’ş-Şuarâ,Haz.AysunSungurhanEyduran,KTB,http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83502/beyani----tezkiretus-suara.html(ErişimTarihi:17/04/2011),Ankara,2008,s.70;Künhü’l-Ahbâr’ınTezkireKısmı,Haz.Mustafaİsen,AKMYayınları,Ankara,1994,s.218;RiyâzîMehmedEfendi,Riyâzü’ş-Şuarâ,MilletKütüphanesi,AliEmîrîTarihBölümü,765,vr.67a;Kaf-zâdeFâizî,Zübdetü’l-Eş’âr,MilletKütüphanesi,AliEmîrîManzûmEserlerBölümü,1325,vr.45b(kenarda);İsmailBeliğ,Güldeste-iRiyâz-ıİrfân,SK,LalaİsmailBölümü,366,160b;KâtibÇele-bi,Keşfü’z-ZünûnanEsâmî’l-Kütübüve’l-Fünûn,Beyrut,1992,C.1,s.789;BağdatlıİsmailPaşa,Îzâhu’l-Meknûn fi’z-Zeyli alâ-Keşfi’z-Zünûn,Beyrut, 1992,C. 3, s. 504;Bağdatlı İsmailPaşa,Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Mü’ellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, Beyrut, 1992, C. 6, s. 249-250;BursalıMehmedTâhir,OsmanlıMüellifleri,Haz.MustafaTatçı-CemalKurnaz,BizimBüroBası-mevi,Ankara,2000,C.II,s.180;MehmedSüreyyâ,Sicill-iOsmânî4,YayınaHaz.NuriAkbayar,TarihVakfıYurtYayınları,İstanbul,1996,s.1344;MehmetNâilTuman,Tuhfe-iNâilîDivanŞair-lerininMuhtasarBiyografileri,Haz.CemalKurnaz,MustafaTatçı,BizimBüroYayınları,Ankara,2001,C.II,s.329;KadirAtlansoy,BursaŞairleri,AsaKitabevi,Bursa,1998,s.295.

2 İsmailE.Erünsal,“TürkEdebiyatıTarihininArşivKaynaklarıIIKanunîSultanSüleymanDevrineAitBirİn’âmâtDefteri”,OsmanlıAraştırmaları,1984,S.IV,s.10,11.

3 ÂşıkÇelebi,age,C.3,s.1346.4 ÂşıkÇelebi,age,C.3,s.1343;HasanAliEsir,Münşeât-ıLâmiî(LâmiîÇelebi’ninMektupları)

İnceleme-Metin-İndeks-Sözlük,KaradenizTeknikÜniversitesiRektörlüğü,RizeFen-EdebiyatFa-kültesiYayınları,Trabzon,2006,s.198-199,342,343,344.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

91632012

yine aynı tezkirede söylenenler arasındadır. Kaynaklarda Rahmî’nin küçük yaşlarda ilim tahsiline başladığı belirtilmektedir. Geleneksel Osmanlı eğitim sistemi düşünülürse, Rahmî’nin ilk hocasının büyük bir ihtimalle babası Nakkâş Bâlî olduğu söylenebilir. Rahmî, muhtemelen, sıbyan mektebinde temel eğitimini aldıktan sonra, İstanbul’da devrin gözde ilimlerini tahsil etmeye başlamış, biraz da kabiliyetinin yönlendirmesiyle edebî ilimlere yönelmiş, kendini bu alanda yetiştirmiştir. Ancak şairin gençliğinde eğitimini tamamlayamadığı, medreseden mezun olamadığı anlaşılmaktadır. Bu konuda belki çok erken yaşta şöhreti yakalamasının ve caizeler yoluyla bir parça parayı da bulmasının olumsuz tesiri olmuş olabilir.

Rahmî İstanbul’da, ilk önce, bir anlamda ünlü siir ve sair hâmîsi Defterdar İskender Çelebi’ye intisap etmiştir. Ondaki kabiliyeti fark eden İskender Çelebi, onu himâyesi altına almış, daha sonra Sadrazam İbrahim Paşa ve Kanûnî ile tanıştırmış, Rahmî’nin onların meclislerine girmesine ve câizeler almasına vesile olmuştur. Hatta Rahmî’nin İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın huzurunda akranlarıyla münazaralar ettiği, cevap ve nazirelerinin beğenilmesi üzerine kendisine epeyce önemli câizeler verildiği de şairin yakın dostu Âşık Çelebi tarafından nakledilmektedir5. Daha sonra yine bu insanlar vasıtasıyla padişahın huzuruna çıkma şansı yakalayan Rahmî, 1530 yılında sehzadelere yapılan sünnet düğününde Kanunî’ye bir kaside sunmuş ve caize almış, bundan sonra daha da meşhur olmuştur. Rahmî’nin bundan sonra, hâmîleri olan İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın vefatına (1535-1536) kadar rahat bir hayat sürdüğü tahmin edilebilir. Ancak bu kişilerin vefatından sonra Rahmî, birden bire hâmîsiz kalmış ve sıkıntı içine düşmüştür. Bundan sonra biraz da geçimine vesile olacağı için, yarım bıraktığı eğitimine yeniden başlayan Rahmî, çeşitli sıkıntılar sonunda nihayet devrin önemli âlimlerinden Celâl-zâde Sâlih Çelebi’den mülâzım olarak eğitimini tamamlamıştır.6 Ardından ilmiyye sınıfına dâhil olmuş ve müderrislik yolunu seçmiş ise de vazife alması biraz geç ve güç olmuştur. Rahmî uzun bir süre görev alamamış, ancak 970 (1562-63) yılı dolaylarında o zaman şehzade olan Selim’in huzuruna varıp bir kaside ile halini arz ettikten sonra kendisine bir şefaat-nâme verilmiş ve nihayet şair bin bir zorlukla, Rumeli’de bulunan Yenişehir’deki küçük bir medreseye yirmi akçe maaşla müderris olmuştur.7 Rahmî, bu göreve atanmasından birkaç yıl sonra

5 ÂşıkÇelebi,age,C.3,s.1346-1347.6 Kınalızâde,age,s.330.7 Künhü’l-Ahbâr’ınTezkireKısmı,s.218.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

9263

2012aynı yerde vefat etmiştir. Kaynakların çoğunlukla 975 yılı üzerinde ittifak etmelerinden, özellikle de ilgili tarih mısralarından Rahmî’nin 975 (1567-1568)’te vefat ettiği anlaşılmaktadır.8 Bursalı Cinânî’nin hemşehrisi Rahmî için söylediği Farsça tarih manzûmesinin tam metni şu şekildedir:

RaħmīÇelebiMerhūmuŋVefātınaTārīĥdür

[fāćilātünfāĆilātünfāĆilün]Raħmi-işāĆirkider-bezm-ifenāCām-itelh-imerg-rānā-gehçeşīd

Behr-itārīh-iCinānī-igedāGoftbādārahmet-iRahmīmezīd Sene 9759

Bursalı İsmail Beliğ, onun müderris iken vefat ettiği Yenişehir’de gömülü olduğunu söylemektedir.10

Diğer taraftan Rahmî, gençliğinde güzelliği ve renkli, güzel giyinmesiyle de meşhur olmuştur. Rahmî’yi yakından tanıyan Âşık Çelebi; onun iyi ahlaklı, kimseyi incitmeyen bir insan olduğunu söylemektedir. Bunların ötesinde Rahmî’nin Divan’ındaki şiirlerine dayanarak âşık tabiatlı, mütevazı, müstağni, mütevekkil, riyâyı sevmeyen, yalnız, garip, biraz derbeder ve rint bir şahıs olduğu söylenebilir.

Edebî KişiliğiRahmî’nin yaşadığı devirden itibaren bütün kaynakların onun şiiri ve şairliğini övme konusunda adeta yarıştıkları görülmektedir. Burada özellikle şairin kendi asrında yapılan değerlendirmelere mealen ve kısaltılarak yer verilecektir. Şairin ilk gençliğinde yazılan Sehî Tezkiresi’nde onun kabiliyetli bir genç ve özellikle gazelde başarılı olduğu ifade edilmiştir.11 Latîfî’ye

8 Sehî,Latîfî,ÂşıkÇelebi veAhdî tezkireleri yazıldığında şair hayatta olduğundan, bu eserlerdeonunölümüyleilgilibilgibulunmamaktadır.Âlî’ninKünhü’l-Ahbâr’ındaölümyılıbelirtilmemiş,KınalızâdeTezkiresi’ndeiseonun974’teöldüğüsöylenmiştir.BeyânîTezkiresi’ninbirnüshasın-da“fevt975”kaydıbulunmaktadır.Eydurantarafındanhazırlanantezkiremetnindebunotyoktur.Bk.Beyânî,Tezkiretü’ş-Şuarâ,Haz.AysunSungurhanEyduran,s.70.HâlbukibundandahaevvelİbrahimKutluktarafındanyayınlananmetindebunaişaretedilmiştir.BeyânîMustafabinCârullah,Tezkiretü’ş-Şuarâ,Haz.İbrahimKutluk,TürkTarihKurumuYayınları,Ankara,1997,s.100(dip-notta).Riyâzî,Kaf-zâdeFâizî ve İsmailBeliğ de onun 975’te vefat ettiğini teyit etmektedirler.Riyâzî,age,vr.68a;Kaf-zâdeFâizî,age,vr.45b;Atlansoy,age,s.295.

9 CihanOkuyucu,CinānīHayatıEserleriDivanınınTenkidliMetni,Ankara,1994,s.718.ManzûmeşuşekildeTürkçeyeçevrilebilir:ŞâirRahmî,yoklukmeclisinde(dünyada)ölümünacıkadehinian-sızıntattı(içti).FakirCinânîtarihiçin,Rahmî’ninrahmetiçoğalsın(bololsun),dedi.

10 Atlansoy,age,s.295.11 GünayKut,HeştBihiştSehīBegTezkiresi,HarvardÜniversitesi,Harvard,1978,s.299.

Đlk sayfada adres satırında (düzeltmelerin altı çizili): Yrd. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Đnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ANKARA, [email protected] s. 9’da: …1511518 dolaylarında doğmu doğduğu tahmin edilebilir… (doğmu kelimesini silelim.) s. 91’de (ilk paragrafın sonunda): … belki çok erken yata öhreti yakalamasının ve caizeler yoluyla bir parça parayı da bulmasının olumsuz tesiri olmu olabilir. (Burası italik yapılmı, italik olmayacak). Bundan sonraki 12 satır bu makaleye ait değil, makaleyle hiç ilgisi yok, baka bir metne ait. (Tanzimat’tan…Makbule arası çıkacak, yerine kendi makalemizdeki u kısım konacak:

Rahmî Đstanbul’da, ilk önce, bir anlamda ünlü iir ve air hmîsi Defterdar Đskender Çelebi’ye intisap etmitir. ndaki kabiliyeti fark eden Đskender Çelebi, onu himyesi altına almı, daha sonra adrazam Đbrahim Paa ve Kannî ile tanıtırmı, Rahmî’nin onların meclislerine girmesine ve cizeler almasına vesile olmutur. atta Rahmî’nin Đskender Çelebi ve Đbrahim Paa’nın huzurunda akranlarıyla münazaralar ettiği, cevap ve nazirelerinin beğenilmesi üzerine kendisine epeyce önemli cizeler verildiği de airin yakın dostu ık Çelebi tarafından nakledilmektedir1. Daha sonra yine bu insanlar vasıtasıyla padiahın huzuruna çıkma ansı yakalayan Rahmî, 15 yılında ehzadelere) s. 92’deki iir ve balığında karakterler bozulmu. Eski yazılı kısım da değimi. Doğrusu u ekilde:

RaRaRaRaħmħmħmħmī ī ī ī Çelebi MerhÇelebi MerhÇelebi MerhÇelebi Merhūmuŋ Vefātūmuŋ Vefātūmuŋ Vefātūmuŋ Vefātına Tına Tına Tına Tārīārīārīārīĥdürĥdürĥdürĥdür

[fāćilātün fāĆilātün fāĆilün] Raħmii āĆir ki derbezmi fenā

āmi telhi mergrā nāgeh çeīd

Behri tārīhi inānīi gedā

Goft bādā rahmeti Rahmī mezīd

Edebî Kiiliği’nden önceki üçüncü satırda : … dayanarak onun ık tabiatlı… (onun kelimesini silelim). s. 9’te sayfa sonuna doğru “avvāı baħri ećār ifadesi bozuk çıkmı, doğrusu böyle. Yine beyit de bozulmu. Doğru ekli:

lupdur ulzümi nam içre avvā

özi baħri azelde gevheri ĥā

s. 94’te : Ardından da “Keźālik Raħmīnüŋ bu beytin daĥı iidüp istiħsān idüp olu içmidür diyerek… (Tırnak içindeki transkripsiyonlu kısım bozulmu. Düzgün ekli böyle olmalı. s. 95’teki beyitler bozulmu. Düzgün ekilleri öyle:

Gün görmedük Ćarūs durur jāle Raħmiyā

ldı çemende lāle aŋa cāmeĥābı sürĥ (G 285)2

ayāli kāküliyle dūdı āhum āmı hecrinde

1 ık Çelebi, age, . , s. 1414. 2 Parantez içindeki ifade, tarafımızdan hazırlanan Rahmî Divanı’nın gazeller bölümündeki 28. gazelin 5. beyti demektir.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

93632012

göre Rahmî’nin sözleri parlak, hoş, edâsı naziktir, dinlenip beğenilmeye değer, gönül açan şiirleri vardır.12 Âşık Çelebi de onun kâbiliyetli ve âşık birisi, şiirlerinin de âşıkâne olduğunu söylemektedir. Ayrıca onun şairlerin seçkinlerinden olup şiirlerinin çok yayıldığını, eğlence meclislerinde ve tekkelerde okunduğunu belirtmektedir.13 Kınalı-zâde, Rahmî’nin o dönemde belâgatli şiirler söyleyen Osmanlı şairlerinin önde gelenlerinden biri olduğunu, edâsındaki âhenk ve akıcılıkla anlam güzelliğini birleştirdiğini ifade etmekte, ayrıca âşıkların hâlini anlattığından onun beliğ şiirlerinin meşhur, ihtiyar ve gençler arasında yaygın olduğunu, zaviyelerde ve farklı yerlerde okunduğunu belirtmektedir.14 Beyânî de onun namlı şairlerden olduğunu, özellikle müseddes, müsemmen, müsebba gibi şiirlerde başarılı olduğunu söylemektedir.15 XVI. yüzyılın bir diğer tezkire yazarı Ahdî; Rahmî’nin şiirin her sınıfında üstat birisi, ayrıca zarif bir şair ve ârif olduğunu, mesnevî alanında Hilâlî, gazelde Hayâlî ve kasidede İsmail ve Selman yolunu takip ve İran şairlerini taklit ettiğini, şiirlerinin çok ve meşhur olduğunu söylemektedir.16 Gelibolulu Âlî’nin değerlendirmesi de aynı tarzdadır. Künhü’l-Ahbâr isimli eserinde Rahmî için önce onun meşhur ve şiirleri beğenilen bir şair olduğunu söyleyen Âlî, daha sonra da Rahmî’nin ince hayaller sahibi ve her nazım şeklinde mâhir bir şair olduğunu belirtmektedir. Bunların ötesinde Âlî, aynı eserinde Lâmiî hakkında bilgi verirken Rahmî’yi Bursa şairlerinin en iyisi olarak göstermektedir.17

Bunlardan başka Rahmî’nin hem arkadaşı, hem de bir anlamda rakîbi olan Yahya Bey, şairi“ġavvāŝ-ıbaħr-ieşćār” yani şiir denizinin dalgıcı olarak tanıtmakta ve

Olupdurķulzüm-inažmiçreġavvāŝSözibaħr-iġazeldegevher-iĥāŝ

diye övmektedir.18 Yine XVI. yüzyıl şairlerinden Sânî’nin mizahî tarzda yazdığı manzûm mektubunda Rahmî’nin şiiri “muhayyel” ve “mesel-âmîz” yani hayal ve meselleri bol olarak anlatılmakta, Rahmî de Arap şairi Hassan bin Sabit’e benzetilmektedir.19

12 RıdvanCanım,LatîfîTezkiretü’ş-Şu’araveTabsıratü’n-Nuzamâ,AKMYayınları,Ankara,2000,s.270.

13 ÂşıkÇelebi,age,C.3,s.1347.14 Kınalızade,age,C.I,s.330.15 Beyânî,age,s.70.16 SüleymanSolmaz,AhdîveGülşen-iŞu’arâsı,AKMYayınları,Ankara,2005,s.311-312.17 Künhü’l-Ahbâr’ınTezkireKısmı,s.218,219,267.18 YahyâBey,Dîvan,Haz.MehmedÇavuşoğlu,İstanbulÜniversitesiEdebiyatFakültesiYayınları,

İstanbul,1977,s.254.19 AliNihadTarlan,ŞiirMecmualarındaXVI.veXVII.AsırDivanŞiiriRahmîveFevrî,İstanbul

Üniversitesi,EdebiyatFakültesi,TürkDiliveEdebiyatıDalı,Seri1,Fasikül1,İstanbul,1948,s.3.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

9463

2012Diğer taraftan XVI. yüzyılın ünlü tezkire yazarı Âşık Çelebi, eserinde

Hayâlî hakkında bilgi verirken İran şahı Tahmasb’ın, meclisinde Hayâlî’nin üç beyti okunduğu zaman Hayâlî’nin aşkına dolu içip onu övdüğünü nakleder. Ardından da “KeźālikRaħmīnüŋ bu beytin daĥıişidüpistiħsānidüpţolu içmişdür” diyerek Rahmî’nin bir beytini nakleder.20 Buradan hareketle Rahmî’nin şöhretinin Anadolu dışına taştığını, İran saraylarına kadar yayıldığını söylemek mümkündür.21

Rahmî şiirle ilgili teorik görüşlerini çok fazla belirtmemiştir. Bunlardan tespit edilebilenler şu şekildedir: Rahmî, bir kelâmda bulunması gereken vasıfları beyân, fesâhat ve belagat olarak saymaktadır. O hem sözün hem de anlamın başarılı şekilde kullanılması gerektiğine inanmaktadır. Rahmî’ye göre gazelin asıl konusu sevgilinin güzellikleridir. Rahmî, papağanı manasını bilmediği güzel sözleri tekrar etmekle itham ederken de şiirde anlamın önemine vurgu yapmaktadır. Rahmî’ye göre, güzel ve gösterişli sözler söylemek gerçi insana çok şeref verir. Ancak ihtiyaç miktarınca söyleyip sonra susmak daha akıllıcadır. Yani şair bir nevi az ama öz söylemek taraftarıdır denilebilir.

Bunların dışında diğer bütün divan şairleri gibi zaman zaman övünen Rahmî; kendini söz/şiir ülkesinin sultanı olarak görür ve Hâkânî, Kemâl, Selman gibi ünlü İranlı şairlerin şiirini dinleseler kendine hak vereceklerini, hatta söz ülkesini terk edeceklerini iddia eder. Bazen kendini “şâir-i nâzük”, “ehl-i hüner” diye nitelendirirken, bazen de tatlı sözlü bir papağana, şiirini de şekere benzetmektedir. Aynı zamanda şiirlerini mücevher, sözlerini “âbdâr” ve “tâze mânâlı” olarak gören şair, kendi şiirini letâfette akar su gibi görür ve çöplere benzettiği başkalarının şiiriyle kıyaslanamayacağını belirtir. Rahmî, şiirinin başarısını sevgiliden bahsetmesine ve sevgilinin güzelliğine bağlamaktadır. Rahmî, “can artıran” dediği şiirini tanıtırken özellikle rengîn-edâ ve pür-hayâl tabirlerini kullanmaktadır. Hayâllerle dolu şiirimden eğer Hasan (Hassan bin Sabit) haberdar olsaydı, nezâketten hiç dem vurmazdı, diyen Rahmî, şiirlerindeki hayâl ve nezâket özelliklerine değinmiş, ayrıca üslûbunu, Selman (ve Kemâl) üslûbu olarak tanımlamıştır. Sözlerini Nizâmî’nin nazmına benzer gören Rahmî, ünlü İranlı şairler Sa’dî, Hâfız, Hüsrev ve Hâkânî’yi de şiir alanında geçtiğini iddia etmiştir. Diğer taraftan

20 ÂşıkÇelebi,age,C.3,s.1563.21M.FuatKöprülü,kaynakbelirtmeden“BursalıRahmîzarifgazellerileSafevî saraylarınakadar

şöhretiyayılmışbirşairdir”der.Köprülü’nünbugörüşüdemuhtemelenÂşıkÇelebi’ninyukarı-dabahsedilenanekdotunadayanmaktadır.Bk.KöprülüzadeMehmetFuat,EskiŞairlerimizDivanEdebiyatıAntolojisiXVIıncıAsır,MuallimA.HalitKitaphanesi,BasımYeriveTarihiYok,s.135;M.FuadKöprülü,DivanEdebiyatıAntolojisi,YayınaHaz.AhmetMermer,AkçağYayınları,Ankara,2006,s.128.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

95632012

Rahmî şiiri Allah’ın bir lutfu olarak görmüş ve şiirlerinin mecâzî değil hakîkî olduğunu belirtmiştir.

Rahmî’nin şiirlerinin belki de en başta gelen özelliği âşıkâne olmasıdır. Rahmî’nin şiirleri edâ olarak âşıkâne olduğu gibi, muhtevâ olarak da âşıkânedir. Nitekim Rahmî’nin gazellerinin çok büyük bir kısmında (% 76,94) aşk konusu işlenmiştir.22 Bu aşkın kimi zaman beşerî, kimi zaman platonik, ama daha çok da İlahî olduğunu söylemek mümkündür. Rahmî’nin şiirlerinin konusu umûmiyetle aşk, aşk yüzünden çekilen sıkıntılar, ayrılık, hasret, sevgili ve sevgilinin dudağı, yanağı gibi güzellik unsurlarıdır.

Latîf, zarîf oluşu Rahmî’nin şiirinin bir başka özelliğidir. Rahmî, neredeyse bütün Divan’ında aşk ve sevgili konusunu işlemekle birlikte hiçbir zaman bayağılığa düşmemiş, argoya ve müstehcenliğe tenezzül etmemiştir. Tam tersine beşerî aşkı işlediği yerlerde bile bir nezâket, bir incelik vardır.

Rahmî’nin şiirinde anlam güzelliği, dolgunluğu ön planda olmakla birlikte, şekil de ihmal edilmemiştir. Vezin, kafiye, redif, dil gibi dış unsurlarda da Rahmî’nin oldukça başarılı olduğu söylenebilir.

Rahmî, bir anlamda şiir vadisinde üstad olarak tanıdığı Hayâlî gibi, şiirde hayâl unsuruna çok önem vermiş ve bu unsuru çok yoğun bir şekilde kullanmıştır. Rahmî’nin ayrıca tasvir unsurunu da önemsediği görülmektedir. Rahmî’nin hayallerinin ve tasvirlerinin oldukça zengin, renkli ve canlı olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin şu beyitte jaleyi gün görmedik bir geline benzeten şair, çimenlikte jalenin kimi zaman içine düştüğü kırmızı bir lâleyi de o gelinin kırmızı geceliği olarak hayal etmiştir.

GüngörmedükĆarūsdururjāleRaħmiyāOldıçemendelāleaŋacāme-ĥˇāb-ısürĥ(G28/5)23

Yine bir başka beytinde ise, ayrılık akşamında âşığın sevgilinin kıvrım kıvrım kâküllerinin hayâliyle ettiği ve halka halka gökyüzüne doğru çekilen ateşli âhları ejderha şeklinde tahayyül etmektedir.

Ĥayāl-ikāküliyledūd-ıāhumşām-ıhecrindeÇekilürħalķaħalķaçarĥagūyāşekl-iejderdür(G39/3)

Rahmî’nin şiirlerinin çok önemli özelliklerinden biri de sanatkârâne oluşudur. Bu iki anlamda düşünülebilir. Öncelikle Rahmî şiirlerini büyük bir titizlikle işlemiştir. Çok küçük yaşlarda Kanunî’nin huzurunda okunabilecek nitelikte şiirler söylemesinden onun doğuştan bir şiir yeteneğine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak şair bununla yetinmemiş, kendisi de çalışıp gayret ederek bir anlamda bu cevheri işlemiştir. Nitekim şair bir beytinde

22 BudeğerlendirmetahminedileceğiüzeretarafımızdanhazırlananRahmîDivanı’nagöredir.23 Paranteziçindekiifade,tarafımızdanhazırlananRahmîDivanı’nıngazellerbölümündeki28.gaze-

lin5.beytidemektir.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

9663

2012düşünerek, tefekkürle şiir yazdığını ifade etmektedir (G 75/6). Sanatkârlığının ikinci yönü de bu söyleneni destekler niteliktedir ki o da şiirlerinin edebî sanatlarla dolu olmasıdır. Rahmî’nin edebî sanatları hiç zorlanmadan, rahatlıkla ve bol bol kullandığı söylenebilir. Ancak bu bol sanatlı söyleyiş şiirde hemen hemen hiç sırıtmaz, gayet tabiî bir haldedir.

Söz sanatlarını da yer yer kullanmakla birlikte, Rahmî’nin umûmiyetle anlam sanatlarını kullandığı görülmektedir. Rahmi’nin en fazla kullandığı sanatın teşbih olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında sırasıyla leff ü neşr, teşhis, hüsn-i ta’lil, telmih ve tenasüp de onun sık kullandığı sanatlardandır. Rahmî, klasik divan şiiri kültürünü ve teşbihlerini çok iyi derecede bilmekte ve başarılı bir şekilde kullanmaktadır.

Rahmî’nin şiirlerinin umûmiyetle gösterişten, şaşaadan uzak, sade ve samîmî olduğu söylenebilir. Zaten şair de az ve öz söylemek taraftarıdır. Örneğin aşağıdaki beyitte bu söyleyiş rahatlığını ve samimiyeti bulmak mümkündür:

Öyleţolmışdurgözümgöŋlümĥayāl-iyārileĶandakimbaķsamgörinennaķş-ıcānāndurbaŋa(G6/3)

Rahmî’nin şiirlerinin önemli bir kısmında anlam derinliği bulunmaktadır. Şair bunu bazen tasavvufi manalarla temin ederken, bazen tasavvufa bile gerek duymaz. Tabii ki anlam derinliğini sağlamada tevriye, iham-ı tenasüp, iham-ı tezat gibi sanatların önemli bir katkısı vardır.

Rahmî’nin etkilendiği İranlı şairler bahsinde öncelikle Molla Câmî ve Genceli Nizâmî’yi anmak uygun olacaktır. Nitekim Gül-i Sad-berg isimli eserini bu şairlerin etkisiyle yazmıştır. Yine İranlı şair Hilâlî’den Şâh u Gedâ isimli mesnevîyi genişleterek tercüme ettiği göz önüne alınırsa yukarıdaki isimler arasına Hilâlî’nin de eklenmesi gerektiği ortaya çıkar. Bunların dışında Rahmî, İran şairlerinden daha çok kasidelerinin fahriye bölümlerinde ve gazellerinin son beytinde kendini överken bahsetmektedir. Bu kısımlarda artık nazım sahasında onları geçtiğini, onların davullarının çalınmadığını, adlarının anılmadığını söyleyen Rahmî, İran şairlerinden Hüsrev, Kemal, Selman, Câmî, Nizamî, Hakanî ve Sa’dî’nin adını anarak kendini onlara benzetmekte, onlarla bir tutmaktadır.

Divan’ındaki tahmis, tesdis benzeri manzûmeleri dikkate alındığında, Rahmî’nin Türk şairlerinden en fazla Hayâlî’nin şiirini kendine örnek aldığını söylemek mümkündür. Bu konuda ikinci sırada Necatî gelmektedir. Mevcut verilere göre Rahmî; Hayâlî’nin 5, Necâtî’nin 3 gazelini tahmis etmiştir. Yine tahmislerinden hareketle Rahmî’nin Ahmet Paşa ve Yahya Bey’in manzûmelerini de örnek aldığı görülmektedir. Ayrıca tarafımızdan yapılan değerlendirmede Rahmî’nin en fazla Ahmet Paşa, Ahmedî ve Zâtî’nin gazellerine nazire söylediği anlaşılmıştır. Kuşkusuz Rahmî’nin edebî kişiliği

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

97632012

üzerinde en fazla etkili olan şair, Rahmî’nin yaşadığı devrin en gözde şairi olan Hayâlî Bey’dir. Muhtemelen gerçek hayatta da tanışmış olan bu iki şairin yapıları da birbirine benzemektedir. Her ikisi de doğuştan şair, biraz rint, derbeder, ârif, bunların ötesinde tam anlamıyla âşık insanlardır. Bu yüzden her ikisinin de şiirlerinde, özellikle de gazellerinde en fazla aşk konusu işlenmiştir. Ayrıca üsluplarında da âşıkâne ve zarîf olma bakımından büyük benzerlik vardır. Nitekim tezkire yazarı Ahdî, Hayâlî ile Rahmî arasındaki bu benzerlikten dolayı Rahmî için “ţarz-ı ġazelde tevĈemān-ıĤayālī” demiştir.24 Bursalı Rahmî’nin edebî kişiliği üzerinde Ahmet Paşa’nın ve Necâtî’nin de etkisi olmuştur. Nitekim Rahmî, “emîr-i nazm” ve “server” dediği (Ms 33/VII) Ahmet Paşa’nın bir beytini tesdîs, bir gazelini tahmîs, dört gazelini de tanzîr etmiştir. Necâtî’nin ise bir beytini tesdîs, üç gazelini tahmîs, iki gazelini de tanzîr etmiştir. Bunların ötesinde kimi zaman benzer söyleyişleri de bulunmaktadır. Bu konuda Fuzûlî’yi de anmadan geçmek yanlış olacaktır. Burada belki etkilenme kelimesini kullanmak çok doğru olmayabilir. Ancak şu bir hakikat ki Rahmî’nin şiir ve aşk anlayışı Fuzûlî’ye oldukça benzemektedir. Nitekim her iki şair de âşıkâne tarzda yoğunlaşmış ve başarılı olmuşlardır. Diğer taraftan Rahmî de Fuzûlî gibi aşkı hep ayrılık, ızdırap, bela, gözyaşı gibi kelimelerle işlemiş, hatta tıpkı Fuzûlî gibi sevgiliye vuslat istememiş, hicrana razı olmuştur. Fuzûlî’nin bu özelliği malumdur. Rahmî de bu konuda şunları söylemektedir:

HerviŝālüŋāĥiriĆālemdegerhicrāniseĀteş-ifürķatħaķıyçünvaŝl-ıcānānistemem(G137/4)

CefāyaşöylemućtādemkigerćarżitselergāhīDil-idīvāneitmezoldıvaŝl-ıdil-rübādanħaž(G106/4)

Rahmî ile Fuzûlî’nin şiirleri arasında yer yer söyleyiş, ses, yapı ve anlam bakımından da benzerlikler bulunduğu görülmektedir.

Rahmî’nin etkisi konusundaki bilgiler şimdilik sınırlıdır. Mevcut bilgilere göre Gelibolulu Mustafa Âlî, Beyânî ve Bağdatlı Rûhî, Rahmî’nin birer gazelini tahmis etmişlerdir. Bilindiği üzere bu isimler yaşadıkları devrin önemli şairleridir. Bu şairler Rahmî’nin gazelini tahmis etmekle onu beğendiklerini, takdir ettiklerini göstermişlerdir. Rahmî’nin şiirine nazire söyleyerek onu takdir eden şairlerin başında devrin şiir üstadları Bâkî, Zâtî ve Hayâlî gelmektedir. XVI. yüzyılın ünlü şairi Bâkî, Rahmî’nin şiirini beğenen ve ona nazire yazan şairlerdendir.25 PervâneBeyMecmuası’ndan anlaşıldığına göre Rahmî’nin

24 Solmaz,age,s.312.25 SabahattinKüçük,BâkîveDîvânındanSeçmeler,KültürveTurizmBakanlığıYayınları,Ankara,

1988,s.31-32.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

9863

2012MāniĆolmazmüjeleryaşınabenmaħzūnuŋĤāruĥasleryolınıbaġlayımazCeyħūnuŋ(G118/1)

matlalı gazeli o devirde meşhur olmuş ve dönemin birçok şairi bu gazele nazire söylemiştir. Nazire söyleyen şairlerin başında Zâtî ve Hayâlî gelmektedir. Bu büyük şairler bahsedilen gazele ikişer nazire söylemişlerdir. Bu zemin şiire ayrıca XVI. asır şairlerinden Şemćî(2adet),Keşfî(2adet),AhmedBeg,Hayretî(2adet),Nazmî(3adet),Şuhûdî,Mahvî,Feyzî,Sunćî,Mutićî,Fârisî,Kâmî,Fikrî,Hâfız,Behiştî,Naćtî,Kenzî,Sebzî,Bâkî,Şânî,Helâkî,Cemâlî,Sübûtî,Hâverî,Nikâbî, Sihrî, Rahîmî, Tâlibî, Hitâbî ve Kurbî nazire söylemişlerdir.26 YineRahmî’nin bir gazelineKâmilî, Fenâyî, Şemsî,MeĈâbî,Mutîćî, Sâbirî, Livâyî(2adet)veEhlîmahlaslışairler,27birbaşkagazelineCelîlîveKerîmî,birbaşkagazeline de Şemćî nazire söylemiştir.28 Rahmî’nin şiirine nazire söyleyen şairlerden biri de Nâlî’dir.29 Bunların ötesinde, şairin yaşadığı XVI. yüzyıldan itibaren tertip edilen birçok şiir mecmuasında Rahmî’nin manzûmelerine rastlanmaktadır ki bu da onun şiirlerinin beğenilip okunduğunu gösteren bir başka delildir.

EserleriXVI. yüzyılın renkli simalarından olan Rahmî’nin mevcut bilgilere göre dört adet manzûm eseri bulunmaktadır. Bunlardan ilki Divan’dır. Kısmen dağınık vaziyette ve bazı kısımları makaleler halinde neşredilmiş olan Divan, orta hacimli bir eserdir. Divan, son olarak yazma bir nüshası bulunup dağınık vaziyetteki manzûmeler de mümkün olduğunca toplanarak ve incelenerek tarafımızca yayınlanmıştır.30 Rahmî’nin Divan’ı daha çok âşıkâne ve zarif bir üslupla söylenmiş gazellerle dikkati çekmektedir. Divan’da; 13 kaside, 3 kıt’a, 1 on beşli musammat, 1 on dörtlü musammat, 1 terkîb-bent, 1 müsemmen, 4 müseddes, 7 tesdîs, 2 muhammes, 16 tahmîs, 1 murabba, 232 gazel, 1 rubai, 8 matla, 4 müfret bulunmaktadır.

Diğer bir eseri Gül-i Sad-Berg’dir. Bu eser; hem İranlı ünlü mesnevî yazarı Nizâmî’nin Mahzenü’l-Esrâr isimli mesnevîsine nazire, hem de Molla Câmî’nin Tuhfetü’l-Ahrâr mesnevîsinin etkisi altında yazılmış dinî, tasavvufî

26 PervaneBeyNazîreMecmuası,TopkapıSarayıMüzesiKütüphanesi,BağdatBölümü,Yz406,vr.326a-329b.

27 PervaneBeyNazîreMecmuası,vr.163b-164a.28 Tarlan,age,s.28,39.29 Mecmua-iEş’ār,06MilYzA485,17a.30 AliNihadTarlan,ŞiirMecmualarındaXVI.veXVII.AsırDivanŞiiriRahmîveFevrî,İstanbul

Üniversitesi,EdebiyatFakültesi,TürkDiliveEdebiyatıDalı,Seri1,Fasikül1,İstanbul,1948,s.1-52;SabahattinKüçük,“16.YüzyılŞâirlerindenBursalıRahmiÇelebiveŞiirleri”,MÜFEFTürk-lükAraştırmalarıDergisi,ÂmilÇelebioğluArmağanı,S.7(1993),s.423-472;MustafaErdoğan,BursalıRahmîveDivanı,DergâhYayınları,İstanbul,2011.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

99632012

ve ahlakî bir mesnevîdir. Yedi bölümden (ravza) meydana gelen eserde, her bölüm den sonra bir hikâyeye yer verilmiştir. Mevcut haliyle 1498 beyittir. Eserin bilinen tek yazma nüshası Atatürk Üniversitesi Agâh Sırrı Levend Yazmaları arasında 17 numaradadır.31

Rahmî’nin üçüncü eseri, İranlı şair Hilâlî’nin aynı isimli eserinden tercüme yoluyla yazdığı bir aşk mesnevîsi olan Şâh u Gedâ’dır. Eser her ne kadar Hilâlî’den tercüme olsa da Rahmî, eski elbisesinden çıkarıp ona hoş, Rûmî bir elbise giydirdiğini ve bir anlamda şahsî damgasını vurduğunu söylemektedir. Mesnevînin adı bazı kaynaklarda ise Şâh u Dervîş şeklinde de geçmektedir. Eserde kısaca Çin ülkesinde yaşayan güzelliklere düşkün, fakir bir dervişle Şâh adlı bir güzelin aşkı anlatılmaktadır. Ancak bu aşk; bayağılığa düşmeyen, maddî hazların üstüne çıkarılmış bir aşktır. Eserde zaman zaman İlahî duyguların da işlendiği görülmektedir. Zarif ve sanatkârâne bir üslubun kullanıldığı mesnevînin tamamı 1734 beyittir. Eserin ikisi yurt içinde, biri de yurt dışında olmak üzere toplam üç yazma nüshası olduğu bilinmektedir.32

Bursalı Rahmî’nin dördüncü eseri ise Yenişehir Şehrengizi’dir. Bu eserle ilgili aşağıda ayrıntılı bilgi verilecektir.33

Bursalı Rahmî’nin Yenişehir ŞehrengiziBilindiği üzere, kelime manası şehir karıştıran demek olan şehrengiz, Osmanlı edebiyatında şehirlerin güzellerinden ve güzelliklerinden bahseden özgün bir türdür. Daha çok İstanbul, Bursa ve Edirne gibi büyük ve önemli şehirlerin şehrengizlere konu olduğu bilinmekle birlikte, kimi zaman küçük şehirlerle ilgili de şehrengizlerin yazıldığı olmuştur.

Rahmî’nin Yenişehir Şehrengizi’nden tezkirelerde ve diğer tarihî kaynaklarda hiç bahsedilmemektedir. Bu eserden ilk olarak Agâh Sırrı Levend söz etmiş, eserin kısaca planını ve özetini yayınlamıştır.34 Şehrengiz, Rahmî’nin

31 EserüzerindePervinAynagözveGülgünErişençalışmalaryapmışlardır.PervinAynagöz,BursalıRahmî:Gül-iSad-berg,AtatürkÜniversitesiFen-EdebiyatFakültesiTürkDiliveEdebiyatıBölü-müLisansTezi,Erzurum,1985;aynıyazar,“BursalıRahmi’nin“Gül-iSad-berg”iÜzerineBirDe-ğerlendirme”,FıratÜniversitesiDergisi(SosyalBilimler),C.3,S.1,Elazığ1989,s.1-27;GülgunErişen,BursalıRahmîveGül-iSad-berg’i,AnkaraÜniversitesi,SosyalBilimlerEnstitüsü,Basıl-mamışYüksekLisansTezi,Ankara,1990;aynıyazar,“BursalıRahmîveGül-iSad-berg’i”,Anka-raÜniversitesiDilveTarih-CoğrafyaFakültesiTürkDiliveEdebiyatıBölümüTürkolojiDergisi,C.X,S.1,Ankara1992,s.285-315.

32 EserSevimBiricitarafındanyayınlanmıştır.SevimBirici,ŞâhuGedâ(ŞâhuDervîş)MesnevileriveBursalıRahmî’ninŞâhuGedâ’sı,ManasYayıncılık,Elazığ2007.

33 BursalıRahmî’ninhayatı,eserleri,edebîkişiliğiveDivan’ıhakkındaayrıntılıbilgiiçinbk.Erdo-ğan,age,

34 AgâhSırrıLevend,TürkEdebiyatındaŞehr-engizlerveŞehr-engizlerde İstanbul, İstanbulFethiDerneğiİstanbulEnstitüsüYayınları,İstanbul1958,s.36-37.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

10063

2012müderris olarak atandığı Yenişehir’le ilgilidir.35 Her ne kadar eserin telif tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da, şairin 1562-1565 yılları yılları arasında Yenişehir’e müderris olarak atandığı hatırlanırsa, ilgili eserin de bu tarihlerde yazılmış olduğu ortaya çıkar. Zaten şehrengizde de şair, müderris olmadan evvelki gamlı zamanlarından başlayarak müderris oluşunu, Rumeli’de bulunan Yenişehir’e gidişini ve orada gördüklerini anlatmaktadır. Eser mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır ve 279 beyitten meydana gelmektedir.36 Aruzun hezec bahrinin mefāćīlünmefāćīlünfećūlün kalıbıyla yazılan eser Yapı Kredi nüshasında “Şehr-engīz-iYeŋişehrRaħmīEfendiFermāyed”başlığını taşımaktadır.37 İlk 24 beyitlik bu giriş kısmında Rahmî, duâ ederek söze başlamakta, daha sonra kâinâtın yaratılışı hakkında ve daha çok tasavvufî nitelikteki görüşlerini dile getirmektedir. Daha sonra aşk konusuna değinip okuyucuya önce mecâzî aşka talip olmayı daha sonra nakıştan nakkâşa, eserden müessire geçmeyi tavsiye etmektedir.

Temevvüceyleyüpderyā-yıvaħdetVücūdageldibuemvāc-ıkeśret…Gelevvelţālib-ićışķ-ımecāzolŜafālarkesbidübenpāk-bāzol…Ruĥ-ıdil-berdegözüķaşıseyritBuŝūretleyürinaķķāşıseyrit

Cemāl-idil-rübāyıķıltemāşāEśerdentāmüĈeśśirolapeydā(7,21,23,24.beyitler)

35 OsmanlıcoğrafyasıiçindeYenişehirisimlibirdenfazlayerleşimmerkezibulunmaktadır.Bunlar-danbirincisi,Bursa’yabağlıYenişehirkazasıdır.İkincisi;Yenişehr-iFener/FenardiyedebilinenvebugünYunanistan’ınTeselyabölgesinde,Larissaovasınınortasında,Piniosırmağıkıyısındabulu-nanbirşehirdir.GünümüzdeLarissaadıylabilinenşehirde,ırmaküzerindegüzelbirköprüolduğudaşehirleilgiliverilenbilgilerarasındadır.SondevrinünlüdivanşairlerindenolanYenişehirliAvnîdeburalıdır.Rahmî;RumillerinitamamengeçerekYenişehir’eulaştığını,buranınçokeskivebü-yükbirşehirolduğunu,şehirdebirnehirvenehrinetrafındadaağaçveyeşilliklerinolduğunusöy-lemekteveburadaKöprübaşıdenilenyerdevatantuttuğunubelirtmektedir.(Bk.beyit92-vedeva-mı)Rahmî’ninifadeleridahaçokbuYenişehir’euymaktadır.AyrıcabirdeMora’daYenişehirisim-libiryerin(Nauplion)bulunduğurivayetedilmektedir.Konuylailgiligenişbilgiiçinbk.ŞemsettinSami,Kâmûsu’l-A’lâm,KaşgarNeşriyat,Ankara1996,C.6,s.4805-4806;ParsTuğlacı,OsmanlıŞehirleri,MilliyetYayınları,İstanbul1985,s.407;http://tr.wikipedia.org/wiki/Larissa(ErişimTa-rihi:18/08/2011).

36 Busayı,tarafımızdanincelenipyeniyazıyaaktarılanvekarşılaştırılanYapıKrediveNuruosmani-yenüshalarınagöredir.Bunlarıntamkünyeleri,metindenönceyazılacaktır.FatihTığlı,hanginüs-haolduğunubelirtmeden,eserin300beyittenoluştuğunusöylemektedir.“Rahmî”,TDVİA,TDVYayınları,C.34,İstanbul2007,s.422.

37 YapıKrediSermetÇifterAraştırmaKütüphanesi,Nu:597,vr.71b.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

101632012

25. beyitten itibaren “Münâcât” başlığı altında kusurlarını itiraf edip Allah’a yalvaran şair, 51. beyitte mahlasını söylemektedir. 53. beyitle sona eren bu bölüm toplam 29 beyitten oluşmuştur. Ardından 54. beyitten itibaren “Sebeb-i Teĉlīf-i Kitāb” başlığı altında eserin yazılış sebebi izah edilmektedir. Bu bölüm kısmen otobiyografik bir tarzdadır denilebilir. Şair burada Makâsıd, Mevâkıf gibi eserleri, usul, fürû, beyân, kelâm, bedî, beyân gibi bilimleri okuyup nice ilimleri tahsil ettikten sonra, kazâ yani kadılık yolunu tercih ettiğini, görev alamamaktan dolayı üzüntülü ve inzivâda iken bir pirin kendisine gelerek müderris olduğunu müjdelediğini, dostlarının mübârek olsuna geldiklerini söyler. Bundan sonra şair hazırlıklarını tamamlayıp yollara düştüğünü, zahmetli ve uzun bir yolculuktan sonra Rumeli’ni geçip Yenişehir’e ulaştığını belirtir ve daha sonra bu şehri övmeye başlar. 94. beyitten itibaren 106. beyte kadar eski bir şehir oluşu, yapılarının sağlamlığı, evlerinin ve ahalisinin güzelliği gibi farklı yönleriyle Yenişehir övülmüştür. Daha sonra, şehirde gezintiye çıktığı bir gün bir şahısla karşılaşıp tanıştıklarını, samimi olduklarını, onun rehberliğinde şehri gezdiklerini ifade eden şair Köprübaşı denilen yerde yerleşmeye karar verdiğini belirtip ardından uzunca o bölgeyi anlatır, över. Yeşillik ve deniz kenarı olan bu bölgenin ve buradakilerin güzelliği şairin aklını başından alır. Bunun üzerine arkadaşı ona “sen şairsin, aklını başına topla, şehrimizi ve güzellerini tarif et” der. Diğer yârânın da bu konudaki ısrarı, “bir şehrengiz yaz, ta ki kararsızların bir eglencesi olsun ve senden burada yâdigâr kalsın” demeleri üzerine şair eseri yazmaya karar verir ve tefekkür denizine dalıp güzelleri övmeye başlar.

Dirüpćaķluŋiŋenbī-hūşolmaSözegelgülgibiĥāmūşolma…Ķıyāmetdil-rübāsınmedħeyleBuşehreyaćnişehr-engīzsöyle…Olaeglencesiherbī-ķarāruŋBuyirlerdeķalatāyādigāruŋ(183,190,197.beyitler)

Toplam 151 beyitten oluşan bu bölümden sonra asıl konunun işlendiği “Der-Vaŝf-ı Cüvānān” başlıklı bölüm gelmektedir. 205. beyitten başlayan bu bölümde Ferhâd-zâde, Nâzır-zâde, Kâtib-zâde, Nâib-zâde, Çiğdem-zâde, Bosnavî-zâde, Satı-zâde, Pîr Ali, Boyacı-zâde, Emîn-zâde, Ali İbn-i Bektaş, Ases-zâde Hızır Bâlî, Karakaş, Dutan-zâde, Bakkal-zâde, Rûhî, Kayyım-zâde, Suyıkdı-zâde, Ali Fış oğlu, Baba-zâde Yusuf, Hızır Bâlî oğlu Pîr Muhammed, Ebubekir oğlu Alem Şâh, Kumsı-zâde ve Bende isimli şahıslar anlatılmaktadır. Buna göre eserde yirmi dört şahıs anlatılmıştır. İncelenen

M u s t a f a E R D O Ğ A N

10263

2012nüshalarda şahısların üçer beyitle tavsif edildikleri görülmektedir. Adıgeçen kişiler daha ziyâde âşıkâne bir tarzda anlatılmakta, güzellikleri övülmekte ve kişilerin isimleri yahut meslekleriyle ilgi kurularak kelime oyunları yapılmaktadır. Bu bölümün müstehcenliğe, bayağılığa düşülmeden, seviyeli bir üslupla işlendiği görülmektedir. Eserin en sonundaki üç beyit sanki bitiş bölümü gibidir. Burada şair, bu şehrin güzellerinin çok olduğunun söylendiğini, ancak kendi bildiklerinin bunlar olduğunu belirterek sözü tamamlamaktadır.

Rahmî’nin Yenişehir Şehrengizi’nin bilindiği kadarıyla, üçü yurt içinde, biri de yurt dışında olmak üzere toplam dört yazma nüshası vardır. Bu nüshaların bulunduğu kütüphaneler ve numaraları şu şekildedir:1. Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, Nu: 597, vr. 71b-77b.2. Nuruosmaniye Kütüphanesi, Nu: 4962, vr. 202a-205b.3. Mevlana Müzesi Kütüphanesi, Abdülbaki Gölpınarlı Kitapları, Nu: 124,

31b-36a.4. Berlin Kütüphanesi, Nu: 407.38

Bursalı Rahmî’nin Yenişehir Şehrengizi’nin çevriyazılı metni aşağıda ilgililerin dikkatine sunulmuştur. Metin hazırlanırken Yapı Kredi ve Nuruosmaniye nüshalarından yararlanılmış, ilgili varaklar sayfa kenarlarında gösterilmiştir.

38W.Pertsch,DieTurkischenHandschriftenderKöniglischenBibliothekzuBerlin,Berlin1889,s.406;Levend,age,s.36;Erişen,agt,s.26;Tığlı,agm,s.422.

Rahmî'nin bir gazeli veNaîlî'nin naziresi: (Mecmu'a-i Eş'ar, 06 Mil Yz A 485, 17a)

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

103632012

ŞEHR-ENGĪZ-İYEŊİ-ŞEHRRAĦMĪEFENDİFERMĀYED39

[mefāćīlünmefāćīlünfećūlün]1 Baŝīretnūrınıfeyżitİlāhī Ħaķīķatrāhınıgösterkemāhī

2 Hidāyetnūrıilecānafervir Cemālüŋseyrinelāyıķnažarvir

3 Vücūdumpertevüŋdenķılmünevver Şuhūdumtāolaolnūramažhar

4 Ŝıfātuŋmažharıdurbuževāhir Nekimĥalķitdüŋevveltā-be-āĥır

5 ćAdemĥˇābındaikenćayn-ıćālem Zebānsuzbesteikenmīm-iādem

6 İkiħarfoldıbirbirinelāyıķ Žuhūrageldienvā-ıħaķayıķ40

7 Temevvüceyleyüpderyā-yıvaħdet Vücūdageldibuemvāc-ıkeśret

8 Bulupŝūretcevāhirleheyūlā Mućayyenoldımāhiyyāt-ıeşyā [N202b]

9 Vücūduŋcāmesinigeydiervāħ Bezendibütleriledeyr-ieşbāħ

10 Anuŋŝunćındanolmışdurbedīdār41 Busaķf-ınīl-gūnbuţāķ-ızer-kār

11 Žuhūrındannicebiŋćālemoldı Medār-ımerkezandaādemoldı

12 Buāśārubuelvānubueşkāl42 Bumevcūdātuefćālübuemvāl

13 Anuŋmaķdūrıdurbī-şekkübī-reyb Egeržāhiregerħāżıregerġayb

14 Vesīleolduġıyçünćışķ-ıyāre Vücūdageldiçarĥ-ıpür-sitāre

39 YapıKrediSermetÇifterAraştırmaKütüphanesi,Nu:597,vr.71b(KısaltmasıYK);Nuruosmani-yeKütüphanesi,Nu:4962,vr.202a(KısaltmasıN).

Başlık:ŞEHR-ENGĪZ-İRAĦMĪÇELEBİBERĀY-IVAŜF-IĤŪBĀN-IYEŊİŞEHRN.40 envāć-ı:envār-ıYK.41 bedīdār:budīdārN.42 āśār:erjengYK.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

10463

201215 Ezelşemćineperyaķmaġagehgāh İkipervāneolmışmihrilemāħ

16 Egersırr-ıRubūbiyyetdeneyyār Dilerseŋsaŋakeşfolabuesrār

17 Cemāl-iyāreolćibretlenāžır Tecellīnūrınıgörandabāhir

18 Delīlolmaġaisterseŋtevessül Ruĥuzülfiyiterdevr-iteselsül

19 Cemālineruĥ-ıyāroldımažhar43

Aŋaşūrīdeoldıehl-idiller

20 Mükemmelolıcaķesbāb-ıćādī Mürīdüŋtīzolurħāŝılmurādı

21 Gelevvelţālib-ićışķ-ımecāzol Ŝafālarkesbidübenpāk-bāzol

22 Sevüpbirdil-berişūrīde-ħālol Yolındasāyegibipāy-mālol

23 Ruĥ-ıdil-berdegözüķaşıseyrit Buŝūretleyürinaķķāşıseyrit

24 Cemāl-idil-rübāyıķıltemāşā EśerdentāmüĈeśśirolapeydā [YK72a]

MÜNĀCĀT44

25 İlāhīćācizüzārunizārem Giriftār-ıkemend-izülf-iyārem

26 Ţapuŋdurçāre-sāz-ıhermeded-ĥˇāh Delīl-ibī-kesühādī-igüm-rāh

27 Birāhū-çeşmbirzülfigirih-gīr Urupdurşīr-ićaķlabendüzencīr

28 Cüvanlarćışķıilepīroldum Yitürdümćaķlıbī-tedbīroldum

29 ćAŝā-yıāhelümdebī-mecālem Buyoldasāyegibipāy-mālem

43 Cemāline:KemālineYK.44MÜNĀCĀT:-N.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

105632012

30 Ten-izerdüdüçeşm-iĥūn-feşānum İkizencirileşīr-ijiyānum

31 Görinsebirperī-rūcān[u]cānān Egüpaġzumķaluramaŋaħayrān

32 Cehennemvaŝfınıźikritselerger Gelüryādumaoldemhecr-idil-ber

33 Ruĥıyādolsadüşercānaħasret45 Görinmezgözümegül-zār-ıcennet

34 Nažarķılsamķaçanmihrābaherbār Düşercānaġam-ıebrū-yıdil-dār

35 Göŋülşeh-bāzınuŋkār-ıdevāmı Dilerŝaydidebirkebg-iĥırāmı

36 Ţarīķattācınuŋterkiniurdum ćİbādetsübħasındanyüzçevirdüm

37 Elümvarmazkikeşfidemniyāza İŋendeyüzyumazoldumnamāza

38 Diliţutmazdıejdergibizencīr Yederbirķılţaķupzülf-igirih-gīr [N203a]

39 Günāhınaŋmazoldıdilidüpah Ġażabvaķtindedirestaġfiru’llah

40 Ķaşıfikriyleyārüŋsīnepür-tāb Yüzinbendençevirsenolamiħrāb

41 BeniyāRabbuġamlardanĥalāŝit46 Ħarīmüŋdenedīm-ibezm-iĥāŝit

42 Maħabbetbādesiylemestolayın Ezelsāķīsinehem-destolayın

43 Anuŋşevķıyleolamşöylebī-hūş Ġam-ıdünyāolakülliferāmūş

44 GidemirĈāt-ıdildenjeng-ižulmet Münevverolatāçeşm-iħaķīķat

45 Olupnergismiśāligöziaçıķ Gicelertā-seħerolamuyanıķ

45 ħasret:ħayretYK.46 BeniyāRabbuġamlardan:BuġamlardanbeniyāRabN./İkincimısraN’deboşbırakılmıştır.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

10663

201246 Aradanrefćolupbenlikħicābı Ţulūćidemurādumāfitābı

47 Temāşāidetāçeşm-işuhūdum Fenā-ender-fenāolavücūdum

48 Temevvüceyleyüpderyā-yıġufrān Olamoldemdeġarķ-ıbaħr-iiħsān

49 Yiteryaķdıvücūdumţaćn-ıaġyār Cehennemodıyaķmazsasezā-vār [YK72b]

50 Ħaķīķatāfitābıţoġduġıdem Günāhummaħvolamānend-işebnem

51 Göŋülpervānedürşemć-irıżāŋa Dil-iRaħmīsipertīġ-iķażāŋa

52 Dem-iāĥirdecāndaħayretümçoķ47 SuĈālilecevābaţāķatümyoķ

53 Egerçiġarķ-ıderyā-yıgünāham CenābuŋdanĤudāyāćöźr-ĥˇāham

SEBEB-İTEĈLĪF-İKİTĀB48

54 Megerbirgiceĥalvet-gāh-ıġamda Yaturdumpister-iderdüelemde

55 Felekgümķılmışidimihrümāhın Ŝabāķapmışdışemćüŋşeb-külāhın

56 Yaturdumĥāruĥārāüzrenā-çār Neilbendennebenildenĥaber-dār

57 Neyatmaķolmışidümzārumaħzūn Ġarībübī-kesübī-çāremaġbūn49

58 Çeküpbirĥırķayaġonçagibibaş Görenlerćuzletümeylerdişābāş

59 Enīs-idilĥayāl-idil-beridi Celīsümaħremümeşk-iteridi

60 Maħabbetćāleminiseyriderdüm Yirümgehmescidügehdeyriderdüm

47 çoķ:yoķN.48 SEBEB-İTEĈLĪF-İKİTĀB:-N.49 BumısraYK’daşuşekildedir:CünūnumgörseħayrānolaMecnūn.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

107632012

61 Maħabbetbādesiylevālihümest Bilimezdümcihānyānistüyāhest

62 Göŋüllertaĥtınuŋsulţānıdurćışķ Cihānbirtendüranuŋcānıdurćışķ50

63 Nerengīnlālevarbubāġiçinde Kiyoķćışķāteşindendāġiçinde

64 Neġonçadehrećarżiderbeķāsın Kiyād-ıćışķçākitmezyaķasın

65 İkibaşdanolurdirlermaħabbet Ezelbezmindebaġlandıbuülfet

66 Nažarķılşemćilepervāneyesen Delīl-irūşenisterseŋmućayyen

67 Niceyanarikićāşıķcigerden Oserdengeçmişübubālüperden

68 Niceservidüşürdićışķbende Niceāzādeyićışķitdibende [N203b]

69 Maħabbetbādesinnūşitmeyendil Hemānāanıbirķurıħacerbil

70 Maħabbetlegeçerdicümleħālüm Velīkinćilmileydiiştiġālüm

71 Egerçiolmışidümćışķarāġıb Dilücānolmışidićilmeţālib

72 İrincetāzamān[u]vaķt-itaćţīl İderdidilnuķūd-ıćilmitaħŝīl

73 İderdümcānilekesb-imaćārif OķurdumgehMaķāŝıdgehMevāķıf [YK73a]

74 Bilüpser-cümleesmāĈ-iħurūfı ćUlūmuŋdilolupŝāħib-vuķūfı

75 Buyoldaķāmetümdāleylemişdüm Niçedānālarılāleylemişdüm

76 Uŝūlilefürūćilebeyānı Kelāmilebedīćilemaćānī

50 BumısraınyeriN’deboşbırakılmıştır.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

10863

201277 Niçefenniçreidüpķīlüķāli İderdümćilm-iheyĈetdensuĈāli

78 Şeb-itāriçreidüpinzivāyı Ķażāyavirmişidümhemrıżāyı

79 Maħabbetleolupevveldekārum Buħāletlegeçerkenrūzgārum

80 Geçüpdeycūrĥurremoldıćālem Dil-ićāşıķdagūyāħālet-iġam

81 Gidüpžulmetfeleklerrūşenoldı Açıldıŝaħn-ıġabrāgülşenoldı

82 Sifāl-içarĥiçindeķopdısünbül51

Yirindeaçılupbiraķķaranfül

83 Olıncanūr-ıĥurladehrtezyīn Gelüpbirpīreyitdigözüŋaydın52

84 Didiolduŋmüderriseyyegāne Neolurmüjdegānīpesbaŋane

85 İdincegülgibibunükte[y]igūş Dilücānbülbül-āsāeyledicūş

86 Niśāridüpyolındanaķd-icānuŋ Kefingülgibipür-zeritdümanuŋ

87 Mübārekbādageldicümleyārān Neyārānherbirimümtāz-ıaķrān

88 Seferesbābıoldıcümleħāżır Diyār-ıġurbeteoldummüsāfir

89 Semend-ićazmümeurdumćinānı Şütürüzreŝalupbār-ıgirānı

90 Odemćazmeyleyüpmenzil-be-menzil Ķaţārolupodembaġlandımaħmil

91 Çekenzaħmetleribubaħruberden53

Seferbirķıţćadurdimişsaķardan

92 TemāmetgeştidüpRūmillerini Temāşāeyledümdil-berlerini

51 Ķopdı:bitdiN.52 pireyitdi:pīrdidiN.53 BubeyitN’deyoktur.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

109632012

93 Meşaķķattīġiileķaţćidüprāh Yeŋişehreyolumirişdinā-gāh

94 Ķadīmīşehrimişolbūm-ıaćžam Sevādıćālivübünyādımuħkem

95 Niceġāzīlerandahimmetitmiş ćİmāretleryapuppür-nićmetitmiş

96 Çıķarherŝubħuşāmanuŋţaćāmı Tenaćumüzreolmışĥāŝućāmı

97 Göŋüleglenmezikengül-sitānda İķāmetniyyetiniitdümanda

98 Buşehrüŋźevķidüpħāletlerini Unutdumhepseferzaħmetlerini [YK73b]

99 Kişimiħnetdeikenbulsarāħat Giderçekdügiġamdildentamāmet [N204a]

100 Anuŋherĥānesimānend-idīde İçindemerdümiolmışgüzīde

101 Neĥāneherbiridürbāġ-ıcennet İçiġılmānilepür-zībüzīnet54

102 Sütūn-ıĥānesidürsīm-endām Derüdīvārıolmışnuķre-iĥām

103 Felekkāĥıgibikāşānelervar Cinānķaŝrımiśāliĥānelervar

104 Olupser-geştesibuçarĥ-ıdevvār ćAnāŝırandaolmışçārdīvār

105 Nažardaşāh-rāhıduryegāne55

Olurdevrüteselsüldennişāne

106 SevüpMecnūnolmışşehriherdār Başındayuvayapmışmurġ-ıţayyār

107 Çıķupseyrānaćazmitdükdeĥoş-ħāl Baŋabirşaĥŝoldemitdiiķbāl

54 zīb:zeynN.55 şāh-rāhıdur:şāhidehlidürYK.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

11063

2012108 Benümleyār-ıġārimişezelde56

Ķadīmīġam-güsārimişezelde

109 Elucıileitdimerħabāyı Buyādillerdebuldumāşināyı

110 Sevindicānudildenoldıĥurrem Eyitdiĥayramaķdemĥayramaķdem

111 Didiĥoşgeldüŋeyrūħ-ırevānum Ten-ipejmürdemiçreyār-ıcānum

112 Be-ġayetĥıdmetemüştākidümben Ħayātamürdeikennitekimten

113 Dil-iġam-gīnümileşādoldum Senigökdedilerkenyirdebuldum

114 Düşüpyanumcaolyār-ısüĥan-dān Baŋahercānibiitdürdiseyrān

115 Gezüphergūşesinirāhubī-rāh57

GelüpKöpribaşınitdümvaţan-gāh

116 Nažaridüpocāy-ıdil-güşāya Dil-iġam-nākümüzirdiŝafāya

117 Cinānŝaħnıgibibirĥūbŝaħrā Çemenŝanmadöşenmişsebz-iĥārā

118 Neŝaħrāmā-verāsınagözirmez Anuŋdünyādamiślinkimsegörmez58

119 Kenārıravża-ipür-sebzüeşcār Revānolupaķartaħtındaenhār

120 Bahārolsamüzeyyenlālelerle Muraŝŝaćcāmadönmişjālelerle

121 OlupherbiribirCemdennişāne Egüptācınımestolmışşehāne

122 Leb-icūdavelīkinbirşecervar Olupdurćāşıķ-ışūrīde-girdār

56 BubeyitN’deyoktur.57 gūşesini:cānibiniN.58 Anuŋdünyādamiślinkimsegörmez:Oŝaħn-ıdil-güşāsınagözirmezN.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

111632012

123 Görüpķaddiniherserv-irevānuŋ Ķavaķyilieserbaşındaanuŋ [YK74a]

124 Geçürmedindaĥıćālemdeçaġın Alurseyl-ifenābirgünayaġın

125 Levend-āsāţutupherbīdĥançer Çemeneţfāliniķorķutmaķister

126 İħāţaeylemişdevrinibircū NecūcennetdeKevśergibidil-cū

127 Ruĥ-ıcānānegibiŝāfuşeffāf Küdūretdenberīāyīne-veşŝāf

128 Sikendercāmıgibipür-ŝafādur Yahudāyīne-igītī-nümādur

129 Oşehr-ipür-ŝafābirsīm-berdür Ķuşanmışbelinesīmīn-kemerdür

130 Niçegencīnevartaħtındamużmer Nigeh-bānıdurolmışşekl-iejder [N204b]

131 Yahudbirpākćāşıķŝāf-meşreb59

Dökergözyaşlarınherrūztā-şeb

132 Ħabāb-āsāaçupyiryirgözini Egilmişpāyinesürmişyüzini

133 Vücūdınĥāk-irāhüzrebıraķmış Görüpdīdār-ıyārigöŋliaķmış

134 Nažardanirmesündiyügezendi(?) Ţolanmışduroşehrükūyıkendi

135 Benümgibiolupdīdāraćāşıķ Göziyaşıdururdāyimbulanıķ

136 Başegmezaŋaçekmişdestüpāyı İderşehrīgüzelgibicefāyı

137 Olupdīvānesiţaşmışköpürmiş Gelüpbād-ıŝabāzencīrurmış

138 Megerrifćatleolşehrāsumāndur Yanındaköprişekl-ikehkeşāndur

59 pākāşıķ:ćāşıķıdurYK.//rūz-tā:rūzuherN.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

11263

2012139 İrişmişbirucıbāb-ınaćīme Şebīholmışŝırāţ-ımüstaķīme

140 Nažareyleŋbueyvān-ınigūna Olupdurţāķ-ıKisrīdennümūne

141 Baŝupbaġrınaćāşıķgibiţaşı Aķarherdemkesilmezķanluyaşı

142 Başındanayaġadekgözgözolmış Velīherbirgöziyaşileţolmış60

143 Gözaçupniçeyirdenşöylebī-cān Dilerkimeyleyeolşehriseyrān

144 Yabirevrendururkimandaţurmış Zemīneniçeyirdenpençeurmış

145 Çözilmişħalķasındanķaldurupser Gezendirişmesündirşehribekler61

146 Ĥavāleandavarbircāmić-ipāk Olupdurķubbesimānend-ieflāk

147 Mücellāŝaħn-ıpākicümlemermer62

Ber-idil-bergibiraćnāvüĥoş-ter

148 Sütūnüstindeţāķ-ıćanber-āgīn Olupebrū-yıĥubāngibipür-çīn [YK74b]

149 Başegmezmiħver-içarĥasütūnı İrişmişćarşaherţāķ-ınigūnı

150 Meh-inevķāmetiniitdiçenber Dilerkimandaolaħalķa-izer

151 Derūnınrūşenitmişdürmeşāćil63

Nücūm-ıçarĥiçindepür-ķanādil

152 Menārıķadd-idil-bergibimevzūn Olurherkimgörürseaŋameftūn

153 Ţolunūr-ıriyāżetiçiţaşı Yiridüregmeseţūbāyabaşı

60 herbir:yiryirN.61 “gezend”kelimesiikinüshadada“gūzend”şeklindeyazılmıştır.Lügattaböylebirkelimeyerastla-

yamadığımızgibi,kelimebuhaliyleveznedeuymamaktadır.62 ŝaħn-ıpāki:ŝaħnıgibiN//ber-i:leb-iN.63meşāćil:ķanādilYK//içinde:gibiYK/ķanādil:meşāćilYK.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

113632012

154 Kerāmetehlidürŝubħumesāda Elaçmışbirayaġüzredućāda

155 Mehüŋdüşmişbaşındanşeb-külāhı Çıķupsaķfındaneylerkennigāhı

156 Güneşalmışelezernerdübānı Ķomışţāķ-ısipihrüstineanı

157 Çıķupŝaħnınıseyrānitmekister Nažarlaaŋaimćānitmekister

158 Felekţāķıgibieyvānıanuŋ Cinānħažžıdegerseyrānıanuŋ

159 Gelüpolsebzedebirķaçgüzeller Leţāfetlebe-ġāyetbī-bedeller

160 Çıķardıcāmesingül-pīrehenler Odemgöŋlekcekoldısīm-tenler [N206a]64

161 Ŝalındıserv-ķadlerolmekānda Meleklergibigülzār-ıcinānda

162 Ŝabāgibikimiyildiyüpürdi Kimićarćargibiĥıdmetdeţurdı65

163 Kebābiçünbirikiçeşm-iĥun-rīz Bıçaġınġamzesigibiidüptīz

164 Odemdeţoġrayupķanlukebābı Ķoyupnārüzreirdiiltihābı

165 Kimiserv-isehīgibiŝalındı Görenćāşıķlaruŋbeŋzialındı

166 Hevāyītaķlaatuphergül-iter Ŝıraķalķırçemendebād-ıŝarŝar

167 Virüpelbirbirineserv[ü]şimşād Segirdürķalķarüstindengeçerbād

168 Kimicevlāniderţāvūsgibi Kimipür-sūzidiķaķnūsgibi66

64 Nuruosmaniye nüshasında yaprakların sırasında karışıklık bulunmaktadır.Muhtemelen zamanlabirbirindenayrılanvedağılanyapraklar,dahasonrayenidensıralanırkenkarıştırılmıştır.

65 ĥıdmetde:ŝoħbetdeYK.66 idi:olupYK.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

11463

2012169 Temāşāeyleyüphermū-miyānı Ķalurmıćāşıķuŋbirķılcacānı67

170 Ŝoyunupbirikimaħbūb-ınā-yāb Nitekimgökdeĥurşīd-icihān-tāb

171 Ķabādangüngibioldıķdaćüryān Yüreklerditredibī-hūşolupcān

172 Çözüpsünbüllerinetābvirdi Atıldıcūyadehretābvirdi

173 Belindemeyzerilehersemen-ber Hemānnıŝfıţutılmışayabeŋzer [YK75a]

174 Ħabābıŝanmayāriseyridercū Gümüşţāsilepāyinedökerŝu

175 Ruĥ-ırengīnileherŝaçısünbül Ŝanursınŝuyaķonmışdeste-igül

176 Ŝuyaţalsagüzellerolsapinhān Girergūyāseħābamāh-ıtābān

177 Ŝaçılurgülyüzemüşgīnkülāle68

Giceŝangündüzeolurħavāle

178 Ŝarılsabirbirineikimeh-rū Seperleryüreginećāşıķuŋŝu

179 Leb-icūdagörüpnīlūferiter Ŝararmışrūy-ıćāşıķoldıbeŋzer

180 Görüpbuħāliķaldumandaħayrān Müşaĥĥaŝtengibibī-ćaķlubī-cān

181 Taħayyürćālemindeķaldumanda Gidüphūşumyıķıldumolmekānda

182 Görüpħālümrefīķümdidieyyār69

Eyāgül-zār-ınažmabülbül-izār

183 Dirüpćaķluŋiŋenbī-hūşolma Sözegelgülgibiĥāmūşolma

67 birķılcacānı:baġrındaķanıN. 68müşgīn:miskīnN.69 YK’damısralarınyerlerideğişmiştir.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

115632012

184 Süĥanţūţīlerigūyāgerekdür Beyānbezmindeşekker-ĥāgerekdür

185 Nemüşkilvarkiħallitmezzebānuŋ Nećuķdevarkifetħitmezdehānuŋ70

186 Senitsensūzişüŋlesözeāġāz71

Neķuşdurbülbülandaideferyāz

187 Tevaķķućeyledilercümleyārān Neyārānzümre-ierbāb-ıćirfān

188 Temāmetşehrümüzoldıķdataćrīf Ser-āmeddil-rübāsıneyletavŝīf

189 Kelāmuŋzübdesioldıķdataķrīr Mededeylesevādıneyletaħrīr

190 Ķıyāmetdil-rübāsınmedħeyle72

Buşehreyaćnişehr-engīzsöyle [N206b]

191 Yazılsungüngibialtunķalemle Feleklevħindeśebtolsunraķamla

192 Görüpherbirgüzelpür-cūşolsun73

Ŝadef-veşgūşınamengūşolsun

193 Şuresmesöylesünlerćāşıķane Nažīringörmeyeçeşm-izamāne

194 Sözüŋaltunķalemlerleyazılsun Zümürrüdlevħalarüzreķazılsun

195 Anuŋşevķıyledevritsünfelekler Seħervird-izebānitsünmelekler

196 Elealupgüzellermidħatini Yeŋileyineeskiŝanćatuŋı

197 Olaeglencesiherbī-ķarāruŋ Buyirlerdeķalatāyādigāruŋ

70 YK’da“zebānuŋ”ve“dehānuŋ”kelimelerininyerlerideğişmiştir.71 sözeāġāz:sözlerüŋyādYK//feryāz:feryādYK.72 YK’damısralarınyerlerideğişmiştir.73 pür-cūş:birĥōşYK.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

11663

2012198 Buresmeeyleyicekķīlüķāli74

Anuŋemrineitdümimtiśāli [YK75b]

199 Tefekkürbaħrineolduķdaġavvāŝ Elümegirdibirķaçgevher-iĥāŝ

200 Dehān-ıdil-berivaŝfitdügüman Odemĥāmemdenaķdıāb-ıħayvān

201 Ķad-icānānıvaŝfitdikdeġāyet Ķıyāmetüstineķopdıķıyāmet

202 Lebivaŝfınķalemitdikdeinşā FelekdenbaŋataħsīnitdićĪsā

203 Yazılsungelbunažmıdefteritsün Aķarŝugibibülbülezberitsün

204 Güzellermedħineāġāzitdüm Buĥūbıcümledenmümtāzitdüm

DER-VAŜF-ICÜVĀNĀN75

Be-Nām-ıFerhād-zāde76

205 LebişīrīnbiriFerhād-zāde Yolındaniçeĥüsrevlerfütāde

206 Ser-āmedķaşlarıdurŝanikimed Dehānıgūyiyāmīm-iMuħammed

207 Maħaldüranıgerser-defteritsem Dehānıgibināmınmużmeritsem

Be-Nām-ıNāžır-zāde

208 GüzeldürgerçiNāžır-zādeġāyet Dil-ivīrānemüzitmezćimāret

209 Olanlarcāmić-iħüsninenāžır Göŋülmülkinaŋavaķfeylerāĥır

210 Lebigūyākianuŋşekl-icāndur Görinmezdīdedendāyimnihāndur

74 eyleyicek:eyleyinceYK.75 N’dekırmızımürekkepleyazılanbaşlıkşuşekildedir:“Şehr-iMezbūrdaOlanCüvānānuŋEsāmīsi

vüElķābıİleTaħrīrOlındı.”76 ŞahısisimlerindenhemenöncegelenbuarabaşlıklarNnüshasındabulunmaktadırvekırmızımü-

rekkepleyazılmıştır.YK’dabulunmamaktadır.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

117632012

Be-Nām-ıKātib-zāde

211 GüzeldürgerçiKātib-zādedirler77

Güzellerķuldurolāzādadirler

212 Dür-igūşıkizeynitmişćiźārın Meh-inevdürsitāreylemuķārin

213 Nažaridenŝanuroldürreherdem Gül-iraćnāyadüşmişolaşebnem

Be-Nām-ıNāĈib-zāde

214 BirisiNāĈiboġlıMuŝţafādur Ŝaçıve’l-leylyüzive’ď-ďuħādur

215 Kitāb-ıvaŝlıolmışpür-maćānī78

Bedīćolsanolaħüsnibeyānı

216 Cefādersiniderŝugibiicrā Vefābābınıŝorsaŋbilmezammā

Be-Nām-ıÇigdem[-zāde]

217 BiriSerrācÇigdem-zādedürnām Yularţutmazbaşumoldıaŋarām

218 Ŝararmışaŋaćāşıkgibiçigdem Degülşebnemolupdurdīdepür-nem [YK76a]

219 Raķībidögeridümleturuppek79

Duyupĥargibioldemüzdiköstek [N205a]

Be-Nām-ıBoŝnavī-zāde

220 BirisiBosnavīoġlıgüzeldür Nažīriyoķcihāndabī-bedeldür

221 AdıYūsufbe-ġāyetĥūbdurol Terāzūdaninermaħbūbdurol

222 Görüpevvelnažardaćaķlumaldı BeniYaćķūb-veşhicrānaŝaldı

77 gerçi:ĥayliYK.78 vaŝlı:faŝlıN.79 urup:idüpYK.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

11863

2012 Be-Nām-ıŜatı-zāde

223 OlupdurŜatı-zādelāle-ruĥsār80

Metāć-ıvaŝlınacānlarĥarīdār

224 GöŋülvirdümbenolYūsuf-liķāya BeniYaćķūb-veşŝaldıbelāya

225 Ķulınolĥˇāce-ihicrānaŝatdı Dehānıyoġikenborcumödetdi

Be-Nām-ıPīrćAli

226 BiriSancaķdaroġlıPīrćAlinām GöŋüllerŹü’l-feķār-ıćışķınarām

227 Ķadisīmīnćalemolmışdurel-ħaķ Güzellerdeçeküpdürbaşķasancaķ

228 Musaĥĥarķılmaġagöŋlümdiyārın ÇeküpdürġamzesinüŋŹü’l-feķārın

Be-Nām-ıBoyacı-zāde

229 Boyacı-zādebirilāle-ruĥsār Nerengitdibaŋagörolcefā-kār

230 Ruĥumzerdüyaşumgül-gūnitdi Burengilebenimeftūnitdi

231 Sirişkümalıćışķumitdiižhār81

Ķatıaçıķboyadıçeşm-iĥun-bār

Be-Nām-ıEmīn-zāde

232 Emīnoġlıbirisibirsipāhī Ġubār-ıĥāk-ipāyitāc-ışāhī

233 Yileryanıncaseg-mānendaġyār Şikāridemdirolāhūyıherbā

234 Olupdurtīġigibiolcılasun Ölinceķapusındaķulolasun

Be-Nām-ıćAli82

235 ćAlidürnāmıbiriİbn-iBektāş Gözümdürtekye-ićışķındaferrāş

80 Ŝatı:SaćdiYK.81 Sirişkümalıćışķum:Şarāb-ıćışķıeşkümN.82 N’deAli,Ases-zâde’densonrayazılmıştır.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

119632012

236 Müjemcārūbıŝaħnınıiderpāķ Göŋülabdālıdurĥıdmetdeçālāk

237 Ķopardıdildenārāmumodil-ber NitekimĦayberüŋbābınıĦayder [YK76b]

Be-Nām-ı[ćAses]-zāde83

238 ćAses-zādeĦıżırBālīşeker-leb Meh-inevgeştiderkūyınıherşeb

239 Lebiser-çeşme-iħayvānolupdur Anuŋçündīdedenpinhānolupdur

240 Şarāb-ıćışķıćaķlumıţaġıtdı Benimestoldıdiyüzülfiţutdı

Be-Nām-ıKarakaş

241 Biribiryār-ınāzükdürĶaraķaş Meh-inevgörseebrūsınegerbaş

242 İkiāhūdurolebrū-yımüşgīn Biribirinebaşurmışidüpkīn

243 Güşāde-dilcüvān-ınev-hevesdür84

Cefāsıcānumaeglencebesdür

Be-Nām-ıDutan-zāde

244 Dutanoġlıbirisibeŋlüdil-ber Ruĥındaĥāliŝanmāhüzreaĥter

245 Cebīniüzreherĥālimućanber Müdāmolsuncemāl-iħüsnemažhar85

246 Ķaşıüstindeherĥālinühüfte86

Hilālüstindeencümdürgirifte

Be-Nām-ıBaķķal-zāde

247 Şeker-lebbirisiBaķķāl-zāde Tenipālūde-iterdenziyāde

83 Başlıktavesonrasındakiilkmısrada“ćAses”yerindeN’de“Ħasan”ismibulunmaktadır.84 güşāde:sitādeYK//cefāsı:miśāliYK.85 cemāl:kemālYK.BubeyitN’desonrakibeyitleyerdeğiştirmiştir.86 ķaşıüstinde:cebīniüzreYK/“nühüfte”yerindeN’defarklıbirkelimevarsadatamolarakokuna-

mamaktadır.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

12063

2012248 Hilālebrūsınaķaddüŋidüpdāl Iraķlardanboyunegaŋabaķķal

249 Bizümleyaġluballudurodil-ber87

Iraķlardanćadūlarseyriderler [N105b]

Be-Nām-ıRūħī

250 BirisiRūħi-maĥlasţabćımevzūn Olupdurhersözibirdürr-imeknūn

251 Şarāb-ılaćliolmışrūħ-ıŝānī İçenbulurħayāt-ıcāvidānı

252 Dehānıkimolupduryār-ıcānum Fedāolsunaŋarūħ-ırevānum*

Be-Nām-ıĶayyım-zāde88

253 BirisiĶayyımoġlıdil-rübādur Ħüseyn-icānaćışķıKerbelādur

254 Gelüpsīnemdeyaķdıćışķdāġın Uyardıcāmićüŋsönmişçerāġın

255 Nolageldiyseerkendentırāşı Yitererbāb-ıćışķagöziķaşı

[Be-Nām-ıŜuyıķdı-zāde]

256 Ŝuyıkdıoġlıbiribirgül-endām89

Ħasen-ĥulķuħasen-vaŝfuĦasan-nām

257 DiloldıKerbelā-yıġamdaŝayru Mededlaćl-ilebindenbiriçimŝu

258 Beniöldürsedil-teşneožālim Olupdurboynınaķanumvebālüm

Be-Nām-ıćAliFış

259 ćAliFışoġlıbirişūĥufettāŋ Görenesrār-ıħüsninoldıħayrān [YK77a]

87 yaġluballu:balluyaġluN//iderler:eylerYK.* 252Yazmada“fedā”yerinde“cüdā”vardır.88 BubaşlıkvesonrasındakiüçbeyitYK’dayoktur.89 256-258.beyitlerN’deyoktur.

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

121632012

260 Melāħatgülşeninderuĥlarıgül Siyehkākülleribirdestesünbül

261 Ŝalınmasunraķībileodil-ber Ŝaķınardıncaanuŋfışçekerler90

Be-Nām-ıYūsuf

262 Baba-zādebiriYūsufdurolcān OlupdurMıŝr-ıħüsniçindesulţān

263 Zenaĥdānıolupdurçāh-ıYūsuf AŋamaħbūsolançekmezteĈessüf

264 Turunc-ıġabġabıngörseZüleyĥā Elinipārelerdibī-müħābā

Be-Nām-ıPīrMeħemmed

265 ĦıżırBāl’oġlıbiriPīrMeħemmed91

Güzeldürkāküligibiser-āmed

266 Ħarāmīġamzesialmışeleoķ Hilālebrūsınuŋyayınçekeryoķ

267 ĤaţıĦıżrulebidürāb-ıħayvān İşidenanınicevirmesüncān

Be-Nām-ıćAlemŞāh

268 EbūbekroġlıbirisićAlemŞāh Ķulaķçekerıraķdanħüsninemāħ

269 Başındakākülimüşgīnćalemdür Ķıyāmetserv-ķaddüġonca-femdür

270 Güneşdāyimgötürürtīġ-izer-kār Aŋaolmaķdilerbeŋzersilaħ-dār

Be-Nām-ıĶumŝı-zāde

271 BirisiĶumŝı-zādeşūĥunāzük Göŋüllerķapmadaçālāküçābük

272 Ķadināzögredürserv-irevāna Yanaġıgösterüralerġavāna

273 Viŝālindenumargöŋlümnaŝībi Aradaķumŝılanmasunraķībi

90 çekerler:çalarlarYK.91 biriPīr:biridürYK.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

12263

2012 Be-Nām-ıBende

274 BiribirBendeolserv-ibülendi Görüpķulolmaķisterherefendi

275 Metāć-ıħüsniniaçmışdükānda Oturmışgūşe-ibezzaz-sitānda

276 Ķulolmışķāmetineserv[ü]şimşād Şuķavlilekihiçolmayaāzād92

***

277 Buşehrüŋçoķdidilermāh-rūsın Niçemeh-rūġazāl-imüşg-būsın [YK77b]

278 Bulardurgüngibimeşhūrolanlar Kemāl-iħüsnilemeźkūrolanlar

279 Güzelleriçrebunlardurmüsellem ĦaķīrüŋbildügiAllahuaćlem

KaynaklarÂşık Çelebi, Meşairü’ş-Şuara İnceleme-Metin, Haz. Filiz Kılıç, İstanbul Araştırmaları

Enstitüsü Yayınları, İstanbul 2010, 3 C.

Atlansoy, Kadir, Bursa Şairleri, Asa Kitabevi, Bursa 1998.

Aynagöz, Pervin, “Bur salı Rahmi’nin “Gül-i Sad-berg”i Üzerine Bir Değerlendirme”,

Fırat Üniversitesi Dergisi (Sosyal Bilimler), C. 3, S. 1, Elazığ 1989, s. 1-27.

Aynagöz, Pervin, Bursalı Rahmî: Gül-i Sad-berg, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat

Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Tezi, Erzurum 1985.

Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Mü’ellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, Beyrut

1992, 2 C.

Bağdatlı İsmail Paşa, Îzâhu’l-Meknûn fi’z-Zeyli alâ-Keşfi’z-Zünûn, Beyrut 1992, 2 C.

Beyânî Mustafa bin Cârullah, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Haz. İbrahim Kutluk, Türk Tarih Kurumu

Yayınları, Ankara 1997.

Beyânî, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Haz. Aysun Sungurhan Eyduran, KTB, http://ekitap.

kulturturizm.gov.tr/belge/1-83502/beyani----tezkiretus-suara.html (Erişim

Tarihi: 17/04/2011), Ankara 2008.

Birici Sevim, Şâh u Gedâ (Şâh u Dervîş) Mesnevileri ve Bursalı Rahmî’nin Şâh u Gedâ’sı, Manas

Yayıncılık, Elazığ 2007.

92 BubeyittensonraYK’dafazlaolarakbirbeyityeralmaktadır.Ancakbubeyit,metiniçindeşahıs-larınüçerbeyitleanlatıldığıgözönündetutulduğundafazlagibigörünmektedir.Bubakımdandip-notaalınmıştır.İlgilibeyitşuşekildedir:NolagercümledenolsamuĈaĥĥar/Deŋizdibindeolurdürrügevher

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

123632012

Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, Haz. Mustafa Tatçı-Cemal Kurnaz, Bizim Büro Basımevi, Ankara 2000.

Bursalı Rahmî, Şehrengiz-i Bursa, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, Nu: 597, vr. 71b-77b.

Bursalı Rahmî, Şehrengiz-iBursa,Nuruosmaniye Kütüphanesi, Nu: 4962, vr. 202a-205b.Canim, Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’ara ve Tabsıratü’n-Nuzamâ, AKM Yayınları, Ankara

2000.Erdoğan, Mustafa, “Bursalı Rahmî’nin Divanı Üzerine”, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat

Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Yıl 14, S. 34, Erzurum 2007, s. 21-45.Erdoğan, Mustafa, Bursalı Rahmî ve Divanı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2011.Erişen, Gülgun, Bursalı Rahmî ve Gül-i Sad-berg’i, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1990.Erişen, Gülgun, “Bursalı Rahmî ve Gül-i Sad-berg’i”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-

Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türkoloji Dergisi, C. X, S. 1, Ankara 1992, s. 285-315.

Erünsal, İsmail E., “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları II Kanunî Sultan Süleyman Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, Osmanlı Araştırmaları, 1984, S. IV, s. 10, 11.

Esir, Hasan Ali, Münşeât-ı Lâmiî (Lâmiî Çelebi’nin Mektupları) İnceleme-Metin-İndeks-Sözlük, Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörlüğü, Rize Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, Trabzon 2006.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Larissa (Erişim Tarihi: 18/08/2011).İsmail Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail Bölümü,

366.Kaf-zâde Fâizî, Zübdetü’l-Eş’âr, Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî Manzûm Eserler Bölümü,

1325.Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zünûn an Esâmî’l-Kütübü ve’l-Fünûn, Beyrut 1992, 2 C.Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuara, Haz. Aysun Sungurhan Eyduran, KTB

Yayınları, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83504/kinalizade-hasan-celebi---tezkiretus-suara.html (Erişim Tarihi: 17/04/2011), Ankara 2009.

Köprülü, M. Fuad, Divan Edebiyatı Antolojisi, Yayına Haz. Ahmet Mermer, Akçağ Yayınları, Ankara 2006.

Köprülüzade Mehmet Fuat, Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi XVI ıncı Asır, Muallim A. Halit Kitaphanesi, Basım Yeri ve Tarihi Yok.

Kut, Günay, HeştBihiştSehīBegTezkiresi,Harvard Üniversitesi, Harvard, 1978.Küçük, Sabahattin, Bâkî ve Dîvânından Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,

Ankara 1988.Küçük, Sabahattin, “16. Yüzyıl Şâirlerinden Bursalı Rahmi Çelebi ve Şiirleri”, MÜFEF

Türklük Araştırmaları Dergisi, Âmil Çelebioğlu Armağanı, S. 7 (1993), s. 423-472.Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Haz. Mustafa İsen, AKM Yayınları, Ankara 1994.Levend, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatında Şehr-engizler ve Şehr-engizlerde İstanbul, İstanbul Fethi

Derneği İstanbul Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1958.Mecmua-iEş’ār, 06 Mil Yz A 485.

M u s t a f a E R D O Ğ A N

12463

2012Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî 4, Yayına Haz. Nuri Akbayar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,

İstanbul 1996.Okuyucu, Cihan, CinānīHayatıEserleriDivanınınTenkidliMetni,Ankara, 1994.Pertsch, W., Die Turkischen Handschriften der Königlischen Bibliothek zu Berlin,

Berlin 1889.Pervane Bey Nazîre Mecmuası, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdat Bölümü, Yz

406.Riyâzî Mehmed Efendi, Riyâzü’ş-Şuarâ, Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî Tarih Bölümü,

765.Solmaz, Süleyman, Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı, AKM Yayınları, Ankara 2005.Şemsettin Sami, Kâmûsu’l-A’lâm, Kaşgar Neşriyat, Ankara, 1996, C. 6, s. 4805-4806.Tarlan, Ali Nihad, Şiir Mecmualarında XVI. ve XVII. Asır Divan Şiiri Rahmî ve Fevrî, İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dalı, Seri 1, Fasikül 1, İstanbul 1948.

Tığlı, Fatih, “Rahmî”, TDVİA, C. 34, İstanbul 2007, s. 421-422.Tuğlacı, Pars, Osmanlı Şehirleri, Milliyet Yayınları, İstanbul 1985, s. 407.Tuman, Mehmet Nâil, Tuhfe-i Nâilî Divan Şairlerinin Muhtasar Biyografileri, Haz. Cemal

Kurnaz, Mustafa Tatçı, Bizim Büro Yayınları, Ankara 2001, 2 C.Yahyâ Bey, Dîvan, Haz. Mehmed Çavuşoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Yayınları, İstanbul 1977.

Şehrengiz’in Yapı Kredi nüshasından örnek sayfalar (vr. 71b-72a).

Bursalı Rahmî ve Yenişehir Şehrengizi

125632012

Şehrengiz’in Nuruosmaniye nüshasından örnek sayfalar (vr. 205b-206a).

ÖZTanzimat’ın getirdiği yeniliklerden birisi de Osmanlı devletinde kadın

hakları konusunun gündeme gelmesidir. Bu dönemde kadınlarla

ilgili pek çok gazete ve dergi yayınlanması ve kadın yazarların basın

dünyasında etkin bir yer edinmeleri, kadın konusunun sıklıkla

tartışılmasına yol açmıştır. Özellikle II. Meşrutiyet dönemi yazarları

kadınlarla ilgili her türlü konuyu ele almışlardır. Meşrutiyet dönemi

yazarlarından Avanzade Mehmet Süleyman, kadınların eğitilmesi ve

sosyal yaşam içinde görünürlük kazanmalarının önemini vurgulayan

yazılar yazar. Ahlaklı İslam kadınlarının yetişmesinin toplumu

kurtaracağı düşüncesinde olan Avanzade Mehmet Süleyman, kadınlarla

ilgili her türlü konuda eser vermiştir. Bu makalede, Avanzade Mehmet

Süleyman’ın ideal kadın anlayışı irdelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Avanzade Mehmet Süleyman, kadın, kadın hakları,

sosyal yaşam, eğitim.

ABSTRACTAvanzade Mehmet Suleyman: A Traditionalist Writer

Advocates Women’s Rights Movement during the Constitutional Period

The issue of women’s rights is one of the novelties that came with

the declaration of constitutional monarchy in the Ottoman Empire.

The publication of a great number of newspapers and magazines

dedicated to women’s issues and active role of women writers and

journalists in Ottoman periodicals of that time gave rise to debates

about the position of women in society. Especially during the second

constitutional period, the authors dealt with all the issues concerned

with women. One of the authors of that period, Avanzade Mehmet

Meşrutiyet Döneminde Kadın Hakları

Savunuculuğunda Gelenekçi Bir Yazar:

Avanzade Mehmet Süleyman

Beyhan KANTER*

* Yrd. Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, e-posta:[email protected]

B e y h a n K A N T E R

12863

2012Suleyman wrote on the necessity of women’s education and on the importance of gaining the visibility for women in the Ottoman social life. Avanzade Mehmet Suleyman has written numerios works related to women, and the governing idea in his work was that the education of well-mannered Muslim women will save the whole society. This paper devoted to the Avanzade Mehmet Suleyman’s thoughts on what should an ideal woman be like.

Key Words: Avanzade Mehmet Suleyman, woman, women’s rights,

social life, education.

Giriş

Avrupa’da, Fransız İhtilâlı’ndan sonra yayılmaya başlayan kadın hakları ve kadınların kamusal alanda görünürlük kazanarak erkeklerle aynı şartlara sahip olma arzuları, basın sayesinde Osmanlı

İmparatorluğu’nda da ilgi çeken ve Osmanlı Türk kadınları arasında yeni bir “kadınlık anlayışı” düşüncesini doğuran bir sorunsal olarak görülür. Özellikle Tanzimat döneminde gazetecilik kültürünün yer edinmeye başlamasıyla, kadınlar da gazetelerde ve dergilerde yazılar yazarak kendilerini ifade etme fırsatını yakalarlar. “Kadın dergileri, her kesimden kadının yazma ürkekliğini, çekimserliğini gidermede, taleplerini iletmede önemli işlev görmüştür” (Çakır 1996: 23). Kadın yazarların bu yoldaki destekçileri de Osmanlı Türk erkek yazarlarıdır. Ancak kadınların seslerini duyurmak için gazete ve dergiler çıkarmalarına rağmen kadın hakları noktasında ve kadınların sosyal yaşamda etkin bir biçimde yer almaları hususunda farklı yaklaşımlar ortaya çıkar. Özellikle geleneği ve İslam dininin referanslarını esas alan yazarlar, kadınların sosyal yaşamda görünürlüklerinin toplumsal ahlâkı zaafa uğratacağı endişesiyle eserlerinde ve makalelerinde kadınları uyarma görevini üstlenirler.

Osmanlı Türk kadınının, Batılılaşmaya meylederek dini bilincini ve geleneksel kadın kimliğini yitirmesi endişesiyle yazılarını kaleme alan Avanzade Mehmet Süleyman için esas olan dinin ya da geleneğin ön gördüğü kadın kimliğidir. Yazar, genel olarak Osmanlı Türk kadınlarının sosyal ve siyasi konumlarının pek çok hakkı barındırdığı görüşündedir. Bu bağlamda Avanzade Mehmet Süleyman, toplumsal cinsiyet algısı karşısında kendilerini ifade etmek isteyen kadınların davranış biçimlerinin toplumu ahlâki bir zaafa uğratacağı endişesiyle kadın anlayışının değişmesini eleştirirken özellikle “İslam kadını” üzerinde durur. 1871-1922 yılları arasında yaşayan ve kadınlara yönelik çalışmaların hız kazandığı bir süreçte eserlerinin çoğunluğunu kadınlar için yazan Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadın anlayışı, devrinin genel panoramasını çizer. Yazarın yazılarının genel karakteristiği, kadınlara yönelik öğütlerden oluşmasıdır. Kadınlarla

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

129632012

ilgili pek çok eser kaleme alan Avanzade Mehmet Süleyman, “Muharrir Kadınlar” kitabına, kitabın müsveddesini gönderdiği Mehmet Celal’den gelen bir mektubu da ekler. Bu mektupta Mehmet Celal, Avanzade Mehmet Süleyman’ın bu kitabının takdire değer olduğunu belirterek; medeni milletlerdeki hâkim ve edip olan kadın yazarların tanıtılmasının önemini vurgular. Mehmet Celal’e göre, kadınların güzel sanatlarla ilgilenmesi, kadınlara ayrı bir meziyet bahşedecektir. Mehmet Celal, mektubuna devrin kadın şairlerinden Makbule Leman’ın “Kadınlık” şiirinden de bir dörtlük alır. Bu şiir, daha önce hem Hanımlara Mahsus Gazete’de hem de Avanzade Mehmet Süleyman’ın hazırladığı Nevsal-i Nisvan’da yayınlanması açısından da önem arz etmektedir. Yaprak Zihnioğlu’na göre bu şiir, “dört yüz yıl önce Mihrî’nin ön ayak olduğu kadınların varoluş mücadelesinin izlerini on dokuzuncu yüzyıla” taşımaktadır (Zihnioğlu 2003: 43). Bu şiirin kadınları yüceltici tavrı, Avanzade Mehmet Süleyman’ın geleneksel kadın anlayışıyla örtüşmektedir.

Avanzade Mehmet Süleyman, kadınlara yönelik yazdığı Nevsal-i Nisvan’la kadın inkılâbının edebi ve sosyal boyutunu yansıtmayı amaçlamıştır. Osmanlı kadınlarına yönelik ilk yıllık olma özelliği gösteren Nevsal-i Nisvan’ı, Osmanlı kadınlarının son dönemlerde çok ilerlediklerini göstermek için hazırladığını vurgulayan Avanzade Mehmet Süleyman, yıllığa devrin meşhur kadın şair ve yazarlarına ait eserleri de ekler. Ancak Avanzade Mehmet Süleyman’ın ideali, “kadınlık mefkûresine” hizmet etmekten çok, ev ve aile içinde tahsilini ve terbiyesini yansıtabilecek İslam kadınlarının yetiştirilmesidir. Zira yazarın “kadınlık ülküsü” , II. Meşrutiyet dönemi kadın yazarlarının görüşleriyle örtüşmez. Avanzade Mehmet Süleyman, çağdaşı kadın yazarların değil, Tanzimat döneminin gelenekçi ve İslamcı yazarlarının görüşlerini benimser. Bu bağlamda yazar, “Hanımlara Mahsus Gazete” ve “Afiyet” gibi dergilerde, kadınlarla ilgili her konuda yazı yazarak kadınlara rehberlik etmeye çalışır.

Meşrutiyet döneminde, özellikle kadınlarla ilgili yazılarıyla devrine damgasını vuran fakat edebi eserlerinin azlığı nedeniyle zamanla unutulmaya yüz tutan bir yazar olan Avanzade Mehmet Süleyman, dini yorumlama noktasındaki katı tutumu ve gelenekçiliğiyle devrinin diğer gelenekçi yazarlarıyla birleşir. Zira kadınların kamusal alanda görünürlük kazanmayı ve her alanda temsil edilebilirliği hayal ettikleri bir süreçte, Avanzade Mehmet Süleyman, kadın haklarını savunan ve kadınları bilinçlendirmeyi esas gaye edinen kadın dergilerinde zaman zaman yazı yazsa da kadınların kamusal alanda görünür olmalarını geleneksel bakış açısı üzerinden değerlendirir. Onun eserlerinde, kadın hakları, geleneksel Osmanlı aile yapısının korunması ve din üzerinden anlatılır. Yazarın bu yaklaşımı,

B e y h a n K A N T E R

13063

2012pek çok kadın yazar tarafından da desteklenmiştir. Nitekim Avanzade Mehmet Süleyman’ın da yazılarıyla katkıda bulunduğu “Hanımlara Mahsus Gazete”nin “öncü yazarlarına göre toplumsal ahlâkın kadınlar yönünden “iffet” ve “namus” boyutunu da içermesi gerekiyordu” (Zihnioğlu 2003: 48). Hanımlara Mahsus Gazete’de kadınların ahlâki vasıflarını kaybetmemeleri ve faziletlerini korumaları konusu ısrarla ele alınır. “Derginin yayın amacının açıklandığı ilk sayıda, özellikle 'nesil yetiştiriciliği' rolünden ötürü kadınların da geliştirilmesi, yükseltilmesi gerektiği vurgulanmış, kadının içinde bulunduğu durumla toplum arasında bağlantı kurulmuştur” (Çakır 1966: 29). Kadın gazetelerinin gelenekçi ve dine dayalı bir tutum sergilemesi gerektiğini ifade eden Avanzade Mehmet Süleyman, 13 Şubat 1312/23 Ramazan 1314-7 Ağustos 1313-19 tarihlerinde “Hanımlara Mahsus Gazete”nin mesul müdürü olur (Aşa 1989: 89). Yazar, bu gazetenin kadın haklarına ılımlı yaklaşımını ve kadınlarla ilgili genel tavrını kitaplarında ve makalelerinde devam ettirir. Zaten bu devrin genel özelliği, yazarların kadın konusuna ılımlı bir feminizmle eğilmeleridir. Nitekim Tanzimat döneminde, kadınlarla ilgili yazılar yazan Şemsettin Sami, 1879 yılında yayınladığı “Kadınlar” adlı eserinde kadınların toplumsal yaşamdaki etkilerini vurgulayarak kadınların eğitilmesinin toplumsal yapının gelişmesine katkısı üzerinde önemle durur. Şemsettin Sami’ye göre, bir topluluğun eğitiminin esasını kadınların eğitilmesi oluşturur. Bir milletin durumu, daima kadınların durumuyla aynı paralelde ilerler (Şemsettin Sami 1996: 47).

Tanzimat döneminden itibaren kadınların sosyal yaşam içindeki faaliyetlerinin teşvik edilmesi, kadın yazarların güvenli bir ortamda siyasi bir destek alarak görüşlerini ifade etmelerine de imkân hazırlamıştır. Bu teşvik edici unsurlardan birisi de “Şefkat Nişân-ı Hümayunu” dur. Avanzade Mehmet Süleyman, bu nişanın savaş ve afet zamanlarında halka hizmet eden ve milletin menfaati için çalışan kadınlara verildiğini belirterek kadın okurlarına bu nişanı tanıttığı gibi aynı zamanda kadınların sosyal yaşamda etkinleşmelerini teşvik etme amacı taşır (1315: 41).

“Cinsiyetli bedenler ile kültürel olarak inşa edilmiş toplumsal cinsiyetler” (Butler 2008: 50) arasındaki ayrımın kadına benimsettiği rolleri kutsayan Avanzade Mehmet Süleyman, 1914 yılında yazdığı “Kadın Esrarı” adlı kitabında, kadın olmanın gerektirdiklerini ve kadının toplumsal yaşamdaki yerini dini referans alan bir tarzda yazar. Yazarın idealize ettiği kadınlar, ahlâkını ve faziletini korumayı başarabilen ahlâklı İslam kadınlarıdır. Zira ona göre, bir millet ancak “müterakki, mütedeyyin ve mütefekkir” kadınlarıyla feyz alabilir ve ancak böyle kadınlar sayesinde varlığını muhafaza edebilir.

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

131632012

Sosyal Koruma Çemberi: Kadının Hukuksal DurumuAvrupa’da kadın haklarının gündeme gelmesiyle ortaya çıkan feminizm kavramı ve feminizmin ifade ettiği gerçeklikler, Osmanlı İmparatorluğu’nda da tartışmaya açılan bir konu olarak görülür. Özellikle kadın gazete ve dergilerinde feminizmin tanımını yapan ve Avrupa’daki feminist söylemlerden ve eylemlerden bahseden yazarların varlığı, kadın hareketi açısından yeni bir süreci başlatır. Kadınların hukuki durumlarını İslami çerçevede ele alması bakımından Avanzade Mehmet Süleyman, kadın hareketlerini destekleyen ve kadınlara hak ettikleri değerin verilmesi için kadınlarla omuz omuza mücadele veren Ahmet Mithat Efendi ile pek çok konuda uzlaşım içindedir. Kadın meselesine yaklaşımında dinden ve gelenekten uzaklaşmayan Ahmet Mithat Efendi’nin görüşlerini açıkça söylemekten çekinmemesi, diğer aydın erkeklerin de feminizmle ilgili görüş bildirmelerinde etkendir.

“Ahmet Mithat’a göre, cemiyette kadına layık olduğu yeri vermek lazımdır. Ne feminizmin iddiası gibi erkeklerle eşit kılmak, ne de toplum hayatında yeri yok farz edecek kadar bir kenara itmek. Erkeklere eşit olmaması da değersiz olduğu düşüncesinden değil, ayrı bir değer izafe edilmesinden gelecektir. Ahmet Mithat feminizmin çok haklı tarafları olduğunu kabul eder. Ancak bu hak, kadını hiç değilse fizyoloji bakımından erkekten farklı olarak telakki etmeye mani değildir” (Okay

2008: 231).

Ahmet Mithat’ın bu anlayışı ile Avanzade Mehmet Süleyman’ın feminizm anlayışı örtüşmektedir. Zira Avanzade Mehmet Süleyman da tıpkı Şemsettin Sami ve Ahmet Mithat Efendi gibi feminizmi ve kadınların toplumsal statülerini, İslam dini ve gelenekler açısından ele alır.

Kadın varlığının her alanda görünürlük kazanmasının ve kadının varlık alanını genişletmesinin erkek iktidarını tehlikeye sokmasının oluşturduğu tedirginlik, kadın bedenini toplumsal anlamından soyutlar. Toplumsal cinsiyetinden arınmaya çalışan yeni bir kadın anlayışının oluşması, geleneğe sımsıkı bağlı pek çok yazar gibi Avanzade Mehmet Süleyman’ın da din algısıyla örtüşmez. Kadınların sosyal yaşama etkin katılımlarının dine dayalı bir korku/endişe yüzünden istenmemesi, Osmanlı devletindeki gelenekçi kesimin genel tutumunu yansıtmaktadır. Kendine göre bir feminizm tanımı yapan Avanzade Mehmet Süleyman, Fransızca kökenli bu kelimenin garip görülmesini de haklı bulur. Zira bu kelimenin işaret ettiği anlam ile bu kelimeyle kastedilen anlamın farklı olduğunu belirten yazara göre, bunu sadece kadınlar değil, aynı zamanda erkekler de anlamakta güçlük çekmektedirler. Yazara göre feminizm, Batı ülkelerinde erkeklerle kadınların hukuki açıdan aynı haklara sahip olmasını isteyen kadınların savaşını verdikleri mücadelenin adıdır (1330: 47). Yazarın feminizm hakkında bilgi

B e y h a n K A N T E R

13263

2012vermesi, kadının sosyalleştirilmesinin Osmanlı’da da meşrulaştırılması düşüncesinin bir ürünüdür.

Yenileşme dönemi yazarlarına göre, Avrupalı kadınlar, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bu hakları talep etmeye yeni yeni başlamışlar ve bu taleplerinin adını feminizm; bu davayı savunanları da feminist olarak adlandırmışlardır. Avanzade Mehmet Süleyman’ın feminizm algısı ise Şemsettin Sami’de, Ahmet Mithat Efendi’de ve Fatma Aliye’de olduğu gibi İslam dininin idealize ettiği kadın kimliği üzerinden sunulur. “Fatma Aliye Hanım, 'ifratperveran' olarak tanımladığı bugün belki daha çok 'radikal feministler' olarak tanımlanacak grupların çalışmalarından endişe duymakta ve onların taleplerinin kadını mutlu etmeyeceğini düşünmektedir” (Canbaz 2010: 58). Bu düşünüş tarzı, Şemsettin Sami’nin “Kadınlar” adlı eserinde de göze çarpmaktadır. “Kadının yazgısının erkeğin varlığını hesaba katarak varolmak”tan (Gasset, 1999: 137) geçtiğini bilen Osmanlı aydınları kadın olgusuna yaklaşırken erkek iktidarının zedelenmesinin de önüne geçmek eğilimi içinde olmuşlardır.

Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupa’da feminizmin çıkış sürecini, “Kadın Esrarı” adlı kitabında örneklerle anlattığı gibi “Muharrir Kadınlar” kitabında da Avrupa’da çeşitli alanlarda başarılı olmuş kadınları tanıtır. Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, Avrupa’da feministlerin istedikleri haklar, özellikle ekonomik özgürlüklerini elde etmeye yöneliktir. Hak arayışında olan Avrupalı kadınların kendilerine ait parayı kullanma noktasında erkeklerle çatışmaları söz konusu olmuştur. Mesela bir kadının kocasının izni dâhilinde parasını istediği zaman bizzat emniyet sandığına verip istediği zaman alabilmesine ve kocasından boşanan bir kadının kendi servetini istediği gibi kullanabilmesine izin verilmesi, bu yönde atılmış önemli adımlardan biridir. Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupalı kadınların bu haklar için verdikleri mücadeleleri haklı bulurken kendi paralarını kullanma haklarına sahip ol(a)mayışlarını eleştirir. Çünkü yazara göre, Avrupa’da ekonomik özgürlükten yoksun olan bu kadınlar, kendilerine ait malı kullanma hakkına sahip olmadıkları için eşlerini öldürme yoluna gitmeyi dahi düşünebilirler. İslam kadınının iktisadi konumu, bu anlamda Avrupa’daki kadınlardan daha iyi bir durumdadır. Bu görüşü savunan sadece Avanzade Mehmet Süleyman değil, aynı zamanda Osmanlı kadın hareketinin başlatıcılarından olan Fatma Aliye Hanım’dır. Zira “İslamiyet’in başlangıcında kadınlara hakların sağlandığını, daha sonra âdet ve geleneklerle bu hakların kadınlardan alındığını savunan Fatma Aliye bu sorunun çözümünün Avrupa ve Amerikalı kadınlardan daha kolay olduğunu belirtiyordu” (Zihnioğlu 2003: 146). Avanzade Mehmet Süleyman da Avrupalı feministlerin taleplerini sıralarken tıpkı Fatma Aliye Hanım gibi Müslüman kadınların üstün olduklarını söyler.

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

133632012

Avanzade Mehmet Süleyman, “Kadın Esrarı” kitabında, feminizm mücadelesi veren Avrupa ülkelerinden örnekler verir. İsveç ve Norveç’teki kadınların “sıbyan, zekur ve inas” mekteplerinde eğitim aldıkları zaman üniversitelere kabul edilme hakkıyla birlikte, hem resmi hem de özel dairelerde istihdam edilmek haklarını elde ettiklerini belirtir (1330: 60). Avanzade Mehmet Süleyman’ın Avrupa’daki feminist faaliyetler ile ilgili örnek verdiği ve Osmanlı kadınlarına tanıttığı bir başka ülke de Avusturya’dır.

Yazar, Avrupalı kadın yazarları tanıttığı “Muharrir Kadınlar” kitabının “ifade” kısmında, kadınların Avrupa’da toplumsal yaşam içinde önemlerinin ve hâkimiyetlerinin arttığını vurgulayarak Avrupa’da bir iki meslek hariç tutulursa kadınların pek çok meslek grubunda görev aldıklarını belirtir. Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupalı kadınların yazı hayatına atıldıklarından bahsederek geçmişte de birçok kadın yazar çıkmasına karşın son senelerde kadın yazarların daha da arttığını vurgular. Avrupalı kadınların makaleleriyle, diplomatları dahi kızdıracak kadar cesur olmaları, Avanzade Mehmet Süleyman’ın dikkat çektiği bir başka konudur. (1311: 1). Ancak bu düşünüş tarzına rağmen yazar, Osmanlı yazarlarının ve Osmanlı kadın hareketinin, ahlâki temelleri sarsacağı endişesini dile getirir. Nitekim “Kadın Esrarı” kitabında, kadın yazarlara yönelik eleştirel tavrı ve Osmanlı feminist kadınlarının siyasal hak taleplerini görmezden gelmesi bunun açık bir örneğidir.

Osmanlı kadınlarının İslam’ın verdiği haklarla yüceltildiğini savunan Avanzade Mehmet Süleyman, Amerikalı kadınların toplumsal statü bakımından diğer ülkelere göre daha iyi bir konumda olduğu düşüncesini taşır. Bu düşünce, Şemsettin Sami’nin “Kadınlar” adlı eserinde de aynı şekilde dile getirilmiştir. Şemsettin Sami’ye göre, Amerika’da “kadın-Avrupa’da olduğu gibi –bir bey veyahut Asya’da olduğu gibi– bir esir olmayıp, adeta erkekler gibi insanlık göreviyle yükümlü bir arkadaş olmaya başlamıştır” (Şemsettin Sami 1996:86). Avanzade Mehmet Süleyman da “Kadın Esrarı” kitabında, Amerika kadınlarının mahkemede avukatlık yapabilmelerini ve Kolombiya eyaletlerinde sulh hâkimliği görevini ifa etmelerini, Amerika’daki kadınların kamusal alandaki görünürlüklerinin bir örneği olarak nitelendirir. Yazara göre, altmış bin Amerikalı kadının üniversite eğitimi alması, on binden ziyade kadının doktorluk yapması ve altmış beş bin kadının fen tahsili ile meşgul olması, kadınların eğitimine verilen önemin göstergesidir. Zira buradaki kadınların hendese ilimleri tahsil etmeleri, kadınların başarılı olmalarında etkendir. Hatta yazar, görüşünü desteklemek için meşhur Brokliyn köprüsünün mühendisinin hastalanmasından dolayı karısının bu inşaatı hendese bilgisi sayesinde tamamlamasını örnek verir (1330: 63).

B e y h a n K A N T E R

13463

2012Tanzimat’tan sonraki süreçte yazarların Avrupalı kadınlarla Müslüman

kadınlar arasında yaptıkları bir başka kıyaslama da kadınların kendilerine ait mirası kullanma yetkileriyle ilgilidir. Şemsettin Sami, “Kadınlar” kitabında; “eski ve yeni milletlerin çoğunda kadınlar ebeveynlerinin mirasından mahrum oldukları halde, Kuran-ı Kerim kadınların mirastaki hisselerini ayrıntılarıyla belirtiyor” (1996: 79) açıklamasını yaparak İslam kadınlarının iktisadi özgürlüklerini dini çerçevede ele alır. Avrupa’da bir kadının evlendikten sonra eğer evlilik sözleşmesinde belirtilmemiş ise malını istediği gibi kullanma hakkına sahip olmadığını ve hatta babasından kalan miras üzerinde bile tasarruf hakkı bulunmadığını ve bunları kullanma yetkisinin kocasında olduğunu vurgulayan Avanzade Mehmet Süleyman, bir Müslüman kadının kocasına sormadan anne ve babasından kendisine kalan malı istediği gibi kullanma hakkına sahip olduğunu belirterek tıpkı Şemsettin Sami gibi İslam kadınlarının iktisadi özgürlüklerinin altını çizer. (1330: 49).

Müslüman kadınların ekonomik açıdan Avrupalı kadınlardan daha fazla hakka sahip olduklarını yansıtarak Müslüman kadınları yüceltme arzusu, Müslüman kadınların haklarının ellerinden alınmadığını göstermek içindir. Nitekim Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupalı bir kadının çamaşır yıkayarak ya da dikiş dikerek kazandığı paranın eşi tarafından elinden alındığını, hatta kanunlarının da bunu desteklediğini belirtirken yine Müslüman kadınlarla kıyaslama yapar. Zira Müslüman bir kadın, kendi emeğiyle kazandığı parayı istediği gibi kullanma hakkına sahip olduğu gibi kocasına işinde yardım ettiği zaman dahi eşinin kendisine ücret ödemesi dinen zorunludur. Bu zorunluluk, kadına İslam dininin verdiği hakların bir sonucudur (1330: 49-50). Bu bağlamda, Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, Avrupalıların feminizm adı altında istedikleri haklar, zaten Osmanlı kadınlarının ellerinde bulundurdukları bir durumu yansıtır. Yani insan olduğu haysiyetle her kadının hakkı korunduğu halde Avrupa’daki kadınlar ikincil konuma itilmişlerdir. Buna rağmen Avrupalılar, Müslüman kadınların adeta esir gibi her türlü hukuktan mahrum olduklarını iddia ederler. Yazarın bu yaklaşımı, Ahmet Mithat Efendi’nin, Fatma Aliye Hanım’ın ve Şemsettin Sami’nin eserlerinde dile getirdikleri ve sürekli savundukları bir olgudur. Avrupa’daki kadınlarla kıyaslama yapılması ve kadınların toplumdaki statülerinin sorgulanması, Tanzimat ve hemen sonrasında yayınlanan kadın dergilerinin genel tavrını yansıtır. Çünkü “erken dönemin feministleri Osmanlı İmparatorluğu’nun ululuğu ve Batı karşısında Osmanlılığın gücünü, İslam kültürünün üstünlüğünü kanıtlama çabasındaydı” (Zihnioğlu 2003: 47).

Özellikle Avrupa’daki kadınların haklarını kazanmak için verdikleri mücadeleleri anlatan ve bu gelişmeleri yakından takip eden Avanzade

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

135632012

Mehmet Süleyman’a göre, Avrupalı kadınlar, öncelikle kendi evlatlarından başka evlatlar için vasi olmak, kendi emekleriyle kazandıkları ve ailelerinden kalan servetin gücünü ellerinde bulundurma hakkını talep ederler. Çünkü Avrupalı kadınların ekonomik açıdan erkeklere bağımlı bir yaşamla yüzleşmeleri sonucunda ortaya çıkan haklı bir mücadeleleri söz konusudur. Mesela, Avrupa’da kocası kumarbaz olan ya da borsada para oynayan bir kadının kendi malını kurtarmak için bunu kanundan talep etmesine rağmen kocasının izni olmadan malı üzerinde tasarruf hakkına sahip olmaması, kadın ve erkek arasında eşitsizliği göstermesinin yanı sıra çıkar çatışmasına ve uyuşmazlığa da yol açar. Bütün bunları ve kadınlara yönelik haksızlıkları ve eşitsizlikleri eleştiren Avanzade Mehmet Süleyman’ın “erkek nasıl bir insan ise kadın da öyle bir insandır. Aralarında sadece biyolojik olarak fark vardır. İşte bu farktır birinin diğerine ihtiyacını ortaya çıkarmıştır” (1330: 5) ifadesi aslında yaratılış ve dünyada konumlanışları bakımından erkek ve kadını eş değer gördüğünü yansıtmaktadır. Yazara göre, insanlığın bugünkü duruma gelmesi, kadınların ve erkeklerin birlikte verdikleri bir mücadelenin sonucudur. Erkek, kadına muhtaç olduğu gibi kadın da erkeğe muhtaçtır. Avanzade’nin bu ifadelerini Şemsettin Sami de “Kadınlar” adlı eserinde dile getirmiştir.

Bağımlı Kimlik Israrı: Evcil Kadın TipiTanzimat dönemi yazarlarına göre, Osmanlı toplumunun geri kalmışlık nedenlerinden birisi de kadınların eğitimsizliğidir. Ancak, kadın eğitimiyle kast edilen genel olarak kadınların iyi bir eş ve iyi bir anne olabilmeleri için eğitim almalarıdır. Bu dönemde, Avrupa devletlerinin Osmanlı’yla kıyaslanması ve İslam’ın üstün taraflarının belirtilmesi, kadın hakları konusunda da gündeme gelmiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin yazılarında ve Fatma Aliye Hanım’ın “Nisvân-ı İslam” adlı eserinde, Osmanlı kadınlarının Avrupalı kadınlardan üstün olduklarını savunmaları, Tanzimat devrinin genel tutumunu yansıtır. Nitekim Müslüman kadınlarla Avrupalı kadınları kıyaslayan ve Müslüman kadınların haklarının Avrupalı kadınlardan daha fazla olduğunu ileri süren Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupa’daki kadınların eğitim hakkı kazansalar bile çalışmalarına izin verilmediğini belirtir. Avrupa’da tıp eğitimi alan bir kadının buradan en iyi derecede mezun olsa bile doktorluk yapmasına devletin izin vermediğini ve hatta kocasının da onu bu görevden alıkoyabileceğini vurgulayan yazar, İslam kadınları için bu durumun böyle olmadığını açıklar. Çünkü tıp eğitimi alan Müslüman bir kadın, doktorluk yapma hakkını kazandığı gibi buna İslam dini de engel teşkil etmez. Yazarın örnek verdiği bir diğer meslek grubu avukatlıktır. Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupa’da hukuk doktorası yapacak kadar

B e y h a n K A N T E R

13663

2012ileri düzeyde eğitim gören bir kadının mahkemede bir şahsı vekâleten müdafaa etme hakkının olmamasına rağmen hukuk bilgisi olan Müslüman bir kadının bu alanda herkese vekâlet edebileceğini vurgular. İslam kadınını, toplumsal yaşamdaki konumu bakımından yücelten yazarın buna benzer verdiği örneklerden birisi de Avrupa’da kadınların üniversitelerde hocalık haklarının olmamasına rağmen Müslüman kadınların üniversitelerde ders verebilmeleridir. Hatta yazar, bunun örneklerinin İslam ülkelerinde sık sık görüldüğünden bahseder. Nitekim yazar, İslam devletlerinde hadis ve fıkıh tahsil edip ve bu kadınlardan ders gördükten sonra icazet alan meşhur erkekler olduğunu söyler (1330: 52-53). Avanzade Mehmet Süleyman’ın vurguladığı bu unsur, Fatma Aliye’nin “Meşahir-i Nisvan-ı İslam” adlı eserinde de dile getirilmiştir. Zira Fatma Aliye, bu “kitabında geçmiş dönemlerde yaşamış İslam kadınlarının başarılarından örnekler vermiş, kadınların kendi tarihlerini araştırmalarının önemine dikkat çekmiştir” (Çakır 1996: 29). Avanzade Mehmet Süleyman, “Kadın Esrarı” adlı kitabında, isim vermeden bu kadınlardan bahsetmesine rağmen Fatma Aliye, “Meşahir-i Nisvan-ı İslam” kitabında başarılı İslam kadınlarını tanıtarak Müslüman kadınları toplumsal bir uyanışa geçirmek ister. Her iki yazarın farklı şekilde aynı konudan bahsetmeleri, bu dönem yazarlarının birbirlerinin görüşlerini desteklemesi açısından önem arz eder. Kadınların gelecekteki varlıklarını tasarlamaya (Gasset 1999:138) çalıştıkları bu süreçte kadın konusu ve kadınların var oluş mücadeleleri sosyal bir ortamda devam etmiştir.

Tanzimat ve II. Meşrutiyet döneminde kadınlarla ilgili üzerinde durulan en önemli meselelerden birisi de kadınların örgün eğitim kurumlarında eğitim almalarının gerekliliğidir. Özellikle kadın dergilerinde, inas mekteplerine kız çocuklarının gönderilmesi ile ilgili pek çok yazı yayınlanır. Avanzade Mehmet Süleyman da, kadınların “inas mekteplerinde” eğitim almalarının yanında özellikle diyanet ve sağlığın korunmasıyla ilgili kitaplar okumalarını tavsiye eder. Ayrıca yazar, özellikle ciddi İslam okullarının açılmasını ve buralarda kadınlara tam anlamıyla dini ve sosyal eğitim verilmesini ifade ederken çocukların yabancı okullar yerine milli okullara gönderilmesini telkin eder (1330: 28). Yazar, Nevsal-i Nisvan’da da, sayıları gittikçe artan darülmuallimat ve kız sanayi mekteplerinin Osmanlı kadınlarının terbiye ve tahsiline katkısından bahseder. Buralarda yetişen kızların öğrendikleri fen bilimleri sayesinde mütercim, yazar ve müellif olduklarını belirtir. Zira yazara göre, bu okullarda eğitim alan kadınlar, ev görevlerini ihmal etmedikleri gibi erkekler gibi gazetelerde makaleler, tefrikalar, fıkralar yazarlar (1315: 34). Bütün bu görüşlerine rağmen Avanzade Mehmet Süleyman’ın Avrupa’daki kadınların hakiki vazifelerini unutarak kendilerine yabancı olan mesleklere

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

137632012

yöneldiklerini söylemesi, kadınların çalışma yaşamlarını sınırlandırmaya yönelik eril bir tutumun yansımasıdır. Çünkü yazara göre, kadın, kadınlıktan çıkarak vazifeler ve meslekler arasında kaybolup gittiği için talim ve terbiyesinin en önemli kısmı eksik kalmaktadır.(1330: 28).

Kadın Görünürlüğü: Cinsiyetin Toplumsal TemsiliSadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil Avrupa’da da kadınların siyasal alanda söz sahibi olmak istedikleri bir süreç, elbette kadınlar adına sancılı geçmiştir. Osmanlı Türk kadınlarının kendi olma mücadeleleri verdikleri bir dönemde, zaman zaman aydın erkeklerle çatışma halinde bulunmaları ve önlerine engel olarak dinin konulması, dinin yanlış yorumlanmasının bir sonucudur. Ancak Osmanlı’nın ilk dönem kadın hareketleri sırasında, siyasal hak isteme talebi olmamıştır. Bununla birlikte ilk dönem kadın hareketlerinde, siyasal oluşumların içinde yer alan kadınların varlığı dikkat çekicidir. İttihat ve Terakki Fırkası’nın içinde yer alan Emine Semiye, bu kadınlardan birisidir. Daha sonraki süreçte, özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra, Avanzade Mehmet Süleyman’ın “Kadın Esrarı” kitabını yazdığı yıllarda ise Osmanlı Türk kadınlarının siyasal hak arayışı için ciddi mücadeleler verdikleri görülür. Ancak Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadınların siyasal özgürlükleri noktasında endişeleri vardır. Yazar, özellikle “Kadın Yolu” dergisinin bu yoldaki ısrarlı girişimlerini eleştirir gibidir. Buna rağmen yazar, insanların yaratılış açısından eşit olduklarını ifade eder ve bazı insanların kadınları eksik görmesini güvenilir bulmaz. Çünkü yazara göre, kadınların artık fikir ürünleri parlamıştır ve bunun genelleşmesi de zaman içinde olacaktır. Artık kadınların sadece okuyup yazmakla yetinmediklerini belirtmesine rağmen yazarın kendisiyle çeliştiği görülür. Zira “Kadın Esrarı” kitabında, kadınları ev yaşamıyla sınırlandırma eğilimi içindedir.

Avanzade Mehmet Süleyman’ın zaman zaman kendisiyle çelişmesine rağmen Avrupa’daki feminist hareketleri Osmanlı kadınlarına duyurmayı görev sayması, kadınların belli sınırlar dâhilinde kamusal alanda görünürlük kazanmalarını istemesinin bir sonucudur. İngiltere’deki feministlerin girişimlerinin Fransa’dan sonra kadınlar için siyasi haklar talep edilmesiyle başladığını vurgulayan yazar, İngiliz feministlerinin idare meclislerine ve belediyeye üye seçmek ve parlamentoya seçilmek arzusunda olduklarını belirtir. Fakat yazara göre, elde ettikleri haklar, Fransa ile kıyaslanmayacak kadar tanzimdir. Medeni hukukta değişiklik isteyen İngiliz kadınları servetlerini, kazançlarını kullanma hakkını, mahkemede hukuk salahiyetini, müdafaa hakkını ve kocalarının izni olmadan sanayi ve ticaretle uğraşabilme hakkını talep ederler. Fransa’dan kırk sene sonra kadın hakları konusunda mücadele veren İngiliz kadınları altmış sene içinde başarılı olmuşlardır.

B e y h a n K A N T E R

13863

2012Avanzade Mehmet Süleyman, Fransa’nın onlara yetişebilmek için bir asır daha çalışması gerektiğini belirtir (1330: 58).

Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, İsviçre’de ise medeni hukuk açısından kadınların kazandıkları haklar, İngiltere kadınlarının haiz olduğu haklara eşittir. Zira İsviçre’de siyasi olarak kadınlar, eyalet meclislerine seçilebilme hakkını kazanmışlardır. İsveç’te ise idare meclislerine katılma hakkını elde eden kadınlar, siyasi olarak erkeklerle her açıdan eşit olmanın mücadelesini vermişlerdir. (1330: 59-60). Yazara göre, Avusturya’nın Hırvatistan eyaleti de feminizmde hayli ilerlemiştir. İspanya, İtalya ve Yunanistan’da feminizmin bu yıllarda henüz doğmadığını belirten Avanzade Mehmet Süleyman, Yunanistan’daki kadınların Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olduğu zaman kazandıkları hakları muhafaza ettiklerini belirtir. (1330: 61).

Avrupa’daki feminizm adı altında kadınların istedikleri eşitliklerin bunlardan ibaret olduğunu dile getiren Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, Amerika’da her şeyde olduğu gibi feminizm de Avrupa’dakinden başka şekilde cereyan etmiştir. Yazar, 1869’da Amerika’da bir senede pek çok cemiyet açıldığından bahsederek bu cemiyetlerin 1890 senesinde “Amerika Nisvanının Hukuk-ı İntihabiye Cemiyeti” adıyla birleştirildiğini vurgular. Bütün bu çabalar sonucunda Amerikalı kadınlar, siyasi haklarını da elde etmeyi başarmışlardır. Avanzade Mehmet Süleyman, Amerika’da kadınların erkeklerle aynı medeni haklara sahip olduklarını vurgularken yine İslam kadınları ile kıyaslayarak İslam kadınları gibi savaştıklarından ve komutan olduklarından bahseder (1330: 62-64).

Avanzade Mehmet Süleyman, feminizmi tamamen reddedici bir tutum sergilemez. O, İslam kadınlarının bu haklara zaten sahip olduklarını belirtmesi yönüyle devrindeki dini öne sürerek feminizmi kabul etmeyen aydınlardan ayrılır. Örneğin “Genç Kadın dergisi feminizmi Avrupa kökenli olduğu için reddetmiştir”(Çakır 1996: 38). Ancak Avanzade Mehmet Süleyman’ın feminizm algısı, kadın ve erkek arasındaki tam bir eşitlikten yana değildir. Kadını, devrinin genel bir temayülü olarak bir çiçeğe benzeten yazar, kadının da bir çiçek gibi bakıma muhtaç olduğunu söyler. Bu nedenle yazara göre, kadın gençliğinde talim ve terbiye alırsa, tahsiline özen gösterilirse, “faal, zeki, akıllı ve muktedir” olur. Ancak bir kadının ne kadar tahsil terbiye alsa dahi dimağı müsait olmadığı için bir erkeğe eşit olamayacağını söylemesi, kadınları yüceltici bir tavır içinde görünmesine rağmen erkek hegemonyasının etkisinde kaldığını ispatlamaktadır (1313: 1-2). Tıpkı Avanzade Mehmet Süleyman gibi Nigar Hanım da, “Hanımlar Âlemi” dergisinde çıkan “Feminizm Nedir?” (Nigar Hanım 1330: 2) mektubunda kadın ve erkeğin her şeyden önce fıtraten farklı olduklarını

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

139632012

belirtir. Nigar Hanım’ın bu mektubunda, “kadın ve haklarını gözeten ama yaratılışın sınırlarını zorlamayan bir anlayış, dahası kadını erkekten ayırmama bilinci dikkat çekmektedir” (Bekiroğlu 2008: 340). Bu bağlamda denilebilir ki; sadece erkek yazarlar değil kadınlar da erkeklerin kadınlarla eşit olamayacağı olgusunu gündeme getirmişlerdir.

Yoldan Çıkma ya da Yola Girme Yolu Olarak KitapTanzimat döneminde kadınlara yönelik eserlerde, kadınlarla ilgili her türlü konunun gündeme getirilmesi, kadınların sadece sosyal yaşamla ilgili değil, yaşamlarının her ayrıntısıyla ilgili hususların dikkate alınmasının bir sonucudur. Özellikle kadın yazarların basın hayatında kendilerini görünür kılmaları ve kadın sorunlarına eğilmeleri kadınlar için yeni bir süreci başlatmıştır. Fatma Aliye ile başlayan “kadın inkılâbı” çalışmaları, kadın hareketinin sistematize edilerek kadınların her alanda söz hakkı almalarına yönelik bir tutumu yansıtması açısından önem arz eder. Ancak “kadın inkılâbı”, bu oluşumu farklı biçimlerde destekleyen yazarların varlığıyla değişik şekillere bürünmüştür. Özellikle kadınlara yönelik bazı eserlerin ahlâki zaafa yol açması noktasında gelenekçi yazarların sert ve katı bir tutumları görülür. Nitekim Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, kadınlara mahsus gazete ve kitaplar kesinlikle özel olarak yazılmalıdır. Yazarın eleştirdiği bir diğer husus da erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere hoş görünmek için neler yapmaları gerektiğini tavsiye eden kitaplarda bahsedilen kural ve şartların milli ahlâk ve sosyal terbiyeyle kesinlikle ilişkisi bulunmamasıdır. Çünkü bu tür kitaplarda, asıl gayenin maddi menfaat sağlamak olduğunu söyleyen yazar, asıl amacı menfaat sağlamak olan yazarların açık saçık hikâyeler yazdığını belirterek bu tür eserlerin yazılmasına şiddetle karşı çıkar. İslam kadınlarının adlarıyla çıkan bu kitapları “hezeyânnâmeler” olarak nitelendiren Avanzade Mehmet Süleyman, böyle eserlerin milletin ahlâkına darbe vurduğunu belirttiği gibi bu kitapların yazarlarını gaflet içinde olmakla suçlayarak kadınlığın sınırlarını çizer. Yazar, matbuat âleminin durgunluğundan faydalanmak isteyen bazı menfaatperestlerin “Naciye”, “Şefika” gibi saf ve temiz isimlerle çıkardıkları hikâyelerle topluma zarar verdiklerini vurgulayarak özellikle yayınevlerinden bu konuda hassasiyet göstermelerini ister (1330: 18).

Kadınların okudukları kitapların titizlikle seçilmesinin gerekliliğini vurgulayan Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, kadınların okudukları kitaplar ciddi ve ahlâki değildir. Bunun dışında kadınların küçüklüklerinde dinledikleri masalların da onlarda aşk ve sevda gibi hislerin teşekkülüne sebep olacağını ve erken yaşta evlenmeyi isteyeceklerini belirterek kadınların okudukları kitaplara sınırlama getirilmesinden yana bir tavır

B e y h a n K A N T E R

14063

2012sergiler. Avanzade Mehmet Süleyman’ın bu tutumu, sadece Osmanlı yazarlarına ait bir davranış biçimini yansıtmaz. Nitekim J.J. Rousseau, “Emile” adlı kitabında, kadınların asli görevlerinin aile yaşamı ve annelik olduğunu vurguladığı gibi “Emile”in okuyacağı kitaplara da sınırlama getirir (Rousseau, 1966).

“Kadın Esrarı” adlı kitabını kadınlara yol göstericilik olması açısından yazdığını ifade eden Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, maddi kaygılarla, ahlâka aykırı ve toplum yaşayışına ters düşecek eserleri yazanlar, toplumsal düzeni bozdukları ve toplumda yozlaşmaya yol açtıkları için nefreti hak etmektedirler. Yazar, bu tutumuyla aslında o dönem romanlarındaki Batılı yaşam tarzına ait unsurları eserlerine alan yazarları eleştirerek onların yıkmaya çalıştıkları kadın ahlâkını kendi eseri aracılığıyla korumaya çalıştığının altını çizer. Çünkü yazara göre, sırf menfaatleri için bu tür eserler yazanlar, eğer bu milletin aydınlarının paraya değil güzel ahlâka muhtaç olduklarını anlayabilselerdi vatan ve millet adına bu tür eserleri yayınlamayı vicdanlarına aykırı bulacaklardı (1330: 20).

Kadınlara yönelik yazılan kitapları eleştiren Avanzade Mehmet Süleyman, kadınların roman okumasına da karşı çıkar. Yazarın kadınların romanlarda rastladıkları hayatları taklit etmek arzusunda olmamaları şartıyla roman okuyabilmelerine izin verilebileceğini savunması ve aksi durumda kadınların roman okumalarının caiz olmadığını belirtmesi, geleneği kullanarak kadınları kısıtlamaya yönelik bir tutumun erkek egemenliğindeki bir toplumun genel söylemi haline dönüşmesidir. Zira yazarın genel kanaatine göre, bir kadının işlediği romanlar okuduğu romanlardan daha eğlencelidir. Aslında yazar, romanın kadınlar için sadece bir zaman öldürme aracı olduğu görüşündedir. Bu nedenle kadınlar roman okumak yerine, kadınlığının kıymetini gösterecek “analık, zevcelik, kadınlık ve hanımlık adabını” öğretecek eserler okumalıdır (1330: 89). Bu noktada yazar, eli kalem tutan kadın yazarların sosyal yaşamın meseleleriyle ilgili makaleleri bulunmadığından şikâyet eder (1330: 26). Ancak Avanzade’nin bu görüşü neye istinaden söylediği belirsizdir. Zira kendisinin de yazı yazdığı Hanımlara Mahsus Gazete’nin yazar kadrosunun büyük bir kısmı kadınlardan oluşmakla birlikte işlenen konular da kadınların ilgisini çekecek niteliktedir. Yazarın asıl dikkat çektiği nokta, matbuat sayfalarında eserleri görülen kadın yazarların hemcinslerinin sıhhat ve selametine dair faydalı eserler yazmamalarına rağmen buna karşılık günlük gazetelerde ve dergilerde faydasız hikâyeler ve romanlar yazmalarıdır (1330: 26). Örneğin, Avanzade Mehmet Süleyman, bu yazarların Osmanlı Türk kadınlarının ayıplanacak dereceye varan kıyafetlerine dair bir fıkra yazmamalarının sebebini sorgular. Bu eleştirilerine rağmen yazar, 1315’te

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

141632012

yayınlanan Nevsal-i Nisvan’da, iki yıldır aralıksız yayınlanan “Hanımlara Mahsus Gazete”nin Osmanlı kadınlarının terakkilerinin geldiği seviyeyi gösterdiğini dile getirir (1315: 35).

Tanzimat döneminde kadınlarla ilgili pek çok düzenleme yapılmıştır. Kadın ve erkek mesirelerinin birleştirilmesi de bunlardan birisidir.

“İslam hukukunun geçerli olduğu bütün toplumlar gibi Osmanlı’da da, kentsel mekân, cinsiyete göre çok keskin bir biçimde ayrılmış durumdaydı ve Tanzimat dönemine dek kadınları konu alan uyarı ve yasaklamaların, öncelikle giyim-kuşam ve kadınların gezinti yerlerindeki, alışveriş sırasındaki vb. davranışlarını düzenleyenler

olduğu görülmekteydi.” (Berktay 2006: 98). Avanzade Mehmet Süleyman da kadın yazarların, mesirelerin cinsiyete

göre ayrılmasına yönelik yazı yazarak bu icraati desteklemelerinin önemini vurgular. Zira yazara göre, mesirelerin ayrı olması birçok çirkin halleri ortadan kaldıracaktır. Bu noktada da kadınları bilinçlendirmek adına asıl görev kadın yazarlara düşmektedir (1330: 26).

Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, genç kızlara yönelik diyanetten, ahlaki faziletlerden, ev idaresinden, aileden, sağlıktan ve fen ilimlerinden bahseden kitaplar yazılmalıdır. Hatta bu eserlerin büsbütün ayrı yazılmaları gerektiğini belirten Avanzade Mehmet Süleyman, bu tür eserleri yazacak kadınlar yoksa ciddi, muktedir, erkekler tarafından yazılmalarının gerektiğini dile getirir. Yani yazara göre, kadınlara yönelik eserlerde ilk gaye, fayda olmalıdır. “Hiçbir kadın kitabı görmedim ki mesela onda tütünün bir kadına nasıl etki ettiği kadınların bu madde nazarında ne kadar fenalık gördüğü sıhhaten ve idareten tütünün etkileri anlatılmış olsun” (1330:103-104) diyen Avanzade Mehmet Süleyman, Avrupalı meşhur bir düşünürün “Erkek ile kadın arasında bir fark varsa, o da sonrakinin kadın olmasından ibarettir” (1315: 4) sözünden yola çıkarak kadınlar için farklı eserler yazılması gerektiğini pek çok defa dile getirmiştir. Bu söze dayanarak erkekle kadın arasında farklılıklar olduğunu ifade eden yazar, bir erkeğe yönelik eserle kadına yönelik eserin aynı olamayacağını ifade eder (1315: 4). Bu nedenle sırf hanımlara yönelik bir takvim olması için Nevsal-i Nisvan’ı hazırladığını belirten yazar, bu kitapta “Nigar Bint-i Osman”, “Makbule Leman”, “Emine Semiye” ve “Fatma Fahrunnisa” gibi devrin önemli kadın yazarlarının yazı ve şiirlerine yer vermiştir. Kadın yazarların hikâye ve roman yazmalarını eleştiren Avanzade Mehmet Süleyman’ın roman ve hikâye yazan kadın yazarların yazı ve şiirlerine yer vermesi, aslında kadın gerçeğinin geleneksel sınırlardan kaydığını görmesinin bir sonucudur. Özellikle feminist görüşlerindeki sert tutumuyla ve siyasi kimliğiyle dikkat çeken Emine Semiye’nin Hanımlara Mahsus Gazete’nin 56. sayısındaki “Cemal-i Manevi” yazısının Nevsal-i Nisvan’a

B e y h a n K A N T E R

14263

2012alınması, Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadın hareketiyle ilgili tavrının zaman zaman yumuşamak zorunda kaldığını göstermektedir.

Yazarın dikkat çektiği unsurlardan birisi de kalemleriyle güç kazanan bazı kadınların fikren erkeklere yaklaştıkları halde kalben kadın olarak kalmalarıdır. Avanzade Mehmet Süleyman’ın yazı ve telif ile meşgul bir kadının, eşi için daima kafa yorgunluğu olduğunu söylemesi, kadınların birincil görevlerini ev ile sınırlandırmaya yönelik bir tutumdur. Hatta yazarın kadınların yazı ile meşgul olmak yerine gergef işlemeye hevesli olmalarının daha iyi olacağını belirtmesi, kadınların ev içi görevlerini kutsamasının bir sonucudur. Çünkü yazara göre, kadınlar öncelikle kadınlık görevlerini tanımalılar ve ev işlerini layıkıyla yerine getirmelilerdir (1330: 78-79). Yazıyla uğraşan kadınların iki hatalarının olduğunu ifade eden Avanzade Mehmet Süleyman, kitaplarının sayısı arttığı için gururlanan kadınların aile yaşamlarını sekteye uğratacağı düşüncesindedir. Bu düşünüş tarzını tetikleyen unsur ise bir kadın yazara eş olacak kimsenin ilim kudretinden yoksun ise aşağılık kompleksine kapılacağı düşüncesidir. Zira yazara göre, manen ve maddeten kendisinden üstün bulunan bir kadınla evlenen erkek, genellikle aldanır ve pişman olur. Yazarın bu görüşü de kadınların sadece ev içindeki görevleriyle anne ve eş rolleriyle sınırlandırılmasına yöneliktir (1330: 79).

Avanzade Mehmet Süleyman’ın vurguladığı bir başka konu ise Müslüman kadınlara yönelik konferansların ciddiyetsiz olmasıdır. İslam kadınının öğreneceği şeyleri kendisinin öğrenmesi gerektiği noktasında ısrar eden yazar, bir erkeğin İslam kadınlarına konferans vermesini de çirkin bulur. Bu nedenle, Osmanlı kadın yazarlarının evlerinde oturmak yerine kadınlara konferans vermeleri gerektiğini belirtirken de asıl amacın ahlâki faziletlerin korunması için iyi eşler ve anneler yetiştirmek olduğunu ve bunun imkânı yoksa bile Hristiyan kadınlarından daha mahir ve muktedir öğretmenler yetiştirilmesi olduğunu vurgular. Kadın yazarların konferans vermelerinin daha tesirli olacağı görüşünü savunan yazara göre, bir erkek cinsiyet farkından dolayı kadınlarla her şeyi konuşamaz. Bu nedenle kadın doktorlar ve kadın öğretmenler, bu görevi yerine getirmelilerdir (1330: 102-103).

Nevsal-i Nisvan’da Osmanlı kadınlarında ilerleme olduğunu ifade eden yazara göre, kadınların terakki ve terbiyeleri, bir milletin geleceğini şekillendiren en önemli unsurlardandır. Yazar, bu bağlamda Nevsal-i Nisvan’daki “Osmanlı Kadınlarında Terakkiyat” başlıklı yazısında, Hanımlara Mahsus Gazete’nin beyannamesi niteliğindeki “Tahdis-i Nimet Tayin-i Meslek” başlıklı yazıda da yer alan ifadelere yer verir. Bu bağlamda yazılarında genel olarak kadınların tahsil ve terbiyesinin önemini vurgulayan Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, Osmanlı Türk kadınlarının ahlâkını bozan sebeplerden birisi de zengin

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

143632012

ve büyük ailelerin yaşam biçimleridir. Zira orta halli ya da fakir ailelerin iffet ve ciddiyet sahibi olduğunu belirten yazar, genellikle büyük ya da zengin ailelerin hafif davranışlar sergilediklerini ifade eder. Çünkü bu ailelerdeki kadınlar, serbest ve lakayt davranış biçimini alışkanlığa dönüştürmüşlerdir. Yazarın bu tespitine gerekçesi de zengin ailelere mensup kadınların tiyatrolara gitmeleridir. Bu ailelerdeki kadınlar sadece kadınlara mahsus tiyatrolara gitmedikleri gibi yazara göre, Osmanlı Devleti’ndeki tiyatrolar ciddiyetten uzak oldukları için milli ahlâkı fesada düşürmektedirler (1330: 102). Avanzade Mehmet Süleyman’ın bu tutumu, gelenekçi kesimin tiyatroya bakış açısının bir yansıması olduğu gibi kadınların sosyal yaşam içinde görünürlük kazanmalarına yönelik eleştirilerinin bir sonucudur. Oysa yazarın Nevsal-i Nisvan’a bir yazısını aldığı ve Hanımlara Mahsus Gazete’de beraber yazı yazdığı Emine Semiye bu noktada, tam tersi bir düşünüş tarzı içindedir. Emine Semiye, gelişmiş ülkelerde tiyatronun bir edep mektebi olduğunu söyleyerek, tiyatronun eğitici rolüne inanır. Emine Semiye’ye göre bir dershaneye benzeyen tiyatro sahnesinde insan ahlâk ilmini öğrendiği gibi zarafeti ve inceliği öğrenmeye dalar” (Kurnaz 2008:185-186).

Mutlu Yaşam Dairesi: Aile İçinde KadınKadının aile içindeki rolü, Tanzimat dönemi yazarlarının en fazla üzerinde durdukları unsurlardan birisidir. Zira Şemsettin Sami’nin “aile demek kadın demektir” şeklindeki sözleri, bu dönemdeki gelenekçi aydınların manifestosu niteliğindedir. Kadına verilen değerin özellikle ev içinde kadının etkin unsur olmasıyla ilintilendirilmesi, toplumsal düzenin ve ahlâki yüceliğin öncelikle ailede sağlanacağı düşüncesinin bir ürünüdür.

Kadınların evlilik yaşamları ve ev içindeki rolleri/görevleri, Tanzimat dönemi yazarlarının sıklıkla işledikleri bir konu olmakla beraber özellikle kadınların aile içinde konumlanışlarına dikkat çekilmiştir. Fatmagül Berktay, “Tarihin Cinsiyeti” kitabında “Osmanlı kadınları ve onları hem destekleyip hem de söylemin ve pratiğin sınırlarını çizen erkek aydınlar, kadın eğitiminin gerekliliğini Batı’daki tartışmalara benzer biçimde kadının eş ve annelik rolünü daha iyi yapabilmesi ile temellendiriyorlar” (Berktay 2006: 93) görüşüyle bu dönemdeki kadınlara verilen eğitimin asıl amacının annelik ve eş vazifesinin olduğunu belirtir. Bu dönemde kadınlarla ilgili görüşleriyle dikkat çeken Şemsettin Sami, “Kadınlar” adlı eserinde “Cemiyet-i beşeriyenin saadeti kadınların terbiyesine mütevakkıf olduğundan, kadınların terbiyesi cemiyet-i beşeriyenin sadetine muciptir” (Şemsettin Sami 1996: 33-37) düşüncesiyle ailenin asıl unsurunu oluşturan kadınların eğitiminin sadece aileyi değil aynı zamanda milleti de kurtaracağını ve böylelikle toplumsal

B e y h a n K A N T E R

14463

2012düzenin sağlanacağını vurgular.

Özellikle kadın yaşamına dair konuları gündemine alan Avanzade Mehmet Süleyman’ın üzerinde önemle durduğu bir diğer konu ise gerçek hayat olarak nitelendirdiği evlilik yaşamıdır. Zira yazarın evlilik yaşamının en küçük bir mutluluk anını ve en basit bir eğlencesini kalbin bütün gamını ve dertlerini def etmeye yetecek şekilde görmesi, evliliği kutsamasına yönelik dini referanslı geleneksel düşünüş tarzının yansımasıdır. Evlilik yaşamının gayet nazik ve çabuk lekelenecek bir elbise gibi korunması gerektiği düşüncesi, yine yazarın evliliği kutsallaştırmasının bir sonucudur.

Sevip de evlenmenin bir piyango veya kumar oyununa benzediği görüşünde olan Avanzade Mehmet Süleyman’a göre evliliğe erkekler, serbestîlerini, kadınlar da sadetlerini koyarlar. Bu bağlamda, evliliği iki kürekli bir sandala benzeten yazar, sandalın hâkimiyetinin sağlanmasını eşlerin uyum içinde olmalarına bağlar (1330: 91). Evlilik yaşamında kadın ve erkeğin birbirlerini tamamlayıcı unsurlar olduğu düşüncesini dile getiren yazar, “kadın erkeği erkek de kadını kullanmayı bilmelidir” ifadesiyle eşler arasındaki uyumu vurgulamasına rağmen erkeklerin eşlerine karşı daima kudretlerini göstermelerini ve gururlu davranmaları gerektiğini belirtirken, hegemonik erkek söylemini yansıtır. Yazar, “Rehber-i Muamelat-ı Zevciyye” adlı kitabında da erkeklerin eşlerine nasıl davranmaları gerektiğini yine egemen erkek bakış açısıyla anlatır. “Neredeyse kadınları, ‘kullanma talimatı’ hükmündeki kitabında kadın ile erkek arasındaki biyolojik farklılıkların, erkeğin yüce (ulvi), kadının ise yaratılışının verdiği özelliklerle alt(süfli) alanda hâkim olmasını sağladığını anlatır. Kadın ile erkek arasındaki biyolojik farkları vurgulayarak ve kadının erkekten daha zayıf yaratıldığını iddia ederek kadınlar için belirli bir profil çizer” (Denman 2009: 140).

Geleneksel anlayışta, evlilik yaşamının kutsanması, toplumsal yaşamın en önemli dinamiklerinin aile tarafından düzenlendiği düşüncesinin yansımasıdır. Geleneksel çizgiyi benimseyen Avanzade Mehmet Süleyman, evliliği hayatın en kıymetli eserlerinden birisi olarak ifade eder. Bu bağlamda yazara göre, hiçbir ümidi olmayan insanın mesut ve bahtiyar olması, insaniyete girdiği evlilik hayatında dikkat ve olgunlukla hareket etmesine bağlıdır. Yazarın görüşünü desteklemek için Milton’un, “bir kadını idare etmek bir devleti idare etmekten daha zordur” (1330: 73) sözünü söylemesi, Avrupalı yazarların kadına/evliliğe bakış açılarından örnekler sunmak içindir. Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadınların övülmekten çok hoşlandıklarını vurgulaması, hatta sahte bile olsa övücü sözlere inandıklarını belirtmesi de kadınların kolay kandırılabilir olmalarına bir göndermedir. Yazara göre, en sert bir kadını yumuşatmak için bile iltifat yeterlidir.

Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadınlarla ilgili bir diğer tespiti de

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

145632012

kadınların ev içindeki görevlerinin zorluğudur. Yazara göre, bir memleketin numunesi sayılan ev, bir kadının bir vali kadar iş göreceği idare alanıdır (1330: 68) Çünkü gelecekte memleketi idare edecek olan çocuklar, ilk terbiyeyi ve ilk idare örneklerini annelerinden öğreneceklerdir. Bu nedenle kadınlar, kendi kendilerinin hem hizmetçisi hem de efendisi olduğunu düşünerek çocuklarını çalışmaya yönlendirmelidirler. Yazarın aile hayatıyla ilgili tespitlerinden birisi de, kadınların çevrenin etkisiyle daha küçük yaşlardan itibaren hayalperest bir özelliğe sahip olmalarıdır. Yazarın kadınlara yönelik bu eleştirisi ve kadınların sokakta kendilerine bakan erkeklere karşı ciddiyetlerini koruyamadıkları fikri, Osmanlı’daki gelenekçi kesimin kadınlarla ilgili yanlış düşüncelerinin bir yansımasıdır. Kadınları, hayalperest olmakla itham eden Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, her kız, yemek pişirmeyi, çamaşır yıkamayı, evi idare etmeyi ve eşine nasıl davranacağını öğrenmelidir (1330: 103). Tanzimat’tan sonraki süreçte “kadın inkılâbı” yolundaki hareketliliğin etkisiyle kadının asli vazifelerini unutacağı düşüncesi, gelenekçi yazarların en büyük endişelerindendir. Nitekim Avanzade Mehmet Süleyman da bu endişelerini zaman zaman kadınları sınırlayıcı bir üslupla dile getirmektedir.

Kadınların sosyal yaşam içindeki konumlarını terbiye ve nezaketle ilişkilendiren Avanzade Mehmet Süleyman, akıllı kadını terbiyeli ve nezaketli olarak nitelendirir. Yazara göre, bu özelliklere sahip kadınlar, teklif ve teklifsizliğin derecesini, giyinmeyi, konuşmayı bilir. Oysa cahil kadın ise eşine karşı lakayt davrandığı gibi özellikle güzelliğine güvenirse eşini ve çocuklarını önemsemez. Yazarın eleştirdiği bir başka kadın tipi ise her şeyi modaya uydurmak isteyenlerdir. Modayı, İslamlığı unutturan bir unsur olarak ele alan yazar, modaya uygun giyinen kadınları, bir sebze tarlasında yetişen faydasız otlara benzetir. Yazar, bu katı tutumunu daha da ileri götürerek bu kadınların hemcinslerinin ahlâkını bozmaktan başka bir işe yaramadıklarını belirtir. Avanzade Mehmet Süleyman’ın eleştirisi, sadece modaya uygun giyinen kadınlara değil, aynı zamanda bu kadınlar yüzünden gazetelerde yaygaralar koparan yazarların haktan ve hukuktan bahsetmelerinedir. Zira Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, bu yazarlar, Avrupa’nın etkisinde kalarak kadınları esaret altında olmakla suçlarlar. Oysa Avanzade Mehmet Süleyman, bu yazarların hakiki bir Müslüman ve vatanperver gibi düşünmedikleri fikrindedir. Çünkü Avanzade Mehmet Süleyman gibi katı bir tutum sergileyen ve erkek egemen anlayışı benimseyenlere göre bu yazarlar, beş on hafif mizaca hizmet edeyim derken, yüzlerce binlerce fazilet sahibi kadınlara kötülük etmektedirler (1330: 126).

Tanzimat döneminde kadınların giyim ve kuşamlarıyla ilgili beyannameler

B e y h a n K A N T E R

14663

2012yayınlanması, özellikle gelenekçi kesimin desteklediği bir durumdur. Nitekim Avanzade Mehmet Süleyman, hafif mizaçlı giyindiklerini düşündüğü kadınların giyimlerine sınırlandırma getiren hükümet beyannamesini takdir eder. Bununla birlikte yazar, kadınların hava alabilmeleri için sadece kadınlara mahsus bahçelerin oluşturulmasını ister. Buna gerekçe olarak da, kadınların sokaklarda tacize uğramalarının önüne geçileceği fikrini sunar. Yazarın kadınlarla ilgili önerilerinden birisi de yardıma muhtaç olan dul ve fakir kadınlara yardım etmek için dernekler kurulmasıdır. Bunu da sadece hükümetten beklememek gerektiğini ifade eder (1330: 28). Ancak Avanzade Mehmet Süleyman’ın önerdiği dernekler, Tanzimat döneminden itibaren örnekleri görülmeye başlayan ve özellikle kadın yazarların destekledikleri yardım dernekleridir.

Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadınlara yönelik bir başka eleştirisi de kadınların dedikoduya meraklı olmaları ve daima gülmek, eğlenmekle vakit geçirmeleridir (1330: 77). Ancak yazar, bu noktada pek çok erkeği de kadınlarla özdeşleştirilir. Eş seçiminde erkeklerin dikkat etmeleri gereken özellikleri sıralayan Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, cahil kadın âlime, fakir zengine, çirkin güzele, ahmak akıllıya, kimsesiz analıya babalıya tercih edilmelidir. Bu düşünüş tarzında, aslında evde her anlamda sınırlandırılabilecek bir eşin varlığının olması gerektiği vurgulanır. Bunların dışında yazar, kadınlarda sadakat ve vefanın öncelikli olmasını telkin ederken hodperest kadını çirkin olarak tanımlar. Evlenirken faziletli bir kadın seçmek ve evlenilecek kişinin anasının, babasının ve akrabalarının sorulması gerektiğini vurgulayan yazara göre, bunlar bir evlilik yaşamının korunması için yadsınamayacak gerçekliklerdir (1330: 80). Zira yazar, ataerkil aile yapısının korunması açısından kadın algısının dönüşümünden hoşnutsuzdur.

Kadınlarla ilgili haksız uygulamaların eleştirildiği ve çözümler üretilmeye çalışıldığı bir süreçte Avanzade Mehmet Süleyman, kızların küçük yaşta evlendirilmelerine karşı çıkar. Bu durumun kadınların ömrünü kısalttığını söylemesi, bu geleneksel tutumun yanlışlığını ifade etmesi açısından önemlidir. Erken yaşta evliliğin kadınları çabuk çökerteceğini ve hastalığa yol açacağını özellikle geç evlenen kadınların vereme yakalanmayacaklarını belirten yazara göre, pek çok sorun kızların erken yaşta evlenmesinden doğar. Yazar, bu konuyu “Rehnüma-yı Malumat-ı Zevciyye” adlı eserinde detaylı bir biçimde açıklama gereği duymuştur. Ancak devrin Ahmet Mithat Efendi gibi bazı aydınları, erken yaşta evlilik konusunu gençler adına olumlama eğilimi içindedirler. Ahmet Mithat Efendi, “Peder Olmak Sanatı” adlı eserinde özellikle erkeklerin erken yaşta evlenmelerinin yüklediği

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

147632012

sorumluluk sayesinde kötü alışkanlıklara meyletmeyeceklerini vurgulayarak erken yaşta evliliği destekler. Avanzade Mehmet Süleyman devrinin diğer yazarları gibi, görücü usulü evliliğe de karşıdır. (1330: 107). Yazara göre, akrabalar tarafından kararlaştırılan evlilikler genç çiftlerin iradelerini ortadan kaldırmaktadır.

Evlilik yaşamıyla ilgili kadınlara öğütler veren Avanzade Mehmet Süleyman’ın iyi ve mutlu bir evlilik yaşamının karı kocanın birbirlerine olan davranışlarıyla ilintili olduğunu belirtmesi, aslında bilinen ve o devirdeki eserlerde sıklıkla vurgulanan bir gerçeği yansıtır. Kadınların lakayt bir evlilik yaşamı sürmelerini ve giyimlerine dikkat etmemelerini vakit darlığına ve işlerinin çokluğuna bağlamalarını mazeret olarak görmeyen Avanzade Mehmet Süleyman, akıllı bir kadının bilakis kaş ile göz arasında kendisine zaman ayırabileceğini vurgular. Nitekim yazar, “Hanımlara Mahsus Gazete”de yayınlanan “Kadın” adlı yazısında, evlilik yaşamındaki aksaklıkları kadın ve erkeğin birbirlerine karşı sorumsuz davranmalarına bağlar (1313: 1-2). Bununla birlikte kadınların eşlerinin ölümünden hemen sonra evlenmeyi düşünmeleri ve evlatlarını önemsememeleri, Avanzade Mehmet Süleyman’ın kadınlarla ilgili sorunsallaştırdığı bir diğer meseledir. Kadınların değişiminin, âlicenap ve faziletkâr kadınların kalmadığına bağlanması ise kadınların kendi olmak için verdikleri mücadelelerin değersizleştirilmesini yansıtır. Ancak yazar, bu noktada erkeklerle kadınları eş değer tutar. Zira sadece eşleri ölen kadınların değil aynı zamanda eşleri ölen erkeklerin de evlenmesine karşıdır. Kadınların evlatlarını düşünmediğini belirtirken de bir kavmin hayatını muhafaza etmeyi başarmasını faziletkâr kadınlarının olmasına bağlar. Hatta buna örnek olarak da Allah’ın her türlü belayı ahlâkını yitiren kavimlere musallat etmesini gösterir. Yazara göre, sevgiyi parayla değiştiren milletler, aşağılık bir vaziyete düşmekten kurtulamazlar.

Kutsal Rol Beklentisi: AnnelikTanzimat döneminde, “ilerici” erkek yazar ve düşünürler, “Toplumun aydın erkeklerini yetiştirecek olanlar eğitimli validelerdir” önermesiyle kadınların eğitimini savunuyor ve aynı zamanda kadınların etkinlik alanını annelik göreviyle sınırlamaya çalışıyorlardı (Zihnioğlu 2003: 104). Bu bağlamda, kadınlara eğitim verilmesinin temelini toplumsal yaşamın varlığını koruyacak iyi anneler yetiştirmek düşüncesi oluşturmaktadır. Nitekim Avanzade Mehmet Süleyman’a göre de kadınların en kutsal görevi anneliktir. Zira bir memleket için yetişecek ricalin en önemli vasıtası validelerdir (1330: 76). Çocukların çokluğunu bir kadının/annenin süsü olarak nitelendiren yazarın bu görüşü, Osmanlı toplumunun genel tavrıdır. İlber Ortaylı, “Osmanlı

B e y h a n K A N T E R

14863

2012Toplumunda Aile” kitabında, kadının aile ve toplum içindeki konumunun çocuk sayısı ve yaşlılık ile yükseldiğini belirtir” (Ortaylı 2007: 63).

Annelik görevinin kutsiyetinin altını çizen Avanzade Mehmet Süleyman, bir annenin özellikle yedi yaşına kadar çocuklarının terbiyesi ve irfanı ile ilgilenmesi gerekliliğinin önemini vurgular. Yazarın bu görüşü, kadınlara yönelik gazete ve dergilerde, kadın yazarların da ısrarla üzerinde durdukları konulardan birisidir. Şemsettin Sami de bir çocuğun sekiz yaşına kadar asıl eğitimi annesinden alabileceğini, okulun sadece okuma ve yazma öğreteceğini ve çocuğun ahlâkını ve doğasını değiştirmeye muktedir olamayacağını belirtir (Şemsettin Sami 1996:38). Kadınların eğitiminin çocuk yetiştirilmesindeki etkisi pek çok kadın gazetesinin de ele aldığı başlıca konulardan birisidir. Avanzade Mehmet Süleyman, kadın gazete ve dergilerinde yazılar yazarak anneliği yücelten kadın yazarlarla aynı görüşü paylaşır. Yazara göre, bir kadın ne kadar bilgili olursa, onun büyüttüğü çocuk da o kadar iyi terbiye görür. Zira kadınlar, insanlığın annesidirler. Bu bağlamda kadınların terbiye ve tahsili aynı zamanda bir toplumun geleceğinin terbiye ve tahsil görmesi demektir (1315: 33). Yazarın Nevsal-i Nisvan’da da çocuk büyütmenin ve çocuğun tahsili ve terbiyesiyle ilgilenmenin annenin himmetiyle olacağını belirtmesi ve erkeğin bu noktada görevinin daha sınırlı olduğunu ifade etmesi, kadının ev içindeki rolünün özellikle annelikle özdeşleştirilmesinin bir sonucudur. Çocuğu yaşama ilk hazırlayan kişi annesidir. İlk kelimelerini annesinin ağzından işiten ve gündelik yaşamın içine annesinin sözleriyle katılan çocuk, annesi sayesinde yaşam hakkında fikir sahibi olmaya başlar (1311: 38).

Tanzimat devrinin belirgin özelliklerinden birisi de çocuk öznenin yaşamsal alan içinde etkin bir varlık olarak algılanmaya başlamasıdır. Dönemin gazete ve dergilerinde kadınların annelik görevini en iyi şekilde yapabilmelerine yönelik bilgiler örnekler bağlamında sunulur. Avanzade Mehmet Süleyman da yazı ve makalelerinde, kadının annelik vasfının sınırlarını genişleterek anne ve çocuk ilişkisi üzerine fikirlerini beyan eder. Nitekim yazara göre, her şeyden önce evladına bakmakla sorumlu olan bir kadın için çocuklarının geleceği, mutluluk ve övünç kaynağı olmalıdır. Zira bir annenin çocuğunu uyanık buldukça onu şefkatli kucağına alması gerçek bir muhabbettir. Rütbe ve şanı ne olursa olsun bir kadının çocuğunu kendi arzusuyla emzirmesi ve gözetmesi annenin en büyük görevidir. Çocuğunu emzirmekten kaçınan bir anne, onun ilk busesinden ve ilk tebessümünden mahrum kalır. Yazara göre, çocuğun en tehlikeli zamanı korunmaya muhtaç olduğu ilk gençlik dönemidir. Ücretle tutulmuş bir kadının bir çocuğa annesi gibi bakması mümkün olmadığı için çocuğuna bizzat kendisi bakan bir valide ona hizmet etmiş olur (1330: 66).

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

149632012

Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, ölçüsüz derecede ziynete, altına ve süse düşkün, ahlâki açıdan düşük ve düşünce bakımından yetersiz kadınlara sahip bir millet, hayatını koruyamayacağı gibi varlığını da sürdüremez. Zira insan doğurmak göreviyle yükümlü olan kadın, sadece insanı değil insaniyeti de beraberinde doğurmalıdır (1330: 3). Avanzade’nin bu yaklaşımı, her ne kadar kadınları sadece doğurmayla sınırlandıran bir bakış açısı gibi görülse de yazarın asıl vurgu yaptığı unsur, kadının annelik görevinin sadece doğurma eylemiyle sınırlı olmayıp aynı zamanda millete kazandıracağı bedenlerin “insaniyet” vasıflarını taşıması ile de ilintilidir. Yazara göre, “insan insaniyetle kaimdir. Bunları doğuran ise kadındır.” Bu bağlamda yazar, bir milleti/memleketi yüceltecek olanların ancak faziletli ahlâklarıyla yaşamlarını kurgulayan kadınlar olduğunu ifade eder.

Sağlıklı Bedenden Estetik Bedene: Dişi BedenTanzimat dönemimdeki kadın dergilerinde kadınlarla ilgili her türlü konuya yer verilmiştir. Kadınların dış güzelliklerinden kişisel bakımlarına kadar pek çok konuda, kadınlara eğitim verilen kadın dergileri kadınlar için adeta bir okul niteliğindedir. Avanzade Mehmet Süleyman da kadınlarla ilgili yazdığı eserlerinde, kadınların sadece sosyal yaşam içindeki konumlarıyla ilgili değil aynı zamanda kadınların bedenlerinin sağlığıyla ve bedenlerinin eğitimiyle ilgili de bilgi vermeyi bir görev saymıştır.

Kadınlara sağlıklı yaşam hakkında bilgi veren Avanzade Mehmet Süleyman’ın vurguladığı unsurlardan birisi de ışığın beden ve ruh sağlığı açısından önemidir. Nitekim ışığın insanlığın aynası olduğunu vurgulayan yazar, kadınlara güneşli yerlerde gezmelerini tavsiye ederken sadece sağlıklı değil aynı zamanda steril bedenlere sahip olmanın yollarını belirtir. Yazar, kadınların steril bedenlere sahip olabilmeleri için beden temizliğinin nasıl yapılması gerektiği hakkında bilgi verir.

Hanımlara Mahsus Gazete’nin bir süre sorumlu müdür görevini de üstelenen Avanzade Mehmet Süleyman, buradaki yazılarında özellikle güzellik ve sağlık konuları üzerinde durur. Avanzade Mehmet Süleyman’ın sağlık sorunlarına eğilmesinde, şüphesiz aldığı eczacılık eğitiminin etkisi ve sağlıkla ilgili bildiklerini paylaşma arzusu yadsınamaz. “Kadın Esrarı” kitabının aynı zamanda kadınlar için bir güzellik rehberi olduğunu vurgulayan yazar, kadın bedenini güzellik ve estetik açısından ele alarak kadınlara dış görünüşleriyle ilgili tavsiyelerde bulunur. Ancak yazar, bu tavsiyelerinde de yine kadınların ev içi bakımlarından söz eder. Özellikle çarşaf giyen ve yüzleri peçeyle örtülü olan İslam kadınlarının “pudra ve düzgün” kullanmalarının gereksizliğini dile getirir. Yazarın vurguladığı noktalardan birisi de pudraların içindeki kimyevi maddelerin kadın cildinde yol açacağı hasarlardır (1313: 4).

B e y h a n K A N T E R

15063

2012Hanımlara Mahsus Gazete’de kadınlara yönelik güzellik bilgilerinin verilmesi,

kadınlara hitap edebilmenin bir başka yoludur. Avanzade Mehmet Süleyman, kadın güzelliğini aynı zamanda süs ve estetik bakımından da ele alır. Güzelliğin erkekten ziyade kadına has bir özellik olduğunu vurgulayan yazara göre güzelliğin gayesi, erkeğin kadına, kadının da erkeğe estetik ve hoş görünme arzusudur. Kadının güzelliğinin kendi varlığına ait olduğunu ifade eden yazara göre, doğal güzellik esas olduğu için kadının abartılı biçimde süslenmesi gereksizdir. Zira yazara göre, “İpekli ve dantelâlı elbiselerin, mücevheratın, zehirli pomatların, düzgünlerin verdiği güzellik sahtedir. Zevahire aldanmak şanından olmayan bir erkek bu suni, bu sahte güzelliğe aldanmaz”.

Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, bir kadın mutluluk ve selameti için ziyneti; sağlığı için de bazı ilaçları ve bunların nasıl kullanılacağını bilmelidir. Yazarın kadınların süslenmeye hakları olduğunu söylemesi, kadınlarla ilgili olumladığı noktalardan birisidir. Yazar, giyim konusunda Avrupa kadınlarını örnek göstererek Osmanlı kadınlarının da onlar gibi malumat sahibi ve faziletli olmalarını vurgulayarak sade bir süs ve sade bir elbise giymelerini önerir. Ancak yazarın bu düşünüş tarzı, kadının ev içindeki görevi ve evdeki görüntüsüyle ilgilidir. Kadının süslenme ihtiyacı içinde olduğunu ve fıtraten de buna meyilli olduğunu vurgulayan yazar, ziynet konusunda kadınların dikkatli olmaları gerektiği düşüncesini taşır. Çünkü yazara göre, kadınların ahlâkını ve güzelliklerini bozan şeylerden birisi de “ziynet”dir. Abartılı derecede ziynet ve her düğün için yeni elbiseler yapmak ev huzurunu bozacak bir israftır (1330: 105).

Kadınların bedenleri üzerinde haklarını değerlendirirken kadınların spor yapmalarına ısrarla vurgu yapan Avanzade Mehmet Süleyman’a göre, tembellik pas gibidir; vücudu doğduğu yerde çürütür. Vakti doğru kullanmanın önemini vurgulayan yazar, kadınların özellikle her gün dört saat kadar aile işleriyle meşgul olmalarını telkin eder. Ancak bununla birlikte yazar, sağlıklı bedenler için kadınların jimnastik yapmalarını önerirken hareket etmeyi hayatın kendisi olarak nitelendirir. Avanzade Mehmet Süleyman’ın “Kadın Esrarı” kitabında, kadınlara tavsiye ettiği diğer konular ise saç, cilt ve ağız bakımıyla ilgilidir. Yazarın Nevsal-i Nisvan’da da en mükemmel nasır ilacı hakkında bilgi vermesi, kadınları ev hekimliğiyle ilgili bilgilendirmek içindir.

SonuçTanzimat dönemi, ‘kadın hareketi’nin başladığı ve Osmanlı Türk kadınlarının kendi olma mücadeleleri verdiği bir süreçtir. Bu süreçte pek çok aydın erkek

Kadın Hakları Savunuculuğunda Avanzade Mehmet Süleyman

151632012

yazar da kadın aydınları destekleyerek kadınların sosyal yaşam içinde etkin bir biçimde yer almalarını savunan yazılar kaleme almışlardır. Bu dönemde yayınlanmaya başlayan kadın dergileri “kadınlık ülküsü”nün uyanmasına ve kadınların kendilerini ifade etmelerine zemin hazırlar.

Meşrutiyet dönemiyle birlikte kadın hareketleri sosyal haklardan kayarak siyasi haklara doğru bir seyir takip eder. Meşrutiyet dönemi yazarlarından Avanzade Mehmet Süleyman, eserlerinin çoğunu kadınlar için ve kadınlara sosyal yaşamda ve ev yaşamı içinde yol göstericilik misyonuyla kaleme almıştır. Eserlerinde geleneksel ve İslam dinini referans alan bir çizgiyi takip eden Avanzade Mehmet Süleyman’ın ideal kadın tipi “ahlaklı İslam kadınları”dır. Eserlerinde Avrupa’daki feminist hareketlerle Osmanlı Türk kadın hareketini kıyaslayan yazar, Osmanlı Türk kadınlarının Avrupalı kadınlardan daha fazla haklara sahip olduklarını ispatlama eğilimindedir.

KaynaklarAvanzade Mehmet Süleyman (1311), Muharrir Kadınlar, İstanbul: Kasbar Matbaası.

Avanzade Mehmet Süleyman (1313) ,“Kadın”, Hanımlara Mahsus Gazete, S. 105, s.1-2.

Avanzade Mehmet Süleyman (1315), Nevsal-i Nisvan, İstanbul:Yuvanaki Pinoyotidis

Matbaası.

Avanzade Mehmet Süleyman (1330), Rehber-i Muamelat-ı Zevzciye, İstanbul:Malumat

Kütüphanesi.

Avanzade Mehmet Süleyman (1330), Kadın Esrarı, İstanbul: Şems Matbaası.

Avanzade Mehmet Süleyman (1338), Rehber-i İzdivaç, İstanbul: el Adl Matbaası.

Aşa, Emel (1989), 1928’e Kadar Türk Kadın Mecmuaları, Yayınlamamış Yüksek Lisans

Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Bekiroğlu, Nazan (2008), Şair Nigar Hanım, İstanbul:Timaş Yayınları.

Berktay, Fatmagül (2006), Tarihin Cinsiyeti, İstanbul: Metis Yayınları.

Butler, Judith (2008), Cinsiyet Belası, (Çev.Başak Ertür), İstanbul: Metis Yayınları.

Canbaz, Firdevs (2010), Fatma Aliye, İstanbul: Timaş Yayınları.

Çakır, Serpil (1996), Osmanlı Kadın Hareketi, İstanbul: Metis Yayınları.

Denman, Fatma Kılıç (2009), İkinci Bir Meşrutiyet Döneminde Bir Jön Türk Dergisi: Kadın.

Gasset, Ortega (1999), İnsan ve Herkes, İstanbul: Metis Yayınları.

Kurnaz, Şefika (2008), Osmanlı Kadın Hareketinde Bir Öncü Emine Semiye, İstanbul: Timaş

Yayınları.

Okay, Orhan (2008), Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, İstanbul: Dergah

Yayınları.

Ortaylı, İlber (2007), Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayınları.

Rousseau, Jan Jacques (1966), Emile, (Çev. Hilmi Ziya Ülken, Ali Rıza Ülgener, Salahattin

Güzey), İstanbul: Türkiye Basımevi.

Şemsettin, Sami (1996), Kadınlar, (Haz. İsmail Doğan) Ankara: Gündoğan Yayınları.

Zihnioğlu, Yaprak (2003), Kadınsız İnkılâp, İstanbul: Metis Yayınları.

“Resim, sessiz bir şiir; şiir konuşan bir resimdir.” Simonides

ÖZServet-i Fünun topluluğu ve Meşrutiyet dönemi edebiyatında eser veren, özellikle coşku dolu millî nesirleriyle şöhret bulan Süleyman Nazif, Fransız romantik ressam Eugene Delacroix hakkında da bir şiir kaleme alır. Bu şiirde Fransız ressamın sanatına duyduğu hayranlığı dile getirir. O’nun, Eugene Delacroix'a hitaben bir şiir kaleme almasında, ressamın romantik olması, meşhur “Liberty Leading the People” (Halka Önderlik Eden Özgürlük) tablosu ile ressamın eserlerinde Türklere de yer vermiş olması etkilidir.

Anahtar Kelimeler: Süleyman Nazif, İbrahim Cehdi, Eugene Delacroix, Servet-i Fünun şiiri.

ABSTRACTİbrahim Cehdi's (Süleyman Nazif) Poem: “Eugene Delacroix” Süleyman Nazif produced many literary works in the Servet-i Fünun literature and in the constitutional monarchy period literature, and is known with his enthusiastic nationalistic proses. He also writes also a poem for Eugene Delacroix who was a French romantic painter. Süleyman Nazif expressed his admiration to the French painter’s art in this poem. The reason why Süleyman Nazif wrote a poem addressing to Eugene Delacroix was mostly related to the painter’s romanticism, to his famous painting “Liberty Leading the People”, and to his use of Turks as the subjects of his drawings.

Key Words: Süleyman Nazif, İbrahim Cehdi, Eugene Delacroix, Poem of Servet-i Fünun.

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif )’nin

"Eugene Delacroix” Şiiri

Nezahat ÖZCAN*

* Doç. Dr., Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Teknikokul-lar/ANKARA, e-posta: [email protected]

N e z a h a t Ö Z C A N

15463

2012Giriş

İbrahim Cehdi, Süleyman Nazif’in (1869-1927) şiirlerinde kullandığı müstearlardan biridir.1 O, bu ismi, babasının şair dedesinden alır. Edebî geleneği kuvvetli Diyarbekirli bir aileye mensup olan Süleyman

Nazif kendi kendisini yetiştirir (Ertaylan 2011: 817). Servet-i Fünun dergisinin kadrosuna İbrahim Cehdi müstearıyla katılan şair (Banarlı 1987: 1044); şöhretini; daha çok İkinci Meşrutiyet’ten sonra yazdığı nesirlerine borçludur. Yahya Kemal, “II. Meşrutiyet döneminde, Süleyman Nazif’in nesrinin sınırsız bir değeri bulunduğundan” söz eder (Beyatlı 1986: 26). Süleyman Nazif, özellikle İstanbul’un işgali üzerine kaleme aldığı, “Kara Bir Gün” yazısı ve “Pierre Loti Hitabesi” ile hatırlanır.

Süleyman Nazif’in şiirleri arasında yer alan ve İbrahim Cehdi imzasıyla yayımladığı “Eugene Delacroix” başlıklı olanı (Karakaş 1988: 298)2 bu yazımızın konusunu teşkil etmektedir.

Şairimizin (Resim 1) hakkında adı geçen şiiri yazdığı Fransız ressam Eugene Delacroix (1798-1863), XIX. yüzyılın en büyük ressamlarındandır (Resim 2). Kendisi, sanat tarihinde “biçimin ve rengin şairi” olarak görülür (Yetkin 2007: 93). Ressam adının bu akımla anılmasını istemese de, resim çevrelerinde Fransız romantiklerinin en başarılıları arasında kabul edilir (Farting 2007: 383).

(Resim 1) Süleyman Nazif (1869-1927) (Resim 2) Eugene Delacroix (1798-1863)3

1 Süleyman Nazif’in kullandığı diğer müstearlar, “Nazif, Şair, S. N. , Cadı, Kara Kedi, Selim Sa-kit, Abdulahrar Tahir, Selim Sabit, A. Abdulahrar Tahir, Abdulahrar ve Hafız İsmail”dir (Yıldı-rım 2006: 382).

2 “Eugene Delacroix” başlıklı şiir, önce Servet-i Fünûn’da (28 Eylül 1316, C. XX, Nu: 500, s. 82), daha sonra da İrtikâ’da (12 Teşrîn-i evvel 1900, C. II, Nu: 81, s. 128) yayımlanır (Karakaş 1988: 298).

3 Ressamın kendi fırçasından portresi (1837).

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

155632012

Ressamın en meşhur iki tablosu, Louvre Müzesi'ndeki “Halka Önderlik Eden Özgürlük” ile Lord Byron’un “Sardanapalus” şiirinden mülhem “Sardanapalos’un Ölümü”dür. Romantik resmin ilk ve en büyük temsilcisi olarak görülen “öykücü ressam” Delacroix’da, “melodik ve güzel” olma kaygısı yerine, kavgacı sanat anlayışı hâkimdir (Hauser 1984: 29, 183).

Şu anki bilgilerimiz, Osmanlı’da Fransız ressam Eugene Delacroix ile ilgilenen ilk ismin, Halil Şerif Paşa olduğu şeklindedir (?-1879). Batılı ressamların tablolarını toplayan Osmanlı’nın ilk resim koleksiyoncusu Halil Şerif Paşa, Paris’te bulunduğu zaman zarfında Fransız ressam Delacroix’nın da tablolarından altı tanesini koleksiyonuna dâhil eder.4

Tablolarının bazılarında Doğu dünyasından temalar işleyen Delacroix, 1820’lerde renkli kıyafetli Türk figürleri de çizer (Resim 3-4).

(Resim 3) Eyer ile Türk 1824-25 (Resim 4) Divanda Çubuk Tüttüren Türk 1825

Batılı romantik sanatkârlarda mevcut meşhur Doğu yolculuğu özlemi (Parla 1985: 14), Fransız ressamı da etkiler. Delacroix, Avrupa’da modaya dönüşen “Doğu’ya Yolculuk” özlemini, 1832’de Kuzey Afrika’ya yaptığı yolculuk ile dindirir (http://www.musee-delacroix.fr). Bu yolculuk, ressamın tablolarının temasını zenginleştirir. Delacroix, teması “Gizemli Doğu” şeklinde adlandırılabilecek harem, odalık konulu tablolarında oryantalist bir bakış sergiler. Ressamın Doğu seyahatinin izleri; “Dörtnal Giden Arap

4 Mustafa Fazıl Paşa’nın damadı Osmanlı diplomatı Halil Şerif Paşa, Paris’in tanınmış kolek-siyoncularındandı. Paşa İstanbul’a dönerken (1832-1868) zorunlu olarak yüz dokuz tablosu-nu satışa çıkarır (Ülkü Tamer htpp://www.milliyet.com.tr). Bağışladığı eser sayısının sekiz yüz dört adet olduğu belirtilir (http://www.gorselsanatlar.org). Paşa’nın Paris’teki sanat koleksiyo-nu ve satışı, döneminde hayli ses getirir (Tanpınar 1988: 438).

N e z a h a t Ö Z C A N

15663

2012Atlı”, “Atını Eyerleyen Arap”, “Costantinople’e Haçlıların Girişi”, “Akdeniz”, “Ahırda Dövüşen Arap Atları”, “Dağda Çarpışan Araplar”, “Aslan Avı”, “Cezayirli Kadınlar”, “Türk Atlılar”, “Atila ve Atlıları İtalya’yı Fethederken”, “Kır Atlı Türk” adlı tablolarında görülür. Bu gezi, Avrupa’daki Doğu ilgisine yeni bir güç de katar (İnankur 1997: 48).

Eugene Delacroix’nın tablolarındaki figürler, ağırlıklı olarak (mitolojik, edebî, dinî ve tarihî alandan) insanlar, bunu takiben de hayvanlardır (at, aslan, kaplan, piton, papağan gibi). Ressamın, “Çiçek Buketi”, “Konsol Üzerinde Çiçek Vazosu”, “İstakozlu Natürmort”5 gibi tabloları da bulunmakla beraber; tarihî, mitolojik konular onu daha fazla ilgilendirir. Delacroix, ölü doğa resimleri yerine, hareket hâlindeki canlıları, özellikle de insanları ve onların çektiği ıztırabı, çehrelerine ve bedenlerine yansıyan teessürü resmetmeyi tercih eder.

Eugene Delacroix, resim ile şiir arasında yakınlık görür. “Sanattan söz eden, şiirden söz eder. Şiire yönelmeyen sanat yoktur.” ifadeleriyle de bu yakınlığı izah eder (Yetkin 2007: 97). Delacroix, tablolarında kendi kültür ve medeniyet dünyasının sanatkârlarına ve onların edebî eserlerine de yer verir. Racine ve Voltaire hayranı olan Delacroix (Yetkin 2007: 93); Dante, Shakespeare, Hugo, Byron6, Walter Scott, Chateaubriand gibi sanatkârların eserlerinden bazı sahneleri tablolarında canlandırarak edebiyata duyduğu ilgiyi dile getirir.7 Ressam ayrıca, George Sand (Fransız romantik yazar 1804-1876), Turquato Tasso (İtalyan şair 1544-1595) ve Frédéric Chopin (Polonyalı piyanist 1810-1849) gibi bazı sanatkârların portrelerini de çizer (http://www.wga.hu). Delacroix, bu resimleriyle güzel sanatların karşılıklı aynalar gibi birbirini etkilemesine, kendi sanatı cephesinden örnekler verir. Ancak ressamın bu çalışmaları, “edebiyata fazlasıyla önem verdiği ve bu tutumun da resmin aleyhinde olduğu” düşüncesiyle eleştirilir. Ressamı, resim tarihinin en büyük şairlerinden sayan Rene Huyghe gibi isimler de vardır (Yetkin 2007: 97).

Klasik şairlerimizin bir şahsiyet etrafında yazdığı şiirler Hz. Muhammed, Osmanlı padişahları, vezirler ve paşalarla sınırlıdır. Padişaha ve ricale yönelik şiirlerde, övgüler genel ifadelerle yapılır. Bu şiirlerde, mevcut

5 Yiyecek, çiçek, taş, istiridye gibi doğal, ya da kitap, müzik aleti, mücevher, pipo gibi zekâ ürü-nü nesnelerin yapay bir atmosferde, bir kompozisyon oluşturacak şekilde tablolara konu edil-mesi, resim sanatında “Still live” adı verilen tarzı ortaya çıkarmıştır.

6 Süleyman Nazif’in, “Byron” (Servet-i Fünun, 16 Kânûn-ı Evvel 1315, C: XVIII, No: 459, s. 262) başlığını taşıyan bir şiiri vardır (Karakaş 1988: 297).

7 Eugene Delacroix, adları sırasıyla anılan ediplerin İlahî Komedya, Hamlet, Orientales, Sardanapu-lus, Quentin Durward başlıklı eserlerinden ilhamla tablolar yapar.

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

157632012

şahsi detaylar ve özelliklerden daha çok, övülen şahsiyetin bulunduğu makama yönelik ideal özelliklerden söz edilir. Yenileşen şiirimiz ile birlikte, örneğin Şinasi’nin Mustafa Reşid Paşa’ya yazdığı şiirde, övülen şahsiyetin özellikleri nispeten belirgin hâle gelir ve Paşa’ya has özellikler üzerinde, kısmen durulur. Tevfik Fikret’in şiirleri arasında, bir Fransız şairine (Alfred de Musset) yazdığı şiir de vardır (Parlatır vd. 2004: 231-232). Fikret, sanatını takdir ettiği meslektaşlarına şiirler yazarak, onlara duyduğu hayranlığı dile getirir. Yenileşen Türk şiirinde şairler, bir şahsiyete yönelik şiirler yazarken, yavaş yavaş şahsiyetin detay özelliklerine yer vererek, genel hükümler kullanmaktan kaçınırlar.

Tanzimat ile birlikte Doğu medeniyet dairesinden dikkatlerini ve zihinlerini, yavaş yavaş Batı medeniyet dairesine çeviren Türk şairleri, Batı dünyasının sanatkârlarına yönelik şiirler de yazmaya başlar. Tanzimat ile birlikte Batılı şahsiyetler ve sanatkârlar da şairlerimizin temalarına dâhil olur. Bu şiirler, şairlerin hayranlıklarını ve ilgi alanlarını gösterdiği kadar, Osmanlı’daki medeniyet değişikliğinin edebiyata, şiire yansıyan yönünü de sergiler.

Eugene Delacroix’e bir şiirinde yer veren Süleyman Nazif’in resim sanatı ile olan münasebeti hakkında şu cılız çıkarımlarda bulunabiliriz: Devrinin tanınmış edebiyatçı ve tarihçilerinden Diyarbekirli Said Paşa’nın oğlu olan Süleyman Nazif, babası Mardin’de görevli iken 1879’da Ermeni bir papazdan (Akyüz 1986: 387) ve Diyarbakır Adliye Müfettişi Ferit Bey’den Fransızca öğrenmeye başlar (Tuncer 1992: 224). Süleyman Nazif, daha sonraki yıllarda Fransızcasını ilerletir. Öğrenilen yabancı dille birlikte, o dilin kültür ve medeniyet dairesine de yeni bir pencere açılır. Süleyman Nazif, 1897’de Jön Türklere katılmak üzere Paris’e kaçar (Kabaklı 1973: 753). Onun Paris’e firarında, Fransızca bilmesi de etkilidir. Burada, sekiz ay kadar kalır (Akyüz 1986: 387).8 Paris’te bulunduğu zaman zarfında, Eugene Delacroix’nın da aralarında bulunduğu Batılı ressamların bazı tablolarını müzelerden görmüş olma ihtimali yüksektir. Ayrıca ressamın meşhur “Liberty Leading the People” tablosu, Süleyman Nazif’in de dikkatini çekmiş olmalıdır. Yenileşme dönemi

8 Süleyman Nazif-Saray münasebeti, edebiyat çevresinde şairin şahsiyetine yönelik olumsuz bazı tavırlara yol açar. Bu hususta akla gelen ilk isim, Tevfik Fikret’dir. Tevfik Fikret, bir karşı-laşma anında Süleyman Nazif ile tokalaşmayı reddeder. Süleyman Nazif ile tokalaşıp konuş-tuğu için de, yanında bulunan Yahya Kemal’e sitemde bulunur. Yahya Kemal, 1903-1908 yıl-ları arasında, Paris’teki Jön Türkler’in Süleyman Nazif hakkında kendisine verdikleri bazı bilgi-lere Siyasî ve Edebî Portreler’de değinir. Süleyman Nazif’in, Murad Bey’i takiben Paris’e geldiği; Ahmed Celaleddin Paşa ile anlaştığı; Murad Bey’in İstanbul’a dönmesinde etkili olduğu; kar-şılık olarak da Abdülhamid’den Bursa Mektupçuluğu’nu aldığı şeklindeki söylentiler, Yahya Kemal’in Süleyman Nazif’e yönelik olarak zihnini bulandırır (Beyatlı 1986: 25-26).

N e z a h a t Ö Z C A N

15863

2012aydınımız ve sanatkârımız üzerinde, Fransız İhtilali’ni hazırlayan süreç ve İhtilal’in tesirleri büyüktür. Tanzimat edebiyatı hak, eşitlik, hürriyet gibi kavramlar etrafında şekillenir. Bilindiği gibi bu kavramların kaynağı, Fransız İhtilali’dir. Sadece, Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde değil; Cumhuriyet döneminde de aydınımızın ve sanatkârımızın Fransız İhtilali’ne yönelik hayranlığı devam eder. Bir romanda geçmekle beraber şu cümle, bu takdir hissinin kanıtıdır: “Dünyada Fransız İhtilali kadar büyük ve güzel epope azdır.” (Tanpınar 2000: 307). Romantizmin ortaya çıkmasında Fransız İhtilali etkilidir (Kefeli 2009: 32). Mutlakiyet karşısında meşrutiyeti savunan ve Fransa’da bulunduğu zaman zarfında da görünürde meşrutiyet yanlısı olarak çalıştığı belirtilen Süleyman Nazif’in (Banarlı 1987: 1044), “Liberty Leading the People” ressamını Paris’te keşfetmiş olması, ihtimal dâhilindedir. Ayrıca romantik ressamın, “duyusal ve tüyler ürpertici bir egzotizmi sergilediği” Doğu temalı tablolarının da (Parla 1985: 13), Süleyman Nazif’in ilgisini çekmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Celal Nuri İleri, Süleyman Nazif’e yönelik olumsuz tenkidin ağır bastığı bir yazısında, şairin genel olarak bütün romantik sanatkârlardan hoşlandığını belirtir (1995: 50). Süleyman Nazif’in, hakkında bir şiir kaleme aldığı Eugene Delacroix da, Fransız romantik ressamların en önemli temsilcisidir. Ressamın tarihî ve millî konulara bağlılığı da, Süleyman Nazif’in Fransız ressam hakkında şiir kaleme almasında etkilidir.

Süleyman Nazif’in, Fransız bir ressamı şiirine konu etmesi, yenileşen Türk edebiyatının resim sanatına yönelik dikkatlerini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Servet-i Fünun döneminin süreli yayınlarında sanat değeri yüksek olmayan, Avrupa kaynaklı çizimlerin altına, resimler ile paralellik gösteren, şiirleri okuyanlarda (ve çizimleri seyredenlerde) şefkat hissi uyandıran, bazen de onların mizah duygusuna seslenen şiirler çıkar. Konuları çizimlerle uyumlu olan bu şiirler, “tablo altı şiir” şeklinde adlandırılır (Özgül 1997). Çizim ile şiiri birleştirmek, çizimden hareketle şiir metni oluşturmak Türk edebiyatında, Servet-i Fünun döneminde görülür. Süleyman Nazif’in, “Bir Serv Ağacından Mülhem” şiirinde olduğu gibi (Karakaş 1988: 296), tabiatta mevcut bir nesneden hareketle şiir yazmak da bu dönemin şiir eğilimleri arasındadır.9

Tanpınar, Servet-i Fünun şair ve yazarlarında göz hassasının çok gelişmiş olduğunu belirtir. Tanpınar’a göre, Edebiyat-ı Cedide’de resim kuvvetle

9 Bir roman olduğunu unutmaksızın, Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil ile Hüseyin Nazmi’nin, şiir yazma teşebbüslerini hatırlamadan geçemiyoruz. Ahmet Cemil ile Hüseyin Nazmi gökyüzün-den ve küçük bir kız çocuğundan mülhem şiirler kaleme alır ancak bu tecrübeleri, daha sonra çocukça bulurlar.

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

159632012

hâkimdir (Güven 2004: 46). Tanpınar, “Edebiyatımızda ilk defa Fikret ve arkadaşlarında ‘görme hassası’yla karşılaş(tığımızı)” söyler (Güven 2004: 55). Tevfik Fikret, yağlıboya, suluboya ve pastel resimler yapar.10 Cenap Şahabettin, şiirlerinde doğal ışığın tabiat üzerinde meydana getirdiği değişimleri, Empresyonist bir ressam gibi tasvir eder. Genel olarak Servet-i Fünun şiirinde, bir peyzaj zevki görülür (Güven 2004: 47). Servet-i Fünun romanında, eşya, mekân ve kahramana yönelik tasvirler gelişir. “Eugene Delacroix” şiirinin yazılmasında, şairinin ilgileri kadar, dönem edebiyatının resim sanatına meyletmesi de etkilidir.Şiire, Servet-i Fünun topluluğu ile başlayan Süleyman Nazif, yukarıda değindiğimiz hususlar neticesinde, “Eugene Delacroix” başlıklı şiirini yazar. Edebiyat tarihimizde nesirleri ile daha fazla takdir gören Süleyman Nazif, Servet-i Fünun topluluğuna mensup bir şair olarak resim-şiir münasebetinden kendi payına düşeni, “Eugene Delacroix” şiiriyle sergiler.

Eugene DelacroixBir ibtisâm-ı teellümde gizlenen feryâdNasıl dökerse likâ-yı gamına ebr-i sükût, Senin de dest-i beyânında bin sürûd-ı samûtEder tabiata rağmen hayâtlar inşâdBir iktihâm-ı dehâetle rûh-ı çalâkinZalâm-ı şekki uzaklaştırır serâirdenBütün serâir-i rûhiye haşrolur birdenBülenddir o kadar k’ar-ı hiss ü idrâkinSenin elinle tabiat hayât eder inşâdBirer cihân-ı serâir-penâh olur meşhûd,Ki rûhlar uçuşur her yerinde pür-heyecân..Garib feyzine mazhar tabiatın fırçan.Mesil-i hiss ü hayâlin olurken ey üstâdVerir telâtum-ı hiss ü hayâle şekl ü vücûd! İbrahim Cehdi (Kolcu 1999: 700)11

Süleyman Nazif, Fransız ressam Eugene Delacroix’nın adını verdiği şiirine, ressamın sanatını tanımlayarak başlar. Bu tanım, şiirin üçüncü ve dördüncü dizelerinde yer alır. Tanımlamanın esası, bir mukayeseye dayandırılır. Ressama hitap eden Süleyman Nazif onun sanatını, “Senin dest-i beyânında,

10 Tevfik Fikret’in resimleri ve bazı çizimleri, Eczacıbaşı Sanal Müze Tevfik Fikret Retrospektifi’nden görülebilir: (http://www.sanalmuze.org/retrospektif).

11 Ali İhsan Kolcu, şiirin neşri ile ilgili şu künye bilgisini verir: İrtikâ Mecmuası, Nu: 81, 29 Eylül 1316 / 12 Teşrin-i Evvel 1900, s. 128. Şiirin beşinci dizesindeki iktihâm kelimesi, bazı kaynak-larda ibtihâm şeklinde yanlış okunur. Şiire kolaylıkla ulaşılamayacağı düşüncesiyle burada metne yer vermeyi gerekli gördük.

N e z a h a t Ö Z C A N

16063

2012hayatlar tabiata rağmen bin sürûd-ı samût(u) inşâd eder.” diyerek över. Bu ifadede, nazariyat ile ilgili beyân ve inşâd kelimeleri dikkat çeker. Beyân açıklama, bildirme anlamına gelir. Kelimenin edebiyat terimi olarak ayrı bir manası vardır: “Manayı ifadede lafzı açıklığa kavuşturmak için gereken melekeyi kazandıran, duygu ve düşünceleri değişik yollarla ifade etme usul ve kaidelerini inceleyen ilim demektir.” (TDOE 2001: 414).12 Beyân, maanî ve bedii ile belagat ilmi dâhilinde incelenir. Beyân sahibi kişi, farklı söz ve usullerle ifade etmek istediğini yeterli, etkileyici ve başarılı bir şekilde dile getirir. Şiirde geçen “dest-i beyân” tamlaması, ressamın dehasını ve yeteneğini ifade etmek üzere kullanılır. Burada, fırça sahibine yönelik genel bir övgü ve hakkın teslimi vardır.

İnşat, yüksek sesle konuşmak, manzume/şiir okumak, şarkı söylemek anlamlarına gelir (Arı 2004: 392). Terim olarak karşılığı; bir eseri, metne hâkim olan duygu ve düşüncenin hakkını vererek yüksek sesle okumak demektir. İnşat denildiğinde; bir şiirin vurgusuna, ton ve ahengine, duygu, düşünce ve hayal dünyasına bağlı kalınarak okunması anlaşılır.

Beyan ve inşat terimlerinin yukarıdaki şiirde, resim sanatı dâhilinde kullanılması; Süleyman Nazif’in zihninde, şiir ile resim sanatının ve onların sanatkârlarının yan yana durduğunu gösterir. Resim konulu tenkit yazılarında, bazı eleştirmenler; “tablonun kendileri ile zaman zaman konuştuğundan” söz ederler. Bu ifade, öznenin alıcılarının açıklığını, resim sanatına yönelik dikkatlerini ifade ettiği kadar, ressamın dehası; sanatının gücü; canlandırma yeteneği ile ilgilidir. “Beyân” ve “inşâd” kelimelerini kullanan Süleyman Nazif, Delacroix’nın resmettiği figürleri canlandırmada ne kadar başarılı olduğunu, bu kelimelerle ifade eder. Servet-i Fünûn döneminde, resim eleştirisine yönelik dikkatler gelişmediğinden ve alanın terimleri bizde henüz şekillenmediğinden (Duben 2007), en önemlisi de resim eleştirisine yönelik sınırlı formasyonundan dolayı edip Süleyman Nazif’in kendi alanının terimlerine yaslanması tabiidir.

Ressamın karakteristik yönlerinden biri, “kompozisyonlarındaki dinamik titreşimler, çizginin ve kütlenin devinimi, vücutların Barok sanata uygun düşen kargaşalar”dır (Hauser 1984: 183-184). Bu özellik ile şiirde geçen, “Rûhlar uçuşur her yerinde pür-heyecân” dizesi ile uyumludur.

Ressam ve sanat tarihçisi Adnan Turani, Eugene Delacroix’nın yazı yazar gibi bir anlatım ve fırça kullanışına sahip olduğunu belirtir (1992: 504). Süleyman Nazif’in ressama yönelik değerlendirmeleri ile bu tespit örtüşür.

12 Tanım, Türk Dünyası Ortak Edebiyatı’nın Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, C: 1’den alınmıştır.

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

161632012

“Bir ibtisâm-ı teellümde gizlenen feryâd, likâ-yı gamına nasıl dökerse ebr-i sükût” ifadesi, ressamın yeteneğini tasdiklemek üzere başvurulmuş bir kıyas unsurudur. Burada elemini, tebessümünün arkasına gizlemeyi başaran bir feryattan bahis vardır. Elem-feryat kelimeleri birbirleriyle uyumluyken; tebessüm, bu kelimelerle tezat oluşturur. “İbtisâm-ı teellüm”, elemin ağır bastığı bir çehreyi tanımlar. Şiirde geçen bu ifadelerine somut bir karşılık arayacak olursak, Samipaşazade Sezai’nin Pandomima hikâyesinin kahramanı Pascal hatıra gelir. Dizede, duygu hâli olarak elem ağır basar. Ancak bu elem, sahibi tarafından başarılı bir şekilde perdelenir.

“Senin dest-i beyânında, hayatlar tabiata rağmen bin sürûd-ı samût(u) inşâd eder.” ifadesine, ressamın “Young Orphan Girl in the Cemetery” (Yetim Genç Kız Mezarlıkta) tablosu, uygun bir örnek oluşturabilir (Resim 5). Tabloda çehresinin bütününü göremediğimiz genç kızın, gökyüzüne odaklanmış bakışları, aralık dudakları, kederli ve korku dolu yüz ifadesi kendisini izleyenlerde bir teessür fırtınası estirir. Tanpınar, öğrencilerine romantizmin insana bakışını: “Romantizm ‘Ben insan ızdırabının azabını severim.’ ” cümlesiyle aktarır (Güven 2004: 55). Fransız ressamın tabloları, Tanpınar’ın bu ifadesi ile uyumludur.

Sürûd: Şarkı, türkü demektir. Adı anılan tablodaki genç kızın çehresine hâkim ifade, “sürûd-ı samût” tamlaması ile örtüştürülebilir. Ressam, çehreye hâkim olan bu ifade ve pozu hatırlatan başka benzer duruşları, “A Mad Woman” ile “The Massacre at Chios” tablolarında da kullanır.

(Resim 5) Yetim Genç Kız Mezarlıkta 1824

Süleyman Nazif, şiirin beşinci ve altıncı dizelerinde ressamın dehasını metheder: “Rûh-ı çâlâkin bir ibtihâm-ı dehâetle serâirden zalâm-ı şekki

N e z a h a t Ö Z C A N

16263

2012uzaklaştırır”. Bu dizelerde vurgu yapılan husus, ressamın dehâeti: deha sahibi olmasıdır. Delacroix, bazı Fransız tenkitçiler tarafından döneminin en üstün sanatçısı olarak anılır (McWilliam 2011: 335). Süleyman Nazif, ressamın seri fırça darbelerinin, bilinmezliklerin üzerindeki perdeyi kaldırarak, şüphe karanlıklarını yok ettiğinden söz eder. Burada, bir tablonun ortaya çıkması, yavaş yavaş belirgin, görünür hâle gelmesi ifade edilir. Serâirin aydınlanması, şüphe karanlığının ortadan kalkması ressamın, tuval üzerindeki çizimleri ile gerçekleşir. Anlatıcı, bu mısralarda ressamın resim çalışmalarına sanki tanıklık etmişçesine bir tasvir yapar.

Yedinci ve sekizinci dizelerde, Delacroix’nın sahip olduğu duygu dünyası ve anlama yeteneği, yüceltilir. Bütün ruhların sırlarının, ressamın tablosunda bir araya geldiği ifade edilir.

Süleyman Nazif’e göre; Fransız ressamın fırçası, tabiatın garip bir feyzine mazhardır. “Garip feyz” ile ressamın akıl almaz, olağanüstü, harikulade yeteneği ve verimliliği kastedilir. Ressamın mümbit olduğu, sanat tarihi çevresinde tasdik edilir (Yetkin 2007: 93). Ressam hakkında konuşan eleştirmenler, onun sanatının gücünü hafızaları canlandırma özelliğine bağlar. Ressam, tablolarında “olağanüstü canlı bir atmosfer hissi yaratarak hafızaya gelişigüzel ayrıntılardan kurtulmak imkânı verir; kompozisyona egemen ruh hali ile form arasındaki kusursuz simetriyi somutlaştıran bir atmosfer duygusu” yaratır (McWilliam 2011: 335).

Şiirin sonunda Süleyman Nazif, hatipliğini öne çıkarmak istercesine ressama, “Ey üstâd” diyerek seslenir. Ressamın his ve hayalleri, coşkulu bir şekilde akıp giderken, bunların çarpışarak kaynaşmalarından şekillerin ve varlıkların oluştuğu ifade edilir.

Şiirin, “Ki rûhlar uçuşur her yerinde pür-heyecân” dizesi, bizleri Delacroix’nın tablolarından “Apollo Victorious over Python”, ya da “Sketch for Peace Decsends to Earth” çalışmalarına götürebilir.13 Aslında Delacroix’nın figürleri, daha çok yeryüzü ile bağlantılıdır. “Pür-heyecan” sıfatı ise, ressamın birkaç tablosu dışında bütün tablolarındaki hâkim olan duyguyu tavsif eder. Süleyman Nazif’i, Delacroix’e hayran bırakan da zaten ressamın heyecan, coşku, çaresizlik, tükenmişlik, bekleyiş, acziyet, ızdırap, teessür, korku, şaşkınlık, hayret gibi duyguları, portrelerinin, figürlerinin yüzlerine ve bedenlerine aktarma başarısıdır. İfadesiz çehreler ve hareketsiz figürler, ressamın tablolarında, sayıca azdır.

Süleyman Nazif’in şiirinde, Eugene Delacroix’nın tablo adlarına değinilmez ve ressamın şahsiyetine yönelik ayırt edici bireysel özelliklerden

13 İlk eser, Louvre Müzesi'nin Apollon Galeri'sindeki tavan freski, ikincisi ise Küçük Saray olarak da tanınan Petit Palais’tedir.

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

163632012

de söz edilmez.14 Şiirde, ressamın sanatını ve yeteneğini öven, detaya inmeyen genel söyleyişler vardır. Şiirin başlığı değiştirilip zirvedeki Batılı bir başka ressamın adı yerleştirilse, şiirin içeriği ile başlık arasında herhangi bir uyumsuzluk meydana gelmez. Klasik şiirimizin vezirlere, paşalara yönelik methiyelerinde olduğu gibi, burada da şahsa yönelik detay bilgiler mevcut değildir. Şiir, bu bakımdan geleneksel şiir zihniyetimizin devamı şeklinde görülebilir. Ancak Süleyman Nazif, bu şiiri ile Türk şiirinin temasını genişletir. Bu genişletmeyi, kendi sınırları içinde, dönemi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Serair ile tabiat kelimeleri, şiirde üç defa geçer. Son iki mısrada, “hiss ü hayâl” iki kez kullanılır. Dördüncü mısradaki, “eder tabiata rağmen hayâtlar inşâd” ifadesi, dokuzuncu mısrada, “Senin elinle tabiat hayât eder inşâd” şekline dönüştürülür. Bu tekrarlar, şiirin gücünü zayıflatır. Şiiri oluşturan kelimeler, ahenkli bir okuyuşa imkân tanıyacak şekilde yerleştirilmemiştir. “Garib feyzine mazhar tabiatın(,) fırçan” dizesinde, virgül kullanılmadığı için çetrefil, karmaşık bir diziliş mevcuttur. “Garip feyz”, alışılmadık verimlilik, görülmemiş yetenek karşılığında kullanılmıştır. Ancak, oldukça genel bir ifadedir.

Yahya Kemal, Süleyman Nazif’in eski dile olan bağlılığını özellikle vurgular, onu bu dil anlayışından koparmanın mümkün olmadığını belirtir (Yahya Kemal 1986: 27). Yukarıdaki şiir, hem şairinin hem de Servet-i Fünun döneminin dil anlayışını yansıtır. Şiirde, “k’ar-ı hiss ü idrâk”, “cihân-ı serâir-penâh”, “mesil-i hiss ü hayâl”, “telâtum-ı hiss ü hayâl” gibi zincirleme tamlamaların varlığı dikkat çeker. Bu tarz tamlamalar, Servet-i Fünun şiirinin olduğu kadar, Süleyman Nazif’in de üslup özelliklerindendir.

Şiirdeki söyleyiş edası hakkında, İsmail Habib Sevük’ün değerlendirmelerine bakmak, isabetli olur. İsmail Habib, kendi kendisini yetiştiren Süleyman Nazif’in çok zeki olduğunu vurgulayarak onun şiirlerini, nesirlerine nazaran zayıf bulur. Süleyman Nazif’in şiirleri hakkında İsmail Habib, şu tespiti yapar: “Servet-i Fünun’a yazdığı garamî15 manzumelerde onu nazma yeni başlamış, genç, zayıf, marazî, öksürüklü bir kimse sanırsın”, “şiir gene haykırmıyor, öksürüyor” (Sevük 1944: 277). Kendisinden sonra gelen edebiyat tarihçilerimiz İsmail Habib’in bu hükümlerini tekrar ederler. Şairimizin kuvvetli nesri, şiirinin aleyhindedir. Edebiyat tarihçilerimiz, onun nesirlerindeki söyleyiş kudretini, şiirlerinde de duymaya çalışır.

14 Burada Charles Baudelaire’in “Eugéne Delacroıx’nın Resminden Esinlenerek” şiirini anma ih-tiyacını duyduk (Baudelaire tarihsiz: 284). Şaire ilham kaynağı olan tablo, Delacroıx’nın, İtal-yan şair Turquato Tasso’yu resmettiği “Tasso Akıl Hastanesinde” tablosudur.

15 Garam: Aşk, sevda.

N e z a h a t Ö Z C A N

16463

2012Süleyman Nazif’in yukarıdaki şiirine hâkim olan ifade, vatan temalı

şiirlerinden tamamıyla farklıdır. Şairin vatan konulu şiirleri, “gözyaşları, feryatlar, sitemler, isyanlar, istikbale dair endişelerle doludur.” (Karakaş 1988: 198). Süleyman Nazif, Fransız ressamın sanatını, vatan konulu şiirlerinin aksine hayranlık ifadelerinin hâkim olduğu sakin bir söyleyişle ile tanımlar.

Şair hakkında bir eserde, Süleyman Nazif’in duygu dünyasına dair şu bilgileri ediniriz: Süleyman Nazif’in eserlerinin özelliği, “âteşîn” olmasıdır. Sanatkârın coşkun bir şahsiyeti vardır. Bütün coşkun şahsiyetlerde olduğu gibi Süleyman Nazif de, muhabbet ve nefretlerinde ölçüsüzdür (Karakaş 1988: 154). Ona ait “kinim, dinimdir” sözü de, Süleyman Nazif’in mutedil bir tabiatının olmadığını gösterir. Süleyman Nazif’in, “muhabbet veya nefretlerinden doğan heyecanları, millî ihtirasları ve kinleri, hassas kalbi”, onun hislerinin daha fazla tesirinde kalan bir sanatkâr olduğunu gösterir (Karakaş 1988: 157). Edebiyat tarihçilerimizden İsmail Hikmet Ertaylan, Süleyman Nazif’in fikirlerini parlak, hislerini ateşli, heyecanlarını taşkın olarak nitelendirir (2011: 824). Bu bilgileri, hakkında şiir yazdığı ressamın şahsiyeti ve tabloları ile birleştirmek, Süleyman Nazif’in romantik bir Fransız ressamına övücü mahiyette neden şiir yazdığı noktasında bize yardımcı olur. İfade vasıtaları farklı olmakla beraber, genelde duyguların hissedilişi ve eserlere aktarılması noktasında her iki sanatkâr da benzer bir coşkunluk seviyesine sahiptir. Eugene Delacroix’nın en belirgin özelliği, “tutkularını akılla denetleyen bir romantik” (Yetkin 2007: 97) olmasıdır. Süleyman Nazif’i, Eugene Delacroix’nın tablolarındaki duygu yoğunluğu ve bunların yetkin bir şekilde aktarımı etkiler. Süleyman Nazif’i, Fransız ressama yaklaştıran husus, ressamın tablolarındaki duygu coşkunluğudur. Ayrıca, Eugene Delacroix’nın Türklere ve Şark dünyasına oryantalist bir yaklaşımla da olsa tablolarında yer vermesi, Süleyman Nazif’in bu Fransız romantik ressama ilgi duymasının bir diğer sebebidir.

Süleyman Nazif’in şiirinde ressam Delacroix’nın, şahsiyet özellikleri, ya da ressam kimliği genel özellikleriyle şiirin imkânları ölçüsünde verilir. Şair, hayranı olduğu ressamın sanatına beslediği olumlu düşüncelerini, övgüyle okura aktarır. Şairimizin Delacroix’e yazdığı bu şiir, şiir-resim arasında kurduğu ilgi ve Türk şiirini tematik açıdan genişletmesi bakımından dikkate değerdir. Türk şiirine Batılı bir ressamı konuk eden Süleyman Nazif, “Romantizmin prensi”ne, “sen” diyerek hitap eder. Bu ifade şekli, şiirde kısmen doğal ve samimi bir atmosfer yaratır. Süleyman Nazif’in bu şiirindeki söyleyiş ile Tevfik Fikret’in “Müse İçin” şiirindeki havanın genel

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

165632012

olarak benzerliği dikkat çekicidir. Fikret’in şiirinde de aynı samimi ve rahat tavır vardır.16

İsmail Habib, Süleyman Nazif’in şahsiyeti hakkında şunları da yazar: “Nazif’in ruhu sanatkârdır, içi coşkundur, kalbi büyük şeylerle dalgalıdır.” (Sevük 1940: 408). Yahya Kemal, Süleyman Nazif’in başlıca karakter özelliğinin, “heccâvâne ihtirâs” olduğunu söyler (Beyatlı 1986: 27). Süleyman Nazif, Fransız ressamı överken özellikle onun sanatının coşkusuna vurgu yapar. “The Massacre at Chios”17, “Greece on the Ruins of Missolonghi”18 tablolarının da ressamı olmasına rağmen, Süleyman Nazif, Eugene Delacroix’nın şahsiyetinde ve sanatında, kendi karakter özellikleri ile örtüşen yönler görmüş olmalıdır. Eserlerinin esası “tutku” olan Delacroix (McWilliam 2011: 339), Süleyman Nazif’in kalemini harekete geçirmiştir.

Sonuç olarak Süleyman Nazif, Batı resim sanatına yönelik dikkatlerinden daha çok, Eugene Delacroix’nın sanatına duyduğu ilgi ve hayranlıktan dolayı, bu Fransız romantik ressamı hakkında bir şiir yazarak, Modern Türk Şiiri’nin temasını genişletme yolunda bir adım atar.

Eugene Delacroix’nın Türklerle ilgili resimlerinden bazı örnekler:

Dinlenen Türkler (1825-30) Atını Eyerleyen Türk (1824)

16 Fikret’in şiiri, 1311 tarihini taşır (Parlatır vd. 2004: 232).

17 “Sakız Adası Katliamı” 1824.

18 “Yunanistan’daki Missolonghi Harabeleri” 1826. İki tablonun tarafları da Yunanlılar ve Os-manlılardır. Tarihî iki tabloda da, Yunanlılar mazlum olarak gösterilir. Tabloların ilki Louvre, ikincisi Bordeaux’daki Musee des Beaux-Arts’da sergilenmektedir (http://www.wga.hu/index1.html).

N e z a h a t Ö Z C A N

16663

2012

Türk Atlı (1834) Züleyha ve Selim (1857)

KaynaklarArı, Ahmet (2003), “Fesâhat”, “İnşâd”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri

Ansiklopedik Sözlüğü, C: 2, C: 3, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,

Ankara.

Akyüz, Kenan (1986), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), İnkılâp Kitabevi,

İstanbul.

Banarlı, Nihad Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C: 2, Milli Eğitim Basımevi,

İstanbul.

Baudelaire, Charles (tarihsiz), Kötülük Çiçekleri, Türkçesi: Erdoğan Alkan, Varlık Şiir.

Beyatlı, Yahya Kemal (1986), Siyasî ve Edebî Portreler, 3. Baskı, İstanbul Fetih Cemiyeti,

İstanbul.

Duben, İpek (2007), Türk Resmi ve Eleştirisi 1880-1950, İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yayınları, İstanbul.

Ertaylan, İsmail Hikmet (2011), Türk Edebiyatı Tarihi I-IV, Haz.: Abdullah Uçman vd.,

Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.

Farting, Stephen (2007), Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Resim, Editör: Erkan

Doğanay,

Güler, Güven (2004), Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, Yayına Haz: Hayri Ataş, Türk

Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul.

Hauser, Arnold (1984), Sanatın Toplumsal Tarihi, Çev.: Yıldız Gölönü, Deniz Kitabevi,

İstanbul.

İleri, Celal Nuri (1995), Dil ve Edebiyat Yazıları, Haz.: Recep Duymaz, Kitabevi, İstanbul.

İnankur, Zeynep (1997), XIX. Yüzyıl Avrupasında Resim ve Heykel, Kabalcı Yayınevi,

İstanbul.

İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif)’nin “Eugene Delacroix” Şiiri

167632012

Kabaklı, Ahmet (1973), Türk Edebiyatı, C: 2, Türkiye Yayınevi, İstanbul. Karakaş, Şuayip (1988), Süleyman Nazîf, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. Kefeli, Emel (2009), Metinlerle Batı Edebiyatı Akımları, Akademik Kitaplar, İstanbul.Kolcu, Ali İhsan (1999), Türkçede Batı Şiiri 1859-1901, Gündoğan Yayınları, Ankara.McWilliam, Neil (2011), Sanat-Ütopya Mutluluk Hayalleri: Sosyal Sanat ve Fransız Solu

(1830-1850), (Çev: Esin Soğancılar), İletişim Yayınları, İstanbul. Özgül, Metin Kayahan (1997), Resmin Gölgesi Şiire Düştü Türk Edebiyatında Tablo Altı

Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.Parla, Jale (1985), Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İletişim Yayınları, İstanbul. Parlatır, İsmail-Çetin, Nurullah (2004), Tevfik Fikret Bütün Şiirleri, Türk Dil Kurumu

Yayınları, Ankara.Sevük, İsmail Habib (1942), Tanzimat’tan Beri I Edebiyat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.Tanpınar, Ahmet Hamdi (1988), XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,

İstanbul. Tanpınar, Ahmet Hamdi (2000), Huzur, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.TDOE (2001), “Beyân”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü,

C: 1, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. Tuncer, Hüseyin (1992), Arayışlar Devri Türk Edebiyatı II Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ

Yayınları, Ankara. Turani, Adnan (1992), Dünya Sanatı Tarihi, Dördüncü Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul. Yetkin, Suut Kemal (2007), Büyük Ressamlar, Palme Yayıncılık, İstanbul.Yıldırım, Tahsin (2006), Edebiyatımızda Müstear İsimler, Selis Kitaplar, İstanbul.Young Orphan Girl in the cemetery (http://www.louvre.fr) Erişim: 11.01.2010The Turk with a Saddle, Turk smoking on a Divan (http://cartelen.louvre.fr) Erişim:

11.01.2010.(http://www.musee-delacroix.fr) Erişim: 11.01.2010.(http://www.wga.hu) Erişim: Ocak-Şubat 2010.(http://kimdir.cix1.com/resimler/suleyman-nazif.jpg) Erişim: 23. 02. 2010.(http://www.milliyet.com.tr/2002/01/15/pazar/yazulku.html) Erişim: 24. 02. 2010.The dying Turk (http://www.mfa.org) Erişim: 24. 02. 2010.Turk Saddling a horse (http://www.metmuseum.org) Erişim: 24. 02. 2010.Turkish rider (http://www.artic.edu) Erişim: 24. 02. 2010.

Selim and Zuleika (http//www.kimbellart.org) Erişim: 24. 02. 2010.

ÖZTürkiye’de yazma eserlerin bibliyografik denetimine ilişkin yapılan çalışmalar çoğunlukla projelerle gündeme gelmiş ve günümüze kadar birçok yazma eser kataloğu yayınlanmıştır. Bu çalışmalar yazma eserlerin tespiti açısından oldukça önemlidir ancak özellikle fiziksel /sanatsal tanımlamalar açısından yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizlik yazma eser kataloglanması işlemlerinde çalışanların yazma eserlerin fiziksel nitelemesine ilişkin yeterli bilgiye sahip olmayışından kaynaklanmaktadır. Nitekim yazma eserlerin bibliyografik nitelemesi, özellikle de fiziksel özelliklerinin tüm yönleriyle ortaya koyularak eserin sanatsal açıdan taşıdığı değerin yansıtılması ayrı bir uzmanlık alanıdır. Makalenin amacı özellikle Osmanlı dönemi yazma eserlerinin fiziksel tanımlamalarına ilişkin temel bilgiler vermek ve katalog kayıtlarında bir standart oluşturulmasına kaynaklık etmektir. Katalog kayıtlarındaki bu standartlaşma daha nitelikli katalog kayıtları ile yazma eserlerimizin hizmete sunulmasına katkıda bulunacaktır.

Anahtar Kelimeler: Yazma eserler, fiziksel niteleme, kataloglama, Osmanlı dönemi, yazma eserler.

ABSTRACTPhysical Qualification of Manuscripts

Studies on bibliographic control of manuscripts in Turkey have mostly become a current issue, and several manuscript catalogues have been published until today. These studies are quite important in qualifying manuscripts; however they are insufficient especially for physical/artistic descriptions. This insufficiency results from the workers’ lack of enough information on physical description of manuscripts in cataloguing. Bibliographic description of manuscripts, especially to

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

Fatih RUKANCI*

* Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü. e-posta: [email protected]; [email protected]

F a t i h R U K A N C I

17063

2012determine all physical characteristics and to reflect the artistic value

of the work, is a different field of expertise. The purpose of the article

is to give basic information on physical qualifications of manuscripts

belonging to the Ottoman period and to be a source for creating a

standard in catalogue records. This standardization in catalogue

records will contribute to presenting catalogue records of high quality

and manuscripts into service.

Key Words: Manuscripts, physical description, cataloguing, the

Ottoman period, bibliographic control.

Giriş

Yazma eserler ya da el yazmaları kütüphanecilerin ya da yeni unvanlarıyla bilgi ve belge yöneticilerinin bibliyografik niteleme esnasında çoğu zaman zorlandıkları, matbu eserlere oranla daha

fazla zaman, tecrübe, birikim ve uzmanlaşmaya gereksinim duydukları yapıtlardır. Zira yazma eserleri matbu eserlerden ayıran tek özellik onların elle üretilmiş olmaları değildir. Yazma eserlerin üretildiği dönemlerde eserin oluşturulmasındaki yoğun emek, kâğıdın pahalı bir hammadde olması, kitabın üretilme nedeni, süslemeler gibi bir dizi faktör yazma eserleri matbu eserlerden farklı ve daha değerli kılmaktadır. Elle yazılmaları ve çoğu kez süslenmeleri ise aynı başlıkta aynı müellif tarafından üretilmiş olsalar bile yazma eserlerin hem birbirinden farklı olmalarını ve bu bağlamda da aynı zamanda nadir olma özelliğini taşımalarını da beraberinde getirmiştir. Yazma eserlerin nadir olmaları elle yazılıp süslenmelerinin yanı sıra günümüze kadar ulaşabilmiş nüsha sayısının azlığından kaynaklanmaktadır. Nadir olma özelliklerine bir de üzerindeki eşsiz güzellik ve estetiğe sahip süslemeler (tezyinat) eklendiğinde yazma eserlerin, özenle korunarak gelecek kuşaklara aktarılması gerekli kültür hazineleri arasında yerini almış olması son derece doğaldır. Bu çalışmada özellikle Osmanlı dönemi yazma eserlerinin korunmasına da dolaylı olarak işaret eden, esere maddi ve manevi değer katan özelliklerin belirtildiği ya da onların farklı işlemlere tabi tutulması konusunda uyarıların yer aldığı fiziksel niteleme ya da tanımlama işleminde dikkat edilmesi gereken noktalara değinilecektir. Fiziksel nitelemede verilen bilgiler matbu eserlerin aksine yazma eserlerde eserin gerçek değerini ortaya koymada önemli bir yer tutmaktadır. Yazma eserlerin fiziksel nitelemesini tam ve doğru olarak yapabilmek için yazma eser terminolojisine bağlı kalarak eserin taşıdığı özellikleri bu terminoloji çerçevesinde tanımlayabilmek gerekmektedir. Bu da yazma eserlerin fiziksel özelliklerinin bilgi ve belge yöneticileri tarafından kolaylıkla fark edilebilmesi ve fark edilen bu özellikleri ortak terimler aracılığıyla katalog kayıtlarına aktarabilme yetisini zorunlu kılmaktadır.

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

171632012

Günay Kut’un da belirttiği gibi; “Osmanlı dönemi yazma eserlerinden Türkçe olanlar tarih olarak 600 yıl geriye götürülebilir. Bu geriye gidiş Arapça ve Farsça eserler için İslamiyet’in ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Yazma eser kataloglarının belli başlı amacı bir koleksiyonda veya bir kütüphanede mevcut olan eserlerin kullanımını teşvik etmek ve böylece onları koruyarak araştırıcıların hizmetine sunmaktır. Yazma eserin her yönü ile tavsifi ve tanımlanması uzmanlık işidir. Son zamanlarda Batının bu uzmanlık dalına codicology dediği, bu işi yapan kişileri de codicolog olarak adlandırdığını biliyoruz. Türkçesi ile yazma-bilim ve bu konunun uzmanına yazma-bilimci diyebileceğimiz bu bilim dalı gerçekten de oldukça geniş bir bilgi birikimi gerektirir. Diğer ülkelere göre Türkiye’deki yazma eserler sayı bakımından çokluğu yanı sıra nitelik açısından da yadsınamayacak derecededir. Minyatürlü eserler, tezhipli eserler, müellif hattıyla olanlar, ünlü hattatların elinden çıkanlar, dünyada sadece bizde olanlar, çok eski dönemlere ait olanlar gibi sınıflayabileceğimiz bu yazma eserlerimizi öncelikle kendi bilim adamlarımıza, genç araştırıcılara ve dolayısıyla dünya literatürüne

tanıtmamız öncelikle yapılması gereken bir iş olmalıdır” (1999: 78-82). Konuyu bu bağlamda ele alacak olursak ülkemiz çok sayıda ve nitelikli el

yazması esere sahip olduğu halde bu eserlerin tüm yönleriyle kataloglanıp gerçek değerlerinin yansıtıldığı fiziksel nitelemelerinin yapılabildiğini söylemek mümkün değildir. Bu çalışmada belirtilecek olan fiziksel niteleme codicology’nin temelini oluşturmaktadır. Zira codicology yazma eserlerin fiziksel özelliklerinden faydalanarak onları tanımlayabilmeyi amaçlayan bir bilim dalıdır. Bilgi ve belge yöneticilerinin yazma eserlerin bibliyografik denetiminde uzman olarak çalışabilmeleri için söz konusu bilim dalına ilişkin yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmaları gerekir.

1. Fiziksel Niteleme AlanlarıYazma eserler içeriklerinin yanı sıra fiziksel özellikleriyle matbu eserlerden çok daha farklı bir noktada değerlendirilir. Zira birçoğu döneminin kitap sanatına ilişkin özgün değerler taşımaktadır. Bayraktar’a göre

“basma eserlerden çok farklı olan yazmaların tasnif ve kataloglanmasında çeşitli güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birincisi kütüphanelerimizdeki yazmalardan çoğunun devrin ilim dili olan Arapça, bir kısmının da edebiyat dili olan Farsça yazılmış olmasıdır. Diğer bir güçlük de, kitabın bibliyografik künyesinin tespitinin basma eserlerdekine nazaran çok farklı bir çalışmayı gerektirecek şekilde olmasıdır ve nihayet kataloglanmasındaki değişik usuller kütüphanecilik yönünden özel bilgi ve ihtisası gerektirmesidir”(1974: 101).

F a t i h R U K A N C I

17263

2012AAKK 2’ (Anglo-Amerikan Kataloglama Kuralları 2)’ye göre yazma

eserlerde fiziksel niteleme alanları: a) Yaptın Uzunluğu (Örn. Sayfa, cilt, slayt, harita vb. sayısı)b) Başka Fiziksel Ayrıntılar (örn. Resim, harita vb.)c) Boyutlar (boy, boy-en, çap vb.)d) Birlikteki Belgeler (Keseroğlu 2006: 74)

olarak belirtilmiştir. Ayrıca fiziksel nitelemede bilginin ana kaynağı herhangi bir kaynaktır. Kataloglamanın amacına göre ikinci düzey niteleme seçilebilir. Bu kurallar isteğe bağlı eklemeleri içerir. İkinci düzey niteleme işlemi, kataloglanacak belgedeki gerekli bütün bilgileri içermeyi amaçlar (Keseroğlu 2006: 323-324). Bu bağlamda yazma eserleri kataloglayacak uzman yalnızca kitaptaki unsurlarla yetinmemeli, fiziksel özellikler hakkında ayrıntılı bilgiler edinebileceği danışma kaynaklarını da kullanmayı çok iyi bilmelidir.

Yazma eserleri matbu eserlerden farklı kılan fiziksel özellikler ya da katalog kaydında yazma eserin fiziksel tanımlanmasında detaylı bilgileri verilmesi gereken bölümler 10 başlık altında toplanabilir:1. Cilt özelliği2. Tezhip /Tezyinat3. Minyatür özellikleri4. Kâğıt boyutu ve yazı alanı5. Kâğıt türü, rengi ve filigran bilgisi6. Sayfa, satır ve/veya sütun sayısı (düzeni)7. Yazı türü8. Mürekkep rengi ve özellikleri9. Rakabe/Derkenar/Şukka10. Kitabın fiziki durumu (kondisyonu)

1.1. Cilt Özelliği: Cilt; bir kitap, mecmua veya bir defterin yaprak ve formalarını dağılmaktan korumak ve sırasıyla bir arada topluca bulundurmak için, üzeri deri, kâğıt, plâstik ve bez gibi şeylerle kaplı mukavvadan yapılan kapak anlamına gelmektedir. Ayrıca bir eserin kitap halinde basılan ve bir sayı ile birlikte söylenen kısımlarından her birine de cilt denir. Ciltçilik ise elle yazılmış veya basılmış bir eserin sayfalarını bir araya toplayıp son biçimini vermek, kitabı hem süsleyecek, hem dış etkilerden koruyacak sert veya yumuşak bir kapak geçirmek için uygulanan işlemlerin tümünü kapsayan sanat dalıdır. Bu sanatla uğraşanlara mücellid adı verilir.

Yazma eserlerimizde cilt özelliği en çok dikkat çeken ve yazma eserin maddi değerine doğrudan etki edebilecek fiziksel özelliktir. Cilt konusunda tanımlayıcı bilgiler verilirken yazma eser uzmanının bu konudaki deneyimi

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

173632012

ve ayrıntıya inebilecek düzeydeki bilgi birikimi (özellikle terminoloji bilgisi) bu alanın niteleyici tanımında belirleyici faktör olarak ön plana çıkar. Katalog kayıtlarında cilt özelliğine ilişkin aşağıdaki belirteçler yazma eser terminolojisi çerçevesinde ortaya koyulup eserin cildine ilişkin tanımlayıcı ifadelerin katalog kaydına yansıtılması gerekir. Bu belirteçler şunlardır:

- Cilt sayısı (Eserin kaç ciltten oluştuğu, ya da eserin kaçıncı cilt olduğu bilgisi: Mecmua tarzındaki yazma eserler birkaç ciltten oluşabilir. İncelenen eserin sonradan ciltlenebildiği olasılığını dikkate alarak içeriğini, başlangıç ve sonuç kısımlarını tespit etmeli başka eserlerle birleştirilip birleştirilmediğinden emin olmalıyız. Eserin “tam”lığının belirtilmesi açısından önemli bir alandır),

- Cildin yapıldığı malzeme / malzemelerin türü ( Deri, kumaş, mukavva, lake vb.),

- Cildin bölümleri ve bu bölümler üzerindeki süslemeler hakkında bilgi (Miklep, sertab, şemse, köşebent, salbek, bordür, zencirek özellikleri ile süsleme üslup ya da tarzları),

- Cildin rengi ya da renkleri (Ciltte hakim olan renk ya da renklerin belirtilmesi),- Cildin fiziksel kondisyonu (Cildin solmuş ya da yıpranmış bölümleri ya da

sağlam olduğu bilgisinin verilmesi),- Cildin yapım tarihine ait tahmini bilgi (Cildin ait olabileceği dönem ya da

yüzyıl) Yukarıda belirtilen alt alan bilgilerinin tam ve doğru olarak kaydedilebilmesi

yazma eser türleri ve süsleme unsurlarının zenginliği göz önüne alındığında oldukça zor bir iştir. Bu alanların kaydedilmesi söz konusu nedenle birçok katalog kaydında ya önemsenmediği için ya da katalog kaydını yapan kişinin bilgisizliğinden dolayı eksik bırakılmıştır. Eğer incelenen yazma eser sözgelimi Osmanlı dönemine ait bir kitap ise kataloglama esnasında cilt özelliği hakkında yeterli tespitler yapılabilmesi için Osmanlı dönemi cilt sanatının hangi dönemde başlayıp nasıl bir gelişim gösterdiği konusunda en azından ciltlerin hangi malzemeden yapıldığı, hangi süsleme unsurlarının yer aldığı, hangi renklerin kullanıldığı ve bunların yüzyıllar arasında geçiş ve gelişimleri hakkında en azından (genel olarak) aşağıdaki bilgilere sahip olunması ya da ulaşılabilmesi gereklidir:

Osmanlı devletinde ustaca yapılmış ciltlere ilk kez Sultan II. Murat döneminde (1421-1451) rastlanır. Osmanlıların diğer bütün sanatlarda olduğu gibi cilt sanatında da yeni bir üslub sahibi oldukları ve bunu da XV. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleştirdikleri görülmektedir. Osmanlılardaki cilt sanatı, Fatih için hazırlanmış kitaplarla gelişmeye başlar ve süsleme motiflerinde önceki dönemlere ve diğer Müslüman ülkelere göre yenilikler meydana getirilir (Başbakanlık … 1997: 197).

F a t i h R U K A N C I

17463

2012Kitap sanatının koruyuculuğunu babasından devralan Fatih Sultan

Mehmet döneminde (1451-1481) Türk ciltçiliği kendine özgü bir karakter kazanmaya başlamıştır. İslam ciltçiliğinde rugani1 teknikte bilinen ilk örnek de bu döneme aittir (Tanındı 1997: 348). Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma ciltlerde Anadolu Selçuklu etkisi açıkça görülür. Ancak Fatih’in özel kütüphanesi için yazılan kitaplar hattıyla, tezhibiyle, cildiyle, hatta kâğıdıyla Türk kitap sanatında o döneme damgasını vuran başlı başına bir üslup oluşturarak yeni bir sanat çığırı açmışlardır. Fatih döneminin ciltleri Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Memluklar’ın son dönemlerinde yapılanlarla benzerlik gösterse de üslupları farklıdır. Fatih döneminde Saray Cilthanesi'nde yapılmış olan ciltler, klasik Türk cilt sanatının özgün bir karaktere ulaştığını göstermektedir. Bu döneme ait ciltlerde, hatayi, rumi, bulut motiflerinin kullanıldığını görmekteyiz. Ciltlerin altınla süslendiği gibi, katı tekniği2 ile derinin oyularak, farklı renkteki zemin üzerine yapıştırıldığı da görülmektedir. Bazı ciltler ise içlerine ebru veya renkli kâğıt da yapıştırılarak süslenmiştir. Fatih Saray Nakışhanesi’nde yapılmış olan ciltlerde çoğunlukla siyah deri kullanılmıştır. Şemseler dilimli, mekik biçiminde ve salbek3lidir. Dilimli yuvarlak şemseli olanlar da vardır. Bütün kapağı hatayi desenli olanlara da rastlanır. Şemse, salbek ve köşebentler yekparedir, deri ve altındaki murakka oyulmamıştır. Bu yüzden desenlerin kabartma yüksekliği çok azdır. Buna rağmen motifler açıkça seçilmektedir. Bazılarında desenlerin kenarına altın yaldızla tahrir4 de çekilmiştir. İç kapak bordo veya açık kahverengi deri kaplı olup, altın yaldızlı zeminde müşebbek (katı’) şemse5 ve köşebent süslemelidir. Bu süsleme bazı ciltlerde sertab6 ve mikleb içinde de yer almıştır. İç kapaktaki katı’ süsler İran ciltlerinde çok ince ve çok renkli, Fatih dönemi ciltlerinde ise genellikle daha kalın ve en çok iki renklidir. Kütüphane koleksiyonlarında pek çok örneği bulunan Fatih dönemi ciltleri, sağlamlık, zarafet ve güzelliği ile dikkati çeker. Bu dönemde kahverenginin çeşitli tonlarındaki derilerin yanında kırmızı, vişneçürüğü, mavi, mor, nefti, zeytuni, tahin ve siyah deriler de kullanılmıştır; bunların bazılarına özellikle iç kapaklarda rastlanır. Ciltleri çoğunlukla üçlü yaprak

1 Yazma eserlerin parlak deri kullanılarak ciltlenmesi tekniği, bir tür lake cilt.

2 Bir yazı, resim veya şeklin özel olarak imal edilmiş küçük bir kalemtıraş ile kesilip, başka bir zemin üzerine yapıştırılması tekniği (İnce Türk Oyma Sanatı).

3 Şemse adı verilen güneş biçimindeki süslemenin uzantılarına verilen ad.

4 Sayfanın yazı kenarlarını çevirmek üzere dört tarafına çekilen çizgi.

5 Zemini göz alıcı renklerle boyanmış ve bu zemin üzerine deriden ince ince oyulan süslemele-rin yapıştırılmasıyla yapılan şemse türü.

6 Ciltte miklebi alt kapağa bağlayan ve miklebin hareketini sağlayan dikdörtgen parça.

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

175632012

(seberg), gonca, ıtır yaprağı, tepelik, penç, hatayi, ortabağ (agraf), tığ, nilüfer, gül ve rumi geçmeler süsler. Manzara, girift tezyinat ve canlı motifleri pek bulunmaz. XV. yüzyılda deriden başka lake ve kumaş ciltler de yapılmıştır. XV. yüzyıl, Türk ciltçiliği için bir yükselme çağıdır.

II. Bayezid döneminde klasik deri ciltler yanında, çaharkuş7 kumaş ciltler de çok görülür. Kullanılan kumaşlar, cilt için özel olarak dokunmamıştır. Cildin yapıldığı yıllarda İstanbul, Bursa gibi şehirlerde dokunmuş olan veya Çin’den, Şam’dan getirtilmiş kumaşların parçaları cilt üzerinde kullanılmıştır. Cilt kapaklarının etrafı deri ile çevrilip, ortası, iki renkli küçük kareli veya çubuklu (iki renk yollu) ipek kumaşla kaplanmıştır. Bu ciltlerin bazılarının iç kapakları, Fatih Saray Nakışhanesi ciltleri tarzında, müşebbek şemse süslemelidir.

XVI. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu'nun her sahada olduğu gibi cilt sanatının da muhteşem çağı olmuş ve bu yönden de klasik dönem adını almıştır. Ciltteki bu gelişme biraz da XVI. yüzyılın başlarından itibaren her renk deriyi üretebilen Osmanlı dericiliğinin gelişmesine bağlıdır. Belirli üslupların doğduğu bu dönemde tezyinat İran ciltlerinin aksine bütün sathı kaplamaz. Alttan veya üstten ayırma şemselerle8 cilde sade bir güzellik verilmiştir. Bu yüzyılda şemseler sadece ovaldir. XV. yüzyıl ciltlerinde olduğu gibi kabartma şemse ile köşebentlerin arası çoğunlukla boş bırakıldığı halde bazen bunların aralarının kabartma veya halkari9 tarzında motiflerle doldurulduğu mülemma şemseler110 de yapılmıştır. Bu dönemde meydana getirilen deri görünümlü kumaş ve kumaş görünümlü deri cilt kapakları özellikle dikkat çekicidir. Kapak içleri XV. yüzyıl geleneğini devam ettirir. Bu dönemde bordürler daha genişlemiş ve içlerine yuvarlak veya oval kartuşlar11 konulmuştur. Süslemelerde XV. yüzyıl motifleri de kullanılmakla birlikte daha çok klasik devrin bütün sanat kollarına hâkim olan stilize narçiçeği, altılı çiçek, çintemani (Çin Bulutu)-bulut ve bilhassa tırtıllı yaprak görülür (Türk İslam Sanatları Forumu 2006).

Şemseler ise mekik biçimli ve salbeklidir. Köşebent, çevre suyu, zencirek112 ve cedvel113 gibi bütün unsurlar cilt üzerinde yerini almıştır. Cilt üzerindeki

7 Kenarları deri ile kaplanmış, ortası kağıt ile örtülmüş cilt.

8 Kabartma motifler deri renginde bırakılmış, zemin altınlanmışsa alttan ayırma şemse; Zemin deri renginde bırakılmış, motifler altınlanmışsa üstten ayırma şemse adı verilir.

9 Altın yaldızlı süsleme.

10 Motiflerin zemini ve kabartma kısımları altınla bezenmiş olan şemse.

11 Bordür üzerine konulan parçalar.

12 Cildin kapak kenarlarında bulunan iki çizgi arasına altın yaldızla yapılmış zincirleme süsler.

13 Yazmaların sayfalarında metin kısmını çevreleyen altın yaldızla biri kalın diğeri ince iki çizgi-den oluşan çerçeve.

F a t i h R U K A N C I

17663

2012şemse ve diğer bezemeler bu yüzyılda daha çok parçalı olarak hazırlanmış, bu parçalı şemse, salbek ve köşebentler, alttan ve üstten ayırma motiflerle süslenmiştir. Klasik Türk ciltlerinde şemse ile köşebentlerin arasındaki kısım genellikle boş bırakılmış, az sayıda ciltte bu kısım süslenmiştir. Bu yüzyılda iç kapak süslemeleri de zenginleşmiştir. XV. yüzyılın katı’a süslemeleri, biraz incelenerek ve motif zemininde altın yanı sıra renkli deri de kullanılarak, XVI. yüzyılda da devam ederken; bazı ciltlerde dış kapaktaki bütün süslemeler iç kapakta da aynen uygulanmış, ama iç kapak için farklı renkte bir deri seçilmiştir (Özen 1998: 17-18).

Resim 1- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Üniversite A-139 “Altın yaldız gömme salbek şemseli, köşebentli, kahverengi meşin kaplı mukavva cilt / XVI. yüzyıl”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

177632012

Yazma eserlerde XVI. yüzyılda kullanılan malzeme sahtiyan (keçi derisi) ve meşindir (koyun derisi). Ceylan ve deve derileri de kullanılmakla beraber, en çok sahtiyan tercih edilmiştir. Renk olarak siyah ve kahverenginin çeşitli tonları yanında, kırmızı, vişne, yeşil, mavi ve mor kullanılmıştır. İlk örnekleri XV. yüzyılda görülen mukavva üstüne kumaş kaplı ciltler, XVI. yüzyılda daha da güzelleşmiştir. Kırmızı atlas kumaş mukavvaya kaplanmadan önce deri ciltlerin motifleri ile işlenirdi. Zerduzi14 denilen bu kaplarda motifler cilt ustası tarafından çizilirdi (Aslanapa 1982: 15).

14 Deri üzerine sarı, pembe ve yeşil sırmalarla realist motiflerin işlendiği cilt.

Resim 2- A.Ü. DTCF Kütüphanesi/ Üniversite-A 419 “Sırt ve kenarları kahverengi meşin, deffesi kafes desenli, zencirekli yeşil meşin kaplı mukavva cilt / XVII. Yüzyıl”

F a t i h R U K A N C I

17863

2012XVI. yüzyılın ilk yarısında kitap kaplarına gömme şemse ve köşebentli

deri ciltler, şemse ve köşebentli rugani ciltlerle, geçmişin geleneksel bezemelerine yeni yorumlar getirildiği gibi, yepyeni birçok unsur da oluşturulmuştur. Gömme şemse15 ve köşebentli deri ciltlerle şemse, köşebent içlerine kalıpla yapılan iki grup bezemelerle Türk cildine özgü bir karakter ortaya çıkar. Bunlardan biri oval, dilimli şemse ve köşebent içinde bir yaprak kümesi veya saptan çıkan birkaç ince dal, şemse içinde dağılarak kıvrılır ve kıvrılarak döner. Bu dallar üzerinde hançeri yapraklar ve çeşitli biçimlerde hatayiler sıralanır. Salbek içine iri bir hatayi yerleştirilir. Saz üslubu olarak tanımlanan bu bezeme, daha küçük ölçüde miklebin şemse ve köşebentlerinde tekrarlanır. Kimi örneklerde şemse içini dolduran dal ve hançeri yapraklar, hatayiler çoğalmış, hatayilerin ortasını delerek fırlayan hançeri yaprağın bir kenarında hatayi buketleri oluşturularak bezeme zenginleştirilmiştir. Cildin enli bordürüne kalıpla yapılan bezemeler de şemse ve köşebentlerin tekrarıdır. Şemse, köşebent, bordür zemini veya tüm bezemeler altın yaldızla boyanmıştır (Tanındı 1993: 425).

XVII. yüzyılda kitap ölçüleri oldukça büyüktür. Ciltlerin iç ve dış kapaklarının içleri, kademeli saz üslubunda bezendiği ve yaldızlanmış şemse ve köşebentli tasarlandığı, enli gömme bordürün bulut, iri rumi ve dallar, hatayilerle süslendiği görülmektedir. Bazı deri dış kapakların bir çini pano izlenimi uyandıracak biçimde sıvama saz üslubunda fırçayla bezenmesi ve bezemelerin altın yaldıza boyanması döneminde mücellidlerinin cilt tasarımlarındaki yenilikleridir (Tanındı 1993: 428).

XVII. yüzyıla gelindiğinde tümüyle altın varakla kaplanan ve üzeri kıymetli taşlarla süslenen ciltler dikkati çekmektedir. Bu devirde de ciltlerin içlerine oyma tekniği ile bezemeler yapılmıştır. Ciltler üzerinde farklı tekniklerde süslemeler görülür. XVII. yüzyıldan sonra, deri üzerine işleme, ciltlerin süslenmesinde yaygınlıkla kullanılmıştır. Sim ve renkli ipliklerle yapılan işlemelerde, natüralist çiçek motifleri görülür. Geç tarihlerde ise kumaş üzerine işleme ciltler görülür. XVII. yüzyılda Osmanlı devletinde başlayan çöküntü sanat hayatında da kendisini hissettirmeğe başlamış ve cilt sanatı da bundan etkilenmiştir. Bu yüzyılda cilt yapım tekniğinde bir değişiklik yoktur. Ancak kompozisyonda ve süsleme motiflerinin işçiliğinde bariz bir gerileme göze çarpar. Genellikle köşebent ve bordür tezyinatı kalkmış, bunların yerine yan ve tepeleri çıkıntılı dikdörtgene benzer büyük şemseler tek başına süsleme olarak kullanılmıştır. Bazı ciltlerde oval şemse, çok olmamakla beraber, yine yapılmaya devam etmiş, fakat biraz şekil bozukluğu

15 Cilt kapaklarının mukavvası oyulup içine kabartma olarak yerleştirilen şemse.

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

179632012

göstermiştir. Dış kenar bordürü olarak kalın altın zencirek çekilmiştir. Klasik kompozisyonu muhafaza edenlerde de salbekler fazla büyüyerek XVI. yüzyıldaki zarafeti kaybettiği ileri sürülebilirse de az da olsa bu yüzyıla ait çok güzel cilt örneklerinin varlığını da kabul etmek gerekir (Çığ 1973: 18).

Klasik kaplar XVIII. yüzyılda da yapılmaya devam etmiş, ancak III. Ahmet ve Damat İbrahim Paşa’nın teşvikiyle bir canlanma olmuş ve ciltçilik altın bir çağ daha yaşamıştır. Kanuni dönemi ciltlerinden hiçbir şekilde aşağı kalmayan XVIII. yüzyıl klasik ciltlerinin yanı sıra lake kaplar da yaygınlaşmıştır. XVIII. yüzyıl ciltleri arasına klasik kaplardan başka 4 yeni çeşit daha katılmıştır:

1. Realist Motifli Ciltler; a) Motifler deri üstüne sırma ile işlenmiştir. b) Klasik kompozisyon korunmuş, fakat motifler doğallaştırılmıştır.

2. Yekşah diye adlandırılan ve yaldız sürülmüş derinin zeminine damga basarak süslenmiş ciltler. Motifler klasik ve stilize ancak teknik yenidir.

3. Yüzyılın ikinci yarısından sonra, Avrupa Rokoko tarzıyla yapılmış ciltler.4. Lake ciltler, bunları yapanlar anı zamanda müzehhip ve ressam

olduklarından güzel eserler üretmişlerdir (Mutlu, 1966: 54).

Soldaki Resim 3- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Üniversite A-205 “Deffeleri müzehhep salbek şemseli, zencirekli, köşebentli kırmızı meşin kaplı mukavva cilt XVIII. yüzyıl” Sağdaki Resim 4- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Üniversite A -157 “Gömme salbek şemseli, encirekli, deffesi bordo meşin kaplı mukavva cilt / XVII. yüzyıl”

F a t i h R U K A N C I

18063

2012XVIII. yüzyılda şemseli cilt sayısı oldukça azalmış, zilbahar16 (kafes) ciltler

yaygınlaşmıştır. XVIII. yüzyıl kapak tezyinatında genellikle çiçek motifleri (Şukufe üslubu) hâkim olmuştur. Lake (rugan) ve realist motifli ciltlerle, yekşah17 ciltler yaygınlaşmıştır. Önceleri kullanılan klasik motiflere ek olarak gül, karanfil, yabangülü, lale, narçiçeği, haşhaş, nilüfer, sümbül çiçeklerinden oluşan motiflerin bazen serpiştirme bazen buket, bazen de tekil, çiftli, üçlü bordürler içinde ince bir zevkle pek sanatkârane bir şekilde resmedildiği görülmekteydi. Bu dönem ciltlerinin diğer özellikleri olarak, deri üzerine sırma işleme ile haklar tezyinatın kullanılması ve sanatkârların cilt kapağı üzerinde imzalarının bulunması belirtilebilir. Dönemin en belirgin karakteri, kapak kompozisyonlarının deforme olmuş şemse, köşebent ve bordürler, kartuşlar ve buketler halinde rengârenk çiçeklerle tezyin edilmesiydi (Özdeniz 1981: 15-16).

Bu dönemde klasik şemseli ciltlerin çok güzel örnekleri yapılmıştır. Dış ve iç kapak süslemeleri artmış, her renk deri ve daha bol altın kullanılmıştır. Avrupa’nın barok-rokoko etkisi, XVIII. yüzyıldan başlamak üzere tezhip sanatında olduğu kadar, cilt sanatımızda da hissedilmiştir. Şemse ve köşebentler realist çiçek ve yapraklarla süslenmiştir (Özen 1998: 19). Bu yüzyılın ortalarında, ortası şişkin, dar uzun şemse biçimleri yaygınlaşır. Şemseler içine aletle sarmal Rumiler ve noktalar, fırçayla içi çiçeklerle dolup taşan vazo motifleri yapılmıştır. Dönemin sonlarında bazı ciltlerin dış ve iç kapakları alet ve fırçayla yapılmış, altınla yaldızlanmış sıvama baklava biçimleriyle bezenirken, kimi ciltlerde dış kapağa kumaş kaplanmış, iç kapaklarına buketler yapılmıştır (Tanındı 1999: 107).

XIX. yüzyılda klasik tarz deri kapak yapımı çok iyi olmayan örneklerle devam ederken XVIII. yüzyılın yekşah ve barok-rokoko ciltleri daha fazla rağbet görmüştür. Bu yeni usullerin klasik üslupla aralarındaki bağı tamamen kopardığı son devir Türk ciltleri için herhangi bir üslup ve ekolden söz etmek mümkün değildir. Cilt kapaklarındaki süslemeler bazen eski Türk motifleriyle yapılmış, çoğunlukla da Alman ve Fransız ciltlerinin etkisinde kalınmıştır. Bu son dönemde çok defa büyük preslerle modern aletler kullanılarak yapılan ciltlerde şu çeşitler görülmektedir: Deri aplike, deri rölyef, lake, yarım deri-cilt bezi, yarım deri-ebrulu veya batikli, suni deri, kağıt kaplı ciltler (Ciltçilik 2002: 551-552).

16 Kapak üzerine ezilmiş varak altını ile dört dilimli yaprak motifi ve parmaklık şeklinde çizgiler çekilerek yapılan bezeme. Bu bezeme cildin göbek kısmında veya zeminin tamamında bulu-nabilir.

17 Yekşah tekniğinde altın sürülmüş deri yekşah deri kakmak suretiyle süslenmektedir ve motif-leri, klasik şemseli ciltlerin stilize rumi ve hatayi motifleridir.

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

181632012

XIX. yüzyılda şemseli cilt sayısı azalmış, zilbahar (kafes) ciltler yaygınlaşmıştır. Ayrıca basılı eserlerin çoğalmasıyla, Batı tarzı deri ciltler yanında Yıldız cildi denilen, bir yüzüne altın yaldızla Osmanlı sanat arması, diğerine ay yıldız basılı deri, atlas ve kadife ciltler yapılmıştır. Ancak bunların sanat kalitesi oldukça düşüktür. XIX. ve XX. yüzyıllarda klasik Osmanlı ciltleri az da olsa yapılmışsa da zaman içerisinde bu güzel ciltlerle olan bağlantı kopmuştur (Balkanal 2002:343).

Resim 5- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Üniversite A -353 “Barok üslupta müzehhep motifli, açık kahverengi meşin kaplı mukavva cilt / XIX. yüzyıl”

F a t i h R U K A N C I

18263

2012Yazma eserin cildi hakkında verilecek bilgiler yazma eserin maddi

değerini doğrudan etkiler. Kuşkusuz cilt özelliği konusunda doğru tespit ve değerlendirmelerin katalog kaydında belirtilmesi yazma eser uzmanının tecrübesiyle de doğru orantılıdır. Zira incelediğimiz eser ile cildinin birbirine ait olup olmadığı zaman zaman tartışma konusu olabilmektedir.

1.2. Tezhip/Tezyinat: Yazma eserlerde tezhip kitabın hemen her bölümünde görülebileceği gibi en sık görülen bölümler aşağıdaki gibi sıralanabilir.- Hatime Tezhibi- Sayfa Kenarı Tezhibi- Boş Sayfa Tezhibi- Ara Başlık ve Koltuk Tezhibi18

- Bordür, Ulama, Zencirek, Kenarsuyu- Gül Tezhibi- Durak (Vakfe) / Sure başları Tezhibi- Vakfiye Tezhibi- Serlevha Tezhibi- Fihrist Tezhibi- Zahriye Tezhibi

Tezhip Arapça altınlama anlamına gelir ancak zamanla boya altın karışımı ya da yalnızca boya ile yapılan süslemeler de tezhip olarak adlandırılmıştır. Yazma eser üzerindeki tezhip yazma eserin maddi ve manevi değeri hakkında önemli veriler sunarken, diğer taraftan kitabın ait olduğu medeniyet ve tarih hakkında da tahminde bulunulmasına yardımcı olabilmektedir. Yüzyıllar boyunca farklı sanatçıların ve ekollerin ürünü olarak zarif kitap süsleme sanatlarının birbirinden güzel örneklerinin Osmanlı dönemi yazma eselerine yansıtılmıştır.

Yazma eserlerin “albenisi” olarak ifade edebileceğimiz tezhip, özellikle İslamiyet ile paralel gelişen ve yazma esere paha biçilmez değer katabilecek örneklerine rastlayabildiğimiz fiziksel özellikler arasında sayılmaktadır. Yüzyıllar boyunca güzelliğini ve etkileme gücünü koruyabilmiş tezhipli cilt ya da iç süslemeler yazma eserlerin fiziksel nitelemesinde belki de en hassas, detaycı nitelemenin yapılması gerekli alandır. Zira yazma eser uzmanı katalogladığı eseri yalnızca “tezhipli” ifadesiyle nitelemesi önemlidir ancak

18 Koltuklar metinlerin iki tarafında yer alan küçük dikdörtgen alanlardır. Bu bölümlerin süsle-meleri aynı kompozisyonla veya simetrik olarak tasarlanır. Koltuklar en çok serlevhadaki me-tinlerde, başlık metinlerinde, kıtalarda veya levha olarak yazılan bazı yazıların iki yanında gö-rülür. Koltuk tezhipleri kompozisyonun bütünüyle uyumlu olarak renklendirmesi ve tasarlan-masıyla gayet zarif ve ince olarak işlenir.

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

183632012

asla yeterli görülemez. Çünkü tezhip, özellikle Osmanlı dönemi yazma eserlerinde yüzyıllar boyunca farklı tür ve ekollerle gelişim göstermiş, esere en zahmetli çalışmaların ürünü olarak sanatsal değer kazandırmıştır.

Selçuklu tezhibinde birbirinin içine geçmiş geometrik şekiller hâkimdir. Sayfanın alt ve üst kenarında, bazen de dört yanında altın zemin üzerine siyahla çizilmiş “ulama” adı verilen, birbirine bağlı kanca şeklinde süslemeler görülebilir. Yuvarlak madalyonların çevresinde münhaniler çizilmiştir. Ana renkler altın, lacivert, beyaz ve kızıl kahverengidir. Tığ ya yoktur ya da seyrek, ince mavi çizgiler halindedir (Özen 2003: 2).

XV. yüzyıl tezhibinde zahriyenin iki sayfada birer madalyon içinde yer aldığı ve madalyonların yuvarlaktan beyzi forma döndüğünü görüyoruz. Zahriyeden sonra görülen serlevha tezhibi ise yatay dikdörtgen form içindedir. Dönemin belirleyici özelliği yalınlığı, açık mavinin ve altınla boyanın çok ölçülü dengesidir (Özen 2003: 7).

Resim 6- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Üniversite A – 65 “Şemse biçiminde ortası yazılı, tığlı, tamamı tezhipli zahriye sayfaları”

F a t i h R U K A N C I

18463

2012XVI. yüzyılda başlıklar çeşitlenmiş, dikdörtgen başlıklı tezhibin üstüne

taç, mihrap formları ya da dilimli süslemeler eklenmiştir. Tığlarda çizgiler zenginleşmiş, rumilerin kayılmasıyla zarif motifler ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılın ikinci yarısında tığlarda çiçek motiflerine de rastlanmaktadır (Özen 2003: 9).

Kanuni dönemi birçok yeni üslubun, motifin ve sayfa kenarı süslemeciliğinde yeni tekniklerin uygulandığı zengin bir dönemdir. Ayrıca saz üslubu da yine bu dönemde çıkmış ve gelişmiştir (Demirağ 2007: 86).

Resim 7- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Mustafa Con A-519 “Altın yaldızlı, madalyon biçiminde ortası yazılı, mihrabiyeli, cetvelli, tığlı, müzeyyen ve müzehhep serlevha”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

185632012

XVI. yüzyıl eserlerinde diğer motiflerle birlikte özellikle yekberk motifinin ve çintemani ile piçide (sarılma) rumi motiflerinin zengin kullanım alanı bulduğu görülür. Mevcut üslupların yanında çift tahrir ve havalı diye adlandırılan ve küçük helezonlar üzerine ufak hatayi motifleriyle meydana getirilen yeni bir tarzın ortaya çıktığı bilinmektedir (Hat ve Tezhip Sanatı 2009: 350).

XVII. yüzyılda en çok kullanılan süsleme motifi çiçek buketleridir. Gül, lale ve diğer çiçeklerden oluşan buketlerin düzenlenişi Türk üslubundadır (Demirağ 2007: 88).

XVIII. yüzyılda klasik tezhibin değişmeye başladığını gösteren büyük çiçekli, iri ve karışık motifli süslemeler yapılmış, tığlarda bile büyük ve renkli çiçekler yer almıştır. Ayrıca barok ve rokoko üsluplar tezhibe girmiş, bu tarzda yapılan kurdeleler, doğal dal ve yapraklar, sazyolu üslubu, aşırı süs ve kıvrımlar tezhibe hâkim olmuştur (Özen 2003: 9-10).

Resim 8- Mustafa Con A- 565 “Altın yaldız cetvelli, tığlı, mihrabiyeli, tamamı tezhipli serlevha”

F a t i h R U K A N C I

18663

2012Serlevha tezhibi, düz başlık şeklinde, kubbeli, dilimli, taç desenli, tepelikli

mihrabiye gibi farklı kompozisyonlarda karşımıza çıkabilir. Fatih döneminde serlevha tezhibi sayfanın enine uzanan dikdörtgen formdadır ve çevresinde bitkisel motifler ile geçmeler bulunur. XVIII. yüzyıldan sonra ise özellikle dini kitap serlevhaları taç tezhibi şeklinde düzenlenmiş olup, bazen de çiçek buketleri ile süslenmiştir (Özkeçeci ve Özkeçeci 2007: 157).

Tezhip konusunda bilgiler verilirken ilgili alana hangi bölüm ya da yaprakların tezhipli olduğu kaydedilmelidir. Bununla beraber hangi bölüm ve yapraklarda hangi döneme ait olduğu tahmin edilen ne tür bir tezhip tekniğinin uygulandığı, renkleri, şekilleri, motifleri, ve eğer tespit edilebiliyor ise müzehhip ya da müzehhibesinin ismi ya da mahlası belirtilmelidir. Bu bilgiler tezhip için oluşturulmuş ve günümüze kadar kullanılan ortak terimler kullanılarak kaydedilmelidir. Bu kayıt bir taraftan eserin sanatsal açıdan gerçek değerini ortaya koyarken, diğer taraftan eserin orijinalliği hakkında

Resim 9- A. Ü. DTCF Kütüphanesi / Mustafa Con A- 400 “Gül tezhipli, altın yaldız cetvelli fihrist örneği”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

187632012

fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir. Tezhibin katalogcu tarafından “orta”, “nefis”, “pek nefis” ifadeleriyle kaydedilmesi ya da “bir kısmı tezhipli” veya “tamamı tezhipli” ifadeleriyle belirtilmesi yazma eserin fiziksel nitelemesi açısından son derece genel ve sınırlı bilgiler olacaktır. Tezhibin türü, malzemesi, tekniği, dönemi, müzehhibi hakkında bilgi ya da tahminler tespit edilirken özellikle sanat tarihi ve İslam sanatları konusunda uzman kişilerden yardım alınabilir. Kuşkusuz bazen bu tespitler uzun zaman alır ve yorucu bir araştırmayı gerektirebilir. Ancak unutulmaması gereken zamana meydan okuyan bu eserlerin üretimi sırasındaki zahmet dikkate alındığında kataloglanması için harcanabilecek çabanın makul görülmesi ve sabırla yürütülmesidir. Dolayısıyla tezhibin yapımındaki zahmetli çalışmanın farkında olmayan bir uzman tezhibin niteleyici bilgilerinin tespitinde ne kadar titiz davranılması gerektiğini kavrayamaz.

1.3. Minyatür Özelliği: Minyatür terimi Latince “miniare”, İtalyanca “miniature” sözcüğünden gelmektedir. İlk olarak el yazmalarında metin içindeki baş harflerin “minium” denilen kırmızı sülien boyası ve yaldızla yazılarak süslenmesi için kullanılan bu terim kırmızı ile boyamak anlamına gelmektedir. Zamanla el yazması kitaplarda metinde işlenen konuyu canlandırmak ve aydınlatmak için yapılan renkli resimleri ifade eden minyatür (miniature), genel anlamda küçük boyutta, ince ayrıntıları gösterecek biçimde çizilmiş resimler için kullanılmıştır. Dolayısıyla bu terim, etimolojik açıdan yanlış olarak “minus” (küçük) sözcüğüne temellendirilip özellikle XVI.-XIX. yüzyıllarda küçük boyutlu portreler, manzaralar ve figürlü sahneler için de kullanılmıştır. Dolayısıyla minyatür bir kitabı süslemek için kullanıldığı gibi bazen de bir madalyonu ya da herhangi küçük bir objeyi de süsleyebilir (Tanyeli 1996: 163; Mahir 2005: 15).

Bu sanat Çinliler ve Türklerden İranlılara oradan da Avrupa’ya geçmiştir. Türkler ve İranlılar bu resim tarzına renkli resim manasına gelen “nakış”, “tasvir” ve bunu yapan sanatçılara da “nakkaş”, “musavvir” adlarını vermişlerdir.

Osmanlı minyatür sanatının erken örnekleri, kaynağını Selçuklu resim üslubundan almakla birlikte, çağdaşı Timurlu ve Türkmen minyatür üsluplarından da etkilenmiştir (Mahir 2005: 39). Osmanlı minyatürlü yazmaların günümüze ulaşmış en erken tarihlisi, Şair Ahmedi’nin “İskendername”sinin 1416 yılında Amasya‘da kopya edilmiş resimli bir nüshasıdır.

Osmanlılarda resim ve minyatürün gelişimi İstanbul’un fethinden (1453) sonra başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminden, XIX. yüzyıla uzanan döneme ait çok sayıda minyatür eser günümüze ulaşmıştır. Fatih

F a t i h R U K A N C I

18863

2012Sultan Mehmet döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser, Türkmen minyatürlerinin etkisini göstermektedir. Bu eserler dönemin giyim, müzik aletleri ve eğlence hayatı gibi bazı özelliklerini de yansıtırlar.

XVII. yüzyılda minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu sürdürürken öte yandan albüm resmi birdenbire büyük bir önem kazanmıştır. Hiçbir metne bağlı olmayan tek tek figürlerin ya da günlük hayatla ilgili konuların işlendiği örneklerden oluşur. Çeşitli tipte insanlar giyim özelliklerini belirtmeye özen gösterecek biçimde işlenmiştir. Bu dönemde Farsça ve Arapçadan Türkçeye çevrilen cifr, fal ve hikâye kitaplarının resimlendirilmesiyle Osmanlı minyatür sanatı konu çeşitliliğine kavuşur. II. Osman’ın saltanat yıllarında (1618-1622) eserler veren Ahmed Nakşi’yle birlikte Osmanlı minyatür sanatının klasik üslubunda kopmaya başladığı görülür. (Bağcı 2000: 166; Mahir 2005: 71). XVII. yüzyılda büyük bir değişiklik göstermeyen Osmanlı minyatürü, XVIII. yüzyılın başında Lale Devri ile son parlak dönemini yaşar. XVIII ve XIX. yüzyıllar Osmanlının bir dünya devleti olarak eski önemini yitirdiği Batının siyaset, askeri ve teknik alandaki üstünlüğünü kabul ettiği bir dönem olmuştur. XVII ve XVIII. yüzyılda yaşanan bazı siyasi olaylar, Osmanlı

Resim 10- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Üniversite 262 / 24b “Divan-ı Hafız - Minyatürlü sayfa örneği”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

189632012

devletini Avrupalılarla ticaret antlaşmaları yapmaya zorunlu kılmış, onların politikalarına bağımlı hale getirmiştir. Söz konusu Batılılaşma hareketleri özellikle “Lale Devri (1703-1730)” olarak bilinen III. Ahmet’in saltanat yıllarında hız kazanmıştır. Bu yıllarda Osmanlı tasvir sanatının henüz geleneksel kimliğinden kopmadan klasik üslubunun kabuğundan çıkarak yeni bir sanat anlayışının özümsendiği söylenebilir. Bunda Levni mahlaslı Abdülcelil Çelebi’nin önemli payı olmuştur. Levni’nin ilk eserlerinden biri olduğu tahmin edilen “Kebir Musavver Silsilename” Osman Gazi’den III. Ahmet’e kadar hüküm sürmüş Osmanlı padişahlarının dizi halinde portrelerini içerir. Kendinden sonraki portre ressamlarına esin kaynağı olacak bu minyatürlerde Levni’nin geleneksel kalıpları yeni bir anlayışla yorumladığı görülür. Onun çalışmaları, ışık gölge etkilerini vermeye çalışan kendinden önceki nakkaşların başlattığı perspektif kazandırma girişimlerini daha ileri denemelerdir (Mahir 2005: 78).

Resim 11- Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi H-324-21b “Silsilename -Minyatürlü sayfa örneği”

F a t i h R U K A N C I

19063

2012III. Ahmet’in saray başnakkaşı Levni’nin eserleri dikkate şayandır.

Levni’nin eserlerinde görülen renkler pastel ve ahenklidir. Harikulade şekil ve çizgi güzelliği göze çarpmaktadır. Klasik resimlerle Levni’nin eserleri karşılaştırılacak olursa Levni’nin Türk minyatüründe kendine özgü bir ekol olan özel bir sanatçı olduğu görülür. Levni’nin başyapıtı Sultan III. Ahmet’in şehzadelerinin sünnet düğünü şenliklerini anlattığı Vehbi’nin eseri “Surname”deki resimlerdir (Güney 2001:113). İki boyutlu yüzeysel anlatımdan üç boyutlu hacimli anlatıma geçişi Levni’den daha ileriye taşıyan sanatçı ayrıca gül, lale gibi çiçek resimleri de yapmıştır. Eserlerinde özellikle figürlerin yüzlerinin işlenişinde Batı etkisiyle boyut kazandırmaya çalıştığı görülür (Adım Adım Osmanlı Tarihi… 2003: 95). XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı saray çevresinin resmi kıyafetlerini gösteren ve suluboya tekniğiyle yapılmış resimleri içeren birtakım albümlerin de hazırlandığı görülür (Renda 1981: 52-56). Batı’ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri’nde minyatür sanatında Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere tanık olunur. Bu yüzyılın sonunda tutkallı toprak boyanın, guvaş ve suluboyayla yer değiştirmesiyle birlikte bazı yazma eserler geleneksel minyatür sanatını sonlandıran tekniklerle resimlendirilmiştir. Osmanlı minyatür sanatı bu dönemden sonra özelliğini ve güncelliğini yitirerek yavaş yavaş yerini Batı resim tekniğiyle yapılmış yağlıboya tablolara bırakmıştır.

Resim 12- Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi H-1344 190b/191a “Surname-i Hümayun- Minyatürlü sayfa örneği”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

191632012

Osmanlı dönemi yazma eserlerinde minyatür sanatına ilişkin bu açıklamalar göstermektedir ki, yazma eserlerde minyatür hakkında niteleyici bilgilerin verilebilmesi nakkaşına ya da dönemine ilişkin doğru tespitlerin katalog kaydına yansıtılabilmesi oldukça deneyim ve birikim gerektiren bir uzmanlıktır. Zira yazma eserlerimize ilişkin katalog kayıtları incelendiğinde minyatüre ilişkin alanların yalnızca minyatürün yer aldığı yaprak numaralarının verilmesiyle sınırlı kaldığı görülmektedir. Katalog kayıtlarında minyatürün dönemi, kondisyonu, ekolü ve tekniğine ilişkin bilgiler yer alamamaktadır. Oysaki yazma eserlerimizin sanatsal değerini belirlemede minyatürlü olup olmadığının yanı sıra minyatürün kim tarafından hangi teknikle hangi konuda hangi tarihte yapıldığının tespiti oldukça önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla minyatürlü yazma eserlerin katalog kaydında ilgili uzmanlarla işbirliği yapılmalı, ulaşılan sonuçlar doğrultusunda eserin gerçek sanatsal değerine ilişkin ipuçları katalog kaydındaki ilgili alana kesinlikle yansıtılmalıdır. Bu alanda verilecek bilgiler belki de esere daha özel bir statü kazandıracak, onun daha güvenli bir biçimde saklanması tedbirlerini ya da dijitalleştirme esnasında minyatürün zarar görmemesi gibi birtakım farklı uygulamaları beraberinde getirebilecektir.

1.4. Kağıt Boyutu ve Yazı Alanı: Kağıt boyutu, yazma eserin en, boy ve yükseklik ölçülerinin yazıldığı alandır. Ölçüm yaprak boyutu dikkate alınarak yapılır. Metnin yazı alanı genellikle “cetvel” adı verilen tek ya da çift çizgili bir çerçeve ile sınırlıdır. Cetvel yok ise yazı alanı boyutu ölçülerek bu bölümde belirtilir. Yazı alanı ölçülürken “derkenar” adı verilen açıklama bölümleri yani asıl metin dışında kalan notlar dikkate alınmaz bir başka deyişle ölçüm derkenar bulunmayan bir yaprak üzerinden yapılmalıdır.

1.5. Kağıt Türü, Rengi ve Filigran Bilgisi:Yazma eserlerin günümüze kadar birçok özelliğini koruyarak ulaşabilmesinde kağıt türü ve kalitesi önemli rol oynamıştır. Yazma eserlerde çoğunlukla kullanılan kağıtlar Haşebi, Dımışki, Semerkandi, Devletabadi, Hatayi, Hindi, Sultani, Harir-i Semerkandi, Venedik gibi adlar ile tanımlanırdı ve beyaz, sarı, kırmızı, kahverengi, nohudi, mavi, siyah renklerde olurdu. Yazma eser kâğıtlarının en önemli özelliği aharlanmış olmasıdır. Ahar, yazı yazarken meydana gelebilecek hataların düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve iz bırakmaması için kâğıdın üzerine sürülen ve onun kuvvetlenmesini sağlayan bir maddedir. Üzerine bir defa ahar sürülen kâğıtlara aharlı, iki veya daha fazla ahar sürülenlere de çift aharlı kâğıt denilir. Aharın çeşitleri vardır. En çok kullanılan nişasta aharı ve yumurta aharıdır. Aharın içine biraz gülsuyu veya misk ve amber koyulduğu da olurdu. Aharlı kağıtlar ayrıca mührelenirdi. Mühre ise çakmak taşından ve diğer bazı maddelerden yapılırdı. Böylece aharın ömrü uzun olur, kağıt da parlak ve düz bir hal alırdı (Bayraktar 1983: 116).

F a t i h R U K A N C I

19263

2012

Katalog kayıtlarında çoğu kez tespit ya da tahmin edilemediği için boş bırakılan “kağıt türü”nü kesin olarak saptayabilmek oldukça zordur. Yazma eserin üretildiği ya da yazıldığı dönem, nerede yazılmış olduğu bilgisi veya eğer kağıt filigranlı ise filigranın yazısı, şekilleri kağıt türü hakkında bilgi verebilir. Bazen de tersi bir durum söz konusudur kağıdın türü ve döneminden hareketle yazma eserin hangi döneme ait olduğu bilgisine ulaşabilir.

Filigran (su damgası): Bir kağıdın dokusunda bulunan ve ancak ışığa tutulduğunda görülebilen çizgi, resim veya im olarak tanımlanmıştır (Belge Yönetimi ve Arşiv… 2009: 41). Bu alanda verilmesi gereken asgari bilgi kağıdın rengi ve filigranlı olup olmadığıdır. Bunun yanı sıra filigran bir yazı ise ne yazdığı bir şekil ise şekil hakkında bilgiler verilebilir. Eğer yazma eserin hangi döneme ait olduğuna dair bir bilgiye rastlanılmamışsa kağıt türü üzerine araştırmalar derinleştirilmelidir.

Resim 13- A.Ü. DTCF Kütüphanesi / Üniversite A-76 “Renkli sayfalardan oluşan yazma eser sayfaları”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

193632012

1.6. Sayfa, Satır ve/veya Sütun Sayısı (Düzeni): Eserin metin kısmında bir sayfadaki (yazı alanı içindeki) satır sayısı da kayda geçirilmelidir. Satır sayıları değişkenlik gösteriyorsa en çok tekrar edilen rakam yazılabilir ya da bölüm bölüm kaç satırdan oluştuğu ayrı ayrı yazılır. Manzum (dörtlük, beşlik, ikilik olarak yazılan şiir kitapları)Yazma eserlerde sütun sayısı da kaydedilmelidir. Sütun sayıları değişkenlik gösteriyorsa en çok tekrar edilen rakam yazılabilir veya bölüm bölüm kaç sütundan oluştuğu ayrı ayrı yazılır.

1.7. Yazı (Hat) Türü: Hat Arapça “yazı” anlamına gelen bir sözcüktür. Yazı ustasına Hattat denildiği gibi sanat yazıları için hüsn-i hat (güzel yazı - kaligrafi) deyimi kullanılırdı (Alparslan 1997: 766). İslam dininde tasvir yasağı Kuran’dan camiye kadar çok çeşitli yapıtların bezenmesinde, başka dekoratif öğelerin yanı sıra yazının da geniş ölçüde kullanılmasına yol açmıştır. Bundan başka İslam inancına göre yazının kutsal bir niteliği vardır, çünkü Hz. Allah’ın buyruğu olan Kuran’ın içeriğini de yazı taşımaktadır. Kuran’ın çeşitli ayetlerinde de yazının bu kutsal niteliğine işaret edilmiştir. Yazıya verilen bu değer, tüm İslam kültüründe hat sanatının üzerinde çok durulmasına ve

Resim 14- A.Ü. DTCF Kütüphanesi A -193 “Çam ağacı biçiminde satır düzenine sahip yazma eser sayfaları”

F a t i h R U K A N C I

19463

2012

bu sanatın kutsal bir sanat sayılmasına neden olmuştur. Özellikle Osmanlı kültürü içinde hat sanatı çok ilerlemiş, işlevsel görevinin yanı sıra, estetik bir düzeye yükselmiş, adeta Batı resim sanatındaki tabloların yerini tutar olmuştur.

Hat sanatında gelişi güzel yazı yazılmaz, her yazı türünün kendine özgü özellikleri, inceden inceye saptanmış kuralları vardır. Tarih boyunca ünlü hat ustaları zaman zaman yazı kuralları oluşturmuşlardır. Çeşitli yazı türleri birbirlerinden, harflerin büyük ya da küçük olması, biçimi, aralıkları, bazı harflerinin birbirlerine bitiştirilip bitiştirilmemesi, bazı yazı işaretlerinin kullanılıp kullanılmaması gibi özellikleriyle ayrılır (Hat 1981:757).

Türklerin kullandıkları ve yazma eserlerde görülen başlıca yazı çeşitleri şunlardır:

Kufi: Harflerin köşeli olarak yazıldığı geometrik bir yazı türüdür. Kufe şehrinde ortaya çıktığı için kufi adı verilmiştir. Bu yazı miladi IX ve XV. yüzyılın sonuna kadar türlü değişikliklere uğrayarak kullanılmıştır.

Resim 15- A.Ü. DTCF Kütüphanesi /Mustafa Con A 532 “Geometrik şekilli satır ve sütun düzenine sahip yazma eser sayfaları”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

195632012

Sülüs: Hicri IV. miladi X. yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır. Kufi yazıya göre daha yuvarlaktır ve köşeleri sert değildir. Tarife göre sülüs yazıda her harfin altıda biri düz, altıda biri yuvarlak olacaktır. Sülüs, ucu 2-3 mm kalınlığında kesilmiş kamış kalemle yazılır. Sülüs yazının esasıdır ve yazıların anası diye anılır. Bütün yazı türleri ve kuralları bu yazıdan türetilmiştir. Kuran-ı Kerim’ler, levhalar, çoğunlukla sülüs ve nesih hattı ile yazılmıştır.

Nesih: Kufi yazıdaki köşelerin tamamen yuvarlaklaştırılması ile meydana gelmiştir. İlk örnekleri miladi X. yüzyılda görülmüştür. Sülüs yazıyı andırmakla beraber ondan üçte iki oranında daha ince uçlu kalemle yazılır. Özellikle Türkler el yazmalarında nesih hattını tercih etmişlerdir. Matbu yazıya yakınlığı ile de dikkat çeken bu yazıyı okumak diğerlerine oranla daha kolaydır.

Reyhani: Bu yazıda nesih yazının yatay kısımları daha yatık ve uzundur. Yapısı bakımından daha sert çizgilere sahiptir. Kalem kalınlığı nesih ile aynı olan bu yazı XVI. yüzyıldan sonra kullanılmamıştır.

Muhakkak: Sülüs yazının yatık kısımlarının uzun ve geniş olan türüdür. XVI. yüzyıla kadar çok kullanılmış sonra yerini sülüse bırakmıştır. Harfin bir bölümü düz bir bölümü eğri olarak (dairesel) yazılır.

Tevki: Yarısı düz çizgilerle yarısı yuvarlak çizgilerle yazılır. Sülüs’e pek yakındır. Ünlü hattat Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre bu yazı Sülüs yazının esasını teşkil etmiştir. Ancak daha çok devlet yazışmalarında yani resmi belgelerde kullanılmıştır.

Rika: Nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir türüdür. İcazetler bu ile yazıldığı için buna “icazet hattı” da denir. Hat ve hattatanda bu yazının “düzlüğü ve yuvarlaklığı değişik, çoğu harfleri bitişiktir”. Kalem kalınlığı değişebilir.

Talik: Her harfi yuvarlağımsıdır. Düz hattı yoktur. Yalnız düz çizgilerden oluşan Ma’kıli yazının tam tersidir. Bu yazıya İran’da Nestalik adı verilir. Bir de şikeste (kırma) türü vardır. Talik hattı, sülüsle aynı kalınlıkta kalemle yazılır. En büyük üstatları Azerbaycan’da ve İran’da çıkmıştır. Bizde de aynı yolda XVIII. yüzyıl sonlarına kadar başarı ile kullanılan bu yazı, Yesari Es’ad Efendi’den itibaren Türk tavrı kazanmıştır. Eski dönemlerde ilmi ve dini eserler, mahkeme evrakı Talik hatla yazılırdı (Rado 2003: 17-18).

Yazı türlerinin hemen her birinin, çok kesin sınırları olmamakla birlikte farklı fonksiyonları vardır. Örneğin Tevki ve Rika esas metinlerle karışması arzu edilmeyen şerh ve haşiyelerde, sülüs levha yazılarında ve kitap başlıklarında tercih edilmiştir (Ensari 2010: 129).

Yazıların bazen satır halinde değil de üst üste sıralandığı görülür. Bir kural içinde harf ve sözcüklerin üst üste dizilmesine hattatlık dilinde “istif”

F a t i h R U K A N C I

19663

2012

adı verilir. Doğal olarak yazı sanatının ilk gelişmesi Araplar aracılığıyla

olmuştur. Bilinen ilk büyük Türk hattatı ise Amasyalı Yakut el-Musta’sami’dir

(XIII. yüzyıl). Hat konusunda ciddi ve kapsamlı çalışmayı Amasyalı Şeyh

Hamdullah (XV. yüzyıl) yapmış, “aklam-ı sitte-altı kalem (sülüs, nesih,

muhakkak, reyhani, tevki, rika, talik)” diye bilinen yazı türlerini her birinden

örnekler çıkarıp yanlarına kurallarını yazarak bir araya getirmiştir. Şeyh

Hamdullah aynı zamanda Sultan II. Beyazıd’ın da yazı hocasıdır. Osmanlı

sanatının doruğa ulaştığı XVI. yüzyılın en önemli hattatı, yazının yalnız

üslubunda değil, tekniğine de yenilikler getiren Ahmet Karahisari’dir. Altını

mürekkep gibi kullanarak yazı yazmak, altın yaldız harflerin dışını siyah

çizgiyle belirlemek, harf kalınlıklarının içini çiçek motifleriyle doldurmak ilk

kez onun uyguladığı yeniliklerdendir. En önemli yapıtı İstanbul Süleymaniye

Camisi kubbesindeki yazısıdır. Türk yazı sanatının başka bir ustası da,

yapıtlarıyla pek çok başka hattatı etkilemiş, III. Ahmet ve II. Mustafa gibi

sultanlara hocalık yapmış olan Hafız Osman’dır (XVII. yüzyıl). Taşbaskısıyla

Resim 16- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Üniversite -530 “Talik hattı ile yazılmış yazma eser sayfaları”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

197632012

çoğaltılan Kur’anları, döneminde en uzak İslam ülkelerine kadar yayılmıştır.

Bu yapıtlar günümüzde de yazı sanatının en değerli örneklerinden sayılır.

Ünyeli İsmail Efendi, Mustafa Rakım Efendi ve İstanbul’daki pek çok yapının

yazıtını hazırlamış olan Mehmet Esat Yesari XVIII. yüzyılın ünlü ustalarıdır

(Hat 1981: 758-759).

Yazı türünün tespiti yazma eser uzmanının daha önce farklı yazı türleriyle

yazılmış olan eserleri incelemiş olması ile doğrudan ilgilidir. Yukarıda yazı

türleri ve hattatlar hakkında verilen temel bilgiler ise yazı türünden hareketle

yazma eserin hangi döneme ait olduğunun tahmini ve tespiti açısından

oldukça önem taşımaktadır. Yazı türü yazma eser içinde bölüm bölüm

farklılık gösterebilir bu nedenle eserin tamamı dikkatle incelenmelidir.

Ayrıca yazı türü kesin olarak tüm özellikleri dikkate alınarak saptandıktan sonra katalog kaydında ilgili alana yazılmalıdır.

Ayrıca yazı stili de dönemler arasında farklılık gösterir. Bölüm başlıklarında XIV. ve XV. yüzyıllarda “muhakkak” ve “reyhani” yazı türü sıklıkla görülürken

Resim 17- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Mustafa Con A- 480 “Sülüs hattı ile yazılmış yazma eser sayfaları”

F a t i h R U K A N C I

19863

2012ilerleyen yüzyıllarda bunlar neredeyse hiç görülmez. XV. yüzyılda ise çoğunlukla “talik” yazı türünün kullanıldığını görürüz. Böylece eser eğer “rika” yazı türü ile yazılmışsa bu eserin tarihinin rika’nın kullanılmaya başlandığı XVIII. yüzyıldan daha önceye gidemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yalnızca yazı stilini dikkate alarak eserin döneminin tespit edilebildiği birçok örneğe rastlamak mümkündür (Okuyucu 2008).

1.8. Mürekkep Rengi ve Özellikleri: Yazma eserde yazıda ve işaretlerde hangi renk mürekkeplerin kullanıldığının belirtildiği alandır. Bazı eserlerde bölüm bölüm farklı renkler tercih edildiği durumlarda, bunlar da yaprak numaraları belirtilerek kaydedilmelidir.

Birçok eski metinde mürekkep solgunlaşmış (buharlaşmış) ve pembeye yakın bir renk almıştır. Ancak bu durum mürekkebin kalitesine göre de değişebildiği için mürekkep kesin bir kriter olarak düşünülemez. Bazen de mürekkebin rengi önemli bir ipucudur. Çok eski yazma eserlerde kırmızı ve

Resim 18- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Mustafa Con A- 623 “Rakabe/takip kelimesine sahip, nesih hattı ile yazılmış yazma eser sayfaları”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

199632012

siyah renklerin kullanıldığını görürüz. Yeşil ve mavi renkler XIV. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır (Okuyucu 2008).

1.9. Rakabe/Derkenar/Şukka: Rakabe, örneğin 12a yaprağının sonunda 12b'deki ilk kelimenin yani bir sonraki sayfadaki ilk kelimenin yazılması ile takibin belirtilmesidir. Yazma eserin metninde sayfa ya da yaprak numaraları genellikle bulunmadığından bunun yerine takip kelimeleri (rakabe) vardır. Rakabe’nin var olup olmadığı da bu alana (var/yok) şeklinde kaydedilir.

Yazma eserin metin kısmında sayfaların köşelerinde ya da asıl metin dışındaki boşluk kısımlarında birtakım açıklayıcı notlar bulunabilir. Bu notlara derkenar adı verilir. Derkenar bulunan yaprakların numaraları da bu alanda tek tek kaydedilmelidir.

Şukka, Arapça "parça" demektir, kâğıt parçası ve mektup anlamında kullanılmıştır (Pakalın 1983: 360). Aynı zamanda küçük tezkere, yazı anlamına da gelen ve yazma eserlere sonradan eklenen yazılara şukka adı verilmiştir (Devellioğlu 1962: 1200). Küçük ayrı kâğıtlara yazılıp sayfa aralarına yapıştırılmıştır. Bu parçalar değişik geometrik şekiller halinde

Resim 19- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Üniversite A -312 “Derkenarlı yazma eser sayfaları”

F a t i h R U K A N C I

20063

2012

karşımıza çıkmaktadır. Eserde şukkaların yer aldığı kısımlar ve hatta şukka şekilleri katalog kaydının notlar alanında belirtilmelidir.

1.10. Kitabın Fiziki Durumu (Kondisyonu): Yazma eserler uzun yıllar önce üretilmiş olduğundan günümüze kadar birçok tahribata maruz kalmış olabilir. Yazma eser uzmanının görevi eserin fiziki durumunu ayrıntılı bir şekilde tespit ederek kitabın özel bir koruma önlemi ile saklanıp saklanmayacağına ya da restorasyona gerek olup olmadığına karar verilecek verileri bu alana kaydetmektir. Bu bağlamda kitap üzerindeki böcek, kurt, fare yenikleri, şiraze (cildin dikiş kısmı)nin dağınık olup olmadığı, sertabın kopuk olup olmadığı, kapakların ve sayfaların durumu ayrıntılı olarak kaydedilir. Bu alan doldurulurken “yıpranmış”, “su almış”, “çürümüş” gibi genel ifadelerle bilgi vermek yerine kitabın hangi noktalarında hangi düzeyde tahribatın bulunduğu detaylı olarak yazılmalıdır.

Resim 20- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Üniversite A- 268 “Şukka’lı yazma eser sayfası”

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

201632012

Türkiye yazmaları veritabanı incelendiğinde kataloglama sürecinde yazma eserlerin sanatsal özellikleri çoğunlukla göz ardı edilmiştir. Türkiye yazmaları veritabanında cilt özelliklerini tanımlama konusunda her kütüphanenin farklı bir uygulama içinde olduğu görülmektedir. Katalogların yalnızca küçük bir bölümünde cilt tanımlamamalarına yer verilmiştir. Bu durumda yazma eserlerin cilt özellikleri konusunda araştırma yapmak isteyenler kataloglardan bu açıdan yararlanamamaktadır.

Örneğin A.Ü. İlahiyat Fakültesi yazma eser kataloglarında yalnızca yazı türü bilgisi bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Kütüphanesi kataloglarında eserlerin yazı çeşidi, kâğıt özellikleri, cilt ve süslemeleri hakkında herhangi bir veriye rastlanmamaktadır. Bunun yanı sıra yine IRCICA (İslam Tarihi, Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi) yazma eser kataloglarında cilt ve diğer sanatsal özelliklere yer verilmemiştir (Odabaş

Resim 21- A.Ü. DTCF Kütüphanesi Üniversite A-217 “Yıpranmış, su almış yazma eser sayfaları”

F a t i h R U K A N C I

20263

20122011: 153-156). A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yazma Eser Kataloglarında da benzer durum söz konusudur ve eserlerin fiziksel tanımlamalarında bir standart sağlanamadığı görülmektedir. Bu durum yazma eser kataloglama çalışmalarının birbirine yakın düzey ve nitelikte bilgi-birikim sahibi uzman kadrolar tarafından yürütülmediğini ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra standartlaşmadan uzak kalmanın bir başka nedeni olarak konuyla ilgili farklı bilim dallarından uzmanların işbirliği içinde çalışmayıp birbirinden bağımsız farklı niteleme örneklerini oluşturmaları da gösterilebilir. Oysaki yazma eser niteleme çalışmaları zaman zaman yalnızca bir uzmanın üstesinden gelemeyeceği karmaşıklıkta olabilmektedir. Ülkemizde bu sorun proje bazında ele alınmış ancak sonuçları arzulanan düzeyde olmamıştır. Yazma eserlerden sorumlu kurumun bünyesinde görev alacak uzman ve yetkin kadroların zaman ve bütçe kaygısından uzak olarak yürüteceği çalışmalar, söz konusu eserlerin gerçek niteliğini yansıtacak kayıtların ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

SonuçYazma eserler cildi, zahriyesi, serlevhası, minyatürleri, kağıt türü, yazı türü, renkleri, tezyinatı, satır/sütun düzeni, metin içi süslemeleri, hatimesi ve mühürleri ile bir bütündür. Bu bütünün tüm ayrıntılarını ve özelliklerini yazma eserlerin katalog kayıtlarına yansıtabilmek oldukça derin bir bilgi birikimi ve tecrübe gerektirir. Çoğu zaman da bu işin zorluk derecesine göre farklı bilim dallarında uzman kişilerle ortak bir çalışma ve gayret içine girilebilir. Ancak burada vazgeçilmemesi gereken nokta yazma eserin kendi terminolojisi çerçevesinde tüm fiziksel özellikleriyle katalog kaydının çıkarılmasıdır. Nitekim yazma eserler yalnızca bilim dünyası için değil aynı zamanda sanat dünyası için de oldukça önemli tek ya da nadir yapıtlardır. Bu eserlerin katalog kaydındaki fiziksel niteleme alanlarının tam, doğru ve özenli bir şekilde doldurulması, ilgili eserin araştırmacılar için hangi niteliklere sahip bir kaynak olduğunun duyurulması açısından gereklidir. Bunun yanı sıra sözgelimi eserin eşsiz sanatsal niteliklere sahip olduğunun tespiti onun daha iyi korunması için gerekli tedbirlerin alınması için harekete geçilmesini sağlayacaktır. Böylece yapılacak olan fiziksel niteleme yazma eserin gerçek değeriyle araştırmacıları buluşturacak ve eserin herhangi bir nedenle maddi değer kaybına uğramasını önleyecektir.

Bugüne kadar yapılmış olan çalışmalar bu alanda kısmen başarılı olunduğunu ya da eksik kalındığını göstermektedir. Yazma Eser Kurumu Başkanlığı’nın kurulmasıyla bu kurumda eğitilecek ve görev yapacak uzmanların bugüne kadar yapılmış hatalı ya da eksik tanımlamaları fark

Yazma Eserlerde Fiziksel Niteleme

203632012

ederek yazma eserlerin fiziksel nitelemesinde bir standart dâhilinde çalışacaklarını ümit ediyorum.

KaynaklarAdım Adım Osmanlı Tarihi: Duraklama: Arayış Yılları 1648-1789 (2003), İstanbul: Boyut

Dosya Yayınları.

Ali, Alparslan (1997), “Hat”, Eczacıbaşı Ansiklopedisi. İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi

Yayınları.

Aslanapa, Oktay (1982), “Osmanlı Devri Cild Sanatı”, Türkiyemiz, C.13, S. 38, s. 43-44.

Bağcı, Serpil (2000), “From Translated Word to Translated Image: The Illustrated

Şehnam-i Turki Copies”, Muqarnas C.17. içinde s. 162-176. Co-edi: D.J.Roxburgh.

Leiden.

Balkanal, Zeynep (2002), “Bilgi ve Sanatı Kaplayan Sanat: Ciltçilik”, Türk Ansiklopedisi,

C.12. içinde, s. 341-349, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.

Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki Belge Türkleri, Padişah Elyazıları ve Belge Restrasyonu (1997),

İstanbul: Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı.

Bayraktar, Nail (1983), “Yazma Eserler”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, C. 32 S.3, s.

116-120.

Bayraktar, Nimet (1974), “Kütüphanelerimizde Yazma Eserler”, Türk Kütüphaneciler

Derneği Bülteni, C. 3 S. 2, s. 94-130.

Belge Yönetimi ve Arşiv Terimleri Sözlüğü (2009), Hazl.: H. Sekine Karakaş, Fatih Rukancı ve

Hakan Anameriç. Ankara: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü.

Çığ, Kemal (1971), Türk Kitap Kapları, İstanbul: [y.y].

Demirağ, Serpil Aydın (2007), Ankara Etnoğrafya Müzesiindeki Beş Kur’an-ı Kerim’in

Tezhip Süsleme Özellikleri, Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

Devellioğlu, Ferit (1962), Osmanlıca-Türkçe Lügat: Eski ve Yeni Harflerle, Ankara: Doğuş

Ltd. Şti.

Ensari, Muhammed Ali (2010), Osmanlıca İmla Müfredatı, İstanbul: Hayrat Neşriyat.

Güney, Zeynep K. ve Güney, A. Nihan (2001), Osmanlı Süsleme Sanatı, İstanbul: SFN.

“Hat Sanatı” (1981), Görsel Güzel Sanatlar Ansiklopedisi. C. 4, s.757-762.

Hat ve Tezhip Sanatı (2009), Edi.: Ali Rıza Özcan, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.

Keseroğlu, Hasan S. (2006), Kataloglama Kuralları: Anglo Amerikan Kataloglama Kuralları, 2.

Gözden geçl. 4. bs. İstanbul: Mep Kitap.

Kut, Günay (1999), “Yazma Eserler ve Türkiye Toplu Kataloğu Çalışmaları”, 21. Yüzyıla

Doğru Türk Kütüphaneciliği 35. Kütüphane Haftası Bildirileri içinde (s.78-85). Yay.

Hazl.: Özlem Bayram, Erhan Erkan, Erol Yılmaz. Ankara: Türk Kütüphaneciler

Derneği.

Mahir, Banu (2005), Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Mutlu, Belkıs (1966), “Türk Cilt Sanatına Toplu Bir Bakış”, Akademi, S. 5, s. 53-58.

Odabaş, Hüseyin (2011), “Osmanlı Yazma Eserleri ve Türkiye’de Yazma Eser

Kütüphaneciliği”, Bilig, Kış, 56, s. 143-164.

F a t i h R U K A N C I

20463

2012Okuyucu, Cihan (2008), “Some Thoughts on the Age Determination of Manuscripts

Through Physical Characteristics”, (Yayımlanmamış bildiri sunumu). 30. MELCOM International Conference 23-25 Haziran 2008.

Özdeniz, Engin (1981), “Türk Cilt Sanatı”, Sanat Dünyamız, S.21, s. 13-25.Özen, Mine Esiner (1998), Türk Cilt Sanatı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.Özen, Mine Esiner (2003), Türk Tezhip Sanatı: Turkish Art of Illumination, Çev.: Abdullah

Şen. Yay. Haz.: Yavuz Tiryaki İstanbul: Gözen Yayınları.Özkeçeci, İlhan ve Şule Bilge Özkeçeci (2007), Türk Sanatında Tezhip, İstanbul: İlhan

Özkeçeci Yayınları.Pakalın, Mehmet Zeki (1983), Osmanlı Tarih-Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Milli

Eğitim Basımevi.Rado, Şevket (2003), Türk Hattatları, İstanbul: Yayın Matbaacılık Ticaret Lmtd. Şti.Renda, Günsel (1981), “An Illustrated 18th Century Ottoman Hamse in the Walters Art

Gallery”, The Journal of the Walters Art Gallery, S.39, s.15-22.Tanındı, Z. (1997), “Cilt”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, C.1, s.347-349, İstanbul: Yapı

Endüstri Merkezi Yayınları. Tanındı, Zeren (1993), Türk Cilt Sanatı, Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı, Ankara: Türkiye

İş Bankası Kültür Yayınları.Tanındı, Zeren (1999), “Osmanlı Sanatında Cilt”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.11. içinde

(107).Edi: Hasan Celal Güzel, Kamil Çiçek ve Salim Koca. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları

Tanyeli, Sözen Uğur (1996), Sanat Kavram ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitapevi. s.163.

Türk İslam Sanatları Forumu, (2006), http://www.trboard.org/forum/index.php?showtopic=53 adresinden 29.10.2006 tarihinde erişildi.

ÖZRuhanî yolculuk ve bu süreçte yaşanan hâller, mşâhedeler tasavvufta önemli bir yer tutar. Bu kişisel tecrübeler, genellikle sûfî şairlerce, şiir dilinin imkânları çerçevesinde dile getirilmiştir. Sûfî olsun veya olmasın pek çok Divan şairi de, tasavvufî duyuş ve düşünüş çerçevesinde şiirler kaleme almıştır. XVI. yüzyıl şairi Zatî de, manevi bir yükselişi ve müşahede edilenleri “gördüm” redifli bir gazelinde dile getirmiştir. Bu çalışmada, Zatî’nin “gördüm” redifli gazeli, içerik ve yapı yönünden tahlil edilecek, gazelin yapı-anlam örüntüsü üzerinde durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Zatî, gazel, gördüm, tasavvuf, manevi yolculuk, müşahede.

ABSTRACTA Sufi Comment on Zatî's “Gördüm” Rhymed Ghazel

The spiritual journey and the cases that occur in this process and

spiritual witnessing (mushahada) have an important place in sufi

thought. These personal experiences are usually expressed by the sufi

poets within the language of poetry. In addition, many Divan poets,

sufi or not, wrote a number of poems within the framework of mystical

thought. Zatî, the 16th century poet, expressed such a spiritual rise

and what he observed in his "gördüm" (I saw) rhymed ghazel.Key Words: Zatî, gördüm ghazel, sufizm, spiritual journey, spiritual

witnessing (mushahada).

Giriş

XVI. yüzyıl şairi Zatî, Balıkesir’de doğmuş, gençliğinde çizmecilik yaparak geçimini sağlamıştır. II. Bayezid zamanında İstanbul’a gelen şair, hayatının sonuna kadar burada kalmıştır. İstanbul’da remmâllık

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine

Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

Bahir SELÇUK*

* Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]

B a h i r S E L Ç U K

20663

2012yapan şairin Bayezid Camii avlusundaki remilci dükkânı, devrin şairlerinin uğrak yeri olmuştur. Zatî’nin genç şairlere yol gösterdiği, ömrünün sonlarına doğru geçim derdi nedeniyle para karşılığı gazeller yazdığı kaynaklarda yer almıştır. Zatî’nin oldukça hacimli bir divanı vardır. Yalnızca gazellerinin bir araya getirilmesinden oluşan Divan’ın I. ve II. ciltleri A. Nihad Tarlan, III. cildi Mehmed Çavuşoğlu ve M. Ali Tanyeri tarafından hazırlanmıştır. Bu çalışmaya göre şairin 1825 gazeli bulunmaktadır (Şentürk; Kartal, 2007:179).

Çok sayıda gazeli olan şair, özellikle daha önce söylenmemiş birtakım hayalleri kullanma gayreti ve konu zenginliği ile dikkat çeker. Zatî’nin tasavvufla ilgisine dair kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmaz. Fakat tasavvufî duyuş ve düşünüşü, bir yaşam tarzı hâline getirmiş olan Osmanlı toplumunda neredeyse her şairde, tasavvufî neşveyi bulmak mümkündür. Bu nedenle Zatî’nin sûfîliğinden ve şiirinde anlatılanları gerçekten yaşayıp yaşamadığından ziyade, yaşantıyı edebî metne yansıtma tarzı ve başarısı üzerinde durmak gerekmektedir. Öte yandan şair ile sûfî arasında duyuş, düşünüş ve ifadeye döküş arasında bir paralellik vardır. “İbn Arabî’ye göre manalar önce hayale nüzûl eder, peşinden duyular âleminde dile dökülür. Hayal âlemi, metafizik ile fizik arasında bir ara âlemdir, bir geçiş âlemidir. Bu yüzden hayal âlemi ile şiirsel tahayyül arasında irtibat vardır” (Kılıç, 2004:55). Farklı âlemler arasındaki bu irtibat, hareketlilik, iniş-çıkış ve gidiş-gelişler yolculuk metaforu olarak karşımıza çıkar.

Yolculuk en kadim konulardan biridir. Arketipsel özelliğe sahip yolculuk, edebî metinlerin özellikle de şiirin vazgeçilmezleri arasındadır. Doğu kültüründe Hz. İsâ’nın göğe yükselişi, Hârût-Mârût kıssası, Hz. Peygamber’in hicret ve miracı yolculuğun en somut örneklerini oluşturur. Tasavvufta, ideal insan tipini temsil eden insan-ı kâmil olma da seyr-i sülûk adı verilen manevî yolda ilerleme sonucu gerçekleşir. Tasavvufla beslenen İslam kozmogonisine göre âlemin yaradılışı ve en şerefli mahlûk olan insanın bezm-i elestten varlık âlemine gelişi/inişi (kavs-i nüzûl), sonra yükselişi/dönüşü (kavs-i urûc) de bir çeşit yolculuktur.

Tasavvufa göre ana yurdundan ayrılıp yeryüzü gurbetiyle tanışan (Mevlânâ’nın ney metaforuyla ifade ettiği gibi) insan, düşüş şeklinde bir yolculuk yaşamıştır. Bu nedenle gurbet acısı yaşayan insan, sürekli ana vatanına özlem duyar. Böylece varlığın ontolojik çekirdeğinde yolculuk arketipsel bir alan edinmiş olur. Ana rahminden yeryüzü gurbetine uğrayan insan, ölümle varlık âleminden ayrılır ve yola düştüğünde giymiş olduğu beden elbisesini çıkararak yolculuğunu tamamlar. Özellikle tasavvuf düşüncesinde kişi, ölmeden önce de ayrılıp geldiği âleme, mutlak varlığa aşk vasıtasıyla gidiş-gelişler yaşayabilir. “Ölmeden evvel ölünüz”, düsturuna

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

207632012

dayanan ve seyr-ila’llâh, seyr-fillâh, seyr-ma’allâh, seyr-an’illâh gibi aşamalarından oluşan seyr-i sülük/yolculukla, sâlik/yolcu sürekli yolculuklar yaşamakta, yol boyunca farklı şeyler gözlemlemektedir.

Tasavvufî düşüncede geniş yer bulan ve manevî yolculuk, ruhanî sefer, yükseliş, seyir, müşâhede gibi göstergelerle çağrıştırılan hâller, Divan şiirinin de zengin temaları arasına girmiştir. Zatî’nin gördüm redifli gazeli de böyle bir manevî tecrübeyi yaşayan bir âşık/sûfînin müşahedelerini dile getirmektedir. Bu nedenle şiir, sûfî şiir dilinin göstergeleriyle örülmüştür.

Ruhî yolculuk/yükseliş esnasında “müşahede, rü’yet, ibsâr, basiret, likâ, nazar” gibi kelimelerle ifade edilen görme, temel anlamda göz aracılığıyla gerçekleşen duyuyu ifade etmektedir. Fakat sûfî şiiri incelendiğinde “görme”nin çokanlamlılığı ile karşılaşılır. Bu anlamlardan yaygın olanı da elbette göz ile gerçekleşen basit bir duyu değil; batınî ve kalbî bir tecrübeyi ifade eden “görme”dir. Bu görmenin nihaî noktası da rü’yet-i cemâlullâh denilen Allah’ı görmedir (Selçuk, 2008:118-121).

İzafî ve geçici varlıklar dünyasının ötesinde ebedî ve mutlak bir şeyler arayan sûfîler, “şehadet âlemi, zuhûr âlemi, imkân âlemi” gibi adlarla anılan bu âlemi, mutlak varlığın bir gölgesi sayarlar ve başta kendileri olmak üzere bütün mevcudatı, ilahî kudretin bir tezahürü olarak görürler (Selçuk, 2008:121). Tasavvuf düşüncesine göre, kesret dünyası olarak adlandırılan bu âlemin fenomensel formları, insanların gözlerini perdeler ve onların bu formların temelinde yatan vahdeti görmelerine engel olur. Varlıklar, varoluş tarzlarının bir gereği olarak, kendilerini izhar eden varlığı sergileyip göstermek yerine, bu varlığın görünmesine engel olan birer perde fonksiyonu icra ederler. Perde arkasını görmek, bu durumun farkına ve idrakine varmak, önemli ve zorlu bir çaba gerektirir (Izutsu, 2002:36).

Sûfîlere göre, insan zihni sıradan/günlük tecrübe düzleminde kaldığı sürece bu farkındalığa ulaşamaz. Bunun için kişinin tam bir değişim veya dönüşüm tecrübesi yaşaması gerekmektedir. Bilinç, varlık dünyasının her bir varlığın öz ya da cevher adı verilen kendi ontolojik çekirdeğine sahip olduğu sağlam ve kendi başına var olabilen varlıklardan meydana gelen bir gerçeklik alanı olarak tecrübe edildiği bilgi düzey ya da boyutunu aşmalıdır. Zihinde, dünyanın tamamen farklı bir aydınlık içerisinde sunulduğu, her yönü ile bambaşka olan bir bilinç türü oluşmalıdır (Izutsu, 2002:15-19). İşte tasavvuf düşüncesindeki aşk, riyazet, çile, fakr, terk, candan geçmek… hep bu bilinç düzeyini elde edebilme adına ortaya konan gayretlerin yansımalarıdır. Sûfî böylece, tasavvuf düşüncesinde önemli yer tutan “ölmeden evvel ölünüz” sözünün de masadakı olur.

Tasavvuf düşüncesinde bir çeşit farkındalık ve bilinç düzeyi olan görme, baş gözüyle değil, yine sûfîlerin mutlak varlığın tecelli mekânı dedikleri

B a h i r S E L Ç U K

20863

2012kalp ile olur. Sûfîlere göre insanın kalbi, gerçekleri doğrudan ve araçsız olarak idrak edebilen bir araçtır. Bu yüzden o gönül gözü veya kalp gözü gibi adlarla adlandırılır. Dolayısıyla kâmil insanın gönlü, sonsuz halden hale girişleri yaşayan, Allah’ın asla tekrar etmeyen tecellilerinin algılandığı bir seyir yeridir (Pürcevadi, 1999:23; Chittick, 1997:208).

Mistik bilgi, duyu organlarıyla ve onların verilerini kullanan akılla elde edilemediği için, onun ifadesi, imkânsızdır. Sûfî ne gördüğünü anlatmak isterse bunu ortak bir lisan kullanarak anlatmak zorundadır; ortak lisan ise insanların ortak hayat tecrübeleriyle meydana gelmiştir, yani o esas itibariyle dış dünyaya ait bir şeydir. Hâlbuki sûfînin gördükleri onun derûnî tecrübesine ait bir şeydir. Bu yüzden sûfînin tecrübesinin olduğu gibi anlatılması teorik bakımdan imkânsızdır. Fakat sûfî, hem geçirdiği tecrübenin mahiyeti gereği, hem onları sunduğu kişilerin seviyesi ve yanlış anlaşılma korkusu, hem de onları sır gibi mütalaa ettiğinden dolayı gizli-kapaklı ve alegorik bir dille söylemeyi tercih eder (Emiroğlu, 2006:42, 150-151). Bu denli girift ve kişisel tecrübeleri günlük dilin sınırlı imkanları ile ifade ederek içini dökme imkansızlığı, sûfî şiirini sembolik ifade imkanı sunan şiir diline yönlendirmiştir. Böylece aynı mistik tecrübeye sahip olanlar, şiir diliyle tecrübelerini paylaşırlarken, art niyetliler ve hâlden anlamayanlar da sembolik dilin engelleyiciliğine takılmaktadırlar. fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün (fâ’ilâtün) (fa’lün)

1 Gözüm açdum bu seher bir ulu sahrâ gördüm Anda bir dâne-i hardal gibi dünyâ gördüm

2 Def idüp sînesini nâle-i pür-sûzını ney Raksa girmiş nice bin ‘âşık-ı şeydâ gördüm

3 Anda ben hîç vücûdumdan eser göremedüm Varlığum zevk u safâ eyledi yağmâ gördüm

4 Zâhidâ gözüni aç ‘ışk ile gir meydâna ‘Âşıkun menzilini ‘arşdan a’lâ gördüm

5 Hîç kendüden eser görmeyenün gözi açuk Lîk hep kendüyi görenleri a‘mâ gördüm

6 Yakdı ‘ışk odı beni birlige yetdi ikilik Dimek olmaz dahi çok dürlü temâşâ gördüm

7 Nice bin zevrak-ı ser-geşte ana müstağrak Cûş idüp mevc urur bir ulu deryâ gördüm

8 Ne güzel vâkı’adur bu ki açup cân gözini Hâb-ı gafletde geçen ‘ömrümi rü’yâ gördüm

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

209632012

9 Zâtiyâ hîç zevâl irmez ana zerre kadar

Dîde-i cân ile bir şems-i hüveydâ gördüm (Tarlan, 1970:368; G. 864)

A. Muhteva1 Bu seher [vakti] gözümü açtım büyük bir sahra gördüm; orada hardal tanesi gibi bir dünya gördüm.Manzume göz(ünü) aç- deyimiyle başlamaktadır. Âşığın yolculuk macerası, göz açmayla başladığı için manzumenin bu göstergeyle başlatılmış olması dikkat çekmektedir.

göz[ünü] aç- uyanmak, kendine gelmek, ayılmak, uyanık olmak, dikkatli bulunmak, birinin görüşünü değiştirip gereceğe yönelmesini sağlayacak bilgi vermek; dünyaya gelmek, doğmak… anlamlarına gelen bir deyimdir (Aksoy, 1998:820; MEBÖTS, 1995:1040). Deyimin bütün anlamları beytin genel bağlamı içerisinde geçerli kabul edilebilir. Uyuyan şairin seherde gözünü açması, uyanması (mecaz-ı mürsel); kendine gelmesi, gafletten kurtulması, dikkatli olması (kinaye) anlamlarını taşımaktadır. Öyleyse şairin uykudan uyandıktan sonra, gafletini izale etmesi, bilince ermesi ve gözlerini farklı bir âleme açması söz konusudur. Beyit, şiir örüntüsü içinde ele alındığında “Gözüm açdum” ibaresi, 8. beyitteki “açub cân gözini” ve 9. beyitteki “Dîde-i cân”la beraber okunduğunda bu açmanın “can gözümi açdum” şeklinde olduğu görülecektir. Yukarıda geçtiği üzere tasavvufî düşüncede hakikati idrak etme aracı baştaki maddî göz değil manevî görme aracı olan bir iç göz, can gözüdür.

Beytin ve şiirin anlam yapısını odak noktasını oluşturan temel göstergelerden biri de seherdir. Şiirde, âşığın değişim/dönüşüm yaşadığı zaman dilimini ifade eden seher, sözlüklerde tan yeri ağarmadan biraz önceki vakit, sabah açılmağa başladığı vakit; sabahın güneş doğmadan önceki zamanı, tan ağartısı; tan yeri açılmazdan evvelce olan vakit… şeklinde açıklanmaktadır. Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde çeşitli vesilelerle bu vaktin önemi vurgulanır. Bu nedenle seher vakti bir ganimet sayılmış, namaz, zikir, kıraat, fikir ve murakabe ile değerlendirilmiştir. Seher, hâl erbabı için mahv, gözyaşı, niyaz, tazarru, sızlanma, feryâd, ateş, ölüm, yokluk, hiçlik, yüceliş, oluş, eriş, titreyen dudaklar, ibadetten şişen ayaklar, kırpılmayan gözler, yılmak bilmez ısrarlı talepler, zevkler ve sancılar demektir (Cebecioğlu, 2005:550-551; Güfta, 2010:94; Uludağ, 2001:310).

Âşığın gerçeği idrak ettiği seher; gece-gündüz, hayal-hakikat, madde-mana, beden-ruh eşiğini temsil etmektedir. Seher, çevresel uyaranların etkisinin en aza indiği, kalbin ve zihnin dinlenip durulduğu yeni bir doğuş zamanıdır. Dolayısıyla seher vakti, kendi ile olma, duygusal yoğunluk ve maneviyata odaklanma zamanıdır. “Kalabalıkta sahih varoluş için gerekli

B a h i r S E L Ç U K

21063

2012gerilime erişilmez. Hakikati ancak birey alabilir, bilebilir ve aktarabilir” (Mounier, 2007:98). Dolayısıyla seher birey olduğunun farkına varma ya da sûfîce söylemi ile nefsini bilme zamanıdır.

Tasavvufta ruhânî âlemi ifade eden (Cebecioğlu, 2005:537) sahrâ istiaresi, maddenin olmadığı ruhun uçarcasına seyir ettiği boyutu sembolize etmektedir.

Seher vakti vecde gelen âşık, maddîden manevîye; süfliden ulvîye, kesafetten letâfete doğru gerçekleşen bir seyir ve yükselişle farklı bir bilinç tabakasına erişmiş, kalp gözüyle farklı bir âlemin temaşasına koyulmuştur.

“sahrâ-dâne-i hardal” tezadı, şairin ulaşmış olduğu noktada varlığa bakış açısını göstermektedir. Dünya/maddî âlem bir hardal tanesi kadar küçük1 veya değersiz; varılan yer, manevî âlemse bir sahra kadar geniştir.

2 Göğsünü def, yakıcı iniltisini ney yapıp sema eden binlerce çılgın âşık gördüm.Sûfînin temel gayesi duyuların ve aklın yetersizliği ile örülmüş hayal perdesini kaldırmak, fiziksel dünyanın ötesini algılamak, böylece hakikate, varoluşun özüne erişmektir; bu da Allah’ın tecrübî vechidir (Andrews, 2000:87). Sûfîlerin kendilerini keşfe ve gayb âlemine vukûfiyete götüren özel metodları vardır. Zikirler, toplu zikir ayinleri, virdler, konsantrasyon, nefesi tutmak ve trans halinde tedricen varlığını ortadan kaldırmak… (Chittick 1997:136-137; Nicholson, 2004:88) bu yöntemlerin başlıcalarıdır. Sûfîlik bir dikkat olgusudur. Sûfî, zihnini kalabalıklardan, oyalayıcı unsurlardan, kısacası mâsivâdan arındırmak zorundadır (Emiroğlu, 2006:106). Zikir, def, ney sûfîlerin vecde gelmesini kolaylaştıran ve yoğunlaşmasını sağlayan önemli etmenlerdir. “kalb, inilti” âşıkların çilekeş ve çılgın hallerini tasvir eden kavramlardır. Şair, ilahî aşkla kendinden geçip dövünen, hay u huy ederek dönen âşıkların zikir halkasındaki hâlini resmetmiştir. Artık onlar için “def, ney”e gerek yoktur; çünkü kendilerinden geçtikçe çıkardıkları yakıcı iniltiler ney, dövdükleri sineleri def olmuştur. Bunlar âşıkları motive etmekte; motive olup kendilerinden geçtikçe de bağırıp çağırmaktadırlar. Böylece ses (inleme) ve hareket (dövünme) bir araç olarak âşığın sevgiliye yoğunlaşmasını ve ona yükselmesini sağlayan maddî âleme ait formlar hâline gelmiştir.

Sûfîler ve âşıklar, içinde bulundukları yoğun temâşâ, sevgilinin hayâlinde yoğunlaşma, ona kilitlenme ve ağır özlem duygusu (Emiroğlu, 2010:42) nedeniyle sıradışı bir görüntü arz ederler. Allah aşkı ile büyülenmiş, kendinden geçmiş ve tek bir varlığın tutsağı olmuş bu insanlar, Platon’un kutsal delilik (Gasset, 2005:38) dediği türden bir hâlete bürünmüşlerdir.

1 Dâne-i hardal/hardal tanesi: Mecazen çok ufak şey (Ayverdi, 2006:1183).

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

211632012

Onlardaki bu psikolojiyi şair, ‘âşık-ı şeydâ/çılgın âşık” terkibi ile ifade etmiştir.

Beytin, önceki beyitle irtibatı düşünüldüğünde seher vakti yapılan zikirler, zikir halkaları akla gelmektedir. Zikir halkaları, yükselişe geçen şair tarafından binlerce kişi ile ifade edilmektedir. Yine şairin, kalp gözünün açılmasını da seher vaktinde çekilen zikir esnasında oluşan vecde bağlayabiliriz.

Gazelde ses duyusuna göndermede bulunan iki beyitten biri budur. “sînesini, nâle, sûzını, ney, bin” kelimelerindeki müzikal “n” ünsüzünün oluşturduğu aliterasyon, işitsel olarak beyitte dile getirilen zikir atmosferine göndermede bulunmaktadır.

3 Orada ben vücudumdan hiç eser göremedim; varlığım zevk u safa etti, talan gördüm.Şairin tasvir ettiği hâl, tasavvufî karşılığıyla fenâ ve bekâ hâlidir.2 Fenâ, bir çeşit kendinden geçme şeklinde tanımlanabilir. “Fena tecrübesi safhasında, zaten gerçek olmayan ego ya da ‘izafi ben’ tamamen hiçliğe gömülmüştür” (Izutsu, 2002:27). Buna göre fenâ kötü nitelikleri ortadan kaldırma, ilahî olanla birleşmek için kişisel varlığını tamamen yok etme, kendinden geçme şeklinde açıklanabilir (Nicholson, 2004:83). Bu hâlle âşık, ruhen yükselişe geçerek maddî varlığından tecerrüt etmiştir. Öyle ki ondan geriye bir şey kalmamıştır. Şair, bu dağılma ve ayrışmayı yağma/talan istiaresiyle yansıtmıştır.

Diğer yönüyle ruh, yüksek hakikatlere erişip kendisinde fani olduğu varlıkta beka bulup “bâkî” olmuştur. “Bekâ yok olmayan bir bağıntıdır ve fenânın zıddına ilahî bir niteliktir” (El-Hakîm, 2005:110).

Âşık, ruhunu fizikî varlığın ağırlığından ve dünyevî bağların kayıtlarından kopararak yeni, öznel, manevî bir âleme uruç etmiştir. Ruhun özgürlüğün tadına kavuştuğu bu yükselişte beden de gözden silinen mâsivâya dâhil olduğu için ondan geriye de bir iz “eser” kalmamıştır.

Farklı iki âlem arasındaki geçişin ifade edildiği beyit mukayese üzerine kurulmuştur. “vücûd ile eser görememek; varlık ile yağma; göremedüm-gördüm” kelimeleri arasındaki tezad, maddî ile manevî olanın farkını, ruhunu bedenin ağırlıklarından kurtaran âşığın hoşnutluğunu yansıtmaktadır.

4 Ey zâhit, gözünü aç, aşk ile meydana gir; âşığın makamını arştan yüce gördüm.Aşk meydanına giren ve bu yolda maharet kazanan insan, “maharetsiz birisinin göremediği, işitemediği, hissedemediği şeyleri görür, işitir ve

2 “Sühreverdîye göre, seçme ve hareket özgürlüğünü terk etme aşaması, fenâ aşaması; sûfînin kendi iradesi Allah’ın iradesine uyduğu için tamamen özgür hareket ettiği ikinci aşama ise bekâ aşamasıdır. Ölümlü nefs ölümsüz ruhun, maddî olan manevî olanın, insanî olan da ilâhî olanın barınağı olmuştur. Bu aşamadaki sûfî artık mükemmel bir kulluk düzeyine çıkmıştır” (Emiroğlu, 2010:113).

B a h i r S E L Ç U K

21263

2012hisseder. İnsanlar farklı uğraşılara gidip farklı maharet ve ilgilere sahip oldukça, algılar da buna uygun olarak değişir” (Condon, 2000:34).

Şairin anlattığı hâl, âşığın iç âleminde gerçekleşen ve zahiren ispatı mümkün olmayan psikolojik bir tecrübedir. “Sûfînin hâlini ve geçirdiği mistik tecrübesini dışta olan veya ona benzer bir tecrübe yaşamamış kişi anlama veya yorumlamada zorlanacaktır” (Emiroğlu, 2010:127). Çoğu zaman mistik tecrübeye dayalı bu hâller, vâkıf olmayanlarca yanlış anlaşılmış ya da reddedilmiştir.

Şiirde, âşığın karşısında onun ıstırabını, iç dünyasını, manevi yolculuğunu kısaca aşkını anlamayan kişi/kişilere zâhid tiplemesiyle hitap edilmiştir. Dolayısıyla sadece gözüyle gördüklerine değer veren zahirperest zâhidin, basiret gözünü açması gerekmektedir. Gözünü açtığında hor ve hakir gördüğü âşığın Allah katındaki makamının arştan yüce olduğunu görecektir.

Arapça, geniş alan demek olan meydan (Cebecioğlu, 2005:434), tasavvufta şöhret makamı, maşuku temaşa makamı, muhabbet, vecd ve zikir sahası (Uludağ, 2001:248) anlamlarına gelmektedir. “gir meydana” sözüyle, zahidin ortaya çıkmasını, kendini göstermesini, isteyen şair/âşık, zahidi hakikate çağırmakta, gözünü aç diyerek onu da makamları arştan yüce olan âşıkların girdiği aşk meydanına davet etmektedir.

“arş”ın kelime anlamı, taht, çardak, tavan ve kubbe demektir, İslamî terim olarak Allah’ın kudret ve azametinin tecellisinden kinayedir. Arş, kâinattaki bütün varlığı kuşatan bir cisim olup, yüksekliğinden dolayı bu ismi almıştır (Cebecioğlu, 2005:61). Şair, âşığın maşuk katındaki makamını, “arşdan a’lâ gördüm” sözüyle ifade etmektedir. Bu görme, ruhen yükselen âşığın bizzat kendisinin hakke’l-yakîn tecrübe ettiği bir görme, bir seziştir.

Beyitte âşık-zâhid tezadı yapılmıştır. Âşığın gözü açık, menzili arştan yüceyken, gözü kapalı zâhid, meydana bile girememiştir.

Beyit seslenme üzerine kuruludur. Yapı ve anlam birlikteliği bu maksada uygun olarak kurulmuştur. 1. mısrada emir sigasıyla kurulmuş iki kısa cümle, Zâhidâ kelimesindeki nidâ, gözüni ve menzilini kelimelerindeki imaleler, arşdan kelimesindeki med, “a,â” asonansı, “d, n” aliterasyonu zâhide sesini ulaştırmaya çalışan âşığın sözünü ses yönüyle desteklemektedir.

5 Kendisinden eser görmeyenin gözü açık[tır], fakat hep kendisini görenleri kör [şeklinde] gördüm.3. beyitte ben orada vücudumdan hiç eser görmedim (Anda ben hîç vücûdumdan eser göremedüm) diyen şair, aynı zamanda bu mertebeye ulaşmanın benlikten eser görmemeye bağlı olduğunu belirtmiştir. Kendini, hiç gördükten sonra kalp gözü açılmıştır. Sûfînin önündeki en büyük engel kendi nefsidir ve onun en büyük savaşı da kendisiyledir. Allah’ın varlığı ve

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

213632012

birliği karşısında maddî olanın hiçbir değeri yoktur, o, başta kendi varlığı olmak üzere bu fenomenler dünyasını bir gölge kabul eder. En azından bu tutum, dünyevî olanlara değer vermeme ya da şairin ifadesiyle kendinden “eser görmeme” şeklinde anlaşılmalıdır.

Kendini büyük gören insanın gözünü kendi varlığı bürümüştür, onun başkasını görmesi ya da aşkın (müteâl) varlığın farkına varması mümkün değildir. Hakikati göremeyen kişilerin baş gözü görse de basiret gözleri kapalıdır. İşte “kendini gör-” kinayesiyle ifade edilen “ene”sine teslim olup gözü kendisinden başka bir şey görmeyen, varlığın ve varlığının manasına erememiş kişi/kişilerdir.

“kendüden eser görmeme-kendüyi görme; gözi açuk-a‘mâ” tezadı ile beyit, karşılaştırmalar üzerine kurulmuş, ideal insan portresi çizilmiş “Hîç, Lîk” kelimelerindeki medler, “kendüden, gözi ve görenleri” kelimelerindeki imaleler, beytin anlamını da destekleyen ritmik unsurlardır.

6 Aşk ateşi beni yaktı, ikilik birliğe vardı. Hepsini demek olmaz, pek çok güzellikler/tecelliler gördüm. Aşk, tasavvufî düşüncenin esasını oluşturmaktadır. Buna göre kâinatın yaratılış sebebi aşk-ı Zatîdir. Mutlak manada kemâl, cemâl ve hüsün sahibi olan Allah, kendisini görmek ve göstermek istemiş ve kâinatı yaratmıştır. Varlık âleminde Allah’ın isim ve sıfatlarını küllî bir biçimde yansıtan yegâne varlık insandır. Bu düşünceye göre insan, vahdet denizinden yeryüzüne saçılmış bir damla gibidir. Bu nedenle ilâhî kaynaklı olan ruh, kendisinden ayrılmış olduğu varlığa şiddetli bir arzu duyar.

Şiddetli sevgiyi ifade eden aşk, sevilene ulaşma, kavuşma duygusunu kamçılar. Âşık ile maşuk arasındaki mesafede en önemli engel sevilenin çekim gücünün karşısındaki âşığın maddî varlığıdır. Aşk duygusu bir zaman sonra âşığın benliğini ateş gibi kuşatarak “ben”ini yakar, onu suretten kurtararak hakikat düzlemine çıkarır. Böylece görünürdeki âşık-maşuk düalizmi yerini parçanın bütüne kaynaştığı vahdet mertebesine bırakır.

Allah’a karşı duyulan aşk, maddeden manaya, cisimden ruha yönelir. Bu yönelişte heyecan, coşku, vecd ve ıstırap ikizleşir. Bu dönemde âşık, parçadan bütüne, kendinden vücûd-ı mutlaka doğru bir ilerleyiş ile artan yakınlaşmanın heyecanını duyar. Bu yolun sonunda âşık, maşuka dönüşür. Faniliğinin baki alanda eridiğini hissettiği anda iradesi kaybolur. Artık aşk da görevini yapmış, hakikatin tecellisi ile fani varlık silinmiş, Hak ile Hak olunmuştur ( Pala, (t.y.): 51).

Seyretmek anlamına gelen temâşâ, Hakk’ın isim, fiil ve sıfatlarının tecellisini görmeye denir (Cebecioğlu, 649). “İkiliğin birliğe” dönüştüğü

B a h i r S E L Ç U K

21463

2012anda görülen tecellilerle yaşanan sınırsız coşku, haz ve tecrübe sınırlı dil imkânlarıyla ifade edilemez ya da edilmemelidir.

Birlik mertebesini idrak eden “Sûfî müşahede ve mükâşefe sonunda suret ve misallerin görülmesinden daha yüksek derecelere ulaşır ki hiç kimse, açıkça hataya düşmeksizin, bu hâllerin neden bulunduğunu ifade edemez; bunların sözle ifadesi mümkün değildir” (Emiroğlu, 2010:151). Bu nedenle böylesi durumlarda susmak, konuşmaya tercih edilir.

“odı, beni, yetdi” kelimelerindeki imaleler, beyitte odak noktası olan kelimelere vurgu yaparak anlamı ses açısından güçlendirmektedir.

“‘ışk odı”nın yakması ile müekked teşbih yapılmış, aşkın bir ateş gibi varlığı yakıp arındırarak ten ve ruh ikilemini kaldırdığı, ikiliğin birliğe (tezad) vardığı söylenmiştir.

7 Binlerce başı dönmüş kayığın içinde gark olduğu, coşup dalgalar vuran ulu bir deniz gördüm.Deniz, tasavvufta mutlak varlık olan Allah’ı, onun sonsuz sıfat ve zât makamını, vahdeti ve küllî varlık âlemini temsil eder. Deniz vahdeti, dalgalar ise kesret olarak adlandırılan kâinat ve içindekiler sembolize eder. Dalgalar denizden ayrı olmayıp, denizin görünüşüdürler; mutlak varlığını kâinattaki tecellileridir (Üstüner, 2007:292; Uludağ, 2001:246).

Önceki beyitte “dimek olmaz” diyerek suskunluğu tercih eden şair, bu beyitte fenâ ve bekâ tecrübesinden sonra görünen manzarayı sembolik olarak dile getirmiştir. Şairin “zevrak” ve “ulu derya” istiareleri ile ifade ettiği aslında tasavvuftaki fenâ-fillâh ve bekâ-billâh makamıdır. Âşıklar iradelerinden vazgeçip her yönüyle kendilerini küllî ve mutlak bir iradeye teslim etmişlerdir. Âşıklar için “zevrak/kayık”, vahdet/tecelli için de deryâ/deniz göstergesi kullanılmıştır.

Bekâ makamına ulaşan sûfî, kendini ve çevresindeki bütün varlıkları bir tek “gerçeklik”in çok sayıdaki belirlenimleri (taayyün/tezahür) olarak görür. Oluşum ve değişimlerle çalkalanıp kaynayan dünya, âşığın gözünde ‘Mutlak Gerçeklik’in sonsuz çokluktaki farklı formlar içerisinde tezahür edip kendini açığa vurduğu uçsuz bucaksız bir alan hâlini alır (bkz. Izutsu, 2002:28). Dolayısıyla şair, bu uçsuz bucaksız hareketli alanı “ulu deryâ”ya, kainatta birbirine sıkı sıkıya bağlı bütün varlıkları da (Nice bin zevrak-ı ser-geşte) bu deryaya gark olmuş, dümeni mutlak kudretin elinde olan kayıklara benzetmiştir.

Gazelde işitme duyusuna göndermede bulunulan iki beyitten biri olan bu beyitte “zevrak, müstağrak, cûş it-, mevc ur-, deryâ” göstergeleri ile dalgalar arasında kaybolmuş kayıklarla dolu coşkun bir deniz imajı çizilmiş, kelimelerin ses değerleri ile dalgalı denizin işitsel yanına göndermede bulunulmuştur: bin, ana; geşte, cûş; zevrak, müstağrak.

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

215632012

ana kelimesinde imale, mevc kelimesinde med vardır. İmale (ana) ile zamirin karşıladığı deryâ kelimesine, med ile de bu deryanın dalgalarına (mevc) vurgu yapılmıştır.

8 Bu ne güzel bir vakıadır ki can gözünü açıp gaflet uykusunda geçen ömrümü rüya gördüm.Şiddetli hadise, musibet, olay gibi anlamlara gelen vakıa kelimesi zikir sırasında ve Allah ile beraberliğinde, hislerini kaybedecek şekilde gaybete düşen salikin gördüğü şeydir; bu uyku ile uyanıklık arası (yakaza) bir hâldir. Vâkı’a bir çeşit rü’yadır; ancak rüya değildir (Cebecioğlu, 2005:686).

Bu beyit, ilk beyitle beraber düşünüldüğünde, şairin seher vakti zikirle vecde gelerek farklı bir boyuta (vakıa) geçtiği ve bu esnada can gözü3 adını verdiği sezgi ile hakikate ulaştığı anlaşılır. Şaire değişim yaşatan bu hâl, paradoksal bir biçimde yansıtılmıştır. Normal rüya, göz kapalıyken görülürken; âşık bir çeşit rüya sayılan vakıayı can gözünü açarak görmüştür. Böylece hakikati idrak âşık, âdeta yeniden doğmuş, gerçek sandığı hayatın aslında gaflet uykusunda geçen bir ömür olduğunu anladığı bilinç düzeyine erişmiştir.

Konuşma dilinin canlılığını yansıtan devrik yapıdaki “Ne güzel vakıadır bu” cümlesi ve “bu” işaret zamirindeki imalenin sağladığı vurgu, şairin duygu yoğunluğunu, farkındalıktan dolayı duyduğu his ve heyecanı ifade etmektedir.

“vâkıa, hâb, rüyâ” göstergeleri kendi aralarında bir tenasüp oluştururken aynı zamanda bunlarla da “can gözünü aç-“ göstergesi arasında tezad oluşmaktadır.

“Hâb-ı gaflet” tamlamasında gaflet, farkında olmama durumu uykuya teşbih edilmiştir (beliğ teşbih). “Ömrümi rü’yâ gördüm” teşbih-i beliği ile de gafletle geçirilen ömrün, rüya gibi kısa, gerçeklikten uzak olduğu yansıtılmıştır.

9 Ey Zatî, can gözü ile kendisine zerre kadar zeval erişmeyen apaçık bir güneş gördüm.“Zâtiyâ” nidâsıyla anlatıcı özne, ârif/sûfî kişiliği ile metinsel alan dışına yani dış dünyada yer alan şaire seslenmektedir.

Bir önceki beyitte “cân gözi” şeklinde geçen ifade, bu beyitte Farsça karşılığı olan “dîde-i cân”la karşılanmıştır.

Işık kaynağının kendisinden olması, insana uzaklığıyla beraber varlık ve tesirini yakinen hissettirmesi, güneşin tasavvuf düşüncesinde mutlak varlık için yaygın bir sembolik kullanıma sahip olmasını sağlamıştır.

3 Cân gözü, dîde-i cân, kalp gözü, basiret gözü, gönül gözü… şeklinde karşımıza çıkan kavram, insanda gözle görünmeyeni gören, sezen, hisseden manevî güç, uyanıklık, basiret anlamları-na gelmektedir (Ayverdi, 2006: 450).

B a h i r S E L Ç U K

21663

2012Güneş, ulûhiyetin ortaya çıkış yeri ve noksanlıklardan münezzeh mukaddes

özelliklerin çeşitlenmesinin tecelli yeri olan nurdur. Allah, bütün unsurî varlıkların aslı olan güneşte, varlığın tümünü, remz halinde yaratmıştır. Tabiî güçler, onu, Allah’ın emriyle yavaş yavaş varlığa çıkarır. Güneş sırların noktası ve nurların dairesidir (Cebecioğlu, 2005:604).

Beyitte âşık, ulaştığı ve bizatihi tecrübe ettiği nihaî noktayı şems/güneş istiaresiyle yansıtmıştır. Kesret âleminde varlığı ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn kavranan hakîkat-ı ilâhiye, kalp gözüyle de hakke’l-yakîn derecesinde güneş gibi aşikâr bir biçimde görülmüştür. Allah’ın varlık ve birliğinin bütün gerçekliğiyle bilindiği bu hâl, marifet olarak adlandırılır.

Marifet, aklın müdahalesinin olmadığı vasıtasız bir tecrübe ve ilahî nurla aydınlanan kalbin, Allah’ı, vecdî (sezgisel) bir şekilde müşahede etmesidir. Güneş sadece kendi ışığıyla görülebildiği gibi, gerçek marifet de Allah’ın, kalbi, bilginin saf nuruyla aydınlatmasıdır. Bunun için insan Allah’ı ne kadar biliyorsa, hayreti de o oranda derin ve büyük olur (Nicholson, 2004:124). Şair, marifet vasıtasıyla varmış olduğu bu hakikat düzleminde mâsivânın yokluk ve hiçliğini idrak etmiş, “şems-i hüveydâ” istiaresi ile sembolize ettiği zât-ı ilâhî’nin sınırsızlık ve sonsuzluğunu “Ona zerre kadar zeval ermez” sözüyle dile getirmiştir. Artık âşık, maşuk ve aşk üçlüsü birliğe dönüşmüştür, Âşık vuslatla maşukta kaybolmuş, aşk marifete; âşıklık ârifliğe dönüşmüştür.

Zerre-şems-i hüveydâ tezadıyla şair, güneş gibi apaçık bir biçimde müşâhede ettiği İlâhî tecellinin etkisini yansıtmıştır.

Âşığın “Gözüm açdum” (1. beyit), sözüyle başlayan manevî yolculuğu, “Dîde-i cân ile bir şems-i hüveydâ görme”siyle (9. beyit) sona ermiştir. Böylece kalp gözünün açılmasıyla başlayan manevî seyir, daha önce ilmen bilinen her türlü noksanlıktan münezzeh (hîç zevâl irmez ana) sevgiliyi, güneş gibi açık bir şekilde görmeyle noktalanmıştır. Bu yolculuk âşık için, Yunus’un "Her dem yeniden doğarız” sözüyle ölümsüzleştirdiği gibi yeni bir doğuş, bir rüyadan uyanma durumudur (Tablo I).

Tablo I:Âşığın yükselişi

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

217632012

B. Yapı-Dil-Üslupİncelediğimiz şiirin nazım biçimi, Divan şiirinin, en yaygın nazım şekli olan, aynı zamanda divan tertibi içinde şairin kendi iç dünyasını yansıttığı en önemli nazım şekli olan gazeldir. 9 beyitten oluşan gazelin anlam örüntüsüne bakıldığında beyitler arasında yapı-anlam bütünlüğü görülür. Yek-âhenk gazel örneği olan bu gazelde “gördüm” redifinin sağladığı anlam yoğunluğunun yanında, gazelde mükerreren kullanılan “göz aç-, anda, ana…” göstergeleri ve sıkça ben zamirine göndermede bulunan şahıs ve iyelik ekleri ile de organik bir bağ sağlanmıştır. Böylece metnin yapı-anlam örüntüsü kurulmuştur.

Tablo II’de de görüldüğü gibi anlatıcı özne, ben (gizli özne) zamiri üzerine oturtulmuş ve eylem de buna nispet edilmiştir. Dolayısıyla 9 beyitte de karşımıza aşağıdaki şekilde bir yapısal/anlamsal paralellik çıkmaktadır:

Özne (ben) + nesne (şeyler/görülenler) + yüklem (gördüm)Bu paralellik 2 ve 7. beyitlerde gizli, diğer bütün beyitlerde zamir (ben)

veya eyleme (gördüm) göndermede bulunularak desteklenmiştir.

Beyit Özne Tekrar (Yapı/Anlam) Nesne (Görülen) Yüklem (Redif)

1

BEN

(3.

beyit

hariç

gizli

özne)

Gözüm açdumulu sahrâ,

dâne-i hardal gibi dünyâ

GÖRDÜM

2 nice bin ‘âşık-ı şeydâ

3ben, vücûdumdan, göremedüm,

varlığumyağmâ

4 gözüni aç‘Âşıkun menzilini ‘arşdan

a’lâ

5görmeyenün, gözi açuk,

kendüyi görenleri, a’mâkendüyi görenleri a’mâ

6 beni, temâşâ çok dürlü temâşâ

7 bir ulu deryâ

8 ömrümi, vâkı’a, cân gözi, rü’yâ ‘ömrümi rü’yâ

9 Dîde-i cân şems-i hüveydâ

Tablo II: Yapı-Anlam Örüntüsü

Gazelin odak noktasını oluşturan “gördüm” redifi “gör-” eyleminin görülen geçmiş zaman çekimidir. Bu çekim, eylemin zamanın yakınlığına ve kesinliğine işaret etmektedir. Daha öncede geçtiği üzere gördüm eylemi, gazel boyunca “tecrübe ettim, farkına vardım, sezdim, kalben gördüm, idrak ettim” anlamlarında kullanılmıştır. Şiir boyunca eylemin (gör-) bu anlamları “gözüm açdum, gözüni aç-, göremedüm, kendüden eser görme-, gözi açuk, kendüyi görenler, cân gözini aç-, dîde-i cân” göstergeleriyle karşılanmış ya da desteklenmiştir.

B a h i r S E L Ç U K

21863

2012Gazelde görülen şeylerin çoğu hareket halinde olduğu için, bu durumu

yansıtabilmek amacıyla fiilimsilere ve eylem cümlelerine sıkça yer verilmiştir.

Beyit Fiil Fiilimsi Redif

1 açdum, gördüm

GÖRDÜM

2 idüp, girmiş

3 göremedüm, eyledi

4 aç, gir

5 görmeyenün, görenleri

6 yakdı, yetdi, dimek olmaz

7 idüp, urur

8 açup, geçen

9 zevâl irmez

Tablo III: Fiil ve Fiilimsiler

Şair, gördüklerini tasvir edebilmek için sıfat ve sıfat-fiilleri sıkça kullanmıştır. Görülen varlık ve nesneleri resmedebilmek için kullanılan bu sıfatların çoğu, tabloda görüleceği üzere, kelime grubu şeklinde oluşturulmuştur.

Beyit SIFATLAR

1 bu seher, bir ulu sahrâ, bir dâne-i hardal gibi dünyâ

2 sînesini def nâle-i pür-sûzını ney idüp raksa girmiş nice bin şeydâ ‘âşık

6 çok dürlü temâşâ

7 nice bin ser-geşte zevrak, cûş idüp mevc urur bir ulu deryâ

8 güzel vâkı’adur, hâb-ı gafletde geçen ‘ömrümi

9 zerre kadar zevâl, şems-i hüveydâ

Tablo IV: Sıfatlar

Cümlenin ana unsuru olan “gördüm” yüklemi, redif olduğu için gazelin sözdizimi genel itibariyle “kurallı cümle” görünümündedir. Fakat beyitlere inildiğinde farklı yapıda cümle çeşitlerine paralel olarak sözdizimlerinde de değişiklikler göze çarpar. Aşağıdaki örneklere bakıldığında devrik cümlelerdeki yüklem öncelemeleriyle his ve heyecanın, konuşma dilinin canlılığıyla yansıtıldığı görülür.

‘Işk ile gir meydâna.Yakdı ‘ışk odı beni birlige yetdi ikilik.Dimek olmaz dahi çok dürlü temâşâ gördüm.Ne güzel vâkı’adur bu.Zâti’yâ hîç zevâl irmez ana zerre kadar.

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

219632012

Gazelde sadece “Hîç kendüden eser görmeyenün gözi açuk, Nice bin zevrak-ı ser-geşte ana müstağrak, Ne güzel vâkı’adur bu” cümleleri isim cümlesi özelliğindedir. Diğer cümleler fiil cümlesidir. Bu cümlelerin ilk ikisinde ek-fiil geniş zaman 3. tekil şahıs eki kullanılmaması (dIr) ifadeye akıcılık kazandırmıştır.

Beyitlere inildiğinde “gördüm” yüklemine bağlı girişik birleşik cümle, sıralı cümle özelliği arz eden cümle türleriyle karşılaşılır. Böylece beyitlerde dile getirilmeye çalışılan his ve heyecan, kısa cümle yapılarının oluşturduğu sektelerle ritmik olarak aktarılmış tek cümlenin oluşturacağı ağırlık ve durağanlık bertaraf edilmiştir.

Gözüm açdum / bu seher bir ulu sahrâ gördüm //Anda bir dâne-i hardal gibi dünyâ gördüm. (1)

Def idüp sînesini / nâle-i pür-sûzını ney [idüp] // Raksa girmiş nice bin ‘âşık-ı şeydâ gördüm. (2)

Zâhidâ gözüni aç / ‘ışk ile gir meydâna // ‘Âşıkun menzilini ‘arşdan a’lâ gördüm. (4)

Yakdı ‘ışk odı beni / birlige yetdi ikilik // Dimek olmaz dahi / çok dürlü temâşâ gördüm. (6)

Ne güzel vâkı’adur bu / ki açup cân gözini // Hâb-ı gafletde geçen

‘ömrümi / rü’yâ gördüm (8)

Şiirin vezni Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün’dür. Kalıpta ilk tef’ile fâ’ilâtün, son tef’ile fa’lün olabilmektedir. Bu değişiklikler kalıba canlılık ve akıcılık getirmiştir. Divan şiirinde sıkça kullanılanlar arasında yer alan bu kalıp, açık hecelerin çokluğundan dolayı Türkçenin kısa hece özelliğini de karşılayan ahenkli ve kıvrak bir vezindir (İpekten, 2001:229). Bu nedenle gazelde dile getirilen heyecan, duygu ve düşüncelerin akışıyla, kalıbın örtüştüğü söylenebilir.

1, 2, 7 ve 8. beytin ilk mısraı ile 6. beytin ikinci mısraları hariç ilk tef’ileler “fâ’ilâtün”, ikinci dizelerin son tef’ilesi “fa’lün” şeklindedir.

Aruzda zihaf dışındaki ses hadiseleri, yerli yerince kullanıldığında şiirin ses ve anlam tabakasına katkıda bulunur. İki kapalı heceden oluşan “gördüm” redifinin “fâ’lün” tef’ilesine denk düşmesiyle, kelime bir çırpıda söylenmekte bu da ses değeri bakımından redife vurgu sağlayarak adeta görmenin şüpheye mahal vermeyecek şekilde gerçekleştiğine işaret etmektedir. Kullanılan kalıptaki açık ve kapalı hecelerin iniş ve çıkışlarının oluşturduğu ritim; imale, med ve vasıllar tasvir edilen duruma hareket ve canlılık kazandırmıştır.

Gazelin hemen her beytine rastladığımız vasl ile bağlanan kelimelerin

B a h i r S E L Ç U K

22063

2012beraberce okunması mısralarda akıcılık sağlamıştır: “Gözüm_açdum, Def_idüp, vücûdumdan_eser, ‘ışk_ile, ‘arşdan_a’lâ, kendüden_eser, ‘ışk_odı, Dimek_olmaz, Cûş_idüb, zevâl_irmez_ana”.

Beyit Vasl Med İmale Zihaf Toplam

1 1 - - - 1

2 1 - 1 - 2

3 1 1 - - 2

4 2 1 2 - 5

5 1 2 3 - 6

6 2 - 3 - 5

7 1 1 1 - 3

8 - - 1 - 1

9 2 1 1 1 5

Toplam 11 6 12 1 30

Tablo V: Vezinle İlgili Ses Hadiseleri

Gazelde 6 yerde med yapılmıştır: “hîç (3 yerde), lîk, arş, mevc”. Medli hecelerde anlam ve ses vurgusu kendisini hissettirmektedir.

Gazelde 12 yerde yapılan imaleler incelendiğinde (Tablo VI) bunların gelişigüzel değil, beyitte anlam ağırlığını taşıyan göstergeler üzerinde yoğunlaştığı görülür. Böylece imalelerle beyitte hem bir ritim hem de anlam vurgusu temin edilmiştir.

Beyit İmale Hece

2a Def idüb sînesini son hece

4a Zâhidâ gözüni aç ilk hece

4b Âşıkun menzilini son hece

5a kendüden eser görmeyenün gözi açuk orta hece, ilk hece

6a Yakdı ‘ışk odı beni birlige yetdi ikilik ilk hece, son hece, son hece

7a Nice bin zevrak-ı ser-geşte ana müstağrak son hece

8a Ne güzel vâkı’adur bu son hece

9a Zevâl irmez ana zerre kadar son hece

Tablo VI: İmaleler

Tablo VI’da görüldüğü üzere gazelde 1 tane zihaf vardır. Zâtiyâ kelimesindeki zihaf da klâsik şiirde zihafın en yaygın ve müsamaha ile bakılan şeklidir.

Gazelin ses ve anlam ilişkisinde â+gördüm şeklindeki kafiye ve redifin önemli bir payı bulunmaktadır. Klâsik şiirde sadece revî harfine dayalı

Zatî’nin “Gördüm” Redifli Gazeli Üzerine Tasavvufî Bir Tahlil Denemesi

221632012

kafiyeye mücerret kafiye denmektedir. Gazelde uzun “â” ünlüsü ile kurulmuş olan mücerret kafiye ve ardından gelen “gördüm” redifi, ahenk-anlam ilişkisini kuvvetlendirmekte, gördüklerini okuyucu/dinleyiciye iletmeye çalışan şairin sözünün tesirini arttırmaktadır.

Gazelin yapı ve dil özellikleri tasavvufî neşveyi, his ve heyecanı yansıtır bir görünüm sergilemektedir. Zaten tasavvuf kalkışlı şiir donuk, hareketsiz ve pasif bir şiir değil aksine kalbin vuruşları gibi dinamik, aktif bir şiirdir, harekete geçirici bir yönü vardır (Kılıç, 2004:141).

SonuçOsmanlı kültürünün temelini oluşturan unsurların başında gelen tasavvuf, sanatın özellikle de edebiyatın kaynaklarından biri olmuştur. Zatî, tasavvufî düşünce çerçevesinde, ilahî aşk vesilesiyle maddî âlemin ötesini müşahede eden bir âşık portesi çizmiştir. Benlik, sadece kendini görme, dünyaya değer verme gibi beşerî zaaflardan geçen âşık, aşk gücüyle manevî bir yolculuğa çıkmış, mutlak varlığı marifet derecesinde sezmiştir. Böylece yaşadığı ve gerçek sandığı rüya âleminden uyanmış, varlığın arka planını görebilen can gözüyle kâinatı yeniden okumaya koyulmuştur.

Günlük dilin böylesi bir mistik tecrübeyi ifadeden aciz oluşu ve kişisel bir tecrübeyi herkesle paylaşmama düşüncesi şairi sembolik bir dile, şiir dilinin imkânlarına yönlendirmiştir.

Şiirde kullanılan göstergeler, sözdizimi, vezin, kafiye, redif, ses ve söz yinelemeleriyle yaşanan tecrübe akıcı, canlı ve ritmik bir biçimde yansıtılmış; özellikle tezat sanatıyla da âşığın gözünden iki farklı âlem ve bunlara ait gözlemler mukayese edilmiştir.

KaynaklarAksoy, Ömer Asım (1998), Deyimler Sözlüğü, İstanbul: İnkılap Kitabevi.Andrews, Walter G. (2000), Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı, (Çev. Tansel Güney), İstanbul:

İletişim Yay.Ayverdi, İlhan (2006), Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. I, Kubbealtı Yay.Cebecioğlu, Ethem (2005), Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 3. Basım, İstanbul:

Anka Yay.Chittick, William (1997), Varolmanın Boyutları, (Çev. Turan Koç), İstanbul: İnsan Yay.Condon, John C. (2000), Kelimelerin Büyülü Dünyası, (Çev. Murat Çiftkaya) İstanbul:

İnsan Yay.El-Hakîm, Suad (2005), İbnü’l-Arâbî Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.Emiroğlu, İbrahim (2010), Sûfî ve Dil [Mevlana Örneği], İstanbul: İnsan Yay.Gasset, Jose Ortega Y (2005), Sevgi Üstüne, (Çev. Yurdanur Salman), İstanbul: Yapı

Kredi Yay.Güfta, Hüseyin (2010), "Divan Şiirinde Vakt-i Seher", Uluslararası Sosyal Araştırmalar

Dergisi, The Journal of International Social Research, (Klâsik Türk Edebiyatının

B a h i r S E L Ç U K

22263

2012Kaynakları Özel Sayısı, -Prof. Dr. Turgut KARABEY Armağanı), Volume: 3 Issue: 15

İpekten, Haluk (2001), Eski Türk Edebiyatı, Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul: Dergah Yay.Izutsu, Toshihiko (2002), İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, (Çev. Ramazan Ertürk),

İstanbul: Anka Yay.Kılıç, M. Erol (2004), Sûfi ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul: İnsan Yay.Komisyon, Örnekleriyle Türkçe Sözlük (1995), (MEBÖTS), C. II, Ankara: MEB Yay.Mounier, Emmanuel (2007), Varoluş Felsefelerine Giriş, (S. Rifat Kırkoğlu), İstanbul: Say

Yay.Nicholson, R. A. (2004), Tasavvufun Menşei Problemi, (Çev. Abdullah Kartal), İstanbul: İz

Yay.Pala, İskender (tarihsiz), Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yay.Pürcevadi, Nasrullah (1998), Can Esintisi, İslam’da Şiir Metafiziği, (Çev. Hicabi Kırlangıç),

İstanbul: İnsan Yay.Pürcevadi, Nusrullah (1999), Gökyüzünde Ayın Görüntüsü, (Çev. Ahmet Çelik), İstanbul:

İnsan Yay.Selçuk, "Yunus Emre’de Bakma ve Görme Biçimleri," I. Uluslararası Yunus Emre

Sempozyumu, 8-10 Ekim 2008, Aksaray: Aksaray Üniversitesi Yay.Şentürk, A. Atilla; Kartal, Ahmet (2007), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergah Yay. Uludağ, Süleyman (2001), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.Üstüner, Kaplan (2007), Divan Şiirinde Tasavvuf, Ankara: Birleşik Dağıtım Kitabevi.Zatî Divanı (Gazeller Kısmı) (1970), (Haz. Ali Nihad Tarlan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Yayınları, C. 2, İstanbul.

ÖZReşat Nuri Güntekin, Türk edebiyatının en üretken yazarlarından

biridir. Özellikle roman ve tiyatro türünde birçok eseri vardır. Tiyatro

konusunda dekordan oyun yazarına kadar her alanda kafa yormuş ve bu

konuda birçok makale yazmıştır. Yaprak Dökümü ve Eski Hastalık isimli

romanları, kendisi tarafından tiyatro oyunu haline getirilmiştir. Yaprak

Dökümü, roman olarak 1930’da yayınlanmış, 1943-1944 yıllarında

sahnelenmiştir. Eski Hastalık, roman olarak 1938’de yayınlanmış,

1951’de ise Eski Şarkı adıyla tiyatro oyunu olarak sahnelenmiştir.

Bir romanın tiyatro eserine dönüştürülmesi sırasında özellikle

teknik açıdan birtakım değişiklikler yapmak gerekir. Romandan

Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı adlı yazıda bu değişimler olay

örgüsü, kişiler, zaman, mekan kavramları açısından değerlendirilmiş,

romandan tiyatroya aktarılan eserler için kuramsal bir zemin

oluşturulmaya çalışılmıştır. Ardından, adı geçen romanlarla tiyatro

oyunlarının karşılaştırılması yapılarak aralarındaki farklar belirlenmiş

ve dönüştürme işlemi sırasında kullanılan yöntemlerin ortaya

çıkarılması hedeflenmiştir. Sonuçta, eserler arasındaki farkların neden

kaynaklandığı, eserlere etkilerinin neler olduğu tartışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Reşat Nuri Güntekin, tiyatro, roman, Yaprak Dökümü,

Eski Hastalık, Eski Şarkı.

ABSTRACTFrom Novel to the Theatre: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

Reşat Nuri Güntekin is one of the prolific authors of Turkish literature.

He owns a lot of literary works within novel and theatre play genres. He

studied all components of theatre from decors to play writing, and he

wrote many articles. His novels, Yaprak Dökümü and Eski Hastalık were

Romandan Tiyatroya:

Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

Hayrunisa TOPÇU*

* Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Ana bilim Dalı, [email protected]

H a y r u n i s a T O P Ç U

22463

2012made into theatre plays by Reşat Nuri Güntekin. Yaprak Dökümü was published as a novel in 1930 and staged in 1943-1944. Eski Hastalık (the Old Illness) was renamed as Eski Şarkı (the Old Song) as a theatre play. It was published as a novel in 1938 and staged in 1951. It is necessary to make some technical changes at the time of transformation from novel to theatre play. In this article, these changes are analyzed in terms of narrative, character, time and place. In this way, a theoretical background was tried to be made. Then a comparison between the novels (Yaprak Dökümü – Eski Hastalık) and theatre plays (Yaprak Dökümü – Eski Şarkı) was made. In this way the differences between the novels and theatre plays were determined and the methods used at the time of transformation were revealed. In the conclusion the effects and reasons of the differences were discussed.

Key Words: Reşat Nuri Güntekin, theatre, novel, Yaprak Dökümü, Eski Hastalık, Eski Şarkı.

Giriş Romandan Tiyatroya

Tiyatro ve roman iki ayrı tür olmalarına rağmen, birbirleriyle sıkı bir alışveriş içerisindedirler. Romandan tiyatroya aktarılan eserler de bu sıkı alışverişin ürünleridir. Bir anlatı sanatı olan roman, birtakım

teknik değişikliklerin ve yaratıcı bakış açısının altında bir sahne sanatı olan tiyatroya dönüşür.

Romanla tiyatronun en temel benzerliği “olay örgüsü”dür. Her iki tür de bir olaya dayanır. Fakat “roman sanatı, esas itibariyle anlatılacak bir ‘hikâye’ ile bu hikâyeyi sunacak bir ‘anlatıcıya’ dayanırken” (Tekin 2009: 17) tiyatro bünyesinde birçok unsuru barındırır. Özdemir Nutku bu unsurları şu cümlelerle açıklar:

Tiyatro yapıtı, daha doğarken yazınsal yapıttan ayrılır; çünkü sözcük ve kitap biçimleri içinde saptanmış yazın tek kişinin yaratıcılığı ile ortaya çıkar. (…) Oysa tiyatro birliktelik başarısına bağlıdır; çeşitli güçlerin birlikte çalışmasıyla yapıt ortaya çıkarılır. Oyun yazarının, dramaturgun, yönetmenin dekor ve giysi sanatçısının, ışıklama uzmanının, oyuncunun, ezgileyenlerin, dansçıların, çalgıcıların, fıslayıcıların, çağrıcıların ve daha birçoklarının hep birlikte, uyumlu çalışmasıyla tiyatro yapıtı doğar. Ancak bunlar da yetmez, bir tiyatro yapıtının etkisini, katkısını yapabilmesi için seyirciye de gereksinme vardır. Tiyatronun yaşamı sahneden seyirciye, seyirciden sahneye olan

kan dolaşımı ile gerçekleşir. (Nutku 1989: 29-30)

Dekor, kostüm, seyirci, yönetmen gibi unsurların romanda olmadığı aşikârdır. Dolayısıyla tiyatroda olup romanda olmayan unsurlar söz konusu edilerek etkin bir karşılaştırma yapılması beklenemez. Fakat bu unsurların varlığı zaman zaman her iki türde de benzerlik gösteren kişiler,

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

225632012

zaman ve mekân kavramlarının kullanımını etkiler. Yeri geldikçe bu etkiden bahsedilecektir. Karşılaştırmada asıl üzerinde durulacak nokta ise benzerlik gösteren kavramların iki türdeki işleyişleri, bu işleyişin ne tip benzerlikler veya farklılıklar taşıdığıdır. Çünkü sözü edilen kavramlar her iki türde de aynı şekilde yer almayabilirler. Örneğin mekân kavramının romanda kullanımı ile tiyatroda kullanımı arasında benzerlikler bulunabileceği gibi farklılıklar da görülebilir. Bu benzerlikler ve farklılıklar iki tür arasındaki kaynaşmanın/ayrışmanın, yöntemlerinin ve nedenlerinin anahtarı olacaktır.

Roman, hem yaratılış hem de sunuş aşaması itibarıyla bireysel bir türdür. Kaba bir ifadeyle romanın tek patronu, yazarın kendisidir. Zamanı hızlandırmak, yavaşlatmak, onlarca farklı mekân kullanmak tamamen yazara bağlıdır. Hatta romanın okurla olan ilişkisi bile yazarın inisiyatifindedir. Okurun romana dahil edilmesi, gereğinden fazla önemsenmesi veya yok sayılması, yazarın tavrıyla ortaya çıkan durumlardır. Olay örgüsü de bu esneklikten nasibini alır. Dolayısıyla kişilerin geçmişleri, hareketleri, fiziksel ve ruhsal özellikleri, etkileyici bir doğa betimlemesi sayfalar boyunca anlatılabilir. Fakat “Oyun yazarının eli kolu bağlıdır” (And 1964:793). Oyun yazarı, sahne yoluyla insanlara seslenen bir yapıtın tüm gereklerini düşünmek zorundadır. İşte bu nedenle roman olarak yazılan bir eserin tiyatroya aktarılması esnasında “ortak”mış gibi görünen olay örgüsü, zaman, mekân, kişiler gibi kavramlarda dahi değişimler görülür.

Kişi kadrosu, roman olarak yazılmış bir yapıtı, tiyatro oyunu haline getirirken türler arası geçişteki aksamayı en fazla gösterebilecek unsurdur; dolayısıyla üzerinde titizlikle çalışılmayı gerektirir. “Kanımca (…) oyun yazmaya başlayan bir kimsenin her şeyden önce karakter yaratmada ustalaşması gerekmektedir. Bu da gözlemle, dikkatle, duyarlılıkla ve bir sorunun esasını bulma yetisi ile üstesinden gelinebilecek bir iştir” (Nutku 1966: 35). Roman, hacmi nedeniyle yazarın birçok ayrıntıyı uzun uzadıya anlatabilmesine olanak verir. Örneğin, bir karakter birden çok olayla pekiştirilebilir, geçmişiyle birlikte anlatılabilir veya psikolojik özellikleri betimlenebilir. Oysa tiyatro oyununda etkileyici bir karakterizasyon sağlamak için yazarın vurucu ve kısa hamleler yapması gerekir. Kişi, öz fakat seyircinin kafasında kendisi hakkında belirsizlik yaratmayacak şekilde tasarlanmalıdır. Yani, dağınık, oradan oraya atlayarak, çok kişiyi ve çok olayı anlatmaya çalışan bir karakter sistemi yerine, ana karaktere/karakterlere yoğunlaşmak, yazarın oyun üzerindeki hakimiyetini korumasını sağlar. Bu da seyircinin ilgisini kaybetmeden takip ettiği etkileyici bir oyunu ortaya çıkaracaktır.

Oyun yazarının roman olarak yazılmış bir eseri tiyatroya aktarırken kafa yorması gereken bir diğer unsur “zaman” kavramıdır. Roman türünün hacimli

H a y r u n i s a T O P Ç U

22663

2012ve esnek yapısı bu noktada da roman yazarına geniş bir hareket alanı sağlar. Yıllarca devam eden bir olayı anlatabileceği gibi zaman içerisinde geriye dönüşler, ileriye gidişler gibi sıçramalar yapması da mümkündür. Geleneksel romanda “düz çizgisel zaman şemaları ve sebep-sonuç ilişkilerine yaslanan kurgulamalar” (Parla 2003: 248) modern ve postmodern romanda yerini “sınırları belirsiz, birbirine girişik, rasyonel düşüncenin belirlediği zaman anlayışının dışında bir duruma” (Emre 2004: 170) bırakır. Tiyatrodaki zaman kullanımında da benzer bir gelişimden söz etmek mümkündür. Özellikle teknolojik gelişmeler, görsel öğeler (dekor, kostüm, ışık, projeksiyon, görsel efektler) alanındaki imkânları genişletmiştir. Böylelikle modernizmle birlikte bireyin iç dünyasına yönelen bakış açısı iç içe geçmiş, geriye dönüşlerin yer aldığı bir zaman kurgusunu olanaklı kılmıştır. Fakat tüm bu benzerliğe karşın zamanın tiyatrodaki kullanımı romandaki kadar esnek değildir. Bunun temelinde iki türün ifade tarzında kullandığı tekniğin farklılığı yatar. Hüseyin Gümüş bu durumu şu cümlelerle açıklar:

Eflatun ve Aristo’nun ifade ettikleri gibi iki ana anlatım tarzı vardır. Birincisi anlatıcının kendi adına konuşması denilen Diegesis anlatım: Okuyucunun zihninde olayın bir veya birkaç anlatıcı tarafından nakledildiği imajı hakimdir. Destan ve roman türlerinde bu tür anlatım vardır. Mimesis denilen ikinci anlatım tarzında hiçbir aracıya yer verilmeden olayın kendi kendine cereyan etmesi söz konusudur. Tiyatro, dram ve bazı dialog ve monolog tarzlarında olduğu gibi olayın doğrudan gösterilmesi amacı ön plandadır. Diegesis anlatımda okuyucu, anlatıcının anlatma eylemini bilmektedir. Mimesis anlatımda

okuyucu doğrudan tanık durumundadır. (Gümüş 1994: 12)

Roman, anlatımın sınırsız ve geniş imkânlarını sadece yazarının tercihleri doğrultusunda kullanabilme özelliğine sahiptir. Ayrıntıları, olayları veya kişileri sayfalarca anlatabilir, onlar hakkında uzun betimlemeler yapabilir veya birkaç cümleyle özetleyebilir, aynı anda birden çok zaman dilimine tanıklık edebilir. Tiyatro ise izleyicisine “göstereceği” öykünün sınırlarını belirlerken romandan daha seçici davranmak zorunda kalabilir. Gösterilecek öykünün tüm ayrıntıları ince bir elemenin ardından seyirciye ulaşır. Çünkü “Bütün türlerde1, kesintisiz olduğu için bir sahnenin süresi, gerçek zamanla aynıdır. Ama konu uzun bir zamanı kapsıyorsa, konunun süresini dramanın süresine indirgeyebilmek için sahneden sahneye geçerken, zaman aralıkları verilir. Buna zaman sıçraması diyoruz” (Özakman 2009: 201). Turgut Özakman’ın da belirttiği gibi drama süresini yakalayabilmek adına romanda karşılaşılan faklı zaman dilimlerinin kullanımı, uzunca yapılan kişi ve çevre

1 Turgut Özakman “tür” sözcüğüyle tiyatro oyunundan ve senaryodan bahsetmektedir.

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

227632012

betimlemeleri gibi teknikler oyunlarda gerektiğinde yer alan görsel öğelere dönüşür. Dolayısıyla roman, eğilip bükülen, esneyen, akışkan bir zaman algısıyla çevriliyken, tiyatro oyunu, romana göre daha katı ve daha anlık bir zaman algısıyla örülmüştür.

Romandan aktarılan bir tiyatro oyununda zamanı etkili bir şekilde kullanabilmek için Foster’ın “değer” adını verdiği kavramdan sıkça faydalanılması gerekir.

Öykü, olayların zaman sırasına göre dizilerek anlatılmasıdır; kahvaltının arkasından öğle yemeğinin, pazartesinin arkasından salının, ölümün arkasından çürümenin gelmesi gibi. (…) Gündelik yaşamımız da zaman duygusuyla dopdoludur. Bir olayı düşünürken onun başka bir olaydan önce mi, yoksa sonra mı geçtiğini düşünürüz. (…) Yaşamda zamandan başka bir şey var: Kolaylık olsun diye ‘değer’ adını verebileceğimiz, saatle, dakikayla değil de yoğunlukla ölçülen bir şey. (…) Gerçekte ne olursa olsun, günlük yaşam hemen hemen iki ayrı yaşamdan oluşmaktadır. Zaman içinde sürülen yaşam ve bu değerlere göre sürülen yaşam. İnsan davranışları bu iki tür yaşama da bağlı kalır. ‘Kızı ancak beş dakika gördüm, ama değdi doğrusu’ sözü, bir tek tümce içinde her iki türe bağlılığı birden dile getiriyor. İşte öykünün yaptığı

şey, zaman içinde geçen yaşamı anlatmaktır. (Forster 1982: 65-67). Tiyatroda olayların sırası anlatılan öykünün ilerlemesi ve kompozisyon

bütünlüğü açısından önemlidir fakat romandan etkili bir oyuna dönüşebilmesi için olaylar silsilesinden çok “değer”lere ihtiyaç vardır. Hacimli anlatı türünden daha kısa bir tür olan tiyatro oyununa dönüşen metnin ince bir elemeden geçirilmesi gerektiğinden bahsedilmişti. Zaman konusunda Forster’ın ortaya koyduğu değer kavramı işte bu eleme sırasında kullanılacak ölçütlerden olsa gerektir. Çünkü olayın ölçülebilir zamanından çok kişi/kişiler üzerindeki etkisi yani değeri önemlidir. Eserdeki çarpıcılığı ve sanatsallığı sağlayan değerdir. Dolayısıyla romandan tiyatroya dönüştürülen bir metin söz konusuysa değer açısından zengin durum veya olayların izleyiciye gösterilmesi yerinde olacaktır.

Zaman konusunda bir diğer ölçüt olarak tiyatro oyunlarında görülen birtakım teknik gerekliliklerden bahsedilebilir. Farklı zaman dilimleri ile (on yıl arayla yaşanan iki olay) bu zaman dilimlerini yansıtan dekor ve kostüm (Osmanlı İmparatorluğu döneminde geçen bir olay ile Cumuriyet döneminde yaşanan bir olay) aynı oyunda hatta aynı sahnede yer alabilir. Böyle bir sahnenin oyunda yer alması olayın değer açısından zenginliğine bağlı olduğu kadar dekor, kostüm, oyuncu gibi teknik şartlara da bağlıdır.

Zaman kavramı hakkında son olarak bir hatırlatma yapılmalıdır. Romandan tiyatroya aktarılan bir eserin konuları aynıdır. Yapılan ekleme

H a y r u n i s a T O P Ç U

22863

2012ve çıkarmalar konuyu değiştirmez, dolayısıyla olayların geçtiği dönemin de her iki türde yaklaşık olarak aynı zaman dilimine denk geldiği varsayılabilir. Zaman kavramı konusunda farklılığı yaratan sahne zamanı, yani bu olayların ne kadarlık sürelerde geçtikleri ve bu aktarımın nasıl yapıldığıdır.

Mekân kavramı, hem roman hem de tiyatro için bir dekordan çok daha fazlasını barındırır. Kabaca olayların geçtiği yer olarak tanımlanabilecek mekân, aynı zamanda kişileri sahici kılan bir unsurdur. Kişinin içinde bulunduğu ruh hali mekân aracılığıyla yansıtılır, okuyucunun/seyircinin eserin atmosferine dahil olabilmesi sağlanır. Olay örgüsü açısından kırılma noktası diye nitelendirilebilecek olayların geçtikleri mekânlar da en az karakterler kadar önemlidir. Çünkü karakterleri pekiştirip güçlendirirler. Mekânın bunlar dışında toplumu yansıtmak, çevreyi tanıtmak gibi işlevleri de vardır.2

Romanın tıpkı zamanın kullanımında olduğu gibi mekânın kullanımında da tiyatroya göre daha esnektir. İç mekân, dış mekân, yalnızca betimlenen mekân veya olayların geçtiği mekân… Düşünüldüğü takdirde bu listeyi uzatmak mümkün olabilir. Bu mekânları tiyatroya dönüştürülen bir eserde kullanırken ise seçici davranmak gerekir. Mekân sayısının artması ve sürekli devam eden mekân değişikliği oyunun sahnelenmesini güçleştirecektir. Örneğin Abdülhak Hâmit’in Finten3 adlı eserinde olduğu gibi okyanus ortasında, İngiltere’de bir parkta veya Avustralya’da geçen sahneler hem seyircinin dikkatinin dağılmasına hem de teknik anlamda güçlüklere neden olacaktır. Seyircinin ilgisinin dağılmaması ve mekânın olayla bütünleşebilmesi için hikâye açısından “olmazsa olmaz” mekânlar üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Kişinin psikolojik durumu hakkında fikir veren, onu besleyip vurgulayan, dönemin özelliklerini yansıtan, kırılma noktalarına ev sahipliği yapan mekânlar hem roman hem de tiyatro için “olmazsa olmaz” mekânlardır. Bu bakış açısından yola çıkılarak romanda yer alan, betimlenen her mekânın ısrarla oyuna aktarılmasının doğru olmadığı söylenebilir.

Aynı olayı konu alan roman ve tiyatro oyunun arasındaki benzerlik ve farkların temelindeki nedenlerin, anlatının omurgasını oluşturan olay örgüsü, kişiler, zaman ve mekân kavramları aracılığıyla açıklanabileceği düşünülmektedir. Bu kavramların her iki türdeki kullanımlarının, romandan tiyatroya dönüştürülme işlemi sırasında yer alan yöntemleri ortaya çıkaracağı umut edilmektedir. Sözü edilen karşılaştırma, bu yazıda Reşat

2 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Sağlık 2001: 124-158.

3 İnci Enginün’ün hazırladığı eserden faydalanılmıştır.

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

229632012

Nuri Güntekin’in romandan tiyatroya aktarılan Eski Şarkı ve Yaprak Dökümü oyunları için yapılacaktır.

1. Yaprak Dökümü1930 yılında Yaprak Dökümü adıyla roman olarak kaleme alınan eser, ilk olarak 1943-1944 yıllarında İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir.

1.1. Olay Örgüsüne Yönelik KarşılaştırmaReşat Nuri eserini tiyatro oyunu haline getirirken karşılaştığı güçlükleri Romandan Piyes Çıkarmak adlarında üç makalede toplamıştır. Yazarın olay örgüsüne dair karşılaştığı güçlüklerin en temeli, çeşitli aile üyelerinin hikâyelerinden oluşan romanı nasıl tek bir hikâyeye dönüştüreceğidir. Tiyatroda hikâyenin ilerleyişini bir piramide benzeten yazar, onun doruğa çıktıktan sonra yavaş yavaş aşağı inmesi gerektiğini savunur. Oysa roman, birçok piramitten meydana gelen bir manzara oluşturmaktadır. Reşat Nuri, Ali Rıza Bey’in hikâyesinden yola çıkarak çocuklarının hikâyelerini anlatma yolunu seçer. Yani makalelerinde söylediği üzere tek bir piramide bağlı küçük piramitlerden oluşan bir tablo çizer. 4

Roman: Her olayın arka planı anlatılmış, olayların gelişim süreçleri ayrıntılı bir şekilde verilmiştir. Bu sürecin içerisinde Ali Rıza Bey’in tahsili, Hayriye Hanım’la evlilik kararını alışı, İstanbul’a geliş hikâyesi anlatılır. Sonrasında da Ali Rıza Bey’in Leman’ın annesiyle konuşması, Şevket’in yeni işinin kutlanması, Ali Rıza Bey’in emeklilik günleri, Şevket’in Ferhunde ile evlenmesi, Ali Rıza Bey’in tekrar işe girmek umudu ile Muzaffer Bey’in yanına uğraması, Fikret’in Tahsin’le evlenmesi, Şevket’in tutuklanması, Ali Rıza Bey’in Leyla’yı evden kovması gibi olaylar ayrıntılı olarak anlatılır.

Oyun: Eserin sadece kırılma noktasında yer alan olaylar anlatılır. Yukarıda sıralanan olayların bir kısmı sadece diyalog içerisinde verilirler. Kahramanların geçmişlerinden ise hemen hiç bahsedilmez. Reşat Nuri bu sorunu “Geniş evden dar eve taşınacak fazla eşyaya yer bulmak meselesi…” (1976:125) şeklinde adlandırır. Bu nedenle uzun ayrıntılara girmekten kaçınır, çünkü tiyatronun yapısı buna müsait değildir. Fakat bahsetmeden geçemeyeceği bazı olayları ise diyaloglar içerisinde vermekle yetinir. Örneğin Ferhunde’nin eşinden ayrılmış bir kadın olduğu, Fikret’in Tahsin’le evleneceği, Şevket’in tutuklanması, Leyla’nın evden kovulması ayrıntılara girilmeksizin birkaç cümleyle seyirciye duyurulur.

R: Şevket’in Ferhunde ile evlendikten sonra ailenin yaşadığı değişim her akşam verilen partilerle anlatılır. Okuyucu, Ali Rıza Bey’in hayal kırıklığını,

4 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Güntekin 1976: 117-121.

H a y r u n i s a T O P Ç U

23063

2012Hayriye Hanım’ın kızlarının eş bulması ümidiyle teslimiyet içerisinde onların her davranışını onaylamasını, Şevket’in Ferhunde’yle evlendiği için yaşadığı sessiz pişmanlığı, Leyla ve Necla’nın paraya, gösterişe olan düşkünlüğünü, Fikret’in gün geçtikçe artan öfkesini bu partiler aracığıyla fark eder. Ali Rıza Bey’in psikolojik durumunu vurgulamak için emekli olmasıyla birlikte değişen yaşamından bahsedilir. Karısı Hayriye Hanım’ın ona karşı değişen tavırları, ailesi arasındaki yalnızlığını fark etmesi, onu ev dışındaki yaşama yöneltir. Ali Rıza Bey’in sıkça gittiği emekliler kahvesi ve orada edindiği arkadaşlar onun ruh halini görünür kılar.

O: Reşat Nuri, ev partilerini ve yoksul insanları oyuna aktarırken zorlandığını belirtmiştir. Çünkü asıl amaç, o insanları seyirciye göstermek değil; karakterlerin içinde bulunduğu koşulları ve psikolojilerini verebilmektir. Fakat bu sahnelere gereğinden fazla öne dikkat çekilmesinin seyircinin ilgisini dağıtabileceği ve asıl konunun önüne geçebileceği ihtimalinden bahseder. “Fakat gâye ne romanda ne de piyeste bunların gösterilmesi değildir. Fakat roman gibi piyesten de bunları büsbütün çıkarıp atmağa imkân yoktur. Bunlar kahramanın tavadaki balık gibi içlerinde evrile çevrile yandığı muhitlerdir. (…) Ancak şu var ki, roman nevinin geniş imkânlar âleminde, ana mevzuun bir hafif çerçevesi gibi kalabilen bu sahnelerin piyeste bu mevzuu zayıf düşürerek ikinci plâna atması, kahramanımın etrafında güçlükle sağlamağa çalışılacak ilgi birliğini tehlikeye düşürecektir” (Güntekin 1976: 125).

Yazar hem bu ihtimali bertaraf etmek için hem de romanda sayfalarca süren betimlemeleri birebir tiyatroya aktarmak mümkün olmadığından öykünün “can alıcı” yerlerini oyuna aktarmakla yetinmiştir. Bunlara örnek olarak danslı sosyete partileri için, Şevket’in evlendiği ve Leyla’nın Abdülvahap’la kendi aralarında nişanlandıkları gece verilebilir. Şevket, düğünün sonunda Ferhunde ile evlendiği için pişmanlık ve çaresizlik içindedir, fakat kararından geri dönemez. Bu durum Ferhunde’nin eve gelmesinden sonra yaşanacakların işareti gibidir. Leyla Abdülvahap’la nişanlanarak eve döner. Onların eve döndüğü sırada Hayriye Hanım henüz bitmiş partiden kalanları toplamakla meşguldür. Leyla’nın şımarık tavırlarına daha fazla dayanamayan Fikret hem kardeşine hem de annesine çıkışır. Böylelikle Fikret evdeki gidişat konusunda duyduğu rahatsızlığı açık bir şekilde ifade etmiş, tavrını ortaya koymuş, aynı zamanda ailesiyle arasında oluşmaya başlayan derin çatlağı da göstermiş olur. Bu iki olay dışında evde genellikle bir parti hazırlığı veya parti sonrasında yapılan temizlik vardır. Ayrıca sahnede zaman zaman artıp zaman zaman azalan gramafon sesi de bu hazırlıkları destekler niteliktedir. Reşat Nuri böylece romanda sıklıkla betimlenen partileri olayların birebir

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

231632012

yaşandığı mekân olmanın dışında arka planda bir dekor olarak kullanarak seyirciye sunmuş ve ailenin içinde bulunduğu durumu vurgulamıştır.

Öykünün can alıcı yerlerinden biri Ali Rıza Bey’in emekliliğidir. Bu olaya oyunda da yer verilir. Fakat Ali Rıza Bey’in kendisi gibi yeni emekli arkadaşlar edinmesi yeni kişilerin oyuna dahil edilmesi anlamına gelecektir. Yazar bunun yukarıda alıntılandığı üzere konunun ikinci plan atılmasına veya ilgi birliğinin dağılmasına neden olabileceğini düşündüğü için emekliler kahvesinde Ali Rıza Bey’in Şevket’le bir konuşma yapmasını uygun görmüştür. Bu konuşma hem Şevket’in içinde bulunduğu pişmanlığı verir hem de Ali Rıza Bey’in yalnızlığını hissettirir.

Böylece romandaki kilit olayların etkileri tiyatroda birkaç olayda verilmiş olur.

R: Şevket eve gelen polisler aracılığıyla tutuklanır ve hapse atılır. Ali Rıza Bey daha sonra Şevket’le hapishanede görüşür.

O: Aile, Şevket’in tutuklandığını Ali Rıza Bey’den öğrenir. Yazar bu değişiklikle yeni bir sahne gereksinmesinin önüne geçmiş

olur. Aynı diyalog içerisinde hem Şevket’in tutuklanmasına hem de Leyla ile nişanlısının ayrılmalarına yer verilir. Yazar farklı iki olayı aynı diyalog içerisine sığdırarak farklı sahnelerin yaratabileceği kalabalığı engellemiş, aynı zamanda manevi olarak üç çoğunu yitirmenin acısını tek bir sahneye toplayıp duygu yoğunluğunu sağlamıştır.

Yukarıdaki farklılıklar dışında eserin kurgusunda değişiklik yapılmamıştır. Olanlar ise, daha çok olayları atlamak veya birkaç cümle halinde okuyucuya bildirmekten ibarettir. Bunun dışında; Ali Rıza Bey’in emekli olmasıyla ailenin ekonomik sıkıntı içerisine düşmesi, Şevket’in bankada işe girmesi ardından Ferhunde ile evlenmesi, Fikret’in Tahsin’le evlenmesi, Ferhunde’nin evi terk etmesi, Leyla ve Necla’nın Suriyeli Abdülvahap sebebiyle kavga etmesi, Necla’nın Abdülvahap’la evlenerek Suriye’ye gitmesi, Leyla’nın zengin bir adamın metresi olması, ailenin de onun evine yerleşmesi gibi ana olaylar romanda ve oyunda aynıdır.

Romandaki ayrıntılar, okuyucunun karakteri tanımasını ve anlamasını kolaylaştırır. Fakat tiyatroda bunu yapmaya çalışmak, eseri gereksiz sahnelerin ve uzun diyalogların arasında boğmaktan öteye gidemeyecektir. Bu tehlikeyi fark eden Reşat Nuri, sadece asıl olaylara ve kırılma noktalarına bağlı kalarak oyunları yeniden şekillendirmiştir. Yaprak Dökümü’nde, Ali Rıza Bey’in içinde bulunduğu buhranı göstermek için ev partilerini kullanmış, Ferhunde’nin varlığını korumuş; Leyla ise, Necla’nın gösteriş düşkünlüklerini, Fikret’in sessiz isyanını, Hayriye Hanım’ın teslimiyetçi tavrını devam ettirmiştir. Oyunda ise olayların sırası, diyaloglardaki

H a y r u n i s a T O P Ç U

23263

2012ayrıntılar birbirini tamamlar nitelikte düzenlendiği için seyirci karakterlerin geçmişlerini merak etmemiştir.

1.2. Kişilere Yönelik KarşılaştırmaReşat Nuri, eserin tıpkı kurgusunda olduğu gibi kahramanları konusunda da romana neredeyse birebir sadık kalmıştır. Ali Rıza Bey, Hayriye Hanım, Ferhunde, Leyla, Necla, Şevket, Ayşe, Abdülvahap Bey, Tahsin, Muzaffer Bey, Sermet Bey, Leman her iki eserin ortak kahramanlarıdır. Bu kahramanların olaylar karşısındaki tavrı ve onlara bakış açısı da ortaktır. Birtakım küçük farklar ve sadece oyunda yer alan Naili Bey isimli karakter maddeler halinde işlenecektir.

Roman: Şevket, Ferhunde ile iş yerinde yani bankada tanışır. Evli olduğu halde Şevket’le ilişki kurar.

Oyun: Ferhunde ailenin komşusudur. Ali Rıza Bey’den kitap almak için eve gelip gider. Seyirciye kendi halinde, mazbut bir hanım izlenimi çizer.

Yazarı böyle bir değişiklik yapmaya iten nedenin dekor olduğu düşünülebilir. Çünkü Şevket’in romandaki gibi Ferhunde’yle bankada tanışması yeni bir dekora ihtiyaç duyulması anlamına gelir. Reşat Nuri’nin bu tanışmayı ev içiyle sınırlı tutarak bu ihtiyacı ortadan kaldırdığı düşünülebilir. Ferhunde de böylelikle bankada çalışan bir hanım değil, ailenin komşusu olarak oyuna girer. Bu durum, yazının başında öne sürülen olay örgüsü, kişiler, zaman, mekân gibi ortak unsurların sadece tiyatroya ait görsel öğeler aracılığıyla şekillendirilebileceğine örnektir.

R: Leyla’nın talipleri arasında Tahsin Bey isimli komisyoncu, Nazmi isimli doktor, ismi verilmeyen kırk beş yaşlarında bir manifaturacı ve bunlardan başka isimleri, yaşları verilmeyen birkaç kişi daha vardır. Ayrıca Necla’nın da postanede kâtiplik yapan fakat ismi verilmeyen bir eş adayından bahsedilir.

O: Eserde kız kardeşlerin eş adaylarından bahsedilmez.Romanda yer alan eş adaylarının oyunda da yer almaları oyundaki kişi

sayısının artmasına ve yeni diyaloglarının varlığına neden olacaktır. Bu durumun da olayların gelişimi açısından pek de fazla önem taşımayan kişilerin ilgiyi dağıtabileceği, oyunu gereksiz bir kalabalığa boğacağı söylenebilir. Çünkü yazarın amacı eş adaylarının karakterleri veya yaşları hakkında seyirciye bilgi vermek değil, Leyla ve Necla’nın kayıtsız, şımarık, maddi hırslarla dolu tavırlarını vurgulamaktır. Yazar bu vurguyu yeni kişileri oyuna dahil etmek yerine Leyla ve Necla’nın Abdülvahap Bey’le olan ilişkilerini ve partiler sırasındaki hareketlerini göstererek sağlamıştır.

R: Leyla’nın metres olarak birlikte yaşadığı adam avukattır.O: Leyla’nın metres olarak birlikte yaşadığı adam şimendifer mühendisidir. R: Fikret’in eşinin adı Tahsin olarak geçer.

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

233632012

O: Fikret’in eşinin adı Vehbi olarak geçer.R: Ali Rıza Bey’in emekliler kahvesinden arkadaşı olan Sermet Bey’i

okuyucu Ali Rıza Bey’in gözünden tanır. Eski bir vali olan Sermet Bey’in kızları hakkında etrafta hoş olmayan dedikoduların dolaştığını Ali Rıza Bey’in anlatımıyla öğrenir.

O: Sermet Bey’in yaşamı daha ayrıntılı verilir. Dul kızları hakkında etrafta hoş olmayan dedikoduların dolaştığı, gösterişli bir evlerinin olduğu fakat bu evin geçimi konusunda çirkin rivayetler olduğundan bahsedilir. Bu bilgiler Ali Rıza Bey’le Şevket’in emekliler kahvesinde yaptığı konuşmada verilir.

Sermet Bey’in yaşamıyla ilgili bilgilerin oyuna aktarılması esnasında daha öncekilerin aksine bir detaylandırma yapılmıştır. Romanda yüzeysel bir şekilde verilen Sermet Bey, oyunda daha ayrıntılı bir şekilde verilmiştir. Çünkü romanda bütün ayrıntılarıyla tanımlanan kahve ve onun mensupları oyunda Sermet Bey’in şahsında kişileştirilmiştir. Yani yazar mekânın ayrıntılarını Sermet Bey’de toplamış, dolayısıyla onun hayatıyla ilgili ayrıntıları da diyalog içerisinde seyirciyle paylaşmıştır.

Metin And, Romandan Tiyatroya adlı yazısında oyunlardaki etkili kişileştirmenin sırrını açıklamak için şu formülü kullanır:

Kişilerin – durumun gücü coşkuların ve keskin fikirlerin toplamı

(seyirciye çarpıcılığı) kişilerin sayısı x zamanYazar bu formülü ise şu cümlelerle anlatır:

Böylece romandan iyi, sağlam tiyatroya varmak için genel olarak romandaki kişileri ve durumları seçip ilgiyi bunlarda toplaştırmak, daha az önemli kişileri ve olayları kaldırmak gerekir. Roman çok tanınmış bir roman ise burada halkın en hoşlandığı, tuttuğu yerlerin kaldırılmasının sakıncalı olduğu unutulmamalıdır. Seyircinin kolayca kavraması için yineleyici bir uslûp kullanılacak, bununla kişiler vurgulanacak, eyleme

en çarpıcı, en etkili yol aranacaktır. (1964: 795)

Metin And’ın da belirttiği gibi yazar oyunda kahvenin müdavimi olan birçok kişiye yer vermektense Sermet Bey üzerine yoğunlaşmış, onu sivrilterek hem gereksiz ayrıntıların oyuna girmesini önlemiş hem de Ali Rıza Bey’i bekleyen sonu seyirciye sezdirmiştir.

R: Romanda Naili Bey isimli bir karakter yer almaz. O: Naili Bey, iki eser arasındaki farkların en önemlilerinden biridir.

Gramofon tamircisi rolüyle oyuna dahil olur. Bir eğlenceden önce, gramofonu tamir etmek için Ali Rıza Bey’in evine gelir. Neşeli, muzip ve patavatsızdır. Reşat Nuri, bu karakterin esere dinamizm getirdiğini ve adeta zorla girdiğini söyler. “Bu Naili romanda yoktur; fakat piyese âdetâ kendiliğinden zorla girmiştir. (…) Burada anlatmak istediğim şu ki Naili

H a y r u n i s a T O P Ç U

23463

2012romanda bulunsaydı, şimdi o ötekiler gibi eskimiş bir insan haline gelecek, eski rolünden kolay kımıldamayacaktı. Halbuki o hiçbir mâzî ile kayıtlı bulunmadığı ve yeni bir hayatın dinamizmini taşıdığı için piyesin yeni durumuna kolayca adapte olmuş ve mevzuda azamî değişiklik yapmıştır” (Güntekin 1976: 130). Ayrıca Naili’nin şöyle bir özelliği daha vardır. Ali Rıza Bey, ailesinin gidişatını etrafında onu tanıyan herkesten dikkatle saklamak ister. Çünkü namusu ve erdemli bir yaşamı her şeyin üstünde tutan bir insanın özellikle çocuklarının tavırlarını kimseye açıklamaya gücü yoktur. Fakat Reşat Nuri Naili karakterini öylesine sıcakkanlı ve şakacı aynı zamanda aileden biri olarak çizmiştir ki Ali Rıza Bey çocuklarının yaşadıklarını onun duymasını önemsemez. Dolayısıyla Şevket hapse girince ona yardımcı olabileceğini düşündüğü kişiyi Naili aracılığıyla bulur, Leyla ve Abdülvahap Bey’in ayrılma nedenini ondan öğrenir. Bu noktada yazarın romanda uzunca bir zaman diliminde anlattığı, Leyla ile Necla’nın birbirlerini kıskanmaları, Abdülvahap Bey’in Leyla’dan ayrılıp Necla ile evlenmek istemesini oyunda Naili’ye diyalog içerisinde anlattırdığını görürüz. Yazar böylece oyuna dahil ettiği Naili’yi hem karakterinin özellikleri hem de olay örgüsü açısından en uygun şekilde kullanmıştır.

1.3. Zamana Yönelik KarşılaştırmaRoman 1930 yılında yazılmış, oyun ise ilk olarak 1943 yılında sahnelenmiştir. Eserlerin ikisinde de olayların ne zaman geçtiğine dair açık bir ifade yoktur. Fakat Ali Rıza Bey’in Babıâli’nin yetiştirdiği bir memur olduğu, Suriye’nin bir kazasında memurluk yaptığı, Trabzon mutasarrıflığından emekli olduktan sonra İstanbul’a taşındığı yönündeki ifadelerden yola çıkarak olayın 1920-1930 yılları arasında geçtiği yönünde bir tespit yapabiliriz.

Roman: Olaylar, geniş bir zaman diliminde geçmektedir. Oyun: Uzun sürede geçen bir olayı tiyatronun yapısından dolayı kısa

sürede anlatmak gerekebilir. Yazının girişinde Turgut Özakman’dan5 da alıntılandığı üzere uzun bir zamanı kapsayan konunun oyunun süresine uygun hale getirilmesi esnasında kullanılan tekniğe “zaman sıçraması” adı verilir. Özakman bu tekniği şu cümlelerle açıklar: “Tiyatroda, kapalı biçim oyunlarda, zaman sıçraması ancak tablo ve perde aralarında yapılabilir” (Özakman 2009: 202). Bu sorun, yazarın karşılaştığı ve tam anlamıyla çözüm bulamadığı sıkıntılardan biri olmuştur. Yazar bunu Necla ile nişanlanıp daha sonra Leyla ile evlenmek isteyen Abdülvahap Bey örneği ile açıklar. Romanda bu olay birkaç ay içerisinde gelişir, fakat tiyatroda bunun imkânı yoktur. Dolayısıyla oyunun başında Leyla ile evlenmek isteyen Abdülvahap

5 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Özakman 2009: 201-202.

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

235632012

Bey’i, birkaç sahne sonra Necla ile evlenmek isterken görürüz. Yazar, zamana yayılması gereken olaylara farklı perdelerde yer vererek belirli bir zaman dilimini seyirciye sezdirmeye çalışmıştır. Hatırlanacak olursa Forster’ın tanımından yola çıkılarak saat ve dakikayla ölçülen zamanın dışında yoğunlukla ölçülen ve “değer” sözcüğüyle tanımlanan bir zamandan bahsedilmişti. Bu duruma, Ali Rıza Bey’le Şevket’in konuşması örnek olarak verebilir. Bahsi geçen olayda zamanın ölçülebilirliğinden çok niteliği önemlidir. Sahne, hikâyenin kırılma noktası olduğu için önemlidir. Ali Rıza Bey’le Şevket, emekliler kahvesindeki konuşmanın ardından, ailede yaprak dökümünün başladığını kabullenmişlerdir.

1.4. Mekâna Yönelik KarşılaştırmaMekân, her iki eserde de İstanbul’dur. İstanbul’da Bağlarbaşı’ndaki konakta başlar, Leyla’nın lüks apartman katında biter.

Roman: Fikret’in evlendikten sonra gittiği şehir Adapazarı’dır.Oyun: Fikret’in evlendikten sonra gittiği şehir Düzce’dir. R: Ali Rıza Bey, emekli olduktan sonra mahalledeki kahveye gitmeye

başlar. Oraya gelenleri gözlemler, orada bulunan hemen herkesin geçim sıkıntısından şikâyet edip eşlerinin serzenişlerini dinlememek için evlerinden neredeyse kaçarak kahveye geldiklerini fark eder.

O: Kahve, Ali Rıza Bey’in yalnızca evden kaçıp arkadaşlarıyla vakit geçirmek için gittiği bir yer değildir. Oranın önemini açığa çıkaran Ali Rıza Bey’le Şevket’in emekliler kahvesinde düğün gecesi yaptıkları konuşmadır. Ali Rıza Bey, Şevket’in evlendiği gece evde olmak istemez, Şevket’in de babasıyla konuşmaya ihtiyacı vardır. Babasını sürekli gittiği emekliler kahvesinde bulur ve orada konuşurlar. Reşat Nuri bu buluş için neden özellikle kahveyi seçtiğini şu cümlelerle açıklar:

Bunun evde nasıl bir facianın başlangıcı olduğunu ikisi de hissediyorlar. Nerede? Evde olabilir; bahçede olabilir… Fakat galiba en iyisi, romandaki tekaütler kahvesidir. Bu suretle Ali Rıza Bey’i kendi durumundaki ihtiyarlar arasında, son sığınağında görmüş olacağız. Düğün gecesi bu kahveye kaçıyor… Oğlu, onu aramağa geliyor; konuşuyorlar… Bu kaçış onun da hattâ çocuğun bu eve karşı ve bu

düğüne karşı duydukları tiksintiyi gösterecek. (Güntekin 1976: 123)

Görüldüğü gibi bu konuşmanın kahvede yapılması yazarın üzerinde kafa yorduğu bir karardır. Çünkü Şevket’in pişmanlığı, Ali Rıza Bey’in ailem dediği insanların yanından kaçarak bir kahveye sığınması mekân aracılığıyla seyirciye gösterilir.

Kahve, romanda oyundaki gibi önem kazanmış bir mekân değildir. Benzer bir vurgu, Şevket’in Ferhunde’yle yaptığı evlilikten duyduğu pişmanlığı

H a y r u n i s a T O P Ç U

23663

2012anlattığı hapishane hücresi için yapılmıştır. Bu karşılaştırma aşağıda yapılacaktır.

R: Ali Rıza Bey, Şevket’i görmek için hapishaneye gider. İlk görüşmelerinde çalıştığı bankadan kendi hesabına para geçirdiği için duyduğu mahcubiyetten bahseder, sonraki görüşmelerin birinde ise Ali Rıza Bey, Ferhunde’nin evi terk ettiğini söyler. Bu noktada Şevket, babasına Ferhunde ile evliliğinden duyduğu pişmanlığı anlatır.

O: Şevket evliliğinden duyduğu pişmanlığı Ali Rıza Bey’e emekliler kahvesinde anlatır. Oyunda hapishanede geçen bir sahne yoktur. Olay örgüsü kısmında da belirtildiği üzere aile bireyleri Şevket’in tutuklandığını hep bir aradayken Ali Rıza Bey’den öğrenirler. Bu durum diyalog içerisinde seyirciye duyurulur. Yazar bu hamlesiyle deyim yerindeyse “bir taşta iki kuş vurmuştur”. Hem dekorun değişmesiyle doğacak sahne gereksinimin önüne geçmiş hem de romanda zaten var olan mekân, kahveyi her iki karakterin çaresizliğini vermek için kullanmıştır.

2. Eski Hastalık - Eski Şarkı1938’de Reşat Nuri tarafından Eski Hastalık adıyla yazılan roman, Eski Şarkı adıyla 1951 yılında Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü tarafından sahnelenmiştir.

2.1. Olay Örgüsüne Yönelik KarşılaştırmaRoman: Kurgu konusunda en dikkat çeken özellik, romanda kahramanlar ve olaylar konusundaki arka planın varlığıdır. Kahramanların nasıl bir psikolojik süreçten geçtikleri, neler yaşadıkları, neler hissettikleri romanda ayrıntılarıyla verilir. Bu durum, geriye dönüşlerle sağlanır. Böylelikle teknede yaşananların belirli bir sürecin sonucunda ortaya çıktığı anlaşılır.

Oyun: Romandaki gibi geriye dönüşler yoktur, kahramanların geçmişlerinden sadece kompozisyon bütünlüğünün gerektirdiği kadar bahsedilir. İki ana kahraman, Yusuf ve Züleyha arasındaki ilişki oyun esnasındaki gelişmelerle anlatılır.

R: İstanbul’da, Züleyha’nın trafik kazası geçirdikten sonra kaldırıldığı hastanede başlar. Onun hastanede yattığı sürede geriye dönüşlerle yetişme şartları, Züleyha’nın babasının yanına Gölyüzü kasabasına gidişi, Yusuf’la evlenmesi, evliliğindeki sorunlar hakkında bilgi verilir. Yani, romanın kıvılcımı olan ayrılığın nedenleri, Yusuf ve Züleyha’nın kişiliklerinin de tanıtılması yoluyla okuyucuya sezdirilir.

O: Romandaki gibi bir giriş kısmı bulunmaz. Oyun, genç çiftin vapurlarındaki sorun nedeniyle terk edilmiş bir adaya çıkmalarıyla başlar. Züleyha’nın evliliğinden duyduğu memnuniyetsizliği, kaymakamın karısı Ayşe ile dertleşmesinden öğreniriz. Züleyha’nın soğukluğa varan gururlu

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

237632012

davranışlarına neden göstermek için olsa gerek onun geçmişinden bahsedilir. Fakat bu romandaki gibi sayfalarca sürecek bir tanıtma değildir. Züleyha, adada karşılaştığı lise arkadaşı Ayşe’ye içini döker. Anadolu’ya gelişini, aşka bakışını, vapurda bulunma nedenlerini anlatır. Fakat bu bölüm, romandan alınıp oyuna yapıştırılmış bir parça izlenimi vermez. Eserin seyri içerisinde iki arkadaşın dertleşmesi doğal bir sahne olarak seyircinin karşısına çıkar ve izleyiciyi kahramanların ruh hallerinden haberdar eder.

Buraya kadar yapılan iki karşılaştırma aslında birbirini tamamlar niteliktedir. Romanda Yusuf ve Züleyha’nın yetişme şartları, gençliklerini nasıl geçirdikleri, yaşama bakışları anlatılırken oyunda bunların bir kısmına yer verilir. Oyunda Züleyha Yusuf’a göre daha ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Yazar Züleyha’nın okuldan arkadaşı sıfatıyla Ayşe’yi oyuna dahil ederek ikisi arasındaki diyalogda Züleyha’nın evliliği ve boşanması hakkında seyirciyi bilgilendirir. Bu arada onun soğuk, mesafeli, duygulara kapalı kişiliği hakkında da bilgi edinmiş oluruz. Reşat Nuri böylece roman boyunca yaklaşık on beş yirmi sayfada anlatılan kahramanın geçmişini bir sahneye sığdırmıştır. Fakat Yusuf’un geçmişinden aynı oranda bahsedilmemiş, dolayısıyla bütün ağırlık Züleyha’ya kaydırılmıştır. Bu durumun değerlendirilmesi kişilere yönelik karşılaştırma bölümünde yapılacaktır.

R: Gemi mürettebatının -doktor Emin, garson Halil, Babaefendi- hikayeleri eserde yer alır.

O: Oyuna giren yan karakterlerin öyküleri dolayısıyla kurgu da farklılaşır. Örneğin oyunda Babaefendi’nin gelini ve kızının öykülerine yer verilir. Babaefendi’nin otelde anneleriyle birlikte yaşayan torunlarından bahsedilir. Yusuf ve kaymakam aracılığıyla onların adada düğünleri yapılır. Doktor ve garson oyunda yer almaz.

Yazar, romanı oyuna dönüştürürken birden fazla kişiyi oyuna dahil etmiş, dolayısıyla onların öykülerine de değinmiştir. Bu öykülerin yanı sıra doktorun ve garsonun öykülerine yer vermenin oyunu sahne, kişi ve konu anlamında boğup asıl karakterler olan Yusuf ve Züleyha’dan uzaklaştıracağı yönünde bir tahminde bulunulabilir. Yazar bunu engellemek için olsa gerek oyunda doktor ve garsona yer vermemiştir. Onların öykülerinin yerini bir anlamda Babaefendi’nin gelini ve kızının öyküleri almıştır.

2.2. Kişilere Yönelik KarşılaştırmaOyunda, romandakinden farklı birçok karakter görülür. Ortak karakterlerin ise yeniden ele alınıp değerlendirildikleri, eserdeki etkinliklerin artırıldığı veya azaltıldığı fark edilir. Reşat Nuri romanını tiyatro haline getirirken onu, “camcılar gibi eritip kaynatarak yeni bir şekilde üfürmeye çalıştığından”

H a y r u n i s a T O P Ç U

23863

2012(Güntekin 1976: 133) bahseder. Eser böylelikle ana hatları korunmak şartıyla yeniden şekillendirilir.

Her iki eserin de başkahramanları olan Yusuf ve Züleyha ortak karakterlerdir. Bunlar dışında Kurtuluş Savaşı’nda aktif bir şekilde görev alan Züleyha’nın babası da ortak bir karakterdir. Fakat romanda ismi Ali Osman Bey iken, oyunda Ömer Bey şeklinde geçer. Bunların dışında Yusuf’un annesi, Babaefendi, geminin tahta bacaklı kaptanı, garson ve doktor her iki eserde de yer alan kahramanlardır. Adı geçen kahramanların kişilikleri ve statüleri de benzerlik göstermektedir. Aralarındaki tek fark, bazılarına romanda; bazılarına ise, oyunda ağırlıklı olarak yer verilmesidir. Bu özellik, ilerleyen maddelerde işlenecektir.

Roman: Giritli bir muhacir olan Babaefendi, geminin doktorunun cenaze törenini yapmak için uğradıkları Fethiye’de Yusuf ve Züleyha’ya katılır. Fakir ve kimsesiz bir ihtiyar olan Babaefendi sevimliliğiyle kahramanların dikkatini çeker ve gemiye alınır.

Oyun: Babaefendi, torunları Müşerref ve Ahmetçik, kızı Hacer, gelini Zehra ile birlikte adada kullanılmayan bir otelde yaşamaktadır. Hırçın ve huysuz bir ihtiyar portresi çizer. Yusuf ve Züleyha’ya karşı daima saygılı ve minnettar olmasına karşın, aile üyeleriyle bir türlü anlaşamaz. Onlarla sürekli atışma halindedir.

Babafendi romana ölen doktorun ardından girer. Yardıma muhtaç hali insanlarda merhamet uyandırır. Neşesi, enerjisi ve esprili gevezeliğiyle Yusuf’la Züleyha’yı etkiler ve gemi mürettebatının bir parçası haline gelir. Reşat Nuri, bu karakterin enerjisinin ve ele avuca sığmazlığının bir lokomotif edasıyla oyunu sürükleyebileceğinin farkına varmıştır. Babaefendi oyunda böylece Yusuf ve Züleyha’dan sonra etkin olan karakter halime gelir. Dolayısıyla tıpkı romanda olduğu gibi oyunda da Yusuf ve Züleyha’nın kişiliklerinden kaynaklanan mesafeli, soğuk ortamı hareketlendirir. Ayrıca ölçüsüz taşkınlığı birçok tavrının da normal karşılanmasına neden olur. Bu yazara geniş bir esneklik sağlar, Babaefendi’yi istediği gibi konuşturup davrandırma özgürlüğünü verir. Babaefendi’nin tüm bu özelliklerinin farkında olan Reşat Nuri, onu romanda olduğundan çok daha sivri bir yere taşır.

R: Babaefendi’nin torunları Müşerref ve Ahmetçik, kızı Hacer, gelini Zehra romanda yer almaz.

O: Müşerref on dört yaşında, Ahmetçik on üç yaşındadır. Sürekli birbirleriyle kavga ederler. Zehra geçmişte bir erkek tarafından boğazından ısırıldığı için kendisinin birtakım ruhsal sorunları vardır. Çekingen, ürkek ve sessizdir. Hacer ise, onun tam aksine deli dolu ve patavatsız bir karakterdir. Aile, adaya

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

239632012

gelen misafirlerden memnundur. Tekdüze yaşantıları renklenmiştir. Şehirli konuklar, Babaefendi’nin ailesinin alışık olmadıkları bir dünyaya aittirler. Dolayısıyla adada yaşayan aile için zengin bir gözlem kaynağı olurlar.

Babaefendi’nin ailesi, esere esprili bir üslup ve dinamizm kazandırmıştır. Bir anlamda onların oyunda yer alması gereklidir. Çünkü Taşucu vapuru romandaki gibi birçok farklı mekânda bulunamaz, tek mekân güney kıyılarındaki tenha bir adadır. Eserin, Yusuf ve Züleyha’nın adada baş başa yaptıkları bir tatilin ötesine geçebilmesi için farklı karakterlerin varlığı neredeyse zorunlu olmuştur. Yazar, Babaefendi’nin çocukları ve torunlarıyla bu sorunu çözer.

R: Eser, tamamen Yusuf ve Züleyha’nın evlilikleri üzerine kuruludur. Onların arkadaşları veya aileleri, bu evlilik hikâyesi içerisinde yer almazlar. Arka planda bir görüntü durumundadırlar.

O: Yusuf ve Züleyha dışında Nihat ve Ayşe isimli genç bir çift daha vardır. Nihat adanın bağlı bulunduğu ilçenin kaymakamı, Ayşe ise onun eşidir. Züleyha ve Ayşe tanışınca, aynı okuldan mezun olduklarını öğrenirler. İkisi arasında geçmişe dayanan bir yakınlık kurulur. Yusuf ve Nihat’ın ise cephede bulunmak gibi ortak bir özellikleri vardır. İkisi de Kurtuluş Savaşı’nda görev almışlardır. Bahsedilen ortak özellikler de çiftin arkadaşlıklarını pekiştirir.

Olay örgüsüne yönelik karşılaştırma bölümünde de belirtildiği üzere Ayşe’nin varlığı aracılığıyla Züleyha’nın geçmişinden ve Yusuf’la evlene sürecinden haberdar oluruz. Romanda uzun bir anlatımla sağlanan bu durum oyunda Ayşe ve Züleyha arasında geçen diyalogla verilmiştir. Romanda Yusuf’un da yetişme şekli ve geçmişi hakkında ayrıntılı bilgi verildiği halde oyunda bu tip bir bilgi verilmez. Yazar bunu Züleyha için de yaptığından tekdüzeliğe veya tekrara düşme gibi bir ihtimali göz önünde bulundurmuş olabilir. Böyle bir ihtimale yer vermemek için Yusuf’un ne tip bir kişiliğe sahip olduğunu Züleyha’ya olan davranışları aracılığıyla sezdirmeyi tercih etmiştir. Onu koruyup kollaması, onunla yakından ilgilenmesi, her koşulda onun yanında olması bir yandan da Züleyha’nın mesafeli tavırlarına aynı resmiyetle karşılık vermesi Yusuf’un kişiliği hakkında ipuçları verir. Yazarın oyunda Yusuf’un kişilik özelliklerini geri planda tutmasının bir diğer nedeni de romandaki karakter yaratımına bağlı kalma isteği olabilir.

Romanda bu iki karakterin ilişkisi müziğin ritmi gereğince zaman zaman yaklaşıp zaman zaman uzaklaşarak dans eden bir çifte benzetilebilir. Uzaklaşmalar ve yakınlaşmalardaki baskın karakter genellikle Züleyha’dır. Onun eşine karşı takındığı resmi tavır, duygularına kulak vermeyi hastalık olarak gören bakış açısı aralarındaki ilişkiyi belirler. Yusuf da duygularını belli etmekten hoşlanmayan, gururunu duygularının önünde tutan sert

H a y r u n i s a T O P Ç U

24063

2012görünümlü bir Anadolu erkeği olarak çizilmesine rağmen Züleyha’yı sevmeye ve onunla olmaya hazır görünmektedir. Reşat Nuri’nin oyunda Züleyha’nın özelliklerini detaylandırıp Yusuf’u geri planda tutarak bu tabloyu koruduğu düşünülebilir.

R: Gemide Yusuf ve Züleyha ile birlikte seyahat eden Doktor Emin, emekli binbaşıdır. Maddi güçlüklerle Paris’te okuttuğu oğlu Türkiye’ye dönüp vefat edince o da eskiden çalıştığı yer olan Gülnar’a dönmek istemiştir. Sağlık durumu iyi değildir. Sessiz, saygılı, kendi halinde bir insandır. Oğlunu kaybetmesiyle girdiği bunalımı atlatamamıştır.

O: Gemide doktor karakteri yoktur.R: Züleyha’ya yemek servisi yapan bir anlamda garson pozisyonunda Halil

isminde on beş yaşında bir genç vardır. Aslen Midillili olan Halil, bir Rum’u öldürerek Türkiye’ye kaçmıştır.

O: Oyunda Züleyha’ya yemek servisi yapan bir tayfa vardır fakat onun trajik bir hikâyesinden bahsedilmez; sadece, “hizmet eden” rolüyle eserde görülür. Adı ise Ali olarak değişmiştir.

Doktorun oyundaki yokluğu ve tayfanın daha silik hale gelmesi ortak nedenlerle açıklanabilir. Olay örgüsüne yönelik karşılaştırmada değinildiği üzere yazarın farklı karakterler kullanarak ilgiyi dağıtmamak adına oyunda doktora ve garsonun trajik hikâyesine yer vermediği düşünülebilir. Romanda Yusuf ve Züleyha dışında gemi mürettebatı ve onların hikâyeleri vardır. Oyunda bir anlamda gemi mürettebatının yerini Babaefendi ve ailesi alır. Yazar bu aileye sırf romana bağlı kalmak adına bir de doktoru ve garsonu dahil etmek istememiştir. Bunu yaptığı takdirde farklı karakterler arasında gidip gelme, her birine yeterince yer veremediği için onları derinlemesine ele alamama bundan dolayı da sağlam bir kişileştirmenin yapılamaması ihtimaliyle karşı karşıya kalınabilirdi.

R: Tayfalar arasında güzel saz çalan Sakızlı bir göçmen vardır. Yusuf, zaman zaman Züleyha’nın eğlenmesi için ondan saz çalmasını ister.

O: Oyunda saz çalan göçmenin yerini, kemençe çalan bir kahraman alır. R: Geminin tahta bacaklı kaptanı çok fazla konuşmaz, okuyucu onun

hakkında pek fazla bilgi sahibi değildir. Ayrıca, romanda jandarma kumandanı, fenerci, balıkçı gibi yardımcı rollerdeki karakterler bulunmazlar.

O: Kaptanın, romanda olduğundan daha etkin bir şekilde esere dahil edildiğini görürüz. O da Kurtuluş Savaşı’nda Yusuf’la birlikte Züleyha’nın babasının yanında mücadele etmiştir. Dağlarda eşkıyalık yapan bir çete lideriyken, Miralay Ömer Bey’le tanışmış ve onun askerleri arasına katılmıştır. Bir çarpışma esnasında da bacağını kaybetmiştir.

Yazarın oyunda başka bir kahraman aracılığıyla bilgi verdiği tek yer Yusuf’un Kaptan’la olan konuşmasıdır. Seyircinin böylece Yusuf’un geçmişine

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

241632012

kısaca bir göz atma şansı olur, yazar oyunda bu şansı Yusuf’la Kaptan’ın konuşmasında geçen birkaç cümleye sıkıştır. Dolayısıyla hem Züleyha’nın Yusuf için öneminin nereden geldiğini vurgular hem de geçmişine göz atılarak Yusuf’un karakter olarak hatlarının keskinleşmesini sağlar.

Oyunda kaptan dışında bir jandarma kumandanı, fenerci ve balıkçı vardır. Bu insanlar adanın, o yörenin sakinleridir. Sık sık gemi mürettebatının sohbetine katılırlar; tayfalarla, Babaefendi’yle, Kaptan’la vakit geçirirler. Biz de bu sohbetler esnasında onların varlıklarından haberdar oluruz.

Bu kişiler olayın yaşandığı ortamı gerçekçi kılarlar. Oyunda asıl karakterlere odaklanabilmek için yerli yersiz birçok kişiyi oyuna dahil etmemek ne denli gerekliyse belli başlı karakterler üzerinde yoğunlaşabilmek uğruna oyuna katılmak isteyen her kişiye kapıları kapatmamak da o denli gereklidir. Çünkü yan karakterler ve figüranlar asıl karakterleri besleyip vurguladıkları gibi atmosferi ve mekânı da gerçekçi kılarlar. Adanın sakinleri için de benzer bir durum söz konusudur.

R: Romanın sonunda Yusuf ve Züleyha bir inatlaşma sonucu aldıkları ayrılık kararından, gururları nedeniyle dönmezler.

O: Yusuf ve Züleyha ayrılık kararlarından vazgeçmezler fakat oyunun sonunda Yusuf ilan-ı aşk ederek vapurun bozulmasının Züleyha’yla daha fazla vakit geçirebilmek için uydurulmuş bir yalan olduğunu söyler. Enver Töre6 bu itirafla Yusuf’un kişilik değişmesine uğradığını ve finalin zayıfladığını düşünür.

R: İstasyondaki vedalaşma bölümünde sadece Züleyha ve Yusuf yer alırlar. O: Eserin sonunda, Yusuf’tan mahkemedeki davası için hakime tavsiye

yazmasını isteyen ihtiyar bir köylü yer alır. Bu bölümde özellikle kamu kurumlarındaki “kayırma” sorununa gönderme yapılır. Yazar köylü tiplemesine tıpkı ada sakinleri örneğinde olduğu gibi istasyonu gerçekçi kılmak adına yer vermiş olabileceği gibi sosyal yergi amacıyla da bu tiplemeyi kullanmış olabileceği düşünülebilir.

2.3. Zamana Yönelik KarşılaştırmaRoman: 1938’de yayınlanmıştır. Olaylar, Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, yani 1923’ten itibaren geçer. Belirli bir yıldan veya onu düşünmemizi sağlayacak bir olaydan bahsedilmez. Fakat oyunun kahramanlarından kaymakam Nihat Bey, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra dört yıl nahiye müdürlüğü yaptığını ve ardından kaymakamlığa başladığını belirtir ki “Sonra İstiklâl Muharebesi… Sonra dört sene şarkta nahiye müdürlüğü” (Güntekin 1985: 130); bu da 1927 yılına denk gelmektedir.

6 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Töre 2006: 212-218.

H a y r u n i s a T O P Ç U

24263

2012Oyun: İlk olarak, 1951’de sahnelenmiştir. Romandaki gibi olaylar

cumhuriyetin ilanından hemen sonra geçer. Ayrıntılı olarak anlatılmaz, fakat kahramanların Kurtuluş Savaşı’na katıldıklarından bahsedilir.

Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanından sonra halkın modern yaşama uyum gösterebilmesi için yapılan çalışmaların varlığı, eserdeki olayların yaklaşık olarak 1925-1930 yılları arasında geçtiğini düşündürmektedir.

R: Züleyha ve Yusuf boşanmak için mahkemeye başvurmuşlardır. Mahkeme, onlara boşanma taleplerini tekrar düşünmeleri için bir yıllık bir süre verir. Romanı aslında bu bir yıllık sürede yaşananlar oluşturur. Züleyha’nın ayrılık kararından sonra İstanbul’a dönmesi, kaza geçirip hastanede kalması, Yusuf’la yaptıkları vapur seyahati, seyahatin ardından Gölyüzü’ne dönüp orada birkaç ay kalması ve son olarak, ayrılık kararından emin bir şekilde İstanbul’a dönmesi anlatılmıştır. Fakat on beş günlük vapur gezisi ön plana çıkmıştır.

O: Yusuf ve Züleyha kesin olarak boşanmak için romandaki gibi bir yıllık süreyi beklemektedirler fakat bu sürede vapur seyahati dışındaki olaylara pek yer verilmez. Arada değinilen ayrıntılar da olaylara zaman konusunda kesinlik kazandırmaktan çok kahramanların tanıtılması amacıyla verilir. Ayrıca, Züleyha’nın Gölyüzü’ne dönüp orada birkaç ay geçirmesi yer almaz. Züleyha, on beş günlük seyahatin ardından İstanbul’a döner.

Görüldüğü gibi romanda ve oyunda zamanın odağında vapur seyahati vardır. Çünkü bu seyahat bir yıllık boşanma sürecinin kırılma noktasını oluşturur. Romanda bu seyahatin öncesinde Yusuf ve Züleyha’nın ailelerinden, tahsillerine, aralarındaki ilişkiden, evliliklerinin ilk yıllarına dek anlatılırken oyunda sadece Züleyha’nın geçmişine özet şeklinde yer verilir. Yazının girişinde sahne zamanının gerçek zamanla aynı olduğundan bahsedilmişti. Bir yıllık süreyi tiyatroya aktarmanın imkânı yoktur. Tiyatro kişilerin öykülerinin vurucu yerlerini göstermiş, gerekli diğer kısımlarını ise diyaloglar içerisinde anlattırmıştır. Eski Şarkı adlı oyun, bu nedenle vapur seyahatine odaklanmıştır. Böylelikle hem zamanın, hem olayların hem de kişilerin dağılıp tiyatro türünün sınırlarını zorlamasının engellendiği söylenebilir.

Bu bölümde son olarak, Züleyha’nın su yılanından korktuğu için bir kayanın üstünde mahsur kalışına değinilecektir. Sözü edilen olay Forster’ın yoğunlukla ölçülen zaman kavramına uymaktadır. Olayda zamanın uzunluğu veya kısalığından çok niteliği önemlidir. Çünkü bunun sonucunda Yusuf’la Züleyha yakınlaşmışlar, birbirlerine olan duygularının farkına varmışlardır.

2.4. Mekâna Yönelik KarşılaştırmaRoman: Sahil kenarındaki birçok yerde geçer. Teknenin konakladığı tek

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

243632012

bir yerden bahsedilmez. İstanbul’dan açılan tekne İzmir, Dikili, Ayvalık, Çanakkale, Silifke’ye uğrar ve son olarak Gölyüzü’ne geçer.

Oyun: Güney Anadolu kıyılarında bir adada geçer. Bu adanın ismi verilmez, fakat Yusuf vapurun bozulan parçasını değiştirebilmek için Silifke’ye gitme planından bahseder. Bu plandan yola çıkılarak, oyunun Silifke yakınlarında bir adada geçtiği tahmininde bulunulabilir.

Oyunda mekân değişikliğinin olmaması her ne kadar kurgu gereği gibi görünse de asıl neden aynı oyun içerisine birçok mekân kullanmaya müsaade etmeyen tiyatro türünün kendisidir. Reşat Nuri, sürekli yapılan mekân değişikliğinin oyunu dekor açısından çıkmaza sürükleyeceğini ve seyircinin ilgisini dağıtacağını fark ederek hikâyeyi tek mekânda sabitlemiştir.

R: Çanakkale’de Züleyha’nın babası Miralay Ali Osman Bey’in savaştığı yerleri gezmeleri Yusuf ve Züleyha arasında bir yakınlık doğmasına neden olur.

O: Oyunda Çanakkale ziyareti yer almaz. R: Ayvalık’ta bir körfezde kamp yaparlar. Bu kampta Züleyha’nın ellerine

ormanda dolaşırken ağaçların sakızları bulaşır. Yusuf sakızları çıkarabilmek için ona yardım eder. Bu yardımlaşma aralarında bir yakınlaşmaya neden olur.

O: Oyunda kamp yapılmaz. R: Züleyha tekne gezintisinden sonra Gölyüzü’ne döner, burada birkaç ay

kaldıktan sonra Yusuf onu tren istasyonundan İstanbul’a uğurlar. O: Züleyha, adada konakladıktan sonra Gölyüzü’ne dönmez. Oradan

İstanbul’a geçer. Yazar romanda Çanakkale ziyareti, Ayvalık kampı ve son olarak Gölyüzü’ne

dönüş olaylarına yer vererek Züleyha-Yusuf ilişkisi ve bu karakterlerin kişilikleri hakkındaki ayrıntıları anlatmış, sezdirmiştir. Kişilere yönelik karşılaştırma bölümünde de vurgulandığı üzere Yusuf ve Züleyha’nın zaman zaman güçlenip zaman zaman zayıflayan bir ilişkileri vardır. Yazar romanda kullandığı farklı mekânlar ve bu mekânlarda yaşanan olaylarla ilişkideki bu esnekliği sağlamıştır. Ana mekânın bir ada olduğu oyunda farklı mekânların kullanımının dekor açısından bir zorlanma yaratabileceği düşünülebilir. Reşat Nuri de oyunda bu dengeyi romandakinden farklı şekilde kurmuştur. Yusuf’u Züleyha’ya göre daha yüzeysel işlemiş, ilişkideki gelgitliği büyük teknik gereksinmelere ihtiyaç duyulmayacağı için su yılanı sahnesiyle, çiftin birbirlerine olan tavırlarıyla ve son olarak oyuncuların mimik, bakış gibi özellikleriyle vermiştir. Kısacası romanda farklı mekân ve olaylarla yaratılan etkiyi oyunda diyaloglara ve ifadelere sığdırmıştır.

H a y r u n i s a T O P Ç U

24463

2012SonuçEserlerin karşılaştırılması sonucunda ortaya çıkan veriler göstermiştir ki

roman türündeki bir eseri tiyatroya aktarırken kullanılan birtakım yöntemler vardır. Bu yöntemlerin ilki, romandaki ayrıntıların tiyatroya nasıl aktarılacağı ve birtakım kısımların kurguyu bozmadan nasıl çıkarılacağı sorularına cevap arar.

Roman ve tiyatro birbirinden farklı iki türdür. Roman, tekniği dolayısıyla uzun betimlemelere, ayrıntılı anlatımlara müsaittir. Romanda, bir olay veya bir karakter hakkında uzun açıklamalar yapmak, olayın öncesini ve sonrasını anlatmak, karakterin ruhsal yapısını gösteren ayrıntılara yer vermek mümkündür. Fakat tiyatroda anlatılmak istenen kısa, vurucu diyaloglarla ve olaylarla verilmelidir. Bunu sağlayabilmek için romandan tiyatroya aktarılan eserlerde “fazlalık” olarak adlandırılabilecek parçalar atılmıştır. Eserlerin yalnızca ana hikâye çizgisi üzerindeki olaylara yer verilmiştir. Çıkarılması mümkün olmayanlar ise korunmuş veya eserin farklı yerlerine sindirilmiştir.

Reşat Nuri romanlarını oyun haline getirirken karakterlerini büyük ölçüde korumuştur. Yeni karakterler ise oyunlara hareket getirmekle birlikte kurgu açısından da çeşitli boşlukları doldurmuşlardır. Kişileştirmedeki temel ilke geniş bir alanı yüzeysel olarak anlatmaktansa dar bir alanda derinlemesine gitmektir. Yani yazar romandaki her karakteri veya tipi oyuna dahil etmek yerine bir kısmını alıp onları detaylandırmıştır. Yazar bu yöntemi kullanırken mümkün olduğunca sadece belli karakterlerin etrafında dönen kısır olay örgülerinden de kaçınmış, yan karakterlerle oyunun enerjisini yüksek tutmayı hedeflediği gibi mekânı ve atmosferi gerçekçi kılmıştır.

Gerçek zamanın sahne zamanıyla aynı olması ilkesi zaman unsuruna yön vermiştir. Oyunlardaki zaman belirlenirken yazar, tiyatronun aylara, günlere yayılacak bir hikâyeye müsaade etmediğini göz önünde bulundurmuştur. Olayların uzun uzadıya anlatılmaması, karakterlerin geçmişlerine dönülmemesi gibi ayrıntılar, zamanın sınırlı bir çizgide kalabilmesine imkân vermiştir. Belirli bir süreye yayılması gereken olaylar ise farklı sahnelere yerleştirilmiş böylelikle, eserin inandırıcılığına gölge düşürmeyecek biçimde iki olay arasındaki zaman algısı yaratılmıştır.

Roman olay örgüsü, kişiler ve zaman konusundaki esnekliğini mekân konusunda da devam ettirir. Romanın iç ve dış mekân konusunda veya sayı anlamında bir sınırlaması yoktur. Sayıca çok ve birbirleriyle ilintisi olmayan mekânların kullanımının oyunun dekorunun hazırlanması esnasında güçlük yaratma ihtimali vardır. Reşat Nuri, bu güçlüğün ve fazla mekân kullanımından doğacak dağınıklığın önüne geçebilmek adına bu alanda seçici davranmıştır. Mekânın oyundaki atmosferi güçlendirip ve kişileri

Romandan Tiyatroya: Yaprak Dökümü, Eski Şarkı

245632012

vurgulayan bir unsur olduğu ilkesinden hareket ederek esas mekânlar üzerinde durmuştur. Roman ve tiyatro türlerinin alışverişi aslında tüm teknik gereksinmelerin ötesinde anlatı tarzları arasındaki farklılığa dayanır. Tiyatro seçici davranır çünkü yaşamın içindeki çekirdek anları tutup çekerek seyirciye gösterir. Roman ise yaşama daha uzaktan bakarak geniş bir alanı görür ve gördüğünü anlatır. Bu nedenle romandan tiyatro aktarılan unsurlar indirgenir, sıkıştırılır ve yoğunlaştırılır. Tiyatro ve roman arasında yapılacak bu tür karşılaştırmaların araştırmacılar tarafından keşfedilmeyi bekleyen yeni bir alan olduğu düşünülmektedir.

KaynaklarAnd, Metin (1964), “Romandan Tiyatroya”, Türk Dili Roman Özel Sayısı, S. 154, s. 793-797.Emre, İsmet (2004), Postmodernizm ve Edebiyat, Ankara: Anı Yayıncılık. Forster, E. M. (1982), Roman Sanatı, (Çev.: Ünal Aytür), İstanbul: Adam Yayınları.Gümüş, Hüseyin (1994), “Romanda Anlatım Şekilleri”, Dil Dergisi, S. 20, s. 5-16.Güntekin, Reşat Nuri (1976), Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro İle İlgili Makaleleri, (Haz.: Kemal

Yavuz), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Güntekin, Reşat Nuri (1985), Yaprak Dökümü Eski Şarkı, Ankara: MEB Yayınları.Güntekin, Reşat Nuri, (1997), Yaprak Dökümü, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.Güntekin, Reşat Nuri, (2003), Eski Hastalık, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.Nutku, Özdemir (1966), Oyun Yazarı, İstanbul: İzlem Yayınları.Nutku, Özdemir (1989), Sahne Bilgisi, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.Özakman, Turgut (2009), Oyun ve Senaryo Yazma Tekniği, Ankara: Bilgi Yayınevi. Parla, Jale (2003), Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim Yayınları. Sağlık, Şaban (2001), “Kurmaca Âlemin Kurmaca Sözcülerinden Romanda Zaman –

Mekân – Tasvir”, Hece Dergisi Roman Özel Sayısı, S. 65/66/67, s. 124-158.Tarhan, Abdülhak Hamid (1998), Abdülhak Hamid Tarhan Tiyatroları 3 Duhter-i Hindû,

Finten, (Hazırlayan: İnci Enginün), İstanbul: Dergâh Yayınları. Tekin, Mehmet (2009), Roman Sanatı Romanın Unsurları, İstanbul: Ötüken Neşriyat.Töre, Enver (2006), “Romandan Yapılmış Bir Tiyatro Eseri”, Türk Dili, S. 651, s. 212-218.

ÖZSon yıllarda özgürlüğüne kavuşan ve yaratıcılık yoluna çıkan Tatar

nesrinde hem gerçekçilik metodu çerçevesinde, hem romantizm

akımı dışında eserler meydana geldi. Arkaik, kozmik vb. gibi mitolojiyi

edebi eserin temeline alan konular işlendi. Tatar nesrinde arkaik tip

imajlar ve yeni mit yaratma çabalarının yaygın olduğunu görüyoruz.

Çağdaş yazarlar, mitolojik imajları ve eski motifleri ele alarak onları

ana probleme uygun bir şekilde kullanıyorlar, değiştiriyorlar, kendi

mitlerini yaratıyorlar.

G. Gıylmanov’un “Oça Torgan Keşeler” yani “Uçan İnsanlar” adlı

nesrinde kozmik mit ve dağ mitolojik imajı kullanılarak, eski kültürümüz

ile bugünkü hayat arasında bağlantı kuruluyor. Gerçek ve mitolojik

konuların sentezi yardımıyla bizim bildiğimiz gerçek hayata, oradaki

kanunlara, çevremize, hatta kendi yaşam tarzımıza yön veriliyor.

Anahtar Kelimeler: Tatar edebiyatı, Galimcan Cıylmanov, kozmik mit,

mitoloji, dağ poetik imajı, lirik-felsefi bakış.

ABSTRACTMythology in Tatar Author Galimcan Gıylmanov's Novel,

"Uçan İnsanlar" The Tatar literature, reached liberation and produced its own creativity,

produced proses not only in a realistic method but also outside of

romantic manners. In Tatar literature, archaic and cosmic issues were

done, and these were taking mythology as the base of the literary work.

The Tatar archaic type of prose and images are commonly observed in

order to create a new myth. Using mythological images and old motifs,

the contemporary Tatar writers are changing and creating their own

myths.

Tatar Yazarı Galimcan Gıylmanov’un

“Uçan İnsanlar” Adlı Romanında Mitoloji

Ramilya Yarullina YILDIRIM*

* Doç.Dr. Adıyaman Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ADIYAMAN, e-posta: [email protected]

R a m i l y a Y a r u l l i n a Y I L D I R I M

24863

2012Galimcan Gıylmanov's Oça Torgan Keşeler (Uçan İnsanlar - Flying People)

prose has mythological images and cosmic myths of mountain, and

connects a relationship between today's life and the old culture.

Making a synthesis of real and mythological subjects, the novel draws

a way to real life, its laws, environment, even our own lives.

Key Words: Tatar literature, Galimjan Giylmanov, the cosmic myth,

mythology, poetic image of the mountain, lyrical-philosophical point

of view.

XX. yüzyılın 1980’li yıllarından itibaren Tatar edebiyatında hem gerçekçilik metodu çerçevesinde, hem romantizm akımı dışında da eserler yazıldı. Yazarlar, tanrılarla ilgili, yerin yaratılışı hakkında,

uzayla ilgili vb. mitleri, edebi eserlerin temeline almaya başladılar. Bu tür eserlerde benzer birçok ortak sıfat vardır. Şöyle ki; nesirlerde tasvir edilen olaylar şimdiki zamanda hareket etmekte, mitolojik kahramanlar ise, mitolojik fantezi şeklinde kullanılmaktadır. Mitolojik konular gerçek içtimai meselelerle yoğun bağlantıda verilmektedir. Bu eserlerden gördüğümüz gibi gerçek ve mitolojik konuların sentezi bizim bildiğimiz gerçek hayata, oradaki kanunlara, çevremize, hatta kendimizin yaşam tarzına yön vermektedir. Son yıllarda Tatar nesrinde arkaik tip imajlar ve yeni mit yaratma olayının yaygın olduğunu görüyoruz. Arketip imajlar, halk edebiyatının temelini oluşturan mitlerin eski, umumi kişilik simgeleridir. Bu tür kahramanlar, toplumun yaşam tarzındaki çok önemli problemleri yansıtan eserlerin ana kahramanları sayılır. Çağdaş yazarlar, mitolojik imajları ve eski motifleri ele alarak onları ana probleme uygun bir şekilde kullanmakta, değiştirmekte, kendi mitlerini yaratmaktadırlar.

Eski mitlerin ve edebiyatın bağlantısı, son zamanlara kadar özel incelemelerin dışında bırakıldı. XIX. yüzyılın sonunda Tatar halkının folklorunu ve mitlerini, ilk olarak Kayyum Nasırı araştırmaya başlamıştır. XX. yüzyılın 1990’lı yıllarından itibaren, folklorun ve edebiyatın bağlantısı konusunu inceleyen çalışmalar belirgin bir şekilde artmaya başlamıştır. Onların arasında M. Bakirov’un (2001) Şigriyet Bişege: Gomumtürki Poeziyenin Yaratıluvı Hem İn Borıngı Formaları (Şiirin Beşiği: Umumi Türk Şiirinin Yaratılışı ve En Eski Şekilleri), D. Zahidullina’nın (2006) Yana Dulkında (1980-2000 Yıllar Tatar Prozasında Traditsiyeler hem Yanaçılık) (Yeni Dalgada (1980-2000 Yıllar Tatar Nesrinde Gelenekler ve Yenilikler), (2003) Modernizm hem XX Yöz Başı Tatar Prozası (Modernizm ve XX. Yüzyıl Başı Tatar Nesri), M. İbrahimov’un (2003) Mif v Tatarskoy Literature XX veka: Problemı Poetiki (XX Yüzyıl Tatar Edebiyatında Mit: Poetika Meseleleri), F. Urmançiyev’un (2005) Borıngı Mif Hem Bügenge Şiğır (Eski Mit ve Çağdaş Şiir) gibi eserler büyük önem taşımaktadırlar.

Galimcan Gıylmanov’un “Uçan İnsanlar” Romanında Mitoloji

249632012

Edebiyat biliminde mit ve mitoloji terimlerinde çok sayıda farklı anlatımlar vardır. Böyle geniş bir konudan biz sadece birkaç kaynağa dayanarak açıklama yapacağız. Tatar ansiklopedik sözlüğünde mitolojiye şöyle bir açıklama yapılmıştır: Mitoloji (Yunanca: ‘mythos’-efsane, öykü ve ‘logos’):

1. Eski kabile cemiyetleri ve İlk Çağ başında yaşayan insanların cihan, doğa, kişilik dünyası, günlük yaşam hakkındaki hayali tasavvurlarını yansıtan mitler (Tanrılar, bahadırlar, iyeler vb. gibi) efsane ve öyküler hakkındaki almanağın bizim zamanımıza kadar ulaşan ve yazıya geçirilen Tatar halk mitlerinin türleri: a) Uzayla ilgili (kozmik) mitler: Yer küresinin yaratılışı, Zühre yıldızı gibi. b) Tanrılarla ilgili mitler: Gök Tanrı, Allah ve onun peygamberleri gibi. c) Bahadırlarla ilgili: Mitolojik efsanedeki Alp Batır gibi. d) Alt mitoloji kahramanları: Şüreli (orman iyesi), Biçura (ev bekçisi), Albastı (kötü ruh) gibi.

2. Mitlerin yaratılışını, konusunu, milli özelliklerini, dağılışını araştıran bilim dalı (Hesenov vd. 2002:431).

Başka bir kaynakta ise; Tatar halkının hayatında var olan mitler, bazı özelliklerine göre şöyle gruplara ayrılmıştır: a) Hayvanlarla insanların kendi aralarındaki ilişkisini yansıtan mitler. b) Âlem’in kuruluşu, Ay, Güneş ve yıldızlar ile ilgili mitolojik tahayyüller. c) Allah ve tanrılarla ilgili inançlar. d) Alt mitolojik kahramanlar (Edebiyat Beleme Süzlege 1990:104).

Tatar âlimi D. Zahidullina (2006:162) tarafından mitle ilgili şöyle bir açıklama yapılmıştır: Mit, kelime anlamı olarak Yunanca; mythos, Türkçe; hikâye, söylev, söz. Geniş anlamda ise: a) Çok eskiden gelen, kadim insanın kendisi ve çevresi hakkındaki tahayyüllerini kendisinde toplayan tarih ve söylentiler, b) Mitolojik kozmogenez, yani, eski zamanlara ait olan dünyaya bakış, doğaya, insana, yaşayış münasebetleri, c) En eski içtimai bilinç şekli.

Kısacası, mit, eskilerin dünya, çevre hakkındaki hayali tasavvurları, hayali tipler, kahramanları hakkındaki çok eski öykülerdir. Eski insanın mit yardımıyla kendisini kuşatan dünyayı anlamaya, tanımaya çalışması, mit aracıyla çevreye etki göstermesi, doğayı kendi ihtiyaçlarına hizmet ettirmeye çaba göstermesi mitolojinin en belirgin özelliklerindendir (Bakirov 2001:44).

Son yıllar Tatar edebiyatında bilhassa F. Beyremova (Kanatsız Martılar, Alplerin Ülkesinde), N. Gıymatdinova (Ak Turna’nın Kargışı, Geyik, Peri Konağı, Büyücü), F.Yahin (Ak Nineler Duyası) vb. gibi yazarların eserlerinde mitolojik konu ilginç bir şekilde işlenmiştir. Bugünkü edebiyat dünyasında, gizemli olaylar yaratma ustalığı, cazip kahramanları ve özgün yazı tarzı açısından, şair ve yazar Galimcan Gıylmanov’un ayrı bir yeri vardır. Edebiyat eleştirmenleri tarafından yazarın mitolojik konuya kurulan Albastılar ve Oça Torgan Keşeler romanları son yılların en meşhur ve post modern edebiyatın güzel bir

R a m i l y a Y a r u l l i n a Y I L D I R I M

25063

2012örneği olarak değerlendirilmiştir. Bu makalemizde biz G. Gıylmanov’un Oça Torgan Keşeler yani Uçan İnsanlar adlı nesrinde yer alan kozmikler mit ve dağın mitolojik imajı hakkında açıklama yapmak istiyoruz.

Romanda olaylar Sarmanay adındaki bir köyde geçmektedir. Eserde üç Sevben tipi vardır. Baş kahraman Sevben, çocukluğundaki Sevben, küçük Sevben (Sevben’in seviyeden olan oğlu). Çocuk Sevben, Sevben’i geçmişi ile, küçük Sevben ise onu geleceğiyle bağlıyor. Önce Sevben’in kim olduğunun anlatalım.

Sevben, kırk beş yaşlarında olan kestane renkli saçlı, yeşilce-mavimsi gözlü eğitimli bir erkektir. O, on sekiz sene geçtikten sonra uzak bir şehirden köyüne dönmüştür.

“On sekiz sene gelmemiş o doğduğu köyüne. Öyle bir on sekiz sene ki, dile kolay ama yaşayana sor! Köyden giderken sadece bir delikanlıydı o. Burnuna koku, gönlüne his girmeye başlayan delikanlıydı. Sevben köyüne dönmek için kararsızdır. Dönüp dönmemekte kararsızdır. O isteksizce mi, yoksa gönlünün istediğini aramak için mi dönüyor? Dönmemek için yemin ederek gitmiş evine dönüyor. Ailesini, oturduğu evini ve çokça yıllar çalıştığı işini bırakıp köyüne baba yurduna, aziz

ama yalnız annesinin yanına dönüyordu” (Uçan İnsanlar, 121). On sekiz sene önceden sevdiği kız Seviye’ye incinip gitmişti. “Onların

arasındaki aşk, nazara gelirlik derecede güçlü ve bir ilahi nurla yükseltilmişti. Bin defa denenmiş fal: Böyle aşklar uzun ömürlü olamaz. En mutlu zamanlarında beraber Kazan şehrine gidip, Havacılık Üniversitesini kazanıp, uzaya yıldızlara uçan uydular uzmanı olmak için hayal kurarken kader yollarını ayırdı onların…” (Uçan İnsanlar, 201).

Sevben, baba ocağına dönerken köy kapısında Çocuk Sevben ile karşılaşıyor. Onun kim olduğunu öğrendikten sonra önce korkuyor, sonra biraz şaşırıyor. Bu olay ona bir hayal, bir masal gibi mucizevî etki yapıyor. Çünkü Çocuk Sevben-Sevben’in çocukluk imajı, onun ruhudur. Çocuk Sevben onun gözlerini açmaya, canını temizlemeye gelmiştir. Çocuk Sevben daima Sevben’in yanındaymış, ona güven ve sağlam güç veriyor, canına irade gücü esinlendiriyor, ilham veriyor, ama yine de hayatındaki her adımını söylemiyor. “Çünkü insan kendi yolunu kendi bulmalı, kendi kaderini kendisinin yaratması lazım” (Uçan İnsanlar, 216).

Eserde üçüncü Sevben, küçük Sevben, yani Sevben’in Seviye’den doğan on yaşındaki oğludur. O da babası gibi havuç saçlı, yeşil-mavi gözlüdür. “Sevben babasız dünyaya geldi. Yetimlik onun kanat uçlarını doğarken kesmişti, bu yüzden o, ne kadar hayal kursa, ne kadar kanat çırpmaya çalışsa, istediği gibi uçamadı…’(Uçan İnsanlar, 55). Çok zeki, becerikli ve

Galimcan Gıylmanov’un “Uçan İnsanlar” Romanında Mitoloji

251632012

kıvrak olmasına rağmen, köy çocukları tarafından hem oyunlarda, hem okulda daima incitilmiştir. Çünkü onun koruyucusu olan babası yoktur.

Sevben’in babası Zebir de başka insanlardan farklı, tuhaf birisiymiş. Geceleri Kale Dağı’na çıkıyor, Çulpan Yıldızı ile konuşuyormuş. Onun gözükmeyen kanatları da varmış. “O yer üzerinden yürürken de uçarak yürüyordu. O biraz yürüdükten sonra yer üzerinden kalkıyor, biraz uçtuktan sonra yine günahlı yere düşüyor… Yer insanı değildi, galiba…”( Uçan İnsanlar, 181) diyor Sevben’in annesi kocasına şüphe ile bakan köy insanlarına.

Zebir, Sevben ve Sevben’in oğlu, Gök insanlarıdır. Bunlar yer insan-larına hiç benzemeyen, sıradan birileri olmayan, uçmaya yetenekli insanoğullarıdır. Gök dünyasına bağlı, temiz kalpli, ama kanatları kırılmış, mutsuz kahramanlardır. Onları basit yer insanları anlamıyor, başka dünya üyeleri olduklarını anladıktan sonra kendilerinden uzaklaşıyorlardı. ”Gökten inen insanlar aşkı imanları seviyesine yükseltseler de, hayatları boyunca yalnızlığa mahkûm edilmişler, tek kanatlı kalıp uçamayınca yerde kanat çırpan kutsal canlara dönüşmüşlerdir” (Deületşina 2005: 154).

Kahramanların uçma yeteneğine sahip olmaları doğrudan aşka bağlı anlatılıyor. Mutluluğun bütünlüğüne ancak gök insanlarıyla kavuşulduğunda ulaşmak mümkündür. G. Gıylmanov’un “köyünde” aşk, ahlak kanununa dönüşüyor, “insanın iyiliği, onun sevebilme yeteneğiyle belirleniyor, değerlendiriliyor.” Yazara göre, seven insan, kötü insan olamaz. Sevben de seviyor gibi. Sevgilisini her sözünden, her hareketinden anlıyor, ama onun aşkı kara gıybet önünde güçsüzdür, gencin yer insanlarından yükselecek gücü yoktur. “Hayat kavgaları onu çift kanadından mahrum bırakmış, kanatsız insan ise mutsuz, ‘sahipsiz insandır.’ Zebir de ölmeden önce şöyle der: “Kanatlarım kırıldı benim Remziye, kanatsız kaldım… Sen, benim çift kanadım olmuşsun. Sensiz ben uçamıyorum. Şimdi hem uçamıyorum, hem de yürüyemiyorum”( Uçan insanlar, 182). G. Gıylmanov, aşkın her şeyden üstün olduğunu kanıtlıyor, sevgiyi insanın imanına dönüştürüyor. “Aşk aynı iman gibidir. Aşkta da imanda da ihanet af edilmez. Sevmek için güzel bir kalbin olması yeterli, mutlu olmak için ise cesur bir kalp olmalıdır“ (Uçan İnsanlar, 188). Sadece cesur kalpli, çift kanatlı insanlar uçar, yani yükseklere ulaşabilir, aşka ihanet ise, insanı derin çöküntüye sürükler. Roman, baş kahraman Sevben’in ilk aşkı olan Seviye’ye kavuşması ve oğulları küçük Sevben ile üçünün beraber göğe, havaya yükselmeleri, köy üzerinde süzüldükten sonra, onları mutsuz eden yerden uçarak uzaklaşmalarıyla sona eriyor.

Eser kahramanlarının üçü de köy halkından gönül ufuklarının genişliği, yaşam anlamının farklılığıyla üstün sayılır, çünkü onlar ilahi ruhlardır. Bu

R a m i l y a Y a r u l l i n a Y I L D I R I M

25263

2012hayatta onları bir ilahi, büyük vazife yürütmektedir. Zor durumdayken veya birine kızgınken, Kale Dağı’nın yanına gelip orada huzur buluyorlar. Çünkü nesilleri, gönül sırları Kale Dağı’na bağlantılıdır.

Dağ imajı farklı halkların mitolojisinde yer almıştır. Eski Türklerde dağ, kutsal yer olarak algılanmış ve Yer-Su kültünün bir parçasını oluşturmuştur. Bilim adamlarının fikrine göre,

“Mitolojide dağ, Âlem modelini yansıtan imge, o dünyanın merkezi sayılmıştır. Âlem mili o dağın üstünden geçiyormuş. Âlem mili, yukarıya doğru devam ederek Kazık Yıldızının yerini, aşağı devam ederek ise cehennemin yerinin gösteriyormuş. Yani dağın alt kısmını yerin alt dünyası diye kabul edilmiştir. Bu dağ üç seviyeli olarak tasavvur edilmiştir. Dağın tepesinde Tanrı, ortasında âdemoğulları yaşamış, dağın altına ise, farklı iyeler sahip olmuştur” (Mifı Narodov

Mira 1980:311). Mitlerde dağın tepesinde veya dağın yanında ağaçların büyüdüğü veya

dağ tepesinde orman, bahçe olduğu da söylenmektedir (Mifı Narodov Mira 1980:311).

Böyle bir yaşam alanı, G. Gıylmanov’un Uçan İnsanlar adlı eserinde de yansıtılmıştır. Romandaki Sarmanay Köyü'nden bir kilometre uzaklıkta esrarlı ve korkulu bir Kale Dağı vardır. Bu dağın eteğinde ıhlamurlar yetişir. En ilginç ve acayip olanı Kale Dağı’nın tepesidir. “Bir mucize ile onun tepesini kesmişler, sanki üstünü törpülemişler…” (Uçan İnsanlar, 136) Kale Dağı’nın o üst tarafına düz, pürüzsüz taş döşenmiştir. Dağın bir tarafında ırmak, öbür tarafında da çalılık vardır. Kale Dağı’nın ‘Canavar Sesi’ diye adlandırılmış kovuğu, mağarası da vardır. Yakınında ‘Ruh çeşmesi’ akar. “Önceleri Kale Dağı’nın etrafında Kara ruh gezermiş. Ruh sadece yüzerek, sürünerek yürürmüş. Ruh çeşmesinden yatarak su içermiş. Bu yüzden o çeşmenin ismi de o ruhtan alınmıştır” (Uçan İnsanlar, 261).“Dağın merkezinde gizli salonlar, koridorlar, mavi salon oluşmuştur. Ona bazı harfler, sözler de oyulmuş. Kale Dağı’nın iyesi, kara ruh olmuştur. Senede bir defa Tanrı gününde Tanrı ile Çulpan’ın kavuştuğu günde Kale Dağı korkunç sesler çıkararak, o günü özleyerek ağlarmış” (Uçan insanlar, 261).

G.Gıylmanov'un eserinde Kale Dağı’nın ortaya çıkması hususunda bir efsane de yer almıştır. Sanki

“Kale Dağı, insan eliyle üst-üste yığılan bir dağdı. Önceleri böyle bir dağ olmamıştır. Gökten inen insanlar yüceltmiş onu… Bir gün Kale Dağı’nın tepesindeki meydana Çulpan Yıldızından gemi iniyor, onun içinden insanlar dökülüyor. Su gibi mavi gözlü, kestane rengi saçları var. Âlemden inen insanlar önce çalılık boylarında şehir inşa etmeye başlıyorlar. Ama şimdilik yerdeki insanların zalimliğini bilmiyorlar onlar. Şehir inşa edilip bittikten sonra, yerdeki canavar insanlar bu

Galimcan Gıylmanov’un “Uçan İnsanlar” Romanında Mitoloji

253632012

şehre hücum ediyor, onu yakıyor, dağıtıp gidiyorlar. Böylece birkaç defa tekrarlandıktan sonra, Zühre Ana torunları, şehirlerini dağ içine yapmaya karar veriyor… Hâlâ Kale Dağı’nın içerisinde güzel bir şehir

vardır”( Uçan İnsanlar, 136-139).

Kale Dağı’nın senede bir defa keyifsizlenmiş olması, oradan yabancı, tuhaf sesler duyulması Onun içinde ruhların varlığını kanıtlıyor. Romandaki Kale Dağı’nın iyesi, kara ruhtur. Büyük Sevben, mitlerde dağ kovuğunun varlığından bahsediyor. Kale Dağı’nın da kovuğu tasvir edilmiştir. Bu kovuğun olması sonucunda o oğlu ile farklı bir dünyaya, sırlar dünyasına geçiyor. Mağaraya açılan bu kovuk sadece sırlı değil, aynı zamanda korkunç da. Onu boşuna “Canavar avazı” diyerek adlandırmamışlardır. Bu kovuğun varlığını sadece Sevben biliyor. Çünkü sadece onlar bu dağla bağlantıda bulunuyor. Onların nesli de, gönül sırları da Kale Dağı ile bağlantılıdır. Canları ilahiyatla bağlı zatlara ancak dağın gizli kovuğu malummuş.

Dağın içindeki mağaranın tepesinde de, Yer ve Uzayı bağlayan Çulpan Yıldızı yaratılmıştır. Kaderleri Çulpan Yıldızıyla bağlı olan Sevben, onun babası, oğlu ve Seviye, onu Tanrının tahtı olarak kabul ederler”(Şemsutova 2005:10), Çulpan Yıldızıyla görüşüyorlar.

Malum ki, kozmik mit ve efsanelerde âlem, dünyanın yaratılışı, gök, gök cisimlerinin ortaya çıkması tasvir edilmektedir. Bu eserler bütün halklar için ortak ve benzer konulara dayanır. Onlarda ortak tipler vardır. “Kozmik mitler ve efsanelerde dünyanın yaratılışı, yer ile göğün ayrılması, gökyüzü, yer üstü ve yer altı dünyaları, yıldızlar hakkında söz edilir. Birçok halk için, ortak konuya sahip olmaları onların çok eski dönemlere ait olduğunu göstermektedir” (Zakirova 2001:75).Ünlü folklor uzmanı F. Urmançe’ya (2002:33) göre, kozmik mitler grubuna giren mitler, Tatar mitolojisinde yok denecek kadar azdır. Bunlar da çok eski zamanlarda yaşayan mitlerin kırıntıları, bölümleri ve bazı motifleridir.

Kozmik mitlerde yer alan Çulpan (Çoban) Yıldızı imajı G. Gıylmanov’un Uçan İnsanlar romanında halk inancını yansıtması yönünden ayrı bir önem taşımaktadır:

“Bütün gezegenler arasında bir tek kadın gezegen yıldız vardır. O yıldız, Çulpan Yıldızıdır. Bu yıldıza Rus dilinde Venera (Venüs) adı verilmiştir. Gök Tanrı işte o Çulpan Yıldızıyla (Venera’yla) nişanlanmıştır. Çulpan (Venera), Tatarlara göre Zehra Ana’dır. Çulpan Yıldızı, gökteki yıldızların en parlağı, en nurlusu, en canlısıdır. O göğün bir köşesine gidip yerleşmiş ve gök denizindeki yel-fırtınayı gözetliyor. Bazı zaman endişeli, bazı zaman gülen, tebessüm eden birisi gibidir. Onu yeşile çalan ve mavimsi renkler süslüyor. Yeşil renk canlılığı, mavi ise

kutsallığı bildiriyor.” (Uçan İnsanlar, 202-203).

R a m i l y a Y a r u l l i n a Y I L D I R I M

25463

2012Yazar yıldızların insan canıyla bağlantısı olduğunu söyler: “Yıldızlar canla

bağlıdır”. “Yıldız, “can” anlamındaki sözdür. Onun ikinci ismi de vardır. Hayal veya ümit… Hayal ölür, ümit biterse can da biter, ölür. Vücut kalır, ama can olmaz…” (Uçan İnsanlar, 202). Eserde üç Sevben’in de, Sevben’in babası Zebir’in de kendi yıldızları vardır. O, Çulpan Yıldızıdır. Onların canları da, o yıldızla bağlanmıştır. Yeşilce-mavimsi gözleri de Çulpan Yıldızının yeşilce-mavimsi bakışına benzemiştir. Sevben de mavi gözlü insanlar, Çulpan (Venera) ile kardeştir diyor.

G. Gıylmanov’un Uçan İnsanlar romanında yaratılan mitolojik yaşam modeli, Gök ve Yer arasındaki aralığa kurulmuştur. Yazar, tanrıcılıktaki Gök ve Yer anlamlarını köy, baba ocağı düşüncelerine sığdırıyor. Yazarın eserinde köy âlemi, evrensel dünyaya dönüşüyor. Tatar köyü-Âlemin yansıtılışı, onu “hayat yörüngesi, yaşam halkasına çeviriyor. Her insanın ‘hayat halkası’ vardır. Akıllı, sevimli ve yetenekli insanların elinde o ‘zaman tekerine’ dönüşüyor, bu teker ne kadar büyük ve güçlü olursa, insan hayatı da o kadar uzun ve anlamlı olacaktır…”( Uçan İnsanlar, 132). “Yerdeki canlar ‘Yaşam halkası’ etrafında dönüyorlar. Bunlar -‘Yaşam halkasına’ giremeyen, uymayan canlardır, kaderlerdir. ‘Sahipsiz kaderler” (Uçan İnsanlar, 187). Sevben de kendi hayatına sahipsiz kader diyor. “Babamın kaderi de sahibini bulamadı, benim kaderim de sahipsiz, anlamsız oldu. Belli bir çerçeve ve hedefi olmayınca, sağa-sola çarparak, yürüdü o galiba …” (Uçan İnsanlar, 187).

Yazar, baba ocağını unutanları alt dünya temsilcileriyle denk görüyor. “İnsan; doğduğu yeri, doğduğu toprağı, çocukluğunu özlemiyorsa, demek ki, ona bir şeyler olmuş. O kendi ruhi yörüngesinden kopmuş, çocukluğundan gelen hayat yolundan kenara çıkmış, kader yörüngesinden inmiş, kıblesini kaybetmiş, İblis’in yoluna düşmüştür.”( Uçan İnsanlar, 121). Eğer bir insan doğduğu yerden, kader yörüngesinden uzaklaşırsa, ‘sahipsiz kadere’, mutsuz cana dönüşür. O insan artık dert ile bela yolundan gidecektir.

G. Gıylmanov’un Uçan İnsanlar eserinin bir özelliği de, eserin lirik sözlerle, felsefi düşüncelerle zenginleştirilmiş olmasıdır. Yazarın yaşama, dünyaya dair felsefi ve lirik bakış açısı nesir kahramanlarının işleriyle paralel hareket ediyor. Yaşamın anlamı, aşk, hayat, baba ocağı ve zaman akışı hakkındaki felsefi düşünceler eserde ayrı bir anlam oluşturuyor. Mesela:

“…Zaman daima harekette. Onun arkasından yetişemeyenler yalnız kalıyor… Geçen ömür kendi hedefiyle değerlendirilir. Hedefiyle anlam kazanır… Ömür yaşamakla değil, yaşadığını hissetmekle ilginçtir” (Uçan İnsanlar, 134). “…Ölüm olmasa yaşamın da anlamı olmazdı. Sonuçta yaşam, durmadan ölmek ve doğmaktır. Ölüm ile Yaşamın seviyelerine eşittir. Onlar birbirinden başka var olamıyorlar. Ölümden

korkan insan yaşamın da tadına varamaz” (Uçan İnsanlar, 167).

Galimcan Gıylmanov’un “Uçan İnsanlar” Romanında Mitoloji

255632012

Sonuç olarak, Uçan İnsanlar adlı eser, sahipsiz kaderler hakkında acıklı bir beyandır. Eserin kahramanları, sıradan bir yaşayıştan uzaklaşan, başkalarına benzemeyen, sağlam ruhlu ve ilahi aşka yetenekli olmalarıyla dikkat çekiyorlar. Yazarın bu eser aracılığıyla okuyucuya göndermek istediği mesaj ortadadır: İnsanoğlu, ancak baba ocağına ve aşkına sahip çıktığı ve sadık kaldığında mutluluğa kavuşabilir, çünkü “doğduğun yerden, topraktan ayrılmayı mutluluktan ayrılmakla, yaşayıştan ayrılmakla denk görmek mümkündür” (Uçan İnsanlar, 118); “Aşk kalbin meyvesidir. Onu koparırsan, yürek de kopar. Yürek koparsa, ümit de kesilir.” (Uçan İnsanlar, 288).

KaynaklarBakirov, Marsel (2001), Şigriyet Bişege: Gömumtörki Poeziyenen Yaraluı Hem İn Borıngı

Formaları, Kazan:Mefarig Neşr. Deületşina, Leyla(2005), “Kileçekke Küz Töbep”, Kazan Utları, S.9, s.154-158. Edebiyat Beleme: Terminlar Hem Töşençeler Süzlege, Hazırlayan: Zahidullina D., Emineva V.,

İbrahimov M. h.b. – Kazan: Megarif Neşr., 2007.Edebiyat Beleme Süzleğe (1990), Töz.-Red. Ehmedullin, Azat, Kazan:Tat.Kit.Neşr.Gıylmanov, Galimcan (2007), Oça Torgan Keşeler, Kazan:Tat.Kit.Neşr.İbrahimov, Marsel(2003), Mif V Tatarskoy Literature XX Veka: Problemı Poetiki, Kazan:

Gumanitarya Neşr.Mifı Narodof Mira. Ensiklopediya (1980), T.1, Moskova: Sovetskaya Ensiklopediya.Şemsutova, Alsu (2005), “Hezerge Tatar Prozasında Mif Tudıru”, Hezerge Tatar Prozası,

C.2, Kazan: Heter Neşr., s.5-16. Hesenov, Mansur vd.(2002), Tatar Ensiklopediya Süzlege, Kazan:Tat.Ensiklopediya

İnstitutı Neşr.Urmançe, Fatih (2001), “Tatar Mifologiyese”, Anlatmalı Süzlegen Tözünen Töp

Prinsirları”, Folklor Tele.– Şiğriyet Tele, Kazan: Fiker Nesr., s.3-4.Urmançe, Fatih(2002), Tatar Halık İcatı, Kazan: Megarif Neşr.Zakirova, İlsöyer (2001), “Kosmogonik Mif Hem Legendalarnın Telde Saklangan

Ezlere”, Folklor Tele – Şiğriyet Tele, Kazan: Fiker Neşr.Zahidullina, Daniya(2006), Dönya Sürete Üzgerü: XX Yöz Başı Tatar Edebiyatında Felsefi

Eserler, Kazan:Megarif Neşr.

Çözümü, gönlümü, göğsümü doğuda, Doğu Anadolu’da açtım. Narin ve çö-mez bir ilkokul öğretmeni olarak, isteyerek atandığım Mardin’de; yılanı bol topraklarda başladım meslek hayatıma. Yarım asra yakın, uzun bir zaman diliminden sonra gene o topraklarda, o coğrafyada, Urfa’da noktaladım. Ya-rım asır bir insan hayatında uzun, bir milletin tarihinde kısa bir süre sayılır. Bu zaman zarfında, ara sıra yüzüme ayna gibi tutulan sarı kartlara hiç de al-dırış etmedim. Tahmin edileceği gibi, elimin değil, dilimin belasını çektim ve de çekiyorum. Nihayet hiç de hazır olmadığım, beklemediğim bir sırada, tabir caizse, kırmız kartla yüz yüze geldim. Zaman denilen zalim hakem ta-rafından oyun dışına atıldım. Bana kalsa iyi bir oyuncu idim, bu oyunu ku-rallarına uygun oynadığıma inanmak üzereydim. Ne dermiş bilenler, gören-ler; tandır tava geldi, hamur tükendi; her iş yoluna girdi ömür tükendi. Çağ-daş şairlerimizden Abdülkadir Budak dostumuz benim durumuma düşenler için yazmış Kapı şiirini:

Gizlerimle öleceğim söküp atacaklar beni Kapıların metal olanları moda şimdiDökülen boyalarım yaralarımı açığa çıkarıncaDediler ki, senin de işin bitti

Sıradan bir kapıya beni eş tutanlar yanıldı Ahşap gövdeme bakarak, ah bu metal çağındaEv sahipleri değişti, değişti isimliklerYeni çiviler çaktılar eski yaralarıma

Büyük düşünür, göğsü geniş Eflatun’un tanrı mesleği olarak nitelediği öğ-retmenlik denilen bu çileli mesleği, ben kendi isteğimle seçmedim. Bana kalsa, ben de Cemalettın Afgani gibi;

Cehalet mültezemKesb-i kemal cünhamız bizim

Urfa Dağlarında Gezer Bir Ceylan

Nihat BOYDAŞ*

* Prof. Dr. Emekli Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]

N i h a t B O Y D A Ş

25863

2012Ya rabbi cürm-i tahsil-i ilimdenTövbeler olsun! derdim.

Ya da,İhtiyarımla acep ben hiç olur muydum tabibGer bileydim âlemin bunca devasız derdini.

Cennet mekân pederimiz Kambur Hacı Reşit, bir horanta eksilsin diye attı beni baba ocağından. Ne yapsın fakir on beş horantayı doyuracak ekme-ği aşı mı vardı? İşte böylece öğretmenlik mesleğinin ilk basamağına bastık. Böyle kötümser halet-i ruhiye kuyusundan çıkmaya çalışırken merhum mes-lektaşımız Namdar Rahmi Karatay (1895-1953) hocamızın pişmaniyesi (pe-şimaniyesi) düşer aklıma. Neymiş efendim mazeret terazisinin tartamaya-cağı sıklet yokmuş!

Bilmem ki ne olmaktı senin gayen maksadın Fare gibi kitaplar arasında yaşadınNe dans ettin ne eğlendin ne sevdin kız kadın Kim dedi be hey serseri gençliğine kıy diyeGeçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye

İnsanın dördüncü dizeyi, maazallah “Kim dedi be hey serseri git de profe-sör ol diye” diyesi geliyor. Ama demeyeceğim. Wolfgang Amadeus Mozart’a bestelerinin en güzel kısımları nereleridir diye sormuşlar o da –No music (susmalar) diye cevap vermiş. Biz de susalım! Geçelim bu sızlanmaları. Ne de olsa arz-ı mekâna atfedilen, yakışan feryad edebi sukuttur. Hele hele in-san müteşair yaratılışlı ise kolay mı susmak?

Bu Yunus’a dedilerArtık eksik söylemeYa niçin söylemesinTutuşup da yansın mı?

Ey benim ruhum! Şiirini meydana getiren, beyaz kâğıt üstüne çiviler gibi çaktığın kelimeler değil, aralarında kalan boşluklardır, susmalardır. Ben-deniz Azerbaycan şehidi Çomu Mahmud’un torunu ele benzemedik, elden ayrıksı ve de salhorde çedik böyle yaratılmışım, böyle yoğrulmuşum. As-lına bakarsanız elden ayrıksı yaratılmış olmaktan kendi hesabıma pek de şikâyetçi değilim. Üstat Rüştü Şardağ (1916-1994) naziri, manendi olmayan-lar için dillerde dolaşan güfteyi yazmadı mı? Ru-be-ru tanımak mutluluğuna eriştiğim Şardağ bu güfteyi yazarken nereden etkilenmişti acaba?

Hezar gıpta o devr-i kadim efendisine Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine

İki ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı ve Süleyman Nazif, dil dile vererek, İbn-ül-Emin gibi koca bir maarif sandığını ancak böyle anlatabilmişler.

Urfa Dağlarında Bir Gezer Bir Ceylan

259632012

Bilenler bilir ve de acı çekerler. Diyorlar ki, tebessüm zarif, kahkaha vur-dumduymazlık, ama hüzün asildir, Yusuf soyludur. Neyse bu denli diverti-mentoları meraklısına bırakıp, terk edip, sadede gelelim. Terk ehline cihan-da saadet varmış. Meslek hayatımı doğuda Urfa’da yarı hacı olarak nokta-ladığımı anlatıyordum. ÖSYM temsilcisi olarak gittiğim Urfa’da bana tahsis edilen misafirhanede uzanmış istirahat ediyordum. Telefonun zili istirahatı-ma acı bir çığlık gibi düştü. Aşağıdaki görevli,– Hocam misafiriniz var! diyordu. Kendi kendime sokranarak giyindim. Aca-

ba kimdi misafirim? Ayrıca misafir olan bendim. Aşağıdaki görevli ziya-retçiniz var demeliydi. Kim olabilirdi bu misafir veya ziyaretçi? Her kimse Urfa’ya geldiğimi nasıl ve nerden duymuştu. Yıllar önce beraber çalıştığı-mız, zamanla unuttuğum bir arkadaş olabilir miydi? Aşağıya indim ve gö-revliye isteksiz ve duygusuz bir sesle,

– Kim arıyor beni? diye sordum. Şu karşıdan gelen hanım, dedi. Dönüp baktım uzun boylu reyhan dalı gibi zarif vücutlu, blue-jeanli bir yaratık gülerek bana doğru geliyordu. Saçları atkuyruğu şeklinde, sağ ayağının bileklerinde, tam aşil kemiğinin üstünde, mavi renkli halhaller, yüksek to-puklu ayakkabılarının çıkardığı tak-tuk’lara bir oktav aşağıdan tempo tu-tuyordu. Mahcup ve masum bir tebessümle yaklaşıp elini uzattı,

– Hoş geldiniz hocam! dedi.– Çocuk benim adım Nihat Boydaş, beni mi arıyorsunuz?– Evet, hocam, sizi arıyorum. Aklımdan sorular resmigeçit yapmaya başla-

dılar. Bilirsiniz hocalar soru sormaya bayılırlar. Sanki kendileri cevapları-nı biliyorlarmış gibi. Söz bu defa fazla soru sormayacaktım. Ömrümde ilk defa Urfa gibi bir yerde güzel, zarif bir hanımla ser-azad bir zaman geçi-recektim. Genç kızın boyuna, posuna, endamına hayretle baktım. Gerçek-ten güzeldi. Levni’nin minyatüründen çerçeveyi kırarak çıkmışa benziyor-du. Kimdi bu kızcağız, beni nerden nasıl tanıyordu? Hafızamın geçmişini yokladım, ben böyle bir insanı tanımıyordum. Nedamet denilen nemrut, hayf, boğazımı sıkıyordu. Sonucu merak ederek, istemeye istemeye;

– Buyurun! dedim. – Size burada ev sahipliği yapacağım, benim misafirimsiniz! Ve ardından

ekledi, Urfa’yı biliyor musunuz, daha evvel hiç geldiniz mi?– Hayır? – Nereleri görmek istersiniz?– Bir göl varmış, içinde odunlar yüzermiş! Çocuk öncelikle orayı görmek is-

tiyorum. – Hocam o gölde yüzenler odun değil balık! Buyurun arabam kapıda! Dı-

şarı çıkıp arabasına bindik. İbrahim Tatlıses’in koramı çok sağlam iniş-çıkışlarıyla çınlayan sesini dinleyerek, bir lokantada kebap yedik. Kasada

N i h a t B O Y D A Ş

26063

2012oturan Urfalı delikanlı sürekli bana bakıyor, tatlı ve yöresel bir Türkçe ile garsonlara emirler veriyordu. Doğuda çalıştığım yıllarda Urfa’ya birkaç defa gitmiştim ve gezmiştim. Ama Urfa’yı daha önce hiç görmedim diye yalan söylemiştim. Ne olmuş yani, Nemrut’un ateşine mi atacaklardı? Söyleme-ye dilim varmıyor ama ol Halik’ın öyle kulları var ki insanlar kavga etsin-ler, kafa-göz yarsınlar, sonra bunu gelsinler hem de para kazanayım diye beklerler. Ol Halik’ın öyle kulları var ki gözleri kapıda hasta beklerler. Öyle meslekler var ki, onların kitabı iş, peygamberleri paradır. Benim mesleğim bana bunların aksini yapmamı söylüyordu, dahası sokakta kavga eden iki insandan beni sorumlu tutuyordu. Küçük bir yalan söylemiştim, ne yani kı-yamet mi kopmuştu? Sanki şeytan bu küçük yalanının kulağından tutmuş, balıklı gölün kenarında beni bekliyordu. Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın nadim ve mağmum ruhundan özür dileyerek nazire koştum.

Yalanı men etme o şimdi hüner

İçimde tutuşan meşale söner

Özrüm var doğru söyleyemem hocam!

Kafiye ve ölçüyü tutturmaya çalışırken bir gümüşçü dükkânına girdiğimi-zi fark ettim. Genç kız arabasına asmak için gümüş bir püsküle müşteri oldu. Anlaşamadılar. Sonunda satıcıyla pazarlık tavlası oynamaktan vazgeçti. O arkasını döner dönmez, gümüş püskülü satın alıp cebime koydum. Bedes-tenin girişinde, –Çocuk şunu al dedim. Paketi uzattım. –Bana mı aldınız ho-cam! dedi. Ve beni boylu boyunca kucakladı. Uzun boyunun yarısını biraz geçen yükseklikten başımı uzatıp çevreye baktım. Sanki bütün Urfa bana ba-kıyordu. Oysa bana değil kıza bakmaları gerekmez miydi? Hayır, hayır herkes şaşkınlıkla, belki de acıyarak, hayretle bana bakıyorlardı. Sanki şöyle deme-ye getiriyorlardı; –Zavallı adam, salhorde çedik senin bu kızla işin ne? Sen git kuşe-i uzletinde çubuklu pijamanı giy de evinde otur. Eminim böyle diyor-lardı. Derhal savunmaya geçtim. Sakalı, matkabı bir kenara koyup şöyle ha-yal kurdum. Sakalım her gün uzuyor, başımdaki saçlar her gün dökülüyordu. İkisini yer değiştirsem, yani başımı koparmadan alt-üst etsem, edebilsem uzayan sakalımı ensemde toplar gençleşir, entel bir sanatçı görünüşüne ka-vuşurdum. Bakalım o zaman ne diyeceklerdi. Ve bu defa ben ona, yalvarsam;

Kametim lâm oldu gamdan

Ey elif kamet!

Sarılsa bir elif lam ile

Nola? desem,

Lâ! diyecekti!

Balıklı Göl’ün kenarında balıkların refakatinde dolaştık. Onu gözlerimle dinliyor, bir yandan da duvardaki ayet-i kerimeyi sökmeye çalışıyordum. “Ey

Urfa Dağlarında Bir Gezer Bir Ceylan

261632012

ateş, İbrahim’e (ebu-rahm) karşı soğuk ol, selamet ol dedik.1” Bu eski yazıla-rı okuyup -yazdığım için bana söylenmedik söz kalmadı. İlginçtir ve ne acıdır ki yalnız Recep Bilginer(1922-2005)’den, Simavna Kadısı’nın yoldaşından, aferin alabildim! Kapalı çarşıda doğ un un renk düşkünlüğünü anlatan, yük-te ve pahada hafif hediyelik eşya aldık. Uslu bir çocuk gibi hep ark asından yürüyordum. Ne olmuş yani, gülün arkası da gül değil mi? Akşamüstü Balık-lı Göl’e nazır bir lokantaya geldik. Eski bir Urfa evini restore etmişler, sıra ge-celeri yapılıyor. Öteki meslektaşlarımın yanında yer bulup oturduk. Hanen-de ve sazendeler, Urfa daglarında gezen yaralı bir ceylanın hüzünlü türküsü-nü söylüyorlar. Bu hicaz türkünün arka yapısını oluşturan, hayret, ayrılık ve ölüm, oldum olası beni çarpar.

Urfa Dağlarında gezer bir ceylanYavrusunu kaybetmiş ağlıyor yaman

Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar Anandan babandan, yardan ayrı koyarlar.

Urfa’ya birlikte geldiğimiz meslektaşlarım, benim sormaya cesaret edeme-diğim, kıyamadığım soruları sormaya başladılar. Kimin nesi, kimin neş’esi, nerde, nasıl buldun? Kim bu kız? Sorular yağmur gibi yağıyor başıma. Bütün soruların altına bir yekün çizgisi çekip, paydasına;– Bilmiyorum!

Paydasını yapıştırıp ağızlarının payını verdim. Bu defa ben genç kıza dö-nüp, yek darptan,– Sahi sen kimsin çocuk? – Aşk olsun hocam ben sizin bölümde yüksek lisans öğrencisi değil mi-

yim?– Ama ben seni tanımıyorum, daha önce hiç görüşmedik!– Ben sizi tanıyorum. Urfa’ya geleceğinizi telefonla bildirdiler. Dediler ki

hocanın ağzı ozan ağzıdır, seni kandırabilir, ama korkma biz ona kur-tağzı bağlattık. Affedersiniz hocam, kurtağzı nasıl ve niçin bağlanır? Gül-düm. Çocukluğumda çobanlık yaparken rahmetli Mevlüt Hoca’nın nasıl kurtağzı bağladığını anlattım. Anlattım anlatmasına ama gel de bana sor! Demek vicdansız arkadaşlarım sonunda bunu da yapmışlar! Urfa’da bile bize rahat yok! Arkadaşlarımın kahkahalarını, kızcağızın şaşkınlığını gör-meliydiniz.

Akşam karanlığı çökerken lokantadan çıktık. Bir müzik evinin önünden ge-çerken birkaç adım ötede rahmetli Kazancı Bedih’i gördüm. Ellerini arkası-na kavuşturmuş yavaş yavaş yürüyordu. Siz hiç, sizin tanıdığınız ama sizi ta-

1 Enbiya Suresi, 21/69

N i h a t B O Y D A Ş

26263

2012nımayan bir ünlü sanatçıyla konuştunuz mu? Hızla yürüyüp koluna sarıl-dım. – Keke öldürdün, mahvettin, kırıp geçirdin bizi. Şu müzik evinden birkaç ka-

set seç de, hatıran olarak alayım. Gülerek geri döndü müzik evine girdik. İki kaset seçti. Birisini kasetçalara koyup dinlemeye başladık. Gırtlaktan gelen, boğuk, vibrasyonları çok düzgün, güngörmüş yorgun bir sesle söy-lüyordu kazancı Bedih.

Sunar bir cam-ı memlü bin tehi peymaneden sonraFelek ehl-i dili şadeder amma neden sonra!

Atatürk Kültür Merkezi Başkanı

Prof. Dr. Osman Horata’ya Veda Töreni Düzenlendi

Prof. Dr. Osman Horata 14.8.2006 tarihinden itibaren altı yıl boyunca yürütmüş olduğu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı görevinden, 14.8.2012 itibariyle ayrıldı. Bu tür görevlerin belirli sürelerle sınırlı olması gerektiğini her fırsatta dile geti-ren Prof. Dr. Horata, bu kararı almasındaki temel sebebin meslektaşlarının önü-nü açarak yeni atılımlara fırsat vermek olduğunu dile getirdi. Prof. Horata Ata-türk Kültür Merkezi Başkanlığının yanısıra bir yıla yakın Atatürk Araştırma Merke-zi Başkanlığına da vekalet etti. Ayrıca 2008 yılından itibaren de Ahmet Yesevi Üni-versitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı görevini yürütmektedir.

Hacetepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyat Bölümü öğ-retim üyesi Prof. Dr. Osman Horata ya-yımladığı veda mesajında emaneti la-yıkıyla taşıyabilmenin ve görevini hak-kıyla yerine getirebilmenin vicdani ra-hatlığıyla asli görevine dönerken; göre-vi boyunca birlikte çalışma fırsatı buldu-ğu Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Er-doğan, Başbakan Yardımcımız Sayın Bü-lent Arınç ve önceki Devlet Bakanımız Sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın’a şükran-larını iletti. Ayrıca Atatürk Kültür Mer-kezi çalışanlarına teşekkürlerini ve yeni atanacak Kurum Başkanına başarı dilek-lerini sundu.

Prof. Dr. Osman Horata için 14.8.2012 tarihinde Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu konferans salonunda bir veda töreni düzenlendi. Tören Prof. Dr. Osman Horata’nın görev dönemi

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

Dr. Alev KÂHYA BİRGÜL - Suzan GÜR - Ömer ÇAKIR*

* Atatürk Kültür Merkezi Uzmanları.

26463

2012

S u z a n G Ü R

(14.08.2006–14.08.2012) faaliyetlerinin yer aldığı bir belgesel sunumla başladı. Sunumdan sonra konuşan Atatürk Yük-sek Kurumu Başkan Vekili Dr. Nazif Öz-türk belgeselden etkilendiğini dile geti-rerek, Osman Horata’nın Türk coğrafya-sının her köşesinden eserleri bilim dün-yasına kazandırdığını, kendisinin bir ka-rar ve ideal adamı olduğunu ifade etti.

Daha sonra kürsüye gelen Atatürk Yüksek Kurumu Başkan Yardımcısı Zeki Eraslan da yaptığı konuşmada, Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Os-man Horata’nın 2006-2012 yılları arasın-da Türk kültürü ve medeniyetine dair bir bayrak yarışı başlattığını, bundan sonra gelecek olan başkanların da bu bayrağı bırakıldığı yerden daha iyi yerlere taşı-

maları gerektiğini söyledi. Eraslan, Horata’ya bundan sonraki hayatında mutlu-luk ve esenlikler diledi.

Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaçalin, Prof.Dr. Ali Uçan ve Prof.Dr.Esin Kahya da veda toplantısına konuşmalarıyla katıldılar.

Toplantıda Prof. Dr. Osman Horata’nın hayatından kesitler sunan bir belgese-lin gösterimi yapıldı. Belgeselin sunu-munun ardından Prof. Dr. Osman Hora-ta bir veda konuşması yaptı. Horata ko-nuşmasında özetle şunları söyledi;

“Bundan altı yıl önce, yine bir Ağustos ayında Hacettepe Üniversitesinden Ata-türk Kültür Merkezindeki görevime gelmek üzere ayrılırken ayağım âdeta geri geri gi-diyordu. Altı yıl sonra bugün Atatürk Kül-tür Merkezinden asli görevime dönerken, o ankinden çok daha güç duygular içinde, gönlümün ve aklımın önemli bir kısmını burada, sizlerle bırakarak ayrılıyorum.

O zaman bu görevi kabul edip etmeme konusunda büyük tereddütler yaşamış-tım. Fakat geride bıraktığım altı yıla bak-tığımda, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlı-ğı olmayan bir meslek hayatımın ne kadar eksik kalacağını şimdi çok daha iyi anlıyo-rum. Niçin?

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

265632012

Öğretim üyeliği benim için, bir taraftan öğretirken bir taraftan da sürek-li öğrenmenin önünü açan bir meslektir. Atatürk Kültür Merkezindeki görevim ise beni, uzmanlık alanımın dar dünyasından felsefeden sos-yolojiye, sanat tarihinden bilim tarihine kadar farklı disiplinlerin dün-yasına açılmamı ve bu alanın seçkin temsilcileriyle tanışabilmemi ve onlardan bir şeyler öğrenebilmenin önünü açtı. Her şeyden önce, gö-nül dünyam birbirinden değerli yeni dostlar kazandı. Bu görev, büyük zorluklar içinde, bilim ve kültür hayatına hizmet etmeye çalışan, Ata-türk Kültür Merkezinin cefakâr mensuplarını tanıma, birlikte zorluklara göğüs germe fırsatı verdi. Bu sebeple en büyük teşekkürüm, kendilerini tanımaktan ve kendile-riyle çalışmaktan büyük bir onur duyduğum Atatürk Kültür Merkezinin mutfağındaki görünmez kahramanlar, isimlerini sayamayacağım kadar çok değerli meslektaşlarım ve değerli mesai arkadaşlarımadır. Var ol-sunlar!Görevim sırasında kazanç hanesine yazdığım en büyük artılardan biri de, kardeş kurumlarda aynı heyecanla hizmet eden değerli hocalarım ve aynı kuşaktan değerli arkadaşlarımla birlikte çalışma ve dayanışma fırsatı bulmam oldu. Şu an görevini tamamlamış olan ve görevini yü-rütmekte olan, değerli başkanların hepsine de dostlukları, değerli des-tekleri için teşekkür ederim. Şüphesiz bundan sonra da işbirliğimiz, yardımlaşmamız devam edecektir. Geride bıraktığımız altı yılda neler yaptık? Şüphesiz bunun takdiri bilim dünyasına aittir. Ama sadece şunu söylememe müsaade ediniz. Asli

26663

2012

S u z a n G Ü R

görevime, bizlere güvenenleri mahçup etmemenin, bilim ve kültür ha-

yatına hizmeti hakkıyla yerine getirebilmenin inancı ve vicdani rahatlı-

ğıyla dönüyorum. Şüphesiz çok daha fazlasını yapabilirdik. Ama bütün

iyi niyetimize ve gayretlerimize karşılık, bazı zorluklar ve imkânsızlıklar

çalışmalarımızı olumsuz yönde etkiledi. Ama hiçbiri bizi hizmet yolun-

dan alıkoyamadı…

Bu görevlerin, diğer arkadaşlarımız gibi benim için de bir fedakârlık ol-

duğunu, en iyi siz değerli mesai arkadaşlarım biliyorsunuz. Merkez Baş-

kanlığımın yanında, bir yıla yakın Atatürk Araştırma Merkezinin sorum-

luluğunu da taşıdım. Görevimin ikinci yılında, bu görevime ilave ola-

rak uluslararası bir kurumun, Ahmet Yesevi Üniversitesinin en üst ma-

kamının ağır sorumluluğunu da yüklenmek zorunda kaldım. Bazen eve,

Kuruma bile uğrayamadan bir uçaktan diğerine binmek zorunda kal-

dım, etkinliklerin çakışması sebebiyle bazı toplantılarda arkadaşlarımı

yalnız bıraktım.

Bu yoğun tempo, seyahati benim için bir fobi hâline getirmiş olsa da

hiçbir zaman ülkeme, kurumuma ve bilim dünyasına hizmet aşkımı za-

yıflatmadı…

Şüphesiz yapılacak çok şey vardı. Ama hiç ayrılmayacak gibi, son ana

kadar mesaimizi bizden sonrasıyla ilgili faaliyetleri planlamak ve gerek-

li çalışmalarını tamamlamakla geçirdik.

Arzum ve ümidim, başlattığımız güzel işlerin yarım kalmaması; bu ku-

rumların, bir bilim kurumu olarak, bilimsel ve mesleki liyakatten hiç ta-

viz vermeden, idari ve akademik birimleriyle bir an önce yeniden yapı-

lanmasını tamamlanmasıdır. Bundan kazançlı çıkacak, şüphesiz bizler,

sizler, bilim hayatı ve ülkemiz olacaktır.

Bu duygularla, bizden sonra bayrağı taşıyacak değerli arkadaşlarıma

bütün kalbimle başarılar diliyor, bütün birikimimiz ve gönlümüzle bun-

dan sonra da onların yanlarında olacağımızı vurgulayarak, bugün biz-

leri yalnız bırakmayan siz değerli arkadaşlarıma, çeşitli sebeplerle ara-

mızda bulunamayan, telefonla, mesajla duygularını ifade eden değerli

meslektaşlarıma bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.”

Atatürk Kültür Merkezinin dördüncü Başkanı Prof. Dr. Osman Horata görev sü-

resi boyunca yürüttüğü projelerde yer alan ve toplantıda hazır bulunan bilim in-

sanlarına ve Yayın Kurulu Üyelerine de birer teşekkür belgesi takdim etti.

Tören, Prof. Dr. Osman Horata’ya hediye sunumunun ardından davetliler ile

Merkezimiz personelinin fotoğraf çekimiyle sona erdi.

Bizler de Atatürk Kültür Merkezi personeli olarak Başkanımız Prof. Dr. Osman

Horata’ya verdiği hizmetler için teşekkür ediyor ve bundan sonraki yaşamında

esenlik ve mutluluklar diliyoruz.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

267632012

26863

2012

Ö m e r Ç A K I R

2012 Yılı Nevruz Kutlama Etkinlikleri

(14-15-16 Mart 2012, Ardahan, Kars, Ağrı)

2012 Yılı Nevruz Kutlama Etkinlikleri münasebetiyle, Atatürk Kültür Merkezi ile Ahmet Yesevi Üniversitesi, Ardahan Üniversitesi, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversite-si ve Kafkas Üniversitesi işbirliğiyle “Yesevi Sanat Topluluğu”nca 14 Mart’ta Arda-han, 15 Mart’ta Kars, 16 Mart’ta Ağrı illerinde konser ve halkoyunlarından oluşan 90 dakikalık bir gösteri düzenlendi.

İlk gösteri 14 Mart 2012 tarihinde Ardahan Üniversitesinde yapıldı. Nevruz Özel Programı’nda topluluk salondaki katılımcıları coşturdu.

Ardahan Valisi Mustafa Tekmen, Ardahan Belediye Başkanı Faruk Köksoy, Ar-dahan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Ardahan Üniversitesi akademik-idari personeli, öğrenciler ve Ardahanlıların katıldığı program büyük ilgi gördü.

Nevruz Özel Programı, Rektör Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Ardahan Belediye Başkanı Faruk Köksoy ve Ardahan Valisi Mustafa Tekmen’in açılış konuşmaları-nı yapmalarıyla başladı. Programın ilk konuşmasını gerçekleştiren Rektör Kork-maz, Nevruz’u coşkuyla karşılıyor olmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Nevruz’un “yeni gün” anlamına geldiğini belirten Korkmaz konuşmasında şunla-rı söyledi:

“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan bu büyük coğrafyada bütün halklar,

Rektör Korkmaz, Sanat Yönetmeni Elmira Şenyuva’ya plaket sunuyor.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

269632012

bütün milletler toprak ananın uyanışını, yeni günü kutluyorlar. Burada önemli olan tabiat ananın uyanışına insanların, toplulukların ve mil-letlerin katılmasıdır. Bizler toprak ananın çocuklarıyız. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan coğrafyada dili, dini, mezhebi farklı olsa da tüm insan-ların doğa ananın uyanışında bir olduklarını görüyoruz. Doğa ana her-

kesi ışıklayan bir şekilde kendi uyanışına katıyor.”

Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Yesevi Sanat Topluluğu’nun Orta Asya’dan Ahmet Yesevi Üniversitesi öğrencilerinden oluşan bir topluluk, Ahmet Yesevi’nin ise Anadolu’nun vatanlaşmasında çok önemli katkılarının olduğunu vurguladı. Prog-ramın diğer konuşmasını yapan Ardahan Belediye Başkanı Faruk Köksoy, toprak ananın uyanışını coşkuyla ve sevinçle karşılayacaklarını belirterek, geniş coğraf-yada yaşayan bütün insanların, toplulukların ve milletlerin Nevruzunu kutladı. Ar-dahan Valisi Mustafa Tekmen de yaptıkları açış konuşmalarında akraba topluluk-larını Ardahan’da misafir ediyor olmaktan büyük mutluluk duyduğunu dile getir-di.

Açılış konuşmalarının ardından sahne alan Yesevi Sanat Topluluğu’nun göste-rileri katılımcılara unutulmaz dakikalar yaşattı. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekis-tan, Türkmenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Türkiye’den şarkıların ve türkülerin seslendirildiği programın sonunda izleyiciler Ahmet Yesevi Sanat Topluluğu’nu ayakta alkışladı.

İkinci gösteri 15 Mart 2012 tarihinde Kafkas Üniversitesinde yapıldı. Nevruz bayramına bir hafta kala Kars İl Kültür Müdürlüğü Salonu’nda sahne alan Yese-vi Sanat Topluluğu, Türki Cumhuriyetlerinin bayraklarıyla sahneye çıkarak yöre-

sel danslar eşliğinde her ülkeden şarkı-lar söyledi. Her ülkenin geleneksel giy-sileri ve müzik aletleriyle sahne alan topluluk programlarında Kars türküle-rine de yer verdi. Renkli ülke kıyafetle-riyle göz dolduran topluluk üyeleri, sah-ne arkasına sık sık giysilerini değiştire-rek danslarını sergiledi ve zaman zaman da solo ve dans gurupları olarak sanat-larını icra ettiler.

Vali yardımcıları Murat Demirci ve Ünal Coşkun, Kafkas Üniversitesi Rektö-rü Prof. Dr. Sami Özcan, Belediye Baş-kan vekili Haydar Yılmaz Kafkas Üniver-sitesi akademik-idari personeli, öğrenci-ler ve Karslılar katıldığı program ayakta alkışlandı. Gösteri sonunda Vali Yardım-cıları Demirci ve Coşkun ile Rektör Öz-

27063

2012

Ö m e r Ç A K I R - S u z a n G Ü R

can Yesevi Sanat Topluluğu’na çiçek ve-rerek teşekkür ettiler.

Nevruz kutlamalarının üçüncüsü 16 Mart 2012 tarihinde Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesinde yapıldı. Salonu doldu-ran izleyicileri büyüleyen gösteride ko-nuşan Ağrı İbrahim Çeçen Üniversite-si Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Fahri Ba-yıroğlu, bugün insanlığın ihtiyaç duydu-ğu temel noktalardan bir tanesinin kül-tür, sanat ve edebiyat olduğunu belirtti. Bayıroğlu, “Bunlar, hayatımızda ihtiyaç duyduğumuz çok temel şeyler. Hayatı-mızı yumuşatmak ve değer katabilmek adına kültür, sanat ve edebiyata kıymet vermek zorundayız. Gösteriyi tertip eden ve emeği geçen tüm sanatçılara, yaşat-tıkları doyumsuz kültür ziyafeti için te-

şekkür ediyoruz.” diye konuştu. Yesevi Sanat Topluluğu Nevruz gösterisine, Rek-tör Yardımcısı Prof. Dr. Fahri Bayıroğlu, Vali Yardımcısı Özkan Demirel, akademik ve idari personel ile çok sayıda öğrenci katıldı.

Trabzon Yöresi Halk Kültürünün ve Etnografyasının

Derlenmesi ve Müzelenmesi Çalıştayı

(23 Mart 2012, Trabzon)

Atatürk Kültür Merkezi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü işbirliği ile Trabzon’da düzenlenen Uluslararası “Trab-zon Yöresi Halk Kültürü ve Etnografyasının Derlenmesi ve Müzelenmesi Çalışta-yı” 23 Mart 2012 tarihinde yapıldı.

Çalıştaya Protokol konuşmalarının ardından Sibirya’daki müzeler ve diğer mü-zeler hakkında bilgi veren fotoğraflarla sunum yapılarak başlandı. Müzelerin olu-şumunda o yöre insanlarının da katkıda bulunması gerektiğine, destek sağlayan kişilerin müzelerde isimlerinin bulunmasına vurgu yapıldı. Müzelerin ülkeler için faydasına değinildi bir Müze nasıl meydana getirilir oluşumu sırasında karşılaşı-lan zorluklar, nerede kurulacağı, nasıl ölümsüzleştirilebileceği konularında bilgi verildi. Turizm açısından ele alındı. Amerika’daki müzeler hakkında resimli örnek-lerle sunum yapıldı. Çalıştayda öne çıkan tema gerek etnografya gerekse diğer te-matik müzelerin objeleri 19. yüzyılın donuk izole “koruma” kaygılı müzelerinden farklı olarak bağlamlarına uygun olarak insan odaklı bir anlayışla sergilemesi, on-lardan her seviyede eğitim aracı olarak yararlanması öne çıktı. Bu yönüyle çalış-

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

271632012

tay bildirileri yayınlandığında ülkemiz-deki bu türden çalışmalara ışık tutacak-tır. Ünlü antropolog müzeci Dr.Deeksha Nagar’ın Türk kültürünün bu anlayışa uygun olarak uluslararası müzelerde ve mekanlarda, üniversitelerde çalıştaylar-da prestijli bir tanıtım ve sunum imka-nı olduğu ve katkıya hazır olduğu vurgu-su önemliydi. Bu bakış Türk kültürünün tanıtılmasında yeni işbirliği imkânlarını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca çalıştay tema-sına uygun olarak Trabzon, Karadeniz Bölgesi ve Karadeniz havzasının halk bi-lim ve etnografya, müzecilik çalışmala-rında nasıl bir yöntem izleyeceği, mese-lesi aydınlatılmış oldu. Bu anlamda böl-genin ve havzanın kültürünün bilimsel yöntemlerle incelenmesinin Türk kültü-

rünün genel meselelerinin çözümüne yapacağı katkı çok açık bir biçimde ortaya çıkmış oldu. Çalıştay bu anmada havzanın bütünlüklü bir proje kapsamında ele alınmasının zaruretini ortaya koymuştur.

Yöresel el sanatlarının tanıtıldığı mini bir serginin de yer aldığı çalıştayda, Mer-kezimiz ve Karadeniz Teknik Üniversitesi toplumsal ve kültürel meselelerimizin ele alınıp çözümlenmesine öncülük ederek önemli bir başarıya imza attılar.

Çalıştayla ilgili olarak açılan ve yöresel el sanatlarının tanıtıldığı sergiden bir kare

27263

2012

S u z a n G Ü R

Uluslararası Sezai Karakoç Sempozyumu

(12-14 Nisan 2012, Diyarbakır)

Günümüz edebiyatının yaşayan en önemli isimlerinden Sezai Karakoç, Ata-türk Kültür Merkezi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği ve Dicle Üni-versitesi işbirliğiyle düzenlenen uluslararası bir sempozyumla 12-14 Nisanda Diyarbakır’da anıldı.

Akademisyen, yazar ve şairlerden oluşan 40 katılımcıyla gerçekleştirilen sem-pozyum, Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı Doç. Dr. Kemal Timur’un yap-tığı açış konuşmasıyla başladı. Konuşmasına geçmişi tarihin derinliklerine da-yanan Diyarbakır ilinde, her dönemde önemli devlet adamları, sanatçılar, şair-

ler, yazarlar ve bilim adamlarının yetişti-ğini ve millete kendi alanlarında olumlu katkıları bulunduğunu söyleyerek başla-yan Kemal Timur, sempozyumun amacı-nın dilimize, edebiyatımıza ve kültürü-müze hizmet etmiş uluslararası nitelik-teki değerlerin yeni nesillere detaylı ola-rak tanıtılması olduğunu ifade etti. Ay-rıca önemli değerlerimizin ölümünden sonra değil, yaşadığı süreçte de hatırla-nabilmesine vesile olmaktan duydukları mutluluğu dile getirdi.

Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Osman Horata’nın yurtdışında ol-ması nedeniyle katılamadığı Sempozyu-mun ev sahipliğini üstlenen Dicle Üni-versitesi Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç, yaptığı açış konuşmasında top-

lumların değerleriyle var olduklarını vurgulayarak, ekonomi, teknoloji ve sosyal refahta ne kadar ileri gidilirse gidilsin onları özel kılan değerlere sahip çıkmadık-ları sürece toplumsal ahengi yakalayamayacaklarını söyledi. Rektör Saraç adına sempozyum düzenledikleri Sezai Karakoç’un hem Diyarbakır’ın hem de ülkemizin önemli değerlerinden biri olduğunu belirtti.

Yüksek Öğretim Kurumu Üyesi Prof. Dr. Durmuş Günay açılışta yaptığı konuş-masında Sezai Karakoç’un bu toprakların yetiştirdiği nadir kişiliklerden biri oldu-ğunu ifade ederek, medeniyetin bir timsali, hem teorik dünyada hem hayatıyla bir örnek insan, düşünür dedi. Günay, bu tarih, bu coğrafya, bu medeniyetimizin an-lamının tümünü sıksak onun özsuyunu damıtsak Sezai Karakoç çıkacağını düşü-nüyorum dedi.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

273632012

Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak açılıştaki konuşmasında Sezai Karakoç’u Diyarbakır’dan selamladığını ve onun Diyarbakır’da düzenlenen bir sempozyumla anılmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi.

Açış konuşmalarının ardından Ayla Karlı Tezgören’in hazırladığı “TRT Sezai Ka-rakoç Belgeseli’”nin gösterimi yapıldı.

Kırk bildirinin sunulduğu sempozyum onbir oturumda gerçekleştirildi. Sunulan bildiri başlıklarından bazı örnekler:

-“Medeniyetimize Adanmış Bir Hayat”,-“Yönelişten Dirilişe Sezai Karakoç”,-“Sezai Karakoç’a Göre Sanat ve Şairler”,-“Sezai Karakoç Şiirinin Düşünce Temeli”,-“Sezai Karakoç Düşüncesinde ‘Çağdaş Metafizik Anlayışı’ İhtiyacı”,-“Sezai Karakoç’un Eğitime Bakışı”,-“Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Merhamet Algısı”,-“Sezai Karakoç’un İzlerini Kahramanmaraş’ta Takip Etmek”,-“Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Tradisyonalist Yapılanma”,-“Sezai Karakoç’un Leyla İle Mecnun’unda Metinlerarasılık ve Yenidenyazma”-“Sezai Karakoç’ta İnsanın Bilge Kişiliği”.Sempozyum Rasim Özdenören, Ebubekir Eroğlu, Prof.Dr.Durmuş Günay, Prof.

Dr. Önder Göçgün, Prof.Dr.Ramazan Kaplan, Prof.Dr.Abdullah Uçman ve Prof.Dr.Turan Karataş’ın katılımlarıyla oluşan kapanış oturumuyla sona erdi. Kapanış oturumundaki değerlendirmede Uluslararası Sezai Karakoç Sempozyumu’nun ede-

Sempozyum açılış töreninden bir kare

27463

2012

S u z a n G Ü R - Ö m e r Ç A K I R

biyat tarihine büyük katkılar sağladığı ve Sezai Karakoç’un zengin ve fonksiyonel

içerikli tebliğlerle değerlendirildiği yararlı bir toplantı olduğu ifade edildi.

Sempozyum Diyarbakır şehrinin tarihi zenginliklerine yapılan bir geziyle sona

erdi.

Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Çalıştayı

Erzurum Atatürk Üniversitesinde Yapıldı.

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından 13-15 Nisan tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Çalıştayı”, yurt içi ve yurt dışından Türk dünyası araştırmaları alanında faaliyet gösteren araş-tırma, eğitim, bilim, kültür ve sanat kuruluşlarından 42 temsilcinin katılımıyla Erzurum’da gerçekleştirildi.

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Dilaver Düzgün açış konuşmasında çalıştaya ilişkin, “Çalıştay’da, Türk dünyası araştır-malarında karşılaşılan problemlere çözüm üretilmesi ve kurumlar arası diyalog-larla çalışmaların daha verimli hâle getirilmesi, alanla ilgilenenlerin ortak arzusu hâline gelmişti. Bu amaçla düzenlenen çalıştayımıza üniversitelerimizdeki Türk dünyası araştırmalarıyla doğrudan ilgili enstitü ve araştırma merkezleri, bölüm ve ana bilim dalları ile üniversitelerin dışında konuyla ilgili çeşitli kurum ve ku-ruluşlar, vakıflar, ayrıca Türkiye dışından çeşitli bilim kuruluşları davet edilmiş-tir.” dedi.

Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç açış konuşmalarını sunuyor

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

275632012

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in de bir konuşmayla katıldığı açılış töreninin ardından yürütülen üç birleşimde katılımcıların görüş ve önerileri tartışıldı, or-tak sorunlar tespit edildi. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunu temsilen Yüksek Kurum Başkan Yardımcısı Dr. Nazif Öztürk, Türk Tarih Kurumunu temsi-len Dr. Yaşar Kalafat, Türk Dil Kurumunu temsilen Uzman Adem terzi ve Atatürk Kültür Merkezini temsilen Uzman Ömer Çakır çalıştaya katılmışlardır. Merkezimizi temsilen toplantıya katılan Çakır, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığının Türk Cum-huriyetleriyle ilgili bilimsel faaliyetleri ve yayınlarına ilişkin bir sunuş yapmış-tır. Çalıştayda kuruluş ve araştırma enstitülerinin tanıtımı yapılmış, faaliyetleri ve karşılaştıkları sorunlar ele alınmış, ayrıca Türk lehçeleri arasında aktarma sorun-ları, metin neşirleri, gramer ve sözlük çalışmaları, üslup problemleri, halk kültürü unsurunun derlenmesi, arşivlenmesi ve çağdaş eserlerde kullanılması, dil öğreti-mi, dil politikaları, tarih araştırmaları konuları ve bu konularla ilgili sorunlar ko-ordinasyon, araştırma ve eğitim başlıkları altında toplanarak tartışılıp ve sorunla-ra ilişkin çözüm yolları geliştirilmiştir.

Çalıştayda belirlenen sorunlara ilişkin olarak şu şekilde çözüm belirlenmiştir: Türk dünyası araştırmaları alanında koordinasyonu sağlayacak bir birim kurulma-sı. Bu amaçla Yükseköğretim Kurulu veya Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Ku-rumu bünyesinde bir “Türk Dünyası Araştırmaları Koordinasyon Birimi” oluştu-rulması. Bu birim, öncelikle bir “veri tabanı” oluşturup bu alanda çalışan kurum, kuruluş ve araştırmacıları belirleyerek bilgilerin sürdürülebilir ve güncel olmasını

Atatürk Yüksek Kurum Başkan Yardımcısı Dr. Nazif Öztürk konuşmalarını sunarlarken

27663

2012

Ö m e r Ç A K I R

sağlamalıdır. Kurulacak birim, Türk dünyasına yönelik öncelikli araştırma konula-rını belirlemelidir. Birimde yapılacak belirlemelere dayanarak mevcut kuruluşlar ortak kavram ve terimlerde birlik sağlamalıdır. Birim tarafından belirlenecek öl-çütlere göre kurumlar arası ortak çalışmaların yapılması ve araştırma konularının paylaştırılması, birim tarafından Türk dünyası araştırmaları alanında ERASMUS benzeri “öğretim elemanı ve öğrenci değişim programları” oluşturulmalı. Birim, gerek Türkiye gerekse diğer Türk cumhuriyetleri tarafından verilen lisans ve yük-sek lisans eğitim burslarının daha düzenli ve güçlü hâle getirilmesini sağlamalı-dır. Çalışmalar, TÜRKSOY ve Türk cumhuriyetlerindeki UNESCO Millî Komisyon-ları ile koordinasyon içinde yürütülmelidir.

Mevcut kuruluşların aynı konuları farklı birimlerde araştırma konusu yaptıkla-rı bilinmektedir. Bunun, kurulacak koordinasyon biriminde oluşturulacak “veri ta-banında” öncelikle kontrolü yapılarak konu tekrarından kaçınılması sağlanmalı-dır. Mevcut kuruluşların yapacakları araştırmalara kurulacak birim ve konuyla il-gili diğer kuruluşlardan yeterli araştırma desteği sağlanmalıdır. Yapılacak araş-tırmaların birim tarafından belirlenecek ölçütlere göre destek almalarının yolla-rı araştırılmalıdır. Hâlen yürütülen “aktarma/çeviri” ve “sözlük” çalışmaları, birim tarafından daha düzenli ve güçlü programlar hâlinde sürdürülmelidir. Koordinas-yon birimi tarafından Türk dünyasına yönelik yapılan bütün yüksek lisans çalış-malarının yer aldığı bir veri tabanı oluşturulmalı ve ilgili bütün birimlere bunlar düzenli olarak duyurulmalıdır. Yapılan tez çalışmaları elektronik ortamda depo-

Atatürk Kültür Merkezi Uzmanı Ömer Çakır konuşmalarını sunarlarken

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

277632012

lanmalı ve bu veri tabanına belli koşullarda erişim sağlanmalıdır. Koordinasyon birimi tarafından üniversiteler içindeki enstitü ve merkezlerin yanı sıra üniversite dışındaki kuruluşların Türk dünyası araştırmalarıyla ilgili yayınlarına maddi des-tek sağlanmalıdır.

Yüksek lisans eğitimi ve araştırmaya yönelik Türk dünyası alanında kurulmuş olan enstitülerin akademik yapıları gözden geçirilmeli ve kadro eksikliklerinin gi-derilmesine ilişkin çalışmalar yapılmalıdır. Türk dünyası alanında faaliyet göste-ren araştırma merkezlerinin akademik yapıları da gözden geçirilmelidir. Türk dün-yası alanında araştırma yapmak üzere kurulmuş enstitülerin yüksek lisans diplo-ması verebilen bağımsız enstitüler hâline getirilmesi için YÖK nezdinde girişim-lerde bulunulmalıdır. Türk dünyası alanında araştırma yapmak üzere kurulmuş enstitüler, Türkçe öğretim merkezi programlarını da düzenlemelidir. Türk dün-yasındaki belli üniversitelerde yaz okulu programları çerçevesinde Türk lehçeleri eğitim ve öğretim programları açılmalıdır.

Uluslararası Türk Dünyası Araştırmalarına ilişkin bir sonraki çalıştayın bir baş-ka yerde ve iki yıl sonra yapılması kararlaştırılmıştır.

“Türk Kültürünün Gelişme Çağları: X-XIII Yüzyıllarda

Merkezî Avrasya’dan Ön Asya’ya Yeni Açılımlar Ulusla-

rarası Sempozyumu” Türkistan’da (Kazakistan) Yapıldı.

“Türk Kültürünün Gelişme Çağları: X-XIII Yüzyıllarda Merkezî Avrasya’dan Ön Asya’ya Yeni Açılımlar Uluslararası Sempozyumu” Türkistan’da (Kazakistan) Ya-pıldı.

İlki Moğolistan’da “Başlangıç ve Yazıtlar Çağı” adıyla gerçekleştirilen “Türk Kül-türünün Gelişme Çağları” adlı sempozyumun ikincisi, 20-21 Nisanda “X.-XIII. Yüz-yıllarda Merkezi Avrasya’dan Ön Asya’ya Yeni Açılımlar’ adıyla Kazakistan’ın Tür-kistan kentinde gerçekleştirildi. Sempozyum Ahmet Yesevi Üniversitesi ev sahip-liğinde, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü işbirliğinde gerçekleştirildi.

Sempozyum 20 Nisan Cuma günü Ahmet Yesevi Üniversitesi Konferans salo-nunda Kazakistan Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti milli marşlarının çalınma-sıyla başladı. Daha sonra protokol konuşmalarına geçildi. Ahmet Yesevi Üniver-sitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Taljan Perdeşulı Rayimberdiyev, Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Salih Aynural, Ahmet Yesevi Üniversitesi Rek-törü Prof. Dr. Lesbek Taşimov, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Dursun Yıldırım ve Atatürk Kültür Merkezi ile Ahmet Yesevi Üniversitesi Mü-tevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Osman Horata açış konuşmasıyla katıldılar. Prof. Dr. Osman Horata, konukları “14 ülke, 30 civarında Türk ve akraba topluluktan öğ-renciyi, Ahmet Yesevi’nin bilgi, sevgi ve hoşgörü çatısı altında toplayan, Türkiye ve Kazakistan dostluğunun bu sembol kurumuna hoş geldiniz” diyerek selamladı.

27863

2012

Ö m e r Ç A K I R

Sempozyumun amacını Türk Kültürünün Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru geli-şen değişim sürecini, bütün boyutlarıyla ele almak ve geçmişin tecrübesiyle ge-leceğe ışık tutmak olarak özetleyen Horata, Türk Kültürünün iki önemli dönüşüm sürecine dikkat çekti. Horata, sempozyumda ele alınan dönemin Türk kültürünün kendi bölgesi dışındaki diğer kültür ve medeniyetlerle karşılaşması sonucu ger-

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

279632012

çekleşen ilk temel dönüşümü, yeni bir “kültürleşme” sürecini ifade ettiğini kay-detti. Horata, “Bundan önceki Çin, Budist ve Maniheist kültürlerle etkileşim ise kısmi düzeyde kalmış, kitleler hâlinde köklü dönüşüm ilk defa İslamiyeti kabul-le gerçekleşmiştir” diye konuştu. Prof . Dr. Osman Horata, Türk kültürünün ikinci önemli dönüşüm sürecinin ise Batı medeniyetinin etkisi altına girdiği 18.yüzyılda başladığını ve günümüzde de sürdüğünü vurguladı.

Kültürel değişim ve dönüşümlerde kavram tartışmalarına da değinen Horata Kültürel öğelerin aktarılmasını ifade eden “kültürleşme” ile “kültür değişimi”nin farklı süreçler olduğunu kaydetti. “Kültür değişimi”nin neleri kapsaması gerektiği konusunda net bir görüş olmadığını vurgulayan Horata “kültür değişimi’ genellik-le kültürü belirleyen temel değerler sistemindeki değişiklik olarak kabul edilmek-tedir. Bazı araştırmacılar, geleneksel toplumlarda temel değerlerin din tarafından belirlendiğini söyleyerek, kültür değişiminin ancak din değişimiyle mümkün ola-cağını söylerler. Bazı araştırmacılara göre ise ‘kültür değişimi’, bir toplumun dü-zenini bir modelden bir başka modele dönüştürmesi, yani siyasi, idari, hukuki ve eğitim yapısında meydana gelen sistem değişimidir. Hangi açıdan bakılırsa ba-kılsın, Türklerin İslamiyete girişiyle başlayan bu süreç bir ‘kültür değişimi’ni ifa-de eder” diye konuştu.

Türklerin tarih boyunca, önemli ticaret ve ulaşım yolları üzerinde yaşamasının farklı kültürleri tanımaları ve kültürlerini geliştirmelerinde önemli rol oynadığını belirten Horata, bir kültürü oluşturan “ana maya”nın kendini yenilemesinin, ken-disiyle uyumlu, yeni terkiplere girmesinin gerekliliğine dikkat çekti. Prof. Dr. Os-man Horata ”Kültürler için asıl handikap, yenileşme, gelişme değil, statikleşme ve kendi kendini tüketmedir. Türkler, Orta Asya bozkırlarında başlayan ve Akdeniz içlerine kadar uzanan uzun yolculuklarında, yüzlerce etnik ve dinî kültürle karşı-laşmışlardır. Türk kültürünün rengini de temel kaynaktan getirdiklerinin yanında farklı zaman ve zeminlerdeki bu sayısız karşılaşmalar belirlemiş; sürekli gelişime ve değişime dayalı bu yapı, Türkleri büyük kültürlere ve uygarlıklara taşıyan temel dinamiklerden biri olmuştur” dedi.

Türklerin gelişim ve dönüşüm süreçlerinde asimile olmadan ve asimile etme-den yaşamayı başardığını kaydeden Horata, Batı medeniyeti etkisinde gelişen ikinci temel dönüşüm sürecinin de bu tarihî tecrübeye uygun bir şekilde sonuç-lanması dileğinde bulundu. Bu noktada iletişim araçlarındaki baş döndürücü ge-lişmenin de doğru değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çeken Horata, ‘Tarih sah-nesinde kalabilmenin temel koşulu ise, şüphesiz sürekli devam eden ve edecek olan bu yarışta kaybetmemekten geçmektedir” şeklinde konuştu.

Türklerin İslamiyeti kabulüyle göçebe, bozkır kültüründen yerleşik köy ve şehir hayatına da geçmeye başladığını ve bu değişimin hayat tarzından bilim, kültür ve sanat hayatına kadar büyük, köklü değişiklikleri beraberinde getirdiğini vurgula-yan Prof. Dr. Horata “Türklerin İslam medeniyetine dayalı gerçekleştirdiği büyük gelişimin fikrî ve kültürel temelleri, esas olarak 10-12. yüzyıllarda bu topraklarda

28063

2012

Ö m e r Ç A K I R

atılmıştır. Bu temeller üzerinde Orta Asya Türkleri, 15. asırda ‘Türk Rönesansı’nı gerçekleştirirlerken; 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akın eden Oğuz Türkleri, neticeleri tahmin edilemeyen büyük bir siyasi, sosyal ve kültürel oluşumun te-mellerini atmışlardır” dedi.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

281632012

Anadolu’ya göçeden Türklerin Ata Yurt’tan getirdiklerinin yanında Bizans kül-türüyle de etkileşim içine girdiğini söyleyen Horata Mehmet Fuat Köprülü’ye atıfta bulundu ve “bunlar daha çok yüksek ve maddi kültürle sınırlı kalmıştır. Köprülü’nün belirttiği gibi, Selçukluların yıkılmasından sonra Anadolu toprakla-rında Arap ve Fars kültüründen alınan bir ‘cila’ altında, Orta Asya’da şekillenen millî bir hayat tarzı hâkim olmuş ve bu yapı, Türkleri yüz elli yıl gibi kısa bir süre-de, İslam medeniyeti içinde son derece gelişmiş, yeni, özgün bir terkibe ulaştır-mıştır” ifadelerini kullandı.

Protokol konuşmalarının ardından Türk Cumhuriyetleri müziklerinden oluşan bir dinleti sunuldu. Daha sonra sempozyuma özel bir “Açılış Oturumu” yapıldı. Prof. Dr. Reşat Genç ve Prof. Dr. Kulbek Ergöbek başkanlığında gerçekleştirilen söz konusu oturumda sırasıyla Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak “Türkler ve İslamiyet (Türklerin İslamiyeti Kabulü): Eleştirel Bir Bakış”, Prof. Dr. Abdulmalik Nysanba-yev ve Prof. Dr. Natalia Seytahmetova da “XI. yy Türk Kültürünün Ruhsal ve Ahla-ki Çağrışımları” başlıklı bildirilerini sundular.

Sempozyuma Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Macaristan ve Almanya’dan 64 bilim insanı katıldı. İki gün süren ve eşzamanlı olarak dört ayrı salonda sunu-lan bildiriler, “Dil Ve Edebiyat Çalışmalarına Eleştirel Bakışlar”, “Tarih ve Sosyal Yapı Çalışmalarına Eleştirel Bakışlar”, “Dinî Hayat ve İslamlaşma Çalışmalarına Eleştirel Bakışlar”, “Düşünce, Bilim ve Sanat Çalışmalarına Eleştirel Bakışlar”, “Dil ve Edebiyatla İlgili Meseleler”, “Dil, Edebiyat ve Sosyal Yapı ile İlgili Meseleler”, “Tarih ve Sosyal Yapı ile İlgili Meseleler”, “Dinî Hayata Dair Meseleler”, “Sosyo-Kültürel Kurumlara Dair Meseleler”, “Düşünce, Bilim ve Sanata Dair Meseleler” ile “Sosyal Yapı Ve Sanat İle İlgili Meseleler” başlıkları altında toplandı. Her oturum sonunda ayrıca soru-cevap, katkı ve tartışmalara yer verildi.

Sempozyumun ikinci ve son gününde Prof. Dr. Osman Horata başkanlığında bir “Kapanış Oturumu” düzenlendi. Söz konusu oturumda sırasıyla Prof. Dr. Reşat Genç, Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Prof. Dr. Marcel Erdal, Prof. Dr. Mihail Dob-rovits, Prof. Dr. Abdulmalik Nysanbayev ve Prof. Dr. Dursun Yıldırım değerlendir-meleriyle katkıda bulundular.

Sempozyum programı farklı sanatsal etkinliklerle ve gezilerle de renklendi. Sempozyum için Kazakistan’a gelen katılımcılar ilk olarak Otrar’da bulunan Fara-bi Müzesi ve Aslan Baba Türbesi ile Türkistan’ın tarihî yerlerini gezdiler. Katılım-cılar, ayrıca Hoca Ahmet Yesevi Türbesini ziyaret ettiler. Diğer taraftan, Sempoz-yum boyunca Ahmet Yesevi Üniversitesi Kültür Merkezi fuaye salonunda, Güzel Sanatlar Fakültesi ve Yaygın Eğitim Merkezi öğrencileri tezhip ve hediyelik eşya sergileri düzenledi.

Katılımcılar, sempozyumun birinci gün akşamında Ahmet Yesevi Üniversitesi Biy Sultan Dans Topluluğu tarafından hazırlanan programı izlediler.

22 Nisan 2012 tarihinde düzenlenen sosyal programda ise, bütün katılımcılara, Sır Derya nehri kenarında öğle yemeği ikram edildi. Sempozyum, katılımcıların ül-kelerine dönmeden önce yaptığı Çimkent gezisiyle son buldu.

28263

2012

Ö m e r Ç A K I R

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

283632012I. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu

(10-11 Mayıs 2012, Ankara)

1st International Symposium on the Sociology of

Education

Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı ve Ankara Üniversitesi Rektörlüğü işbirliğiy-le, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitimin Kültürel Temelleri Bö-lümü Eğitimin Sosyal ve Tarihi Temelleri Anabilim Dalı Başkanlığının ev sahipli-ğinde I. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu bu alanda bir ilk olarak ger-çekleştirildi.

Sempozyum 10 Mayıs Perşembe günü, Ankara Üniversitesi Avrupa Topluluk-ları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cebeci Yerleşkesinde başladı. Açı-lış ve müzik dinletisinden sonra protokol konuşmalarına geçildi. Sempozyumun açılış töreninde Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemal Taluğ, Atatürk Kül-tür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Osman Horata, Eskişehir Valisi Dr. Kadir Koçdemir, Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Gönül Akçamete, Eğitim Bilimleri Ens-titüsü Müdürü Prof. Dr. Nejla Kurul ve Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. İsmail Doğan birer konuşma yaptılar. Daha sonra “Açılış Oturumu” yapıl-dı. Söz konusu oturumda sırasıyla çağrılı konuşmacılar, Prof. Dr. Uwe H. Bittling-mayer, (Pädagogische Hochschule, Freiburg, Almanya),“One Step Forward, Two Steps Back. Education Between the Ongoing Hope of Emancipation and Increaa-sing Inequality and Power”, Prof. Dr. Peter Mayo, (University of Malta, Malta),”The Meaning of Workers Solidarity Today: An Educationist’s Perspective”, Assoc. Prof. Dr. Jerrold Kachur, (University of Alberta, Kanada), “Toward a Sociology of Free-dom And Power in The Politics of Post-Liberal Education”, Prof.Dr. Beate Krais, (Technische Universitat darmstadt Institut Für Soziologie, Almanya), “Education And Society in Germany.Sociological Contributions to a Controversial Field” ko-nulu bildirilerini sundular.

Ayrıca sempozyumun bir etkinliği olarak tasarlanan ve yayınlanan editörlüğünü Prof. Dr. İsmail Doğan’ın yaptığı 27 makale ve incelemenin yer aldığı Eğitim Sos-yolojisi: Dün, Bugün, Yarın adlı anı kitabı ve yanı sıra sempozyum bildiri özetleri kitabı da katılımcılara sunuldu.

Oturumlar şu; Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma, Toplumsal Değişme ve Eği-tim, Yeni Öğretmen: Tarihsel ve Güncel Bağlam, Eğitimde Fırsat Eşitliği ve Yeni Eşitsizlikler, Yeni Öğrenci, Kimlik, Kültür ve Eğitim, Küreselleşme ve Eğitim, Eği-tim Sosyolojisinde Kuramsal ve Pratik Sorunlar, Toplumsal Değişme ve Siyaset, Modernleşme ve Eğitim, Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Çok kültürlülük ve Eğitim, Eğitimin Felsefi Temelleri, Eğitim Sosyoloji Malzemesi Ola-rak Süreli Yayınlar, Bilgi ve İletişim Teknolojileri ve Toplum, Bazı Türk Cumhuri-yetlerinde Yükseköğretim ve Eğitim Sorunları, Türk Cumhuriyetlerinde Gençlerin Eğitim ve Sosyalleşme Sorunları, Kuramsal Yaklaşımlar, Eğitim ve Toplum, Eği-

28463

2012

A l e v K Â H Y A B İ R G Ü L

timde Değer Sorunu, Yeni Öğretmen: Tarihsel ve Güncel Bağlam, Yeni Üniversi-te, Yeni Eğitim, Eğitim Sosyolojisinde Kuramsal ve Pratik Sorunlar, Çocuk Kültü-rü ve Çocuk Hakları, Göç, Toplumsal Hareketlilik ve Eğitim, Tarih, Gelenek ve Eği-tim, Bir Kültür ve Eğitim Dili Olarak Futbol, Eğitimin Toplumsal Ortamları: Med-ya, Türk Dünyası ve Eğitim, Eğitimin Toplumsal Ortamları: Sanal İlişkiler, Eğiti-min Toplumsal Ortamları: Aile, Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Sivil Toplum, STK’lar ve Eğitim, konu başlıklarında ele alındı.

1. günün sonunda konuklara akşam ATAUM Fuaye Salonunda bir kokteyl veril-di. Öğle yemekleri de Çınar Restaurant’da yenildi.

Sempozyuma Türk Cumhuriyetlerinden katılarak bildiri sunan bilim insanla-rı, Doç. Dr. Abulfez Süleymanlı, Türk Dünyası Sosyologlar Birliği Başkan Yardım-cısı, Azerbaycanlı sosyolog, Prof. Dr. Tınıştık Kaldıbayeva, Kazakistan Gumilyov Üniversitesi, Burul Sagınbaeva, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Khusein İsaev, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Dr. Kadian Boobekova, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Prof. Dr. Akmatalı Alımbekov, Kırgızistan, Dr. Güler Ahmedova, Azerbaycan Milli Meclisi Milletvekili, Dr. Cesaret Valehov, Azerbay-can, Doç. Dr. Mamedova Şalale, Bakü Devlet Üniversitesi, Azerbaycan, Prof. Dr. Selahaddin Halilov, Azerbaycan Üniversitesi, ve Prof. Dr. İsmail Doğan, I. Ulusla-rarası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu Düzenleme Kurulu Başkanı, Ankara Üni-versitesi Eğitimi Bilimleri Fakültesi, TRT AVAZ’ın sabahları canlı yayınlanan “Yeni Gün” programına konuk oldular.

I. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu’nun amacı, Türkiye’de toplum-sal değişmenin yol açtığı eğitim gereksinimleri ile küreselleşmenin eğitim üze-rindeki etkileri ve sonuçlarını tartışmak ve bu çerçevede; eğitimde öne çıkan yeni yaklaşım ve kavramların, paradigma ve kuramların, yeni toplumsal ve küresel ol-guların öğretim kurumlarını ve öğretime konu ve taraf olan aktörleri (öğrenci, öğ-retmen, veli ve diğer toplumsal bileşenleri) nasıl etkilediğini tartışmak, elektronik iletişim olanaklarının arttığı ve görsel-eğitsel yöntemlerin öne çıktığı bir çağda eğitimi ve eğitim sistemlerini bekleyen yeni toplumsal sorunları belirlemek, bir disiplin olarak eğitim sosyolojisinin özelde eğitim bilimlerinin genelde ise sosyal bilimler için; eğitim bürokrasisi ve eğitim dünyası için artan önem ve işlevine ka-muoyunun dikkatini çekmekti.

Sempozyuma 50’den fazla Türkiye dışından, 250’den fazla Türkiye içinden yak-laşık 300 bilim insanı katıldı. Eğitimi küresel ve toplumsal boyutlarda umur eden araştırmacı ve akademisyenleri bir araya getirmeyi; bilgi ve deneyimlerini pay-laşmayı amaçlayan sempozyum yoğun bir ilgi gördü. Batıdan, Doğudan ve hat-ta Güney’den Mısır’ dan, çok uzaklardan; Japonya’dan, Rusya’nın Tuva ve Baş-kurdistan Cumhuriyetlerinden, Kanada, Amerika, Almanya, Malta, Kazakistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kırgızistan’dan, konuklar ağırlandı. Van’dan, Mardin’den, Çanakkale’den, İzmir’den, Ağrı’dan, İstanbul’dan, Sakarya’dan, Konya’dan, Kütahya’dan, Eskişehir’den, Isparta’dan ve ülkemizin diğer kentlerinden gelen meslektaşlar ve dostlar, eğitimin toplumsal önemine inanan insanlarla birlikte

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

285632012

bir bilgi şöleni gerçekleşti. Eğitim sosyolojisinin eğitim sistemleri, eğim prog-ramları, toplumsal ve eğitimsel hayat için, bir bilim dalından daha fazla bir şey ol-duğu kamuoyuna iletildi. Güçlü bir bilimsel söyleme vücut verildi.

İki gün boyunca 7 ayrı salonda eş zamanlı olarak gerçekleştirilen 39 oturumda 220 bildiri sunuldu. Oturumların sonunda ayrıca soru-cevap, katkı ve tartışmalara yer verildi. Sempozyumun ikinci ve son gününde Prof. Dr. İsmail Doğan başkan-lığında bir Sempozyum Sonuç ve Değerlendirme Paneli düzenlendi. Bu panelde değerlendirmelerle katkıda bulunuldu ve “Sonuç Bildirgesi” okundu.

28663

2012

A l e v K Â H Y A B İ R G Ü L

Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Osman Horata, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemal Taluğ, I. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu Düzenleme Kuru-lu Başkanı Prof. Dr. İsmail Doğan, I. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu’nun açılışında (10 Mayıs 2012).

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

287632012Ölümünün 50.Yılında “Rüya ile Hayal Arasında” Ahmet

Hamdi Tanpınar Uluslararası Sempozyumu

(24-25 Mayıs 2012, İstanbul)

Atatürk Kültür Merkezi ve Yıldız Teknik Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen Ölü-münün 50. Yılında “Rüya ile Hayal Ara-sında” Ahmet Hamdi Tanpınar Uluslara-rası Sempozyumu İstanbul’da gerçekleş-tirildi.

Açılışı 24 Mayıs 2012 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryum salonun-da yapılan Tanpınar Sempozyumu, say-gı duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunma-sıyla başladı. Daha sonra açış konuşma-larına geçildi. Kürsüde yerini alan YTÜ Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı ve Sempozyum Bilim ve Danışma Kuru-lu üyesi Prof. Dr. Yakup Çelik, Tanpınar’ın Türk edebiyatı açısından önemine değin-di ve ölümünün 50. yılında Tanpınar’ın YTÜ çatısı altında anılmasından mutlu-luk duyduklarını belirtti.

Merkezimiz Başkanı Prof. Dr. Osman Horata, aynı zamanda Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı sıfatıy-la Kazakistan’da bulunduğundan toplantıya katılamadı. Atatürk Kültür Merkezini temsilen kürsüye gelen Uzman Ömer Çakır da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserle-riyle nasıl tanıştığını anlatarak söze başladı. Atatürk Kültür Merkezinin, kültürü-müzün öncülerini önemli ölüm ve doğum yıllarında anmayı bir gelenek haline ge-tirdiğini ve bu geleneği Ankara merkezli olmaktan çıkararak üniversiteler işbirli-ğiyle bütün yurt sathına yayma çabası içinde olduklarını söyledi.

Yıldız Teknik Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Tamer Yılmaz da Rektör adına kısa bir açış konuşmasıyla törene katıldı. Sempozyumun Yıldız Teknik Üni-versitesinde yapılmasından duyduğu memnuniyeti belirten Yılmaz, Atatürk Kül-tür Merkeziyle bundan sonra da işbirliği içinde olmak istediklerini belirtti ve sem-pozyumun hazırlanmasına emeği geçenlere teşekkür etti.

Açış konuşmalarının ardından Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından Tanpı-nar çalışmaları vesilesiyle Türk edebiyatına, Türk yayıncılığına emek veren, kat-kı sağlayan Prof. Dr. İnci Enginün, Prof. Dr. Zeynep Kerman, Prof. Dr. Birol Emil ve Tanpınar’ın eserlerini yayımlayan Dergah Yayınevi’nden Ezel Elverdi’ye “Teşek-kür Plaketi” verildi.

28863

2012

Ö m e r Ç A K I R

1978 yılı TRT yapımı “Ahmet Hamdi Tanpınar” belgeselinin gösteriminden son-ra I. Oturuma geçildi. Gazeteci-yazar Doğan Hızlan’ın başkanlığında gerçekleştiri-len söz konusu oturuma Prof. Dr. Yavuz Demir, Prof. Dr. Mehmet Törenek ve Yrd. Doç. Dr. Nesrin Feyzioğlu bildirileriyle katıldılar. İki gün süren ve 9 oturumda ger-çekleştirilen sempozyuma yurt içi ve yurt dışından toplam 29 bilim adamı katıl-dı. Her bir oturumun ardından soru ve tartışmalara da yer verilen toplantı öğren-cilerin ilgisiyle karşılandı.

Ölümünün 50. Yılında “Rüya ile Hayal Arasında” Ahmet Hamdi Tanpınar Ulus-lararası Sempozyumu, Prof. Dr. Önder Göçgün, Prof. Dr. Yavuz Demir, Prof. Dr. Yakup Çelik, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Törenek, Doç. Dr. Ayşe Banu Karadağ ve Ti-mour Muhidine’nin katılımıyla yapılan “Kapanış ve Değerlendirme Oturumu” ile sona erdi.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

289632012

29063

2012

Ö m e r Ç A K I R

Divan Şiirinin Dili Uluslararası Çalıştayı

(27-28 Nisan 2012 Ankara)

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği himayelerinde Atatürk Kültür Merkezin-ce Ankara’da uluslararası düzeyde “Di-van Şiirinin Dili” konulu bir çalıştay ya-pıldı.

27-28 Nisan 2012 tarihleri arasında Başkent Öğretmenevi’nde gerçekleşti-rilen çalıştaya özel bir açılış töreni ya-pıldı. Tören, Çalıştay Düzenleme Kurulu Başkanı Gazi Üniversitesi öğretim üye-si Prof. Dr. İsmail Aksoyak’ın açış konuş-masıyla başladı. Aksoyak konuşmasında özetle, Divan Şiirinin Dili Çalıştayı için büyük bir heyecanla bir araya gelmele-rinden bahisle, Divan Şiiri’nin dili ko-nusunda uzun yıllar emek vermiş 25 ka-dar bilim insanının sunacakları bildiri-lerle 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Di-van Şiiri’nin dilinin nasıl değiştiğini, ge-liştiğini ve farklılaştığını bir bütün ola-

rak gözler önüne sereceğinden bahsetti. Törende hazır bulunan Merkezimiz Başkanı Prof. Dr. Osman Horata da bir açış

konuşması sundular. Horata konuşmasında şunlara değindi:“Atatürk Kültür Merkezi olarak alanımızla ilgili bir toplantı vesilesiy-le sizleri konuk edebilmekten duyduğum memnuniyeti ifade ediyor ve siz değerli meslektaşlarımı saygıyla selamlıyorum. Eski Türk edebiyatı veya Divan Edebiyatı meslek hayatımızı üzerine bina ettiğimiz, hayatı-mızın önemli bir kısmını hasrettiğimiz bir alan. Toplantımızın konusu da Divan Şiiri’nin dili. Bildiğim kadarıyla bu uluslararası çalıştay sade-ce bu konuya hasredilen ilk ve en geniş katılımlı toplantı. Bu bakımdan toplantının düzenlenmesinde büyük emeği geçen değerli meslektaşım Prof. Dr. İsmail Aksoyak’a huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Değerli konuklar; Divan Edebiyatı’nın dilinin Arapça ve Farsçanın tak-lidi, sun-i, hayattan kopuk bir dil olduğu düşüncesi ilk olarak yeni bir kültürel değişim sürecinin başladığı Türk modernleşmesinin entelek-tüel ve sosyal temellerinin atıldığı Tanzimat Döneminde dile getiril-meye başlandı. Kültürel değişim, kurumsal yapıdan sosyal ve kültürel yapıya doğru gelişme sürecinde daha da yaygınlaştı. İdeolojilerin deli gömleğinin sadece düşünce dünyamızı değil, duygu ve hayal dünya-

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

291632012

mızı da işgal altına aldığı yıllarda da adeta tabulaştı. 1950’li yıllardan itibaren kırsal bölgelerden kentle-re doğru nüfus hareketliliğinin yo-ğunlaşması ve kitle iletişim araçla-rının gelişmesine bağlı olarak gele-neksel ile moderni eski ile yeninin, cemaat ile cemiyetin karşılıklı et-kileşim, çatışma ve değişme süre-cinde birbirlerine zıt yaklaşımların konusu oldu. 1980’li yıllardan son-raki dışa açılma sürecinin getirdi-ği değişim ile toplumsal ve kültü-rel gelişimin geldiği seviye birçok şeyi değiştirdiği gibi, bu edebiyatla ilgili kalıplaşmış değerlendirmeleri de rağbetten düşürdü. Tarihin üze-rimizden atılması gereken bir yük olduğu yaklaşımı yerini tarihi yeni-

den keşfe, önyargıları ise yerini aklın ve bilimin sesine bıraktı. Konuş-mamda birbiriyle tamamıyla zıt değerlendirmelere konu olan bu şiirin diline belagatin ölçütleri çerçevesinde yaklaşmaya ve bazı tespitlerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Değerli meslektaşlarım; bilindiği üzere belagatciler, sözü güzel bir kıza benzetir. Kızın güzelliğini de zâti (aslî) ve arazî (sonradan gelen) olmak üzere ikiye ayırırlardı. Şiirde zâti güzellik mânâya, arazî güzellik de söz güzelleştiren sanatlara yani bedii sanatlara tekabül ediyordu. Bu, güze-lin doğuştan gelen güzelliği, endamı, zarafeti zâti; giyinip kuşandıkları, takıp takıştırdıkları ise arazî güzellik olarak kabul edilirdi. Onlara göre zâti güzellikten yoksun arezî güzelliğin hiçbir önemi yoktu. Aslî güzel-likten yoksun arazî güzelliğe sahip güzel ise aşırı şekilde süslenmiş bir çirkine benzetilirdi. Güzel ise süslenmese de güzeldi. Âlâ olan ise ikisi-nin de bir arada olmasıydı. Her devrin güzellik anlayışı farklılıklar gös-terse de zâti ve arazî güzellik arasındaki uyum ve bütünlük her zaman geçerliliğini koruyan ölçütlerdi. Değerli meslektaşlarım ve sevgili öğrenciler; bu açıdan divan şiirinin diline bakıldığında nasıl bir görünüm arz etmektedir? Şiir güzelinin do-ğuştan gelen boyu, posu, endamı, yüzü güzel midir? Üzerindeki giyim-kuşamı, süsleri bu güzelliğe güzellik mi yoksa başka bir şey mi katmak-tadır? Güzellik malumlarınız olduğu üzere Allah vergisidir. Yani gene-tik yapıyla ilgili bir husustur. Bu edebiyatın dili genetik olarak daha çok Arap Edebiyatı ile şekillenen ve Fars şiiriyle geliştirilen bir kaynaktan besleniyordu. Ahmet Yesevi’den gelen ve Yunus Emre ile olgun ürün-

29263

2012

Ö m e r Ç A K I R

lerini veren bir gelenek bu mayayla yeni bir terkibe girdi. Terkibin kıva-mını bulması ise biraz zaman aldı. Bu yapı genetik açıdan bu edebiya-tın son derece şanslı olduğunu, boyu, posu ve endamıyla şiir güzelinin güzellik için gerekli şartlara sahip olduğunu göstermektedir. Bu güzel-lik kültür ve uygarlıkların merkezi bir coğrafyada ve büyük bir impara-torluk geleneği içinde kültür ve eğitimle birleşerek tavrı, giyimi kuşa-mı, nazı ve edasıyla evrensel ve son derece gelişmiş estetik bir seviye-ye ulaştı. Bu şiirin dili bir Süleymaniye, bir Selimiye Camisi’ndeki va-kur, görkem ve zarafeti yansıtıyordu. Eskiler konuşma dilinin sadeliği ve doğallığındaki söyleyişe halis, saf şiir diyorlardı. Halis şiir için güze-lin süslenmesine gerek yoktu. Güzel olan süslenmese de güzel olduğu-na göre şairler şiir güllerini niçin süsleme gereği duyuyorlardı? Onlara göre böyle bir güzeli anlatmak bir güzeli sadece örtülmesi gereken yer-leri örterek ortaya getirmek gibi görülüyordu. Öyleyse sanatkar gördük-lerine daha farklı bir gözle bakmalıydı. Çünkü edebiyat iletişimden zi-yade heyecan verme ve etkilemenin ön planda olduğu bir söz sanatıy-dı. Şair okuyucuların estetik zevkine hitap edebilmek amacıyla ses ve söz tekniklerinden yararlanarak sıradan kelimeleri yeniden canlandır-maya çalışıyordu. Anlam ve sesin ilgisi bir peyzajın veya odanın ışıkla olan ilgisi gibiydi. Şairin farkı da anlam ve ses arasındaki uyumu ger-çekleştirme düzeyinde ortaya çıkıyordu. Kelime seçiminde anlam bakı-mından uygunluğa, çağrışım zenginliğine, kulağa ve zevke hoş gelme-sine çok özel bir gayret sarf eden adeta birer dil virtüözü olan divan şa-irleri şiirde manayı ihmal etmemekle birlikte daha ziyade sese yaslanı-yorlardı. Fakat bu kaygı divan şairlerini zaman zaman yapmacığa ve te-kellüte düşürüyor, şiirlerini edebi değere haiz olmayan söz oyunlarıyla doldurmalarına sebep oluyordu. Değerli konuklar, herkesin çekici güzelliğe sahip olmaması gibi şüphe-siz her şiir de aynı ölçüde güzel değildir. Divanların önemli bir kısmı şiir güzelinin sanatlı ve külfetli söyleyişi girdabında kaybolduğu örnekler-le doluydu. Bunların dışındaki son derece gelişmiş estetik bir seviye-yi yansıtan dil ve edebiyat tarihimiz içinde müstesna bir yere sahip şi-irler ise önemini ve güzelliğini her devirde koruyacak evrensel düzey-de bir güzelliğe sahip örneklerdir. Toplantımız, işte bu güzelliğin sırla-rını değişik boyutlarıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu uluslara-rası çalıştayın bu konudaki çalışmalara iyi bir başlangıç olması ümidiy-le toplantımızı bildirileri ve katılımlarıyla onurlandıran siz değerli mes-lektaşlarıma, Düzenleme Kurulundaki arkadaşlarımıza ve sizlere hizme-ti aksaksız bir şekilde verme çabası içindeki değerli mesai arkadaşları-ma, bu toplantımızda bizleri yalnız bırakmayan sevgili öğrencilerimize bir kez daha teşekkür ediyor ve toplantının başarılı geçmesini temen-ni ediyorum.”

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

293632012

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sa-yın Prof. Dr. Mustafa İsen de çalıştay ve-silesiyle bir açış konuşması sundular. Sayın İsen konuşmasında şunlara de-ğindi:“Çok değerli katılımcılar; ben de herkesi selamlıyorum. Atatürk Kül-tür Merkezince düzenlenen bu te-matik toplantı her bakımdan çok önemli. Ben bunu biraz kendi şahsi tarihimle birleştirerek ifade etme-ye çalışacağım. Atatürk Üniversite-si Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü-nü 1975 yılında bitirdim. Yaklaşık 40 kıla yaklaşan bir süredir Divan Edebiyatı ile içli-dışlıyım. Dolayı-sıyla bu kırk yıllık tarihi biraz ken-di yaklaşımımla, meslekî bir yakla-şım çok örtüşen bir tavır sergiliyor.

Bu çerçevede birkaç hususu dile getirmek istiyorum. Değerli arkadaşlar ben 1980’li yıllarda tezkireler üzerine bir çalışma ger-çekleştirdim. Bugünlerde onun yeni bir baskısı da yapıldı. Bu çalışma-nın giriş bölümünde şöyle bir şeye dikkat çekmiştim: “Başta adı olmak üzere hâlâ pek çok meselesi tartışılan, şekil ve tür problemleri hemen hemen hiç halledilmemiş bir alanla uğraşıyoruz, işte ben bu alanın şu tarafına ışık tutmak istiyorum” şeklinde bir girişle başlamıştım. Şimdi bu kitabın yayımlanmasından aşağı yukarı 20 yıla yakın bir süre geçtik-ten sonra dönüp, bu yeni neşir dolayısıyla bir daha baktığımda çok bü-yük bir memnuniyetle şunu gördüm, yani bir insanın meslek hayatında “şu sıkıntılar var” diye serzenişte bulunup, yirmi yıl sonra bu problem-lerin nasıl bir konuma geldiğinin değerlendirmesi gerçekten ilginç. Ve bugün keyifle ifade ediyorum ki bu alandaki çalışmalar çok tatmin edi-ci bir noktaya gelmiştir. Ben divan nesirleri üzerine bir çalışma yaptım. Yani bu Türkiye’nin kültürel gelişimiyle ilgili bir başka projeksiyondur. 1980’li yıllara kadar Türkiye’de neşredilmiş divan sayısı, Sayın Prof. Dr. Mertol Tulum burada, Sayın Hilmi Yavuz burada, bunlar bu eski döne-mi daha çok bildikleri için. Yani yılda 1 divan bile yayımlanmıyordu. Bakın tarihine, aşağı yukarı 1980’li yıllara kadar yayımlanan divan sayı-lı birkaç yılda bir taneydi. Bugün önemli divanların çok büyük bir bölü-mü neşredildi. Alanla ilgili teorik çalışmaların var olan önemli bir kıs-mı çözümlendi. Bir takım bakış açılarının döğruluğu ve eğriliği tartışıl-dı ve az-çok bir sonuca ulaştı. Bütün bunlardan hareketle şunu söyle-mek istiyorum: Bir kere daha rahmetle analım, Mehmet Çavuşoğlu, ho-

29463

2012

Ö m e r Ç A K I R

cam Haluk İpekten, Amil Çelebioğlu ve hâlâ aramızda bulunan Mertol Tulum’un bu alanla ilgili çok kıymetli çalışmaları vardır. Ve buradan ha-reketle bizim neslimiz, benden daha sonraki nesildeki arkadaşlar, be-raber akademik çalışmalar gerçekleştirdiğimiz çeşitli üniversitelerdeki arkadaşlar, kısacası bu salonda bulunan ekip, yaşları 30 ila 70 arasın-daki bu ekip Türkiye’de Divan Edebiyatı açısından -öbür alanlarda da ben çok iyi gelişmeler olduğunu görüyorum- rolünü iyi icra etmiştir. Ben doğrusu bu ekibe Türkiye’nin çok teşekkür borçlu olduğunu düşü-nüyorum. Bu alandaki problemlerin çözümüne çok ciddi katkılarda bu-lunduklarını düşünüyorum.Benim sıklıkla kullandığım bir metafor vardır: “ufuk çizgisi” meselesi. Değerli arkadaşlar bütün bunlar yapıldı da sorun bitti mi? Hayır, şim-di bir başka evresindeyiz sorunların. Nasıl karşıya baktığımızda ufuk bir noktada bitiyor, Dünya sona eriyormuş gibi düşünürüz, ama oraya ka-dar yürüsek önümüze yeni ufuklar çıkacak, bu yeni imkanlar demek-tir, yeni sorunlar demektir. Şimdi bugün yeni ufuklarla karşı karşıyayız, yeni sorunlarla karşı karşıyayız. Bu yeni sorunlar meselesine dikkat çekmek istiyorum. Gene bu mersi-yelerle ilgili çalışmalardan örnek vereceğim. Bu çalışmanın ikinci bas-kısının sonuna 100 küsur sayfalık bir kavramlar indeksi ekledim. Yani mersiye dünyasıyla ilgili her şeyi orada görmeniz mümkün. Ve bura-dan şöyle bir şey hayal ettim, -bunu kitabın önsözünde de yazdım- Türkiye’de tarihçiler, etnologlar, sosyologlar, psikologlar ve sosyal bi-limlerin farklı alanlarında uğraşan insanlar bu bilgileri kendileri açısın-dan değerlendirsinler. Şimdi biz Batı düşüncesine baktığımız zaman, mesela 14. yüzyılda, 15. veya 16. yüzyılda İngiliz sosyolojisi diye yazıl-mış kitaplar falan görmüyoruz. Yani onlar o dönemde çok kısıtlı yazı imkanlarıyla birlikte, bilmem hangi papazın tuttuğu dört sayfalık bilgi notundan, yeniden İngiliz sosyolojisine dair çok ciddi bilgiler çıkarıyor-lar. Değerli arkadaşlar buradan şunu söylemek istiyorum: Bu çalışma-larda artık bir adım öteye giderek, Naili Divanı neşrinin bir adım önüne geçerek, yahut mersiyelerle ilgili neşrin bir adım önüne geçerek anali-tik çalışmalara geçme evresinde olmamız gerekiyor. İşte burada günde-me getirmek istediğim hususlardan bir tanesi budur. Bu açıdan bu top-lantıyı önemsiyorum. Sayın Aksoyak ile birlikte bu toplantıya ilişkin is-tişarelerimizde böyle tematik çalışmalar geçelim, yavaş yavaş bu klasik toplantıları, eski Türk edebiyatı çalışmaları, yahut Türk kültürü çalışma-ları gibi çok geniş kapsamlı sempozyumlardan daha spesifik, daha özel ve daha disiplinler arası ilişkileri de bir araya taşıyabilecek çalışmala-ra geçelim gibi bir yaklaşımdan hareketle bu toplantıyı değerlendirdik. Bu bakımdan bu çalıştayı önemsiyorum. Sayın Horata’da biraz içerden bakarak vurgulamaya çalıştı. Bizim dil ve üslup çalışmalarını farklı bir boyuta taşımamız gerekiyor. Mesela bu kadar dil çalışmalarına rağmen

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

295632012

dünyanın her yerinde biliyoruz her yazı dili bir bölgenin dili üzerine oturur ve o bölgenin dili taammüm ederek o ülkenin, o dilin yazı dili haline gelir. Biz Batı Türkçesinin hangi bölgenin yazı dili üzerinde ge-liştiğini ve nasıl bir çizgi üzerinde yürüdüğünü biraz el yordamıyla, hâlâ netleşmemiş alanlar bunlar, gerçekleştirebilecek, yapılabilecek alanlar bunlar. Bunları çözmemiz gerekiyor. Sayın Horata bir mimari benzetme yaptı. Ben de bununla ilgili olarak genç arkadaşlarıma ısrarla bir şey söylemek istiyorum. Arkadaşlar divan edebiyatı çalışırken -maalesef bi-zim kültürümüzde o eksik, keşke olsaydı- mesela “resimle ilgilenin” di-yeceğim arkadaşlara, yok yani o tarafa ama şu var: Muhakkak surette mimari ile ilgilenin, mimarlık tarihi ile ilgilenin. Yani mimarî üslupla edebî üslup arasında, müzik üslubuyla edebî üslup arasında çok büyük paralellikler var. Müzik kültürümüzle muhakkak ilgilenin, mimarî kültü-rümüzle muhakkak ilgilenin ve bunlar arasındaki paralellik ve ilişkilerle -o meşhur tasnife bakacak olursak- somuttan soyuta doğru mimarî en somutu ve en kolay görülebilen meseleleri anlama kısmını daha kolay-laştırabiliriz bu hadiseyi. Bu dilin üslup tarihini, üslup açısından geli-şimini muhakkak bizim ortaya koymamız lazım. Belki yeniden şunu dü-şünmemiz gerekiyor: Bir edebiyat tarihi çalışması yaptık malum. Türk-çenin artık o temel edebiyat tarihinden sonra başka başka edebiyat tarihleri, yani temalar üzerinden giden, üslup tarihi üzerinden giden, belki sadece üslup tarihi üzerinden giden yeni bir edebiyat tarihi, yeni Türkçenin ardından yazılması lazım. Buna ihtiyaç olduğunu düşünüyo-rum. Bu çalışmayı, yine ilgili arkadaşlardan rica ediyorum, önümüzde-ki günlerde çok uzatmadan bir de nesir üzerinden yapmak, nesir dili ile şiir dili paralellikleri var. Ama farklı noktaları da var. Sayın Tulum yine o alanla ilgili çok kıymetli çalışmalar ortaya koydu. Sayın Tulum bana katılacaklar mı bilmiyorum ama şiir dilinden yaklaşık 100 yıl sonra te-şekkül ediyor “klasik nesir dili” dediğimiz şey. Bunun sebepleri konu-şulmalı, gelişimi konuşulmalı. Yahya Kemal’in o meşhur “Bizde Resim-sizlik ve Nesirsizlik” makalesi o kadar baskındır ki “bizde nesir yok” gibi bir yaklaşımı da beraberinde getirmiştir. Oysa, resimsizliğe katılıyorum ama nesirsizlik diye bir problemimiz yok. Yani Ortaçağ’da şiir tabiatıy-la çok baskın, tabiatıyla bu türde çok daha fazla örnek var ama hayıfla-nacak durumda da değiliz nesir bakımından. Orada da yeteri kadar ör-nekle karşı karşıyayız. Bir başka güncel meseleyle ilişki kurarak konuşmamı tamamlayaca-ğım. Ben bir ay kadar önce İstanbul’da bir toplulukta “Türkiye’de yeni-den yapılanma” diye bir konuşma yaptım. O konuşmanın içerisinde de “muhafazakâr kanat normları oluşturulmalıdır” diye bir cümle sarf et-tim. Bu konuşmanın bütün öbür boyutu göz ardı edilerek bu cümle öne çıktı ve bir aydır da tartışılıyor. Fakat burada iş büyük ölçüde din-sanat ilişkisi, muhafazakârlığı ben tamamen progresif anlamda kullandım.

29663

2012

Ö m e r Ç A K I R

Oysa muhafazakâr kelimesinin Türkçeye bir de “tutucu” diye çevrilen bir karşılığı var. Daha çok o boyut üzerinden yürüdü tartışma ama dik-kat çekmek istediğim husus şu: Arkadaşlar bu meseleler, bakın “şöyle söylendi, böyle söylendi” falan ama toplumun sanki buna ihtiyacı var-mış gibi bir aydan beri bu mesele tartışılmaya devam ediliyor. Öyle gö-rülüyor ki daha da tartışılacak. Ama bu tartışmanın, mesela daha kül-türel bir boyutta yürümesi geleneği henüz Türkiye’de yok. Keşke divan şiiri mesela bu meselede çok daha fazla gündeme gelse. Bizim mimar-lık tarihimiz çok daha gündeme gelseydi. Buradan çok daha önemli bir mesajı özellikle genç arkadaşlara vermek istiyorum: Arkadaşlar öyle bir sürece giriyoruz ki bizim klasik kültürümüz şu veya bu biçimde önü-müzdeki günlerde bugünkünden çok daha fazla önem kazanacak. Sa-yın Horata bahsetti, bunun dibe vurduğu dönemler oldu. Yeniden baş-ka bir bağlamda ele alıyoruz, başka bir biçimde değerlendiriyoruz. Yani öyle bir dönem geliyor ki –hakikaten genç arkadaşlara söylüyorum- bu işin tadını çıkarabileceğiniz ve mesleğinizi çok daha keyif ile icra ede-bileceğiniz bir yaklaşım söz konusu. Ama bunun için gerekli donanıma sahip olmanız lazım. Önünüzde güzel bir örnek var. Sayın Prof. Dr. İs-kender Pala bu bilgiyi farklı noktalara taşıyarak hem topluma çok bü-yük katkılarda bulundu, hem manevi hemde maddi bakımdan tatmin olacak imkanlar elde etti. Bunu çok daha geliştirebilecek ortamlar ge-liyor, şartlar geliyor. Ama bu şartlarda siz gerekli, önemli aktörler ola-bilirsiniz. Yoksa imkanlar ortalıkta gezer de sizin payınıza çok fazla bir şey düşmeyebilir.Ben bütün bu konuların önümüzdeki günlerde Türk kültürüne çok ciddi katkılar sağlayabilecek yeni yaklaşımlar doğuracağını bir kez daha ifade etmek istiyorum. Sayın Horata’ya, sayın Aksoyak’a ve onların etrafında-ki diğer arkadaşlara katkıları dolayısıyla tekrar teşekkür ediyorum. Çok uzamadan nesirle ilgili çalışmayı da bir bağlamda ele alabilirsek bun-dan memnun olacağımı da ifade etmek istiyorum. Teşekkür ederim.”

Açış konuşmalarının ardından çalıştay 1. oturumuna geçildi. Başkanlığını Prof. Dr. İskender Pala’nın yaptığı söz konusu oturuma sırasıyla Prof. Dr. Hakan Karate-ke, Doç. Dr. Fahri Uluer ve Hilmi Yavuz konuşmacı olarak katıldılar.

Prof. Dr. Mehmet Arslan’ın başkanlığında yapılan II. oturumda sırasıyla, Doç. Dr. Edith Ambros, Prof. Dr. İlhan Genç ve Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali Tökel konuş-malarını sundular.

Öğleden sonra yapılan III. oturumun başkanlığını ise Doç. Dr. Fatma Sabiha Kutlar üstlendi. Söz konusu oturuma sırasıyla Prof. Dr. Semih Tezcan ve Yrd. Doç. Dr. Tuba Durmuş konuşmacı olarak katıldılar.

Birinci günün IV. ve son oturumu Prof. Dr. Ahmet Kartal başkanlığında gerçek-leştirildi. Bu oturumda sırasıyla Prof. Dr. İsmail Hakkı Aksoyak, Prof. Dr. M. Fatih Köksal ve Yrd. Doç. Dr. Furkan Öztürk konuşmalarını sundular.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

297632012

28 Nisan Cumartesi günü gerçekleşen çalıştayın ikinci gününde Prof. Dr. Fat-

ma Sabiha Kutlar V. Oturumun başkanlığını üstlendi. Prof. Dr. Süleyman Çaldak,

Yrd. Doç. Cafer Mum, Yrd. Doç. Dr. Özer Şenödeyici, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Ay-

dın ve Yrd. Doç. Dr. Halil Çeltik söz konusu oturuma konuşmacı olarak katıldılar.

Çalıştayın VI. ve son oturumu Dr. Mehmet Kalpaklı’nın başkanlığında gerçek-

leştirildi. Oturumda sırasıyla Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Mehmet Arslan,

Prof. Dr. Atabey Kılıç ve Doç. Dr. Ömer Zülfe konuşmalarını sundular.

29863

2012

Ö m e r Ç A K I R

Her bir oturumun sonunda soru-cevap, tartışma ve eklemelere yer verilen ve az sayıda dinleyicinin yer aldığı Divan Şiirinin Dili Uluslararası Çalıştayı sonun-da katılımcılar genel bir değerlendirmede bulundular. Çalıştay, Prof. Dr. Osman Horata’nın kapanış konuşmasıyla sona erdi. Çalıştay boyunca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın İsen ve Merkezimiz Başkanı Sayın Horata katılımcılar onu-runa birer akşam yemeği verdiler.

8. Türkçe Konuşma Yarışması (14 Mayıs 2012)

Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi 2004 yı-lından bu yana “Karamanoğlu Mehmet Bey’i Anma” amacıyla bir dizi etkinlik gerçekleştirmektedir. Söz konusu etkinlik çerçevesinde 14 Mayıs 2012 tarihinde

Ankara’da gerçekleştirilen 8. Türkçe Konuşma Yarışması, Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi ile aynı Üniversitenin Türkiyat Araş-tırmaları Enstitüsü işbirliğiyle düzenlendi.

Atatürk Kültür Merkezinin de katkıda bulunduğu 8. Türkçe Konuşma Yarışması, açış konuşmalarının ardından yarışmacıların etkileyici performanslarıyla ve son-rasında Hacettepe TÖMER öğrencilerinin söylediği birbirinden güzel Türkçe şar-kılarla renklendi.

Yarışmanın ilk bölümünde, birinci Hacettepe Üniversitesi’nden Begayım Akıl-bekova (Kırgızistan) olurken, ikinci Gazi Üniversitesi’nden İmanmagzam Janat

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

299632012

(Moğolistan), üçüncü ise Hacettepe Üniversitesi’nden Rasul Valeev (Tataristan) oldu.

Yarışmanın ikinci bölümünde ise birinci Gazi Üniversitesi’nden Sarwar Hatif (Afganistan), ikinci Ankara Üniversitesi’nden Emir Misini (Kosova), üçüncü ise Gazi Üniversitesi’nden Khamis Süleiman (Kenya) oldu.

Yarışmanın sonunda Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nun verdiği konserle bu gü-zel etkinlik sona erdi.

Osmanlı Şiirinin Hazineleri: Mecmualar ve Cönkler

Çalıştayı (30 Haziran 2012)

Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığınca “Osmanlı Şiirinin Hazineleri: Mecmualar ve Cönkler” konulu bir çalıştay yapıldı. 30 Haziran 2012 tarihinde Ankara’da ger-çekleştirilen çalıştaya Eski Türk Edebiyatı sahasında çalışmalarıyla tanınmış 39 bilim insanı katıldı.

Çalıştay açılışında konuşan Merke-zimiz Başkanı Prof. Dr. Osman Horata şunları söyledi:“Değerli arkadaşlar, öncelikle hepi-nize “Günaydın” diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Bu toplantı-nın elbette değişik öğeleri konuşu-labilir ama bir “Eski Türk Edebiya-tı” meslektaşınız olarak benim için öncelikle vurgulanması gereken, böylesine değerli meslektaşlarımı böyle bir toplantı vesilesiyle mi-safir edebilmem. Bu bakımdan bu onuru bizlere yaşattığınız için Ata-türk Kültür Merkezi Başkanı olarak hepinize çok teşekkür ediyorum.Bu toplantı bir sempozyum değil, bir çalıştaydır. Dolayısıyla meslek-taşlarımızla sohbet havasında, bir

sorunu birlikte tartışmaya, bu konuda yapılabile-ceklerle ilgili bir yol haritası ortaya koymaya çalışacağız. Yaklaşık 1983 yılından beri (bel-ki hepimiz aynı yıllarda akademik hayatımıza atıldık) hemen hemen 30 yıldır bu alanın içindeyiz. Geriye baktığımız zaman bu alandaki en bü-yük eksikliklerden birisinin ekip çalışması yapmamak olduğunu gör-dük. Çünkü hepimiz bireysel açıdan bir alanın uzmanı olarak çalıştığı-mızda yapabileceklerimiz sınırlı olduğunu biliyoruz. Ama ekip çalışma-sı yapmak için de elbette meslektaşlarımıza bu tür ortam ve uygun şart-ların hazırlanması gerekiyordu. Bu vesileyle ben değişik bir takım pro-

30063

2012

Ö m e r Ç A K I R

jeler içerisinde bulundum. Şu anda birçok projeyi arkadaşlarımla bir-likte yürütüyorum. Orada şunu gördüm: Türkiye’de gerçekten son de-rece iyi yetişmiş, alanına, topluma ve ülkesine bir şeyler verme kaygı-sında olan önemli bilim insanları var. Eğer bunları bir araya getirebi-lirsek kalıcı birçok eserin ortaya çıkarılabileceğine inanıyorum. Bu ba-kımdan Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı olarak öncelikli misyonumu-zun, “Türkiye’deki üniversitelerin birikiminin bilim dünyasına kazandı-rılma noktasında neler yapılabilir?” konusuna cevap bulabilmek oldu. Bu bakından geldiğimiz günden itibaren üniversitelerimizle yakın işbir-liği içerisinde çok sayıda etkinlik gerçekleştirdik ve her geçen gün ger-çekleştirmeye de devam ediyoruz. Bu güçlerin birleştirilmesi üniversi-telerimiz açısından da, bilim dünyamız açısından da kalıcı çalışmalara vesile oluyor. Bu konu sayın Prof. Dr. M. Fatih Köksal tarafından orta-ya atıldığı zaman son derece önemli bir çalışma olduğunu gördüm ve bu konuyu Atatürk Kültür Merkezinin işbirliği ve desteğiyle yürütmenin son derece yararlı olduğuna karar verdik ve bu toplantımızı oluşturduk. İnşallah bu toplandı daha sonra karşılıklı ve bir sınıf havası içerisinde görüşlerimizi ortaya koyarak bundan sonraki hareket tarzımızı daha net bir şekilde ortaya koyacağımızı düşünüyorum. Bundan sonra da birçok üniversiteden bu konuya katkıda bulunacak birçok arkadaşımız olacak. Bağlı bulunduğumuz Atatürk Yüksek Kurumu içerisinde Bütünleşik Bil-gi Sistemi alt yapısı oluşturuldu. Düşündüğümüz şeylerden biri, bili-yorsunuz Türkiye’de bilgi üretimi konusunda Üniversitelerimizin sayısı-nın artmasına paralel olarak son derece verimli bir ortam mevcut. Ama aynı başarıyı ne yazık ki bilginin tasnifi ve dağıtımında gösteremiyoruz. Bunu klasik yöntemlerle de yapmak maalesef mümkün değil. Bu kadar bilgi üretimi içerisinde, bilgisayar ve dijital ortamın imkanlarından ya-rarlanmanın öncelikli olduğunu düşünüyorum. Dünyadaki gelişmele-re uygun olarak Kurumumuzda gerekli alt yapıları oluşturduk. İnşallah bu konudaki çalışmalarımız bundan sonra da devam edecektir. Sosyal bilimlerle ilgili bütün bilgilerin bibliyografik dökümünden atasözleri-ne kadar belirli kaynakların WEB ortamında tasnif edilerek okuyucula-ra sunulmasına kadar Türk kültürüyle ilgili aklınıza gelecek her konuda önemli bir veri tabanı oluşturma çabası içerisindeyiz. Ümit ediyorum ki bu proje de bu veri tabanının parçalarından biri olacaktır. Bununla ilgi-li olarak teknik altyapı sorunumuz bulunmamaktadır. Alanının uzmanı arkadaşlarımız meslektaşlarımıza hizmet etmek için bekliyorlar. İnşal-lah bu kadar büyük bir hazineyi, şiir mecmualarını bilim dünyasına ve kültür hayatına en etkin bir şekilde bu yolla sunabileceğimizi düşünü-yorum. Bu projenin ayrıntılarını tam olarak bildiğim söylenemez. O ba-kımdan sözü fazla uzatmak istemiyorum. Değerli meslektaşımız Sayın Köksal’a bu konudaki amaçlarını, proje-nin içeriğini anlatması için birazdan kendilerine söz vereceğiz. Ama bir

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

301632012

kez daha şunu özellikle vurgulamak istiyorum. Bizler zamanında teklif edildiği takdirde (en azından bir yıl öncesinden) Atatürk Kültür Merke-zi olarak üniversitelerimizden gelecek her türlü teklife açık olduğumu-zu özellikle bir kez daha burada vurguluyorum. Bu güzel toplantımı-zı onurlandırdığınız için bir meslektaşınız olarak hepinize çok teşekkür

ediyor ve bütün katılımcı arkadaşlarıma başarılar diliyorum.”

Daha sonra kürsüye gelen Ahi Evran Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. M. Fatih Köksal, “Şiir Mecmualarının ve Cönklerin Muhtevalarının Tespiti İçin Ya-pılacak Akademik Çalışmalarda Ortak Yaklaşımlar” konulu bir sunumda bulundu.

Çalıştay dört oturumda gerçekleştirildi. Öğleden önce yapılan I. Oturum Prof. Dr. Mehmet Arslan’ın başkanlığında gerçekleştirildi. Dr. Mehmet Gürbüz ve Dr. İncinur Atik Gürbüz’ün yazmanlığını yaptığı söz konusu oturumda sırasıyla Prof. Dr. Hatice Aynur, Yrd. Doç. Dr. Semra Tunç, Prof. Dr. İsmail Hakkı Aksoyak, Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya ve Yrd. Doç. Dr. Ahmet Tanyıldız konuşmacı olarak katıldılar.

Prof. Dr. Adem Ceyhan’ın başkanlığında yapılan II. Oturuma sırasıyla Prof. Dr. Yaşar Aydemir, M. Sabri Koz, Yrd. Doç. Dr. Ozan Yılmaz, Prof. Dr. Sebahat Deniz ve Doç. Dr. Şahin Köktürk konuşmacı olarak katıldılar. Söz konusu oturumun yaz-manlığını Yrd. Doç. Dr. Ahmet Doğan ve Araştırma Görevlisi Kâmil Ali Gıynaş üst-lendiler.

Öğleden sonra yapılan III. Oturum Prof. Dr. Hanife Dilek Batislam’ın başkanlı-ğında yapıldı. Yrd. Doç. Dr. Mücahit Kaçar ve Yrd. Doç. Dr. Özer Şenödeyici’in yaz-manlığını üstlendiği söz konusu oturuma sırasıyla Prof. Dr. İsmail Görkem, Yrd. Doç. Dr. Murat Karavelioğlu, Prof. Dr. Ahmet Kartal, Yrd. Doç. Dr. Rifat Kütük ve Prof. Dr. Ömür Ceylan konuşmacı olarak katıldılar.

30263

2012

Ö m e r Ç A K I R

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

303632012

30463

2012

Ö m e r Ç A K I R

Her bir oturumun ardından soru, teklif ve tartışmalara yer verildi.Çalıştayın IV. ve son Oturumu Prof. Dr. M. Fatih Köksal’ın başkanlığında gerçek-

leştirildi. Söz konusu oturumda çalışma grupları oluşturularak çalıştay sonucu ve karar metni üzerinde çalışıldı.

Osmanlı Şiirinin Hazineleri: Mecmualar ve Cönkler Çalıştayına ilişkin Değer-lendirme Oturumu Prof. Dr. Osman HORATA, Prof. Dr. Abdulkadir Gürer, Prof. Dr. İsmail Görkem, Prof. Dr. Zehra Toska ve Prof. Dr. Ali İhsan Öbek’in katılımlarıy-la gerçekleştirildi.

Değerlendirme Oturumunun ardından Çalıştaya ilişkin sonuç ve karar metninin okunmasıyla toplantı sona erdi.

Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Sayın Prof. Osman Horata, katılımcılar onuruna Cuma günü bir akşam yemeği verdiler.

3 (rd) Azarguiel School of Astronomy - “A Bridge

Between East and West” Konulu

Uluslararası Toplantı (8-15 Temmuz 2012)

İstanbul Kültür Üniversitesi öncü-lüğünde Atatürk Kültür Merkezi ve İs-lam İşbirliği teşkilatı (OIC) işbirliğiyle, 3 (rd) Azarguiel School of Astronomy – “A Bridge Between East and West” (Doğu ve Batı Arasında bir köprü) temalı ulus-lararası bir yaz okulu düzenlendi.

8-15 temmuz 2012 tarihleri arasın-da İngilizce düzenlenen Uluslarara-sı 3. Azarguiel Astronomi Yaz Okulu, İstanbul’da İstanbul Kültür Üniversite-si Ataköy Kampüsünde gerçekleştirildi. Yaz okulunda Cezayir, Bulgaristan, Mı-sır, Hindistan, İran, Irak, İtalya, Ürdün, Lübnan, Litvanya, Makedonya, Fas, Ni-jerya, Romanya, İspanya, Sudan, Tunus, Ukrayna ve Türkiye’den katılan 50’ye ya-kın lisansüstü ve doktora öğrencisi ile 10 uzman eğitmen arasında kültürel alışve-

riş teşvik edilerek gelecekteki araştırma faaliyetleri için işbirliği zemini hazırlandı. Astronomi konusunda uluslararası üne sahip uzman eğitmenlerin bir hafta bo-

yunca, galaksi dışı astronomi, kozmoloji, gözlemsel ve teorik astrofizik ve yıldız fi-ziği üzerine dersler verdiği, öğrencilerin de öğleden sonraki derslerin bitiminde kendi hazırladıkları tebliğleri sundukları 3. Azarquiel Uluslararası Astronomi Yaz

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

305632012

30663

2012

Ö m e r Ç A K I R

Okulu’nda Türk-İslam bilim insanlarının astronomi bilimine katkısı üzerinde de önemli ölçüde duruldu.

Yaz okulunda ayrıca popüler astronomi ve bilim tarihi üzerine halka açık kon-feranslar da düzenlendi. Bu dersler ve etkinlikler ayrıca www.tnatv.tv genel ağın-dan da canlı olarak yayınlandı. Yaz okulu, Doğu ve Batı arasında tarihsel ve kültü-rel bağlantıların jeopolitik merkezi olarak kabul edilen İstanbul’un, ders dışında düzenlenen kimi kültürel faaliyetlerle öğrenci ve öğretmenlere daha yakından ta-nıtılmasına da imkan sağladı.

Batılı bilim tarihçileri arasında Azarquiel olarak tanınan Endülüs asıllı Arap Astronom Ebu İshak İbrahim el-Zerkali adına düzenlenen yaz okullarının ilki 2010 yılında İspanya’nın Granada kentinde, ikincisi ise 2011 yılında Lübnan’da Beyrut Amerikan Üniversitesinde gerçekleştirilmiştir.

Sekizinci Uluslararası Türk Kültürü Kongresi

Hazırlıkları Başladı

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, iletişim teknolojilerindeki baş döndürü-cü gelişmeler ve tüm dünyayı etkisi altına alan küreselleşme süreci, toplumların kültürleri üzerinde hızlı ve köklü dönüşümlere yol açmıştır. Bu sürecin, bir taraf-tan kültürel gelişimin önünü açarken bir taraftan da kültürel renklerin birer birer yok olmasına ve tek bir kitle kültürünün oluşmasına doğru gitmesi, kültürel mi-rası yaşatmaya dönük ulusal ve uluslararası çabaların artmasına sebep olmuştur.

Bu sebeple, Atatürk Kültür Merkezince dört yılda bir düzenlenen Uluslarara-sı Türk Kültürü Kongrelerinden sekizincisi, “kültürel miras” konusuna ayrılmış-tır. Kongre, “2013 Türk Dünyası” ve “Somut Olmayan Kültürel Miras” başkenti ilan edilen Eskişehir’de yapılacaktır.

Kongre ile ülkeler arasındaki büyük rekabette kültürün siyasi ve ekonomik güç kadar önem kazanmaya başladığı bu süreçte, batıdan doğuya geniş bir alana ya-yılan Türk kültür coğrafyasında, disiplinler arası bir yaklaşımla, kültürel ve doğal mirası bekleyen tehdit ve fırsatları ortaya koymak, kültürün ekonomik ve endüst-riyel boyutunu ele almak, kültürel ve doğal mirasın korunması, yaşatılması, tanı-tılması, araştırılması konusundaki tarihî ve güncel tecrübeyi tartışarak günümüze ve geleceğe ışık tutulması amaçlanmıştır.

Atatürk Kültür Merkezince 2013 yılında, 23-27 Ekim tarihleri arasında Eskişehir’de düzenlenmesi planlanan Sekizinci Uluslararası Türk Kültürü Kong-resi, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir Valiliği ve UNESCO Türkiye Millî Komisyonu işbirliğiyle gerçekleştirilecektir.

Kongre bildiri konuları, kültürel ve doğal miras (kaybolmakta olan tarihî ve kül-türel miras, tarihî ve kültürel mirasın araştırılması, kentsel/kırsal yerleşim kültürü ve kültürel miras, şehir planlama, mimari ve kültürel miras, tehlike altındaki do-ğal miras, doğal mirasın korunması: örnek çalışmalar ve sorunlar, doğa harikaları,

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

307632012

millî parklar kültür rotaları ve yolları vd.); kültür politikaları ve yönetimi (kültürel hedefler ve politikalar, sürdürülebilir kültürel kalkınma, kültürel ilişkiler: mede-niyetler ittifakı /çatışması, kültür yönetimi, kültürel göstergeler, kültürel sistem-ler, kültür bütçeleri, kültürel destekler, uluslararası kurumlar vd.); kültürel miras ve kimlik (müzik ve kültürel kimlik, giyim ve kültürel kimlik, sanat ve kültürel kim-lik, ulusal kimlik ve kültürel kimlik, kültürel miras ve insan hakları, kültürel imge-ler, kültürel devamlılık: çağdaş kültür, sanat ve edebiyatta kültürel miras, Kültürel etkileşim ve değişim vd.); kültürel mirasın korunması, hayata kazandırılması ve tanıtılması (kültürel varlıkların tescili ve envanteri, kültürel mirasın sürdürülebil-mesi, kültürel çeşitliliğin korunması, kültürel miras ve hukuk: yerlerinden edilen kültür varlıklarının iadesi, koruma süreçleri ve restorasyon, müzecilik, kütüphane-cilik ve koleksiyonculuk, tarih ve kültür parkları, kültürel mirasın tanıtılması, kül-türel etkinlikler ve serileme mekânları vd.); kültür ekonomisi ve endüstrisi (kültür ekonomisi, kültür endüstrisi, kültür turizmi, eko-turizm, kültür merkezleri/tesisle-ri, markalaşan mekanlar, kültürel miras ve ekonomik kalkınma, kültürel talepler, kültürel tasarımlar vd.) ana ve alt başlıklarından oluşmaktadır.

Kongre Onur Kurulunda, Prof. Dr. Nabi Avcı, Prof. Dr. Davut Aydın, Prof. Dr. Ha-san Gönen, Prof. Dr. Mustafa İsen, Dr. Kadir Koçdemir ve Prof. Dr. Bahaeddin Ye-diyıldız gibi önemli isimler yer alıyor.

Kongre Bilim Kurulu, Prof. Dr. Hakkı Acun, Doç. Dr. Serhan Ada, Prof. Dr. Nur Akın, Prof. Dr. Erol Altınsapan, Prof. Dr. Fatih Andı, Yrd. Doç. Dr. Öznur Aydın, Prof.

Dr. Ömür Bakırer, Prof. Dr. H. Örcün Barışta, Prof. Dr. Recep Boztemur, Doç. Dr. Sevim Budak, Prof. Dr. Bekir Deniz, Prof. Dr. Mehmet Çubuk, Prof. Dr. İsmail Do-ğan, Prof. Dr. Metin Ekici, Prof. Dr. Cevat Erder, Doç. Dr. Murat Erdoğan, Prof. Dr. Ayşe Gündüz Hoşgör, Prof. Dr. Vacit İmamoğlu, Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar, Prof. Dr. Nilgül Karadeniz, Prof. Dr. Songül Karahasanoğlu, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Prof. Dr. Recep Kılıç, Doç. Dr. Emine Koca, Prof. Dr. Nebi Özdemir, Prof. Dr. Metin Öz-kul, Prof. Dr. Günsel Renda, Prof. Dr. Turan Sağer, Yrd. Doç. Dr. Nuran Say, Doç. Dr. Ceylan Tokluoğlu, Prof. Dr. Gül Tuncel, Yrd. Doç. Dr. Nalan Türkmen, Prof. Dr. Ahmet Nezihi Turan, Prof. Dr. Ali Uçan, Prof. Dr. Filiz Yenişehirlioğlu ve Prof. Dr. Berin Yurdadoğ gibi alanlarında söz sahibi, yetkin bilim insanlarından oluşturul-muştur.

Kongre Düzenleme Kurulu ise şu isimlerden oluşmaktadır: Prof. Dr. Osman Ho-rata (Başkan) Doç. Dr. Erhan Afyoncu, Prof. Dr. Ahmet Bülent Alaner, Doç. Dr. Ay-şegül Aydıngün, Prof. Dr. Halit Çal, Prof. Dr. Şule İnankul Karaaslan, Yrd. Doç. Dr. Kemal Reha Kavas, Doç. Dr. Fatma Koç, Prof. Dr. Muhsin Macit, Prof. Dr. Öcal Oğuz ve Prof. Dr. Zeynep Yasa Yaman.

Kongre takvimi ve Kongreye ilişkin diğer bilgilere www.akmb.gov.tr internet ad-resinden ulaşılabilir.

30863

2012

Ö m e r Ç A K I R

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı

Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’ın görevi sona erdi.

Yaklaşık üç yıldır Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığını yürü-ten Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’ın emeklilik nedeni ile Yüksek Kurum Başkan-lığı görevi sona erdi.

Görev süresi içerisinde birçok önemli çalışmaya imza atan Yediyıldız, başta Teşkilat Kanunu olmak üzere, Bütünleşik Bilgi Sistemi, Çeviri Hareketi ve Burs Si-teminin mimarı oldu. Çalışma süreci içerisinde Kurumun yeniden canlanıp ger-çek işlevine kavuşması için yoğun çaba sarf eden Bahaeddin Yeddiyıldız, hayata geçirdiği kurumsal ve sosyal ilişkiler sayesinde Yüksek Kurumun bağlı bulundu-ğu Bakan ve Devletin zirvesinin desteğini alarak, unutulan Kurumun yeniden can-lanmasını sağladı.

Yediyıldız’ın emekliliği nedeni ile Kurumda bir veda programı düzenlendi. Veda programına başta Yönetim Kurulu Üyeleri Prof. Dr. Osman Horata, Prof. Dr. Cez-mi Eraslan, Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin, Prof. Dr. Mehmet Metin Hülagü, Prof. Dr. İskender Pala, Prof. Dr. M. Fatih Andı, Prof. Dr. Recep Toparlı, Doç. Dr. Erhan Af-yoncu ve Yüksek Kurum Başkan Yardımcıları Dr. Nazif Öztürk ve Zeki Eraslan’ın yanı sıra birim amirleri de katıldı.

Program Yediyıldız’ın hayat hikâyesini fotoğraflar eşliğinde anlatan bir sunum ile başladı. Sunumun ardından Kurum adına bir konuşma yapan Dr. Nazif Öztürk, sosyal tarihçiliğin öncülerinden olan Yediyıldız’ın dolu, dolu ilmi bir hayatı oldu-

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

309632012

ğuna vurgu yaptı. Nazif Öztürk, bilim adamının emekliliğinin olmadığını belirte-rek, Yediyıldız’dan bilgi birikimini genç kuşaklarla paylaşacağı yeni ve özgün eser-ler beklediğini söyledi. Öztürk, Kurum için yaptığı özverili ve faydalı çalışmalar için Bahaeddin Yediyıldız’a teşekkür ederek, günün hatırasına Yüksek Kurum çalı-şanları adına bir köstekli saat ve tespih hediye etti.

Yönetim Kurulu üyeleri yaptıkları kısa konuşmalarda Bahaeddin Yediyıldız’ın çalışkanlığına, irade sahibi oluşuna ve ilkeli kişiliğine vurgu yaptılar ve armağan-lar sundular. Yüksek Kurum Başkan Yardımcısı Zeki Eraslan da kısa bir konuşma yaparak, Yediyıldız’ın akademisyen kişiliğinin yanında analitik düşünen ve huku-ka oldukça saygılı örnek bir yönetici olduğunun altını çizdi.

Yediyıldız yaptığı veda konuşmasında, kendisi hakkında söylenen sitayişkar sözlerden dolayı Kurum Başkanları, Yönetim Kurulu Üyeleri ve diğer mesaî ar-kadaşlarına teşekkür etti. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna atandı-ğı günden itibaren Kurum için hep iyi şeyler yapma gayreti içinde olduğunu be-lirten Yediyıldız, önemli çalışmalara imza atıldığını, kendisinden sonra da bunla-rın devam ettirilerek hedeflenen amaca ulaşacağına inancının tam olduğunu söy-ledi. Görev süresi içerisinde yoğun bir mesaî ile çalışmaları sürdürdüklerini be-lirten Yediyıldız, bu sürece destek olanlara teşekkür ederek çalışma arkadaşların-dan helallik istedi.

Kurum personeli olarak bizler de Bahaeddin Yediyıl-dız hocamıza yap-tıkları öz-verili çalış-malardan dolayı teşekkür ediyor; gelecek yaşamında ailesi ve sevenle-ri ile birlikte sağlıklı ve huzur dolu bir yaşam diliyoruz.

Yeni Çıkan Yayınlarımız

7. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi, (Bildiriler) 4 Cilt, 2011, Konya. “Türk ve Dünya Kültüründe İstanbul” konulu 7. Ulusla-rarası Türk Kültürü Kongresi’nde dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan ve her köşesinde bir tarihin saklı olduğu, “kentsel bir metin” İstanbul, tarihî ve kültürel boyutuyla Roma’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne ve geleceğe uzanan çizgide disiplinler arası bir yaklaşımla okun-maya çalışılmıştır ve kongre amaçlanan hedefine ulaşmıştır. Kongreye 102’si Türkiye dışındaki 36 fark-lı ülkeden olmak üzere toplam 350 bilim insanı ka-tılmıştır. Kongre bildirileri; “İstanbul Tarihi veya Me-deniyetlerin Buluşma Noktası Olarak İstanbul”; “Ya-şamın İstanbulcası ve İstanbul’da Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumları”; “Edebiyat ve Folklorda İstanbul”;

“İstanbul’da Sanat: Mimari, El Sanatı, Resim, Müzik” olmak üzere 4 cilt olarak bi-lim ve kültür hayatına sunulmuştur.

31063

2012

Ö m e r Ç A K I R

Osmanlılar’da Bilim ve Teknoloji (Cilt I), Melek Do-say Gökdoğan Remzi Demir Yavuz Unat, 2011, Kon-ya. Osmanlı bilimi ve teknolojisinin kuruluş dönemi, ana çizgileriyle betimlenmiş ve özgün metinler ışı-ğında Osmanlı bilim tarihi yeni bir bakış açısıyla su-nulmuştur. Osmanlı bilimsel ürünleri incelenirken, bunların Antik Çağ’daki kaynakları da yeri geldikçe çerçeve bilgisi mahiyetinde verilmiştir. Her ana bö-lümün sonunda yer alan Doğu-Batı başlıklı kısım-larda, incelenen dönemde Avrupa’da ve Batı İslâm Dünyasında ortaya çıkan önemli gelişmeler hatırla-tılmıştır. Böylelikle, “Osmanlı Uygarlığı” olarak anı-lan bu kendine özgü medeniyetin bilimsel karakteri ortaya konmaya çalışılmıştır.

Bilinmeyen Bir Türk Ulusu Kayânîler, Mehmet Bayraktar, 2011, Konya. Bilinen en eski kaynaklara dayanılarak hazırlanan bu kitapta Kayânîlerin köken itibariyle Türk soylu bir millet olduğu gösterilmiş-tir. Ayrıca Kayânîlerin tarihi, coğrafyası ve kültürleri hakkında bilgiler verilmiştir. Konusu itibariyle eser, Türkiye’de bir ilktir; içerisinde işlenen bazı özel ko-nular ve fikirler bakımından da bilim dünyasında da ilktir.

Arış Dergisi, Sayı 5 / Türk Dünyasında Halı ve Düz Dokuma Sempozyumu Özel Sayısı-1 , Sayı 5, Mart 2011.

Atatürk Kültür Merkezinden Haberler

311632012

Arış Dergisi, Sayı 6 / Türk Dünyasında Halı ve Düz Dokuma Sempozyumu Özel Sayısı-2, Mart 2011.

Arış Dergisi, Sayı 7 / Türk Dünyasında Halı ve Düz Dokuma Sempozyumu Özel Sayısı-3, Mart 2012.

ERDEMAtatürk Kültür Merkezi Dergisi

Yayın İlkeleri

Atatürk Kültür Merkezi tarafından yayımlanan Erdem, bilim, kültür ve sanatla ilgili, özgün, bilimsel makalele-re yer veren, uluslararası hakemli bir dergidir. Nisan, Ağustos ve Aralık aylarında olmak üzere yılda üç sayı ya-yımlanır. Yayımlanacak yazıların bilimsel araştırma ölçütlerine uyması, alana bir yenilik getirmesi, başka yer-de yayımlanmamış olması şartı aranır. Bilimsel bir toplantıda sunulmuş bildiriler, yayımlanmamış olmak şar-tıyla kabul edilebilir.Yazıların Değerlendirilmesi• Erdem’e gönderilen yazılar, yayın kurulunca dergi ilkelerine uygunluk açısından incelenir. İlkelere uygun bu-lunanlar, iki hakeme gönderilir. Hakem raporlarından biri olumlu, diğeri olumsuz ise üçüncü bir hakem be-lirlenir. Yazarlar, hakemlerin önerilerini dikkate alırlar; fakat katılmadıkları hususlara itiraz etme hakkına sa-hiptirler.• Yayımlanmasına karar verilen yazılar sayfa düzenlemesi yapıldıktan sonra pdf fortamıyla yazarlara gönderilir. Yazar son okumayı yapar ve gerekli düzeltmeleri çıktı üzerinde göstererek dergiye geri gönderir.• Raporlar beş yıl süreyle saklanır.• Yazılardaki görüşlerin sorumluluğu yazarlarına aittir.• Yayımlanan yazılar için telif ödenir. Telifi ödenen yazının yayın hakları Atatürk Kültür Merkezi’ne devredilmiş sayılır. Bu devir, sanal ortamda yayımlanmayı da kapsar.• Yayımlanmayan yazılar iade edilmez.• Her yılın sonunda yıllık dizin hazırlanır ve sonraki yılın ilk sayısında yayımlanır. Yayın Dili• Erdem’in dili Türkçedir. Ancak başka dillerde yazılmış makalelere de yer verilebilir. Dergiye gönderilecek ya-zıların akademik dil kullanımıyla ilgili her türlü kusurdan arınmış olması gerekir. Yabancı dildeki yazıların bir anadili konuşurunca kontrol edilmesi önerilir.Yazım Kuralları ve Sayfa Düzeni• Yazılar A4 boyutunda (29.7x21 cm) kâğıda, MS Word veya MS Word uyumlu programlarla yazılmalıdır. Yazı karakteri olarak Times New Roman kullanılmalıdır. Yazılar 10 punto ve 1.5 satır aralığıyla yazılmalıdır. Sayfa ke-narlarında üçer cm boşluk bırakılmalı ve sayfalar numaralandırılmalıdır. Yazılar 25 sayfayı geçmemelidir. Özel fontlar kullanılmamalı, transkripsiyon işaretleri varsa, editörlük yapılabilecek şekilde belirtilmelidir. Makalede yer alan görsel malzemenin metinden ayrı olarak da, dosyalar halinde (JPG, TİFF gibi bilgisayar formatında) ek-lenmesi ya da orijinallerin yollanması gerekir.• Yazarın adı, soyadı büyük olmak üzere koyu, adresler ise normal harflerle yazılmalı; yazarın görev yaptığı ku-rum, haberleşme ve e-posta adresi belirtilmelidir.• En fazla 150 sözcükten oluşan, 9 puntoyla yazılmış Türkçe ve İngilizce özler, özlerin altında genelden özele doğru en az 4, en çok 8 sözcükten oluşan anahtar kelimeler verilmelidir.• Başlıklar kalın harflerle yazılmalıdır. Uzun yazılarda ara başlıkların kullanılması okuyucu açısından yararlıdır. Ana başlıkların, 1., 2., ara başlıklar, 1.1., 1.2., 2.1., 2.2., şeklinde numaralandırılması tavsiye edilir. Ana baş-lıkların tümü (ana bölümler, kaynaklar ve ekler) BÜYÜK İNCE HARFLERLE veya daha büyük puntoyla Kalın Kü-çük Harflerle yazılmalıdır. Ara ve alt başlıkların ise sadece ilk harfleri büyük yazılmalıdır. • Metin içindeki vurgulanması gereken ifadeler, eğik harflerle gösterilir, kalın karakter kullanılmaz. Hem eğik hem kalın veya hem eğik hem “tırnak” içinde vermek gibi çifte vurgulama yapılmaz.• Doğrudan alıntılar tırnak içinde verilir. Alıntılar 5 satırdan fazla olduğunda, paragraf girintisinden bir cm içe-riden başlatılmalı ve bir punto küçük yazılmalıdır.• Yazımda, özel durumlar dışında, TDK Yazım Kılavuzu esas alınır.Kaynak Gösterimi• Dipnot ve kaynakların yazımı konusunda, yöntem bakımından kendi içinde tutarlı olması, gazete, dergi ve ki-tap adlarının eğik ince, makale başlıklarının ise “tırnak” içinde, düz olarak yazılması ve sonda “kaynakların” ayrı-ca verilmesi kaydıyla yazarların tercihleri dikkate alınmakla birlikte; metin içindeki göndermelerin, yazarın so-yadı, yayın yılı ve gönderme yapılan sayfa olmak üzere parantez içinde aşağıdaki şekilde yazılması, dipnotların açıklamalar ve ek bilgiler için kullanılması önerilir:(Köprülü 1932: 120). Cümle içinde yazar adı geçmiş ise parantezde tekrarlanmasına gerek yoktur: Köprülü (1932: 10). eserinde...; “Tanpınar (1976: 120), şunları yazar...”Birden fazla yazarlı yayınlarda yazarlar metin içinde şu şekilde yazılır: (Öztürk vd. 2002).• Ulaşılabilir kaynaklarda ikincil kaynak kullanımından kaçınılmalıdır.• Bir yazarın aynı yılda yayımlanmış birden fazla yayını (1980a, 1980b) şeklinde gösterilir.• İnternet adreslerinde, parantez içinde tarih belirtilir.• Kaynaklar metnin sonunda, yazarların soyadına göre alfabetik olarak aşağıdaki şekilde yazılmalı; eserin ya-yınevi ve makalelerin sayfa aralıkları belirtilmelidir. Atıf yapılmayan çalışmalara Kaynaklar kısmında yer ve-rilmemelidir.Cunbur, Müjgân (1987), “Atatürk ve Milli Birlik”, Erdem, C.3, S. 7, s. 1-11.Ergin, Muharrem (1991), Dede Korkut Kitabı II, 2. bs. Ankara: TDK Yay.Öztuna, Yılmaz (2000), Türk Mûsıkisi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Ankara: AKM Yay.Dört ve daha fazla yazarlı yayınlar:Deny, Jean vd. (1959), Philologiae Turcicae Fundamenta I, Wiesbaden: Steiner Verlag.

ERDEMJournal of Ataturk Culture Centre

Publication Policy

Erdem, published by Ataturk Culture Centre, is an international, refereed journal that publishes original, scientific articles on science, culture and art. It is published thrice a year in April, August and December. The articles should be in accordance with scientific research criteria, original and not have been published elsewhere. Symposium papers may be accepted for publication if they are not published before.Conditions for Publication • The articles sent to Erdem are examined by the Editorial Board in terms of publication criteria. The articles that are in accordance with the publication criteria are sent to two referees. If one of the referee reports is positive and the other is negative, the article is sent to a third referee. The authors take referee suggestions into consideration but they have the right to oppose to the points they do not agree.• The articles accepted for publication are sent to the authors in pdf format after their page setup is done. The author reads the article for proof and makes necessary corrections on the print-out and sends it back.• Referee reports are kept for 5 years.• The ideas are under the author’s responsibility.• The authors are paid for their articles, and the copyright for published articles resides with Ataturk Culture Centre and this includes the publication of the article on the net.• Unpublished articles are not returned to authors.• Yearly index is prepared at the end of each year and is published in the first issue of the new year.Language• Erdem is published in Turkish. However, articles in languages other than Turkish may also be published. The articles sent to the journal shoud be free of language defects and should be in harmony with academic language use. It is recommended that the articles in foreign languages are checked for proof by native speakers.Principles of Typing and Page Setup• Articles should be written on A4 paper (29.7x21 cm.) and the required format is MS Word for Windows. Text should be written in Times New Roman font, 10 sized, 1.5 spaced throughout. Leave margins of 3 cm. from left and right and number all pages. Articles should not exceed 25 pages. Special fonts should not be used and if there are signs of transcription, they must be pointed out for editing.• The name and surname of the author should be written in bold letters (surnames should also be capitalized), addresses in normal letters, and the author’s affiliation , address and e-mail should be stated.• Abstracts in both Turkish and English, not exceeding 150 words, 9 sized, and a minimum of 4 or a maximum of 8 keywords, from the general to the specific, should be written.• Titles should be written in bold letters. It is better to use headings. Numerate headings as 1., 2., and subheadings as 1.1., 1.2., 2.1., 2.2.. All main headings should (parts, bibliography, appendix) either be written in CAPITAL NORMAL LETTERS or Bold Small Letters. Only the first letters of headings and subheadings should be capitalized.• The parts to be stressed in the text should be in italics, not bold. Both italics and bold or italics or “quotation marks” cannot be used at a time to stress.• Qoutations are written in quotation marks. Indent qoutations that exceed 5 lines 1 cm from the paragraph indent and write in 9 sized letters.• TDK Yazım Kılavuzu is to be taken as the basis for spelling except for special occasions.Bibliography• As long as the names of books and journals are written in italic/normal newspaper, letters, names of articles in “quotation marks”and “Bibliography” is given at the end of the article and footnotes and bibliography are given consistently throughout, authors’ preferences in terms of giving footnotes and bibliography are accepted. It is suggested that when it is necessary to indicate a source within the text, the surname of author, year of publication and page number should be included in parentheses as exemplified below and it is better to use the footnotes for further explanation and information:(Köprülü 1932: 120). If the name of the author is used in the sentence, there is no need to mention it in parantheses: Köprülü (1932: 10) in his work….; Tanpınar (1976: 120) says…”If the publication has more than one author, it is mentioned in the text as (Öztürk vd. 2002).• Avoid using secondary sources if you can reach primary sources.• If more than one publication of the same author published in the same year are referred to, give them as (1980a, 1980b).• Websites should be cited with the dates in parantheses.• Bibliography should be given at the end of the article. Bibliographical information is to be ordered in accordance with an alphabetical order of the surnames as exemplified below, and publisher of the works and page numbers of the articles should be stated. Works, that are not referred to in the text, should not be cited in the Bibliography.Cunbur, Müjgân (1987), “Atatürk ve Milli Birlik”, Erdem, C.3, S. 7, s. 1-11.Ergin, Muharrem (1991), Dede Korkut Kitabı II, 2. bs. Ankara: TDK Yay.Öztuna, Yılmaz (2000), Türk Mûsıkîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Ankara: AKM Yay. Works with four or more than four authors:Deny, Jean vd. (1959), Philologiae Turcicae Fundamenta I, Wiesbaden: Steiner Verlag.