Upload
others
View
10
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
KA
SIM 2012
145
145
Dergisi Hediyesi...
K A S I M 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
ZulümdenKaçınmak5018 Safranbolu
Evlerinin Sıcaklığı
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Elektronik Kamp 09-2012-ilan 22x31.pdf 1 19/09/12 3:45 PM
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
SANAYİDEN TURİZME KARABÜK
With the industrialization thrust launced in our country in 1930s, iron and steel industries, which were considered as the privileged sector, provided many job opportunities to the people here. Karabük became the 78th city of Turkey on 6th June 1995 by the combination of counties Ovacık, Eskipazar, Eflani, Safranbolu and Yenice.
Karabük is famous for its Safranbolu Houses as a tourist destination. In the construction of the city in Safronbolu both functionality and aesthetic concerns are given particular importance. It is also emphasized by the architects that Safranbolu Houses are designed as “environment- friendly”. Nature- human- house; street- house; street- downtown relations are quite systematic and balanced here, in Safranbolu.
FROM INDUSTRY TO TOURISM; KARABÜK
Karabük; Batı Karadeniz bölümünde, Araç ve Soğanlı Çaylarının birleşerek Filyos Çayı’nı oluşturduğu
noktada yer almaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın komutanlarından
olan Emir Karatekin, 1082 tarihinde Çankırı’yı fethettikten sonra, Karabük çevresinde bulunan kentlere
yönelmiş, 1084 tarihinde Eflani ve Safranbolu’yu ele geçirmiştir. Safranbolu ve çevresi 1416 yılında
Osmanlı egemenliğine girmiştir. Karabük Köyü ise Candaroğulları döneminden itibaren, kurulu olan
köyler arasında yer almıştır. İlk önceleri küçük bir yerleşim birimi olan Karabük, Ankara-Zonguldak
demiryolu üzerinde küçük bir istasyon konumunda iken, sanayileşme ile birlikte önemli bir merkez
haline gelmiştir.
Ülkemizde 1930’larda başlatılan sanayileşme hamlesinde öncelikli sektör olarak düşünülen Demir-
Çelik Endüstrisinin tesislerinin burada birçok insanımıza istihdam sağlamıştır.
Karabük, 6 Haziran 1995 tarihinde Ovacık, Eskipazar, Eflani, Safranbolu ve Yenice ilçelerinin
birleştirilmesiyle Türkiye’nin 78. İli olmuştur.
Karabük’e 35 km. mesafede olan Yenice’nin tarihi, bölgenin eski tarihi geçmişine benzer olup,
Selçuklular Döneminden itibaren önemli bir yerleşim yeri olmuştur. Yenice ormanları, tropik bölgeler
dışında, dünyada ender görülebilecek, birçoğu anıtsal boy ve kalınlığa ulaşmış ağaç türleri ile gerçek bir
ağaç müzesidir.
Karabük’ün güneyinde, il merkezine 36 km. uzaklıkta bulunan Eskipazar’da Proto-Hititler’den kalma
çok sayıda kaya mezarı ve tümülüs bulunmaktadır. Bu dönemden kalma, ilçeye 3 km. uzaklıkta kalıntıları
bulunan antik kent, en az 4 medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Üzerinde pek çok tapınak ve yazıtların
bulunduğu Asar Kalesi, Asar Tepesindeki Kaya Tünelleri, Roma Döneminden kalma kaya mezarları,
ormanları ve soğuk suyu ile ünlü Çetiören Mesire Yeri, Bayındır İçmecesi ve Soğanlı Çayında yetişen tatlı
su balığı, Eskipazar’ın ilgi çeken değerleridir.
Karabük ilimizin ismini en çok dünyaya yayan turizme yönelik tanıtım aracı Safranbolu Evleridir. İlçe
merkezinde 18. ve 19. yy. ile 20. yy. başlarında yapılmış yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi bulunmaktadır.
Safranbolu evlerinin “çevreye saygılı” olarak tasarlandığı günümüz mimarlarınca da sıklıkla vurgulanır.
Doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar
komşuya da saygı egemendir. Hiçbir ev diğerinin görüşünü engellemez. Akla ve insana dönük olarak
fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır.
Karabüklü dostlarımız başta olmak üzere ve bütün okuyucularımıza gönülden selamlar…
42
GÖNÜLDEN ÇIKTI ÂLEM - Hüseyin ALPSOY (10)
EL-MECÎD - Ramazan ALTINTAŞ (14)
EZAN - Sezai TAŞKIN (17)
MANEVÎ BİRLİKTELİK - Musa TEKTAŞ (22)
CÖMERTLİĞİN KAZANDIRDIKLARI - Kadir ÖZKÖSE (28)
ÖMÜR TÖRPÜSÜ - Ali Rıza MALKOÇ (31)
ŞUARA - Mehmet SERTPOLAT (37)
KUDÜS FATİHİ SELAHADDİN-İ EYYUBÎ - Resul KESENCELİ (38)
SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (45)
ALLAH DOSTLARI - Fatih ÇINAR (46)
ZULÜMDEN KAÇMAK - Abdullah KAHRAMAN (50)
İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI: BASİL ZAHAROFF - İsmail ÇOLAK (58)
KUTLU BİR EYLEM: HİCRET
ÖNCEKİLERİN GÜZELLİĞİ SONRAKİLERİN ATEŞLEYİCİSİ
06Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini takvim başı yap. Çünkü o, hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır.” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.
Onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi hayatlarında aynıyla tatbîk edelerken bunun farz veya başka bir şey olmasına bakmazlardı. Allah Rasûlü’nün bir şeyi emretmesi veya yapıyor olması onlar için yeterliydi.
Ali AKPINAR
Enbiya YILDIRIM
Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 326 615 30 73İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 344 223 35 00
Karabük 0 370 433 40 71Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 226 13 73Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 145 Kasım 2012Basım Tarihi: 01 Kasım 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Reklam MüdürüYusuf YILMAZ
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 192 dahiliyi arayınız.
3
32
54 62
GÖKTEKİ YILDIZLAR - Servet YÜKSEL (65)
TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE FİRDEVSÎ - Mustafa ÖZÇELİK (66)
ŞAKADAN ANLAMAYAN BİLİNÇALTI – Muharrem AKIN (70)
GİDEN GELMİYOR - Vedat Ali TOK (72)
EFENDİM - Celâlettin KURT (75)
EDİRNE VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)
BUNLAR ÇOCUK… PEKİ BİZ? - M. Emin KARABACAK (78)
YAR YOLUNDA - Raziye SAĞLAM (80)
ANJİNA VE KALP KRİZİ - Akın DİNDAR (84)
ANTEPFISTIĞI - Şifalı Bitkiler (86)
GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)
TÜRKLERDE ŞEHİRLEŞME
ISFAHANÎ’YE GÖRE ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ
SAFRANBOLU EVLERİNİN SICAKLIĞI
İSLÂM’DA İLK ÖĞRETMEN: MUS’AB B. UMEYR (R.A)
Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la şereflenmesinden hemen sonra, nasıl oluyor da varlıkları günümüze kadar gelen o muhteşem işlemeli eserleri inşa edebiliyorlar?
Isfahanî, öğretmen yahut hocayı öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani öğrencisi olmayan öğretmen ona göre çok verimli ve üretken olamaz.
Safranbolu bu evlerle kendi olmuştur. Ruhunu bu evlerin sofalarına katık yapmış, aklını bu evlerin aydınlığında huzura saklamıştır.
Tarihler Miladi 610 yılını gösterirken Peygamber Efendimize ilk vahiy indiğinde Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başlıyordu.
18
M. Doğan KARACOŞKUN
Meryem Aybike SİNANMehmet SOYSALDI
Muhsin İlyas SUBAŞI
Kasım 20124
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Yirmialtıncı Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
55
Ey Mü’minler, Ey Allâh’ın Sevgili Kulları!
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Allâh’ın sana verdiği kuvvet-
lerle âhiretini ara, âhiret için çalış, üzerine farz olan ibâdeti hakkıyla îfâ et, vazîfe-i
dîniyyeni güzelce yap, dünyâdan nasibini de unutma. Dünyâ için de çalış, sana ver-
miş olduğum kuvvetle; akıl, fikir, irâde ile; ilm ve irfân ile, mal ile dünyânı ma’mûr et.
Allâh’ın kullarına, din kardeşlerine, hısım ve akrabâna iyilik et. Verdiğim ni’metlerin
şükrünü böylece edâ et. Bir de, sakın yeryüzünde bi’z-zât veyahut bi’l-vâsıta fesâd çı-
karmaya çalışma! Muhakkak bil ki; Allâh müfsidleri sevmez.” (Kasas, 77.)
İnsanın hayırlısı; dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terk etmeyip
her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi
dünyâya sarılmalı, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmalıdır.
Cemâat-ı Müslimîn! Âhiretiniz için çalışın, dünyânızı da unutmayın! Allâh (c.c)’ın
verdiği ni’metleri mahalline sarf edin. Hem dünyânızı, hem âhiretinizi ma’mûr et-
meye bakın. Herkese iyilik edin, bir de sakın ha yeryüzünde fesâd çıkarmayın, fesâda
âlet olmayın. Allâh (c.c)’ın emirlerine itâat ve nehy ettiklerinden hazer ediniz ki;
dünyâ ve âhirette felâh bulasınız.
Cemâat-i Müslimîn!
Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Hem Allâhu Zü’l-celâl, hem
onun paygamberine mûtî’ olunuz, birbirinizle uğraşmayınız. Korkaklaşır kuvvet-
ten düşer, şevketiniz de elinizden gider. Bir de hiçbir düşman, hiçbir tehlike karşı-
sında metâneti elden bırakmayınız. Şüphe yok ki, Allâh sabredenlerle beraberdir.”
(Enfâl, 25.)
Dünyâda sefîl, âhirette rezîl olmayalım dersek, bu âyet-i kerîmenin gösterdiği
yolu ta’kîb etmeliyiz. Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöy-
le buyuruyorlar. “Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbiri-
nize dargın durmayınız. Ey Allâh’ın kulları kardeş olunuz! Bir Müslim için darılıp
da din kardeşini üç günden ziyâde terk etmek, onunla görüşmemek helâl olmaz.”
Cemâat-i Müslimîn! Allâh (c.c)’a ve Resûlüne dâimâ itâat edelim, aramızda tefri-
ka ve nifâka meydân vermeyelim. Her vakit sabır ve metâneti, hüsn-i muâşereti el-
den bırakmayalım. Sâbit bir azîm ile dâimâ yükselmeye, dâimâ ileri gitmeye çalı-
şalım.
Kasım 20126
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
KUTLU BİR EYLEM:
HİCRET“Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz.
Ali, ‘Ey Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini takvim başı yap. Çünkü o, hak ile
bâtılı birbirinden ayırmıştır.’ diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.”
77
Hicret, bütün pey-
gamberlerin ha-
yatında var olan
kutlu yürüyüşün adıdır. Hicret,
Yüce Allah’a yolculuktur. Hic-
ret, O’nun olmanın, gerektiğinde
O’nun uğruna her şeyden geçebil-
menin göstergesidir. Hicret, O’na
yöneliş ve yürüyüştür. Tıpkı «Ben
Rabbime gidiyorum, O’na göç
ediyorum”1 diyen İbrahim Pey-
gamber gibi.
Peygamberlerin hayatında Hz.
Âdem’in cennetten dünyaya, dün-
yadan Allah’a yürüyüşü ile baş-
lamış hicret, son Peygamberin
Mekke’den Medine’ye hicreti ile
devam etmiştir. Bu büyük hicret-
le, Müslümanlar devlet olmuşlar,
Allah’ın dinini bir bütün olarak
yaşama ve başkalarına ulaştır-
ma imkânı elde etmişlerdir. Zira
hicretle Müslümanlar, Peygam-
berimizin önderliğinde bütün in-
sanlığın yolunu aydınlatacak bir
medeniyetin inşâsına başlamış-
lardır.
Hayat dini olan İslâm, yaşa-
nılabilir bir dindir. O, alterna-
tiflerle/ruhsatlarla doludur. Her
çıkmazın bir çıkış yolu, her prob-
lemin bir çözümü vardır onda.
Çözümsüzlük yoktur İslâm’da.
İşte hicretle yeni arayışlara çı-
kılır, yeni kapılar aralanır.
Zira Allah’ın dini, hayatın
bütün alanlarında, bütün
kurumlarıyla yaşanma-
sı gereken bir bütündür.
İşte hicret ilâhî siste-
min işleyişinin önün-
deki engel-
leri kaldırma eylemidir.
Hicret, Hak ile bâtılın birbi-
rinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz.
Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey
Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
hicretini takvim başı yap. Çünkü
o, hak ile bâtılı birbirinden ayır-
mıştır.” diyerek bu gerçeği dile
getirmiştir.
Güçlü bir iman donanımından
sonra, dini bütünüyle hayata ge-
çirmek için en uygun ortamı ara-
mak ve oluşturmaktır hicret. Sız-
lanmalara son vermek, bir kısım
mâzeretlerin gölgesinde savunma
mekanizmalarını bir kenara bıra-
kıp yeni alternatifler oluşturmak-
tır.
Hicret, iman ve İslâm uğruna
her türlü fedakârlığı göze almak
demektir.
Hicret, Allah’ın dinini Allah’ın
istediği gibi yaşayabilmek için, bir
takım mazeretlere sığınmadan,
uygun şartları arama ve oluştur-
ma çabasıdır.
Hicret, Allah düşmanlarından
kaçış değil, Allah’a giden yoldaki
engelleri kaldırmak ve onları etki-
siz hale getirmek için uygun zemin
ve şartların oluşturulması için al-
ternatifler geliştirmektir. Nitekim
Mekke’de bunalan Müslümanlar,
Medine’ye göç etmişlerdir, ancak
onlar Mekke’yi asla unutmamışlar
ve tamamıyla terk etmemişlerdir.
On yıl olmadan Medine’de
organi-
ze olup Mekke’yi fethetmişlerdir.
Hicret, Muhâcir ruhu ile Al-
lah uğruna her şeyden vazgeçebil-
mek; Ensâr ruhu ile sahip olduğu
her şeyi kardeşi ile paylaşabil-
mektir; uhuvvet/kardeşlik bilin-
ci, îsâr/kardeşini kendine tercih
etme ruhudur.
Hicret, Yesrib’i Medineleştir-
mek ve Medine merkezli medeni-
yeti yeryüzüne taşımaktır.
Hicret, Medine’de kurulan
Peygamber Mescidinin etrafında
kenetlenip cemaat olmak, mes-
cid önderliğinde yeryüzünü mes-
cid haline getirmek için harekete
geçmektir.
Hicret, Medine’de kurulan
sosyal ve siyasal oluşum içerisin-
de aktif olarak yer almak, inisiya-
tifi ele alarak başkalarıyla birlik-
te yaşamanın en güzel örneklerini
sunabilmektir.
Hicret, huzur ve barış ortamıy-
la cennet modelini yeryüzüne ta-
şıyabilmektir.
Hicret, nefis ve şeytandan ka-
çabilmek; tutku ve şer odakları-
nın ağından kurtulup gerçek öz-
gürlüğe erebilmek; her şeyi ile
O’nun olabilmektir.
Hicrete erebilmek için iman
adamının, inandığı gibi yaşa-
ma azim ve
Kasım 20128
kararlılığı içerisinde olması gere-
kir. Bu uğurda sıkıntıları göze al-
mak gerekir, gerektiğinde mal-
dan, evlattan, anadan, babadan,
eşten dosttan, yurttan ayrılmak ve
hatta candan geçmek gerekir. İşte
bu şuurda olanlar için Allah’ın
arzı son derece geniştir2 ve Al-
lah, kendisini hesâba katarak ya-
şayanlara nice çıkış yolları açar ve
hiç ummadıkları yerden onları rı-
zıklandırır.3
Kurbanın, bizi Allah’tan alıko-
yan şeylerden kurtulmak olması
gibi; hicret de bizi O’ndan alıko-
yan şeylerden ayrılmaktır.
Hicret, asla görevden, insan-
lardan, yurttan, dünyadan kaçış
değildir. Aksine o, uygun olmayan
şartları uygun hale getirmek, kay-
bedilenleri yeniden kazanmak,
mahv olanları kurtarmaktır.
Hicrette Muhâcir ve Ensâr
ruhunu yaşatmak vardır.
Muhâcir’in fedakârlığını, Ensâr’ın
diğergâmlığını yaşamaktır hicret.
Kaynaşıp kardeş olmak, bir bina-
nın tuğlaları gibi kenetlenmek-
tir. Sonuçta ilâhî yardıma ve fethe
ermektir hicret. Önce gönüllerin
fethi, sonra yerlerin fethi elbet.
“Muhâcirlik taslamayın, ger-
çek anlamda hicret edin.” bu-
yuran Hz. Peygamber (s.a.v.)
“Gerçek muhâcir, haramlardan
helallere göç eden kimsedir.” di-
yerek hicretin sınırlarını en geniş
bir biçimde ortaya koymuştur.
Medine’ye Hicret, Medeniyete Hicrettir!
Medeniyet, hayat tarzı, insa-
nın maddî ve mânevî eserleri-
nin bütünü, insan-hayat-kâinat
etkileşiminin ürünleri, insanlığın
her alanda ilerlemesi şeklinde ta-
nımlanmıştır.
Yüce Yaratıcı, insana yeryüzü-
nü imar ve medeniyetler kurma
yetisi ve görevi vermiştir. İnsanın
yeryüzü halifesi olmasının anlam
ve amacı da budur zaten. En gü-
zel bir şekilde yaratılan, ilahî kud-
retle donanıp döşenen ve insanın
emrine verilen yeryüzünü sahip-
lenmek, yeryüzünü korumak ve
yeryüzünü imar etmek… İnsan ol-
manın ve insan kalmanın gereği
budur.
Son peygamber Hz. Muham-
med (s.a.v.)’in yirmi üç yıllık
mücâdelesinde biz onu, insanlığın
kaybettiği değerleri yeniden bul-
ması ve onları yaşatması, yeryü-
zünde huzur ve barış dolu bir ha-
yatın yaşanabilmesi, yeryüzünün
tabîî güzelliklerinin korunması ve
insanlığın ihtiyaçlarını karşılayan
kurumların kurulmasıyla o
güzelliklere güzellik katılması için
nasıl çırpındığını görürüz. Onun
bu çırpınışını anlayabilmek için
Peygamberimizden önce ve Pey-
gamberimizden sonra Mekke ve
Medine’ye/kısaca dünyaya şöyle
bir bakıvermek yeterlidir.
İslâm öncesi Mekke’de ken-
di elleriyle yapıp ürettikleri to-
temlere/putlara tapan insanlar
vardı, fuhuş vardı, faiz ve tefeci-
lik vardı, içki tüketimi vardı, zu-
lüm vardı, haklının değil güç-
lünün haklı olduğu şeytânî bir
düzen vardı, kan vardı, gözyaşı
vardı. Diri diri toprağa gömülen
kız çocukları ve ezilen kadınların
feryâdı semâya yükseliyordu…
Köleleştirilip sömürülen mazlum
insanların âhı göklere çıkıyordu.
Mazlumların iniltileri, bir avuç
azınlığın eğlence gecelerinde
attıkları naralar içerisinde
kaybolup gidiyordu.
Habeşistan’a hicret eden Cafer
b. Ebî Talib, Necâşî’nin huzurun-
da şunları söyleyerek İslâm ön-
cesi Mekke insanının durumunu
özetliyordu: “Ey Kral! Biz câhiliye
döneminde putlara tapar, leş yer,
fuhuş yapardık. Akrabalık bağla-
rına riâyet etmez, komşularımıza
kötülük ederdik. Güçlü olanları-
mız zayıflarımızı ezerdi. Allah içi-
mizden, aramızda yaşadığı kırk
yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asâleti,
emânete riâyetkârlığı ile tanıdığı-
mız bir kimseyi peygamber gön-
derdi. O, bizden putlara değil yal-
nızca Allah’a tapmamızı, emanete
riâyet etmemizi, akraba ve komşu-
ları gözetmemizi, doğru davranıp
“Hicret ayında hicreti yeniden anlamaya çalışalım.
Bunun için hicreti hazırlayan sebepleri, hicret yolunda
yaşananları ve hicretin kazanımlarını bir kez daha
okuyup inceleyelim.”
9
yalan, iftirâ, kan davası ve yetim
malı yemekten uzak durmamızı is-
tedi. Biz de ona iman ettik.”4
Hicretten önce Medine’de de
durum pek farklı değildi. Orada
da putçuluk vardı, Yahudi entri-
kaları vardı. Fuhuş ve ahlaksızlık
kol geziyordu. İçki tüketiminde
rekorlar kırılıyordu. Faiz ve tefe-
cilik vardı. Mevcut yasalar güç-
süzlere uygulanırken, variyetli ve
güçlü olanlara işlemiyordu. Evs ve
Hazrec kabîlelerinin bitmeyen sa-
vaşlarında oluk oluk kardeş kanı
akıyordu. Köleleştirilen insanlar
vardı, sömürülen kadınlar vardı.
Bütün bunların yaşandığı dün-
yada kitap ehli de vardı ve bu
gidişâta sebep olmakta ve seyirci
kalmaktaydı. Mekke ve Medine-
liler o dönemde yaşayan Yahudi
ve Hıristiyanlarla iletişim halin-
de idiler. Ama onlar, yeni dinin
şuaları yeryüzünü aydınlatmaya
başladığında bile, “Siz onlardan
daha doğru yoldasınız.”5 diyerek
müşriklerin tarafını tutuyorlardı.
Zira onlar, ellerindeki tahrif
edilmiş kitapların bile gereklerini
yerine getirmeyen bir Kitap
ehliydiler. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın
hak yolundan sapmış kimselerdi
onlar...
İslâm öncesi Medine’de Ya-
hudi entrikaları vardı. İslâm ile
birlikte bunlar son buldu, Medi-
ne huzur, güzellikler ve medeni-
yet şehri oldu; diğer İslâm şehir-
lerine ve bütün insanlığa örnek
oldu. Cennet kuruldu Medine’de.
Son Peygamber Hz. Muhammed
(s.a.v.), varlığı insanlığın hayır
ve yararına olan toplumu oluş-
turmak için çalışmış ve sonuç-
ta böyle bir toplumu oluşturarak
bu dünyadan ayrılmıştır. Nite-
kim onun sağlığında Müslüman-
ların egemenliği altına giren Hay-
ber Yahudileri, gördükleri adalet
ve hakkâniyet karşısında “Herhal-
de cennet, Müslümanların eliy-
le yeryüzünde kuruldu.”7, ”Yer
ve gök, bu adaletle ayakta duru-
yor.”8 demekten kendilerini ala-
mamışlardır.
Peki, Peygamberimizin hicre-
ti, yaşanıp bitmiş bir olay mıdır?
Elbette hayır. O, evrensel mesajla-
rıyla bugün de yaşayan ve yaşatıl-
ması gereken bir olaydır.
Hicreti Anarken Yapmamız Gerekenler
Hicret ayında hicreti yeniden
anlamaya çalışalım. Bunun için
hicreti hazırlayan sebepleri, hic-
ret yolunda yaşananları ve hic-
retin kazanımlarını bir kez daha
okuyup inceleyelim.
Ensâr ve Muhâcir ruhunu ya-
şatmaya gayret edelim. Muhâcir
ruhu, Yüce Allah’ın yolunda, inan-
dığı değerler uğruna bütün her şe-
yinden geçmektir. Ensâr ruhu ise,
Allah yolunda olanlara kucak aç-
mak, onlara maddî ve mânevî her
türlü yardımı yapmaktır.
Hicretle birlikte Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in Medine’de ger-
çekleştirdiği Mescidin inşası,
mü’minler arasında kardeşliğin
inşası, anayasanın hazırlanma-
sı gibi icraatların ruhunu kavra-
maya ve yaşatmaya gayret edelim.
Unutmayalım ki İslâm, bireylerin
vicdanında ve kişisel hayatlarında
kalan bir din değil, bütün sosyal
hayatı kuşatan bir sistemin adıdır.
Hicret, mü’mine yakışmayan
şeylerden ayrılmak ve Müslümana
yakışan şeylerle buluşmaksa, ne-
lerden/kimlerden ayrılmamız ge-
rektiğini, nelerle/kimlerle beraber
olmamız gerektiğini belirleyelim.
Bizi O’ndan alıkoyan ney-
se onu tespit edip ondan ayrıla-
lım. Nefis, şeytan, kötü huy, kötü
arkadaş, kötü çevre vb. Bizi O’na
yaklaştıracak olan şeyleri tesbit
edip onlara yönelelim. Sözgelimi
beynamazlıktan namazlı olmaya,
bilgisizlikten bilgiyle donanma-
ya hicret edelim. Her sene hicre-
ti anarken, herkesin hayatına hic-
ret yansımalıdır. Herkes, neleri
terk edip neleri yaşayacağını tes-
bit etmelidir. Herkesin hayatında
terk etmesi gereken günahlar var-
dır, herkesin yeni sevaplara ihti-
yacı vardır.
Hiç birini küçük görmeden ve
basite almadan hayatımızdaki ha-
ramlara bir son verelim, yeni he-
lallerle tanışalım. Günahın büyü-
ğüne küçüğüne değil, kime karşı
işlendiğine bakalım. Sevabın bü-
yüğü küçüğünü değil, kimin için
işlendiğini düşünelim.
Hicrî yeni yılımızın, hayatı-
mıza imânî ve İslâmî yenilikler,
hayır ve bereketler getirmesi di-
leğiyle!
1 29/Ankebût, 262 4/Nisâ, 97-100.3 65/Talâk, 2-3.4 İbn Hişam, es-Sîretü’t-Nebeviyye, I, 336; İbn Kesîr,
Tefsîr, II, 411; III, 251.5 4/Nisa, 51.6 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşla-
rı, s, 225.7 Nadir Özkuyumcu, “Asr-ı Saadette Yahudilerle
İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, II, 480.
*Prof. Dr.
Dipnot
Kasım 201210
Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY
GÖNÜLDEN ÇIKTI
ÂLEM“Dünya nimetlerinden yüz çevirme ve Allah’dan gayrı hiçbir şeye nazar
etmeme meselesi anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem ve gayr ilişkisini
Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un
kıssasıyla ilişkilendirerek anlatmaktadır.”
1111
Tasavvuf şiiri geleneğini başarı ile
sürdüren yüzyılımız mutasavvıf-
larından Hulûsî Efendi’nin “gel-
mez” redifli şiirini paylaşmak istedik. Tasavvufî
şiirler, şairlerinin ferdî, mânevÎ tecrübeleri-
nin mahsûlüdür. Mânâ âleminde yaşadıkları-
nı yol arkadaşlarına, sâliklere ders vermek için
şiir diliyle kaleme alırlar. Bu sebeple bu şiirle-
re tam mânâsıyla nüfuz zordur. “Tatmayan bil-
mez” kâidesi burada önemlidir. Zaten tasavvuf
bir ‘hâl’dir, kâl değildir. Halden kâle intikâl edin-
ce mecazlara baş vurulur. Bu da şiirleri anlama-
yı, zorlaştırır. Biz bu yazımızda elden geldiğince
Hulûsî Efendi’nin sesine, çağrısına kulak verme-
ye çalıştık.
Gönülden çıkdı âlem dîdeden gayra nazar gelmez
Perîşân oldu Ya’kûb Yûsuf’undan bir haber gelmez
“Âlem gönülden çık-
tı, (bundan böyle) göz
(Allah’tan) gayrı bir şeye
bakmaz. Ya’kûb Yûsuf’un
(ayrılığından) perişan oldu,
(ama) Yûsuf’undan bir haber
gelmez.”
Beyitte ana hatlarıyla,
dünya nimetlerinden yüz çe-
virme ve Allah’dan gayrı hiç-
bir şeye nazar etmeme me-
selesi anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem
ve gayr ilişkisini Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en
güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un kıs-
sasıyla ilişkilendirerek anlatmaktadır.
Kıssa, Hz. Yûsuf’un, kardeşleri tarafından tu-
zağa düşürülmesiyle başlayıp Mısır’ın sultanlığı-
na kadar uzanan hikayesini anlatmaktadır. Aynı
zamanda bir peygamber olan Hz. Yûsuf’un baba-
sı yaşadığı bu derin üzüntü neticesinde ağlamak-
tan gözlerini kaybetmiştir ve “Kulbe-i Ahzân”
olarak adlandırılan evinde bütün dünya nimetle-
rinden elini eteğini çekerek Hz. Yûsuf’un geleceği
günü hicranla beklemiştir. Hulûsi Efendi birin-
ci mısrada âlemin gönlünden çıkmasını ve gözle-
rinde artık gayra karşı nazar olmamasının ikinci
mısradaki Hz. Ya’kûb’un durumuyla izah etmek-
tedir.
Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için
tıpkı Hz. Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip
inzivâya çekilmiş, hicranla gözyaşı dökmektedir.
Gözleri artık O’ndan başkasını görmemektedir. Be-
yit de seyr-i sülûk’da bir makama da işaret olundu-
ğunu söylemek mümkündür. Artık Allah aşkından
gayrı bir şey düşünmeyen sâlikin gözü O’ndan baş-
ka hiçbir şeyi görmemektedir. Bu durum da tıpkı
Hz. Ya’kûb’un durumu gibidir.
Tarîk-i intizârın üzre hâk olsam mürüvvetle
Ayak bas üstüme ey sevdiğim mutlak zarar gelmez
“Ey sevdiğim, (Seni) beklediğim yol üzerine yi-
ğitçe toprak olsam, (sen geçerken) üzerime basıp
geçsen (bundan bana) zarar gelmez.”
Âşık her zaman sevgilinin geçeceği yol üzerinde
intizâr etmekte/geçişini beklemektedir ve sevgiliyi
bir dakika görmek, ayağının toprağına yüz sürmek
için beklemektedir. Sevgilinin ayağının topra-
ğı onun için şifalı bir sürmedir. Bu nedenle âşığın
toprak gibi yere serilmesi ve sevgilinin onun üzeri-
ne basarak geçmesi zaten âşığın istediği bir durum-
dur. Bu durumdan âşığa zarar gelmez. Sevgilinin
ayağının tozu âşıklar için bir şifâdır.
Bir önceki beyitle ilişkisi düşünülecek olursa
sürmenin insanın gözü üzerinde iyileştirici bir et-
kisi vardır. Sevgilinin hasretinden ağlayıp Ya’kûb
gibi gözlerinden olan âşık için sevgilinin ayağının
altında toprak olmak, sevgilinin ayağının tozuna
yüz sürmekten zarar gelmez.
“Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için tıpkı Hz.
Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip inzivâya çekilmiş,
hicranla gözyaşı dökmektedir. Gözleri artık O’ndan
başkasını görmemektedir. Beyit de seyr-i sülûk’da bir
makama da işaret olunduğunu söylemek mümkündür.”
Kasım 201212
Ayrıca “toprak olmak” deyimi üzerinde özellik-
le düşünülmesi gerekir. Çünkü Türkçe’de “toprak
olmak” deyimi bilindiği üzere tevazu ve ölmek an-
lamında kullanılır. Âşık sevgilinin yolu üzerinde
onu bekleyerek ölüp gidecektir. Zaten sevgiliye ka-
vuşmak gibi bir durum söz konusu değildir. Bahsi
geçen sevgilinin ‘Allah’ olduğu düşünülünce “top-
rak olmak” deyimi gerçek mânâsını bulmuş olur.
Allah aşkıyla bekleyen âşıklar ancak O’na toprak
olunca, yani âhiret diyarında tam mânâsıyla ka-
vuşabileceklerdir. Hulûsî Efendi, ilâhî aşk uğrun-
da ölümü göze alabilecek bir tavır göstermektedir.
Burada esas anlatılmak is-
tenen, gerçek sevgili olan Al-
lah ne takdir ederse ona oldu-
ğu gibi razı olmak gerektiğidir.
Sehâb-ı zülfünü ref’ eyle hüs-
nün âfitâbın aç
Safâ-yı hüsnüne bu jeng-i
âhımdan keder gelmez
“(Ey sevgili) saçlarının bu-
lutunu kaldır, güzelliğinin gü-
neşini aç (ortaya çıkar), gü-
zelliğinin berraklığına âhımın
kirinden bulanıklık gelmez.”
Beyitte mutlak güzelliğin
sahibi sevgilinin güzelliği gü-
neş metaforu ile verilmiştir.
Güneş, bulunduğu makamın
yükseliği, insanların ona ba-
karken gözlerinin kamaşması,
ortaya çıktığında diğer yıldızların kaybolması gibi
yönleriyle sevgilinin benzetileni konumundadır.
Allah da şiddet-i zuhûrundan gizlenmiştir. Esmâ
tecellîlerilye bütün kâinatı kuşattığı halde göz onu
göremez. Beyitte sevgilinin yüzü güneş ve saçları
da buluttur. Burada saçların buluta benzetilmesi
rengi ve şekli itibariyledir. Çünkü sevgilinin saç-
ları güneşi ardında bırakan bulutlar kadar siyah-
tır ve dağınıktır. Bu nedenle âşık sevgiliye seslene-
rek, ”Güneşin görünmesine engel olan bulutlara
benzeyen saçlarını yüzünden çek ki yüzünü gö-
relim. Çünkü âşıkların buna ihtiyacı vardır.” de-
mektedir. Tasavvufta saç kesrettir. Sâlik vahdete
ulaşmak için bu geçitten geçmek durumundadır.
Hulusî Efendi, kesreti aşarak vahdete ulaşma he-
yacanını bu beyitle dile getirmiştir.
Hulûsi Efendi ikinci beyitte sevgilinin bunu
yapmamasını bir endişeye bağlar. Sevgili zaten
yüzünü göstermeyecektir. Sevgili, âşığın âhının
dumanından güneş kadar parlak olan güzelliğinin
kir pas içinde kalacağından endişe etmektedir.
Âşığın âhı duman ve yel gibi unsurlarla birlikte,
renk ve şekil itibariyle ele alınır. Âşık sevgiliden
ayrı olduğu için âh ve feryâd
eder. Sevgilinin endişesi ise,
âşığın bu âhlarının tıpkı kara
bulutların güneşi gölgelemesi
gibi kendi güzelliğini gölgele-
yecek olmasıdır.
Beytin bu görünen anlam-
larının yanında Allah aşkı için
ifade ettiği anlamlar da var-
dır. Âşık veya sâlik Allah’dan
her ne gelirse gelsin buna sab-
retmelidir. Âh ile feryat etme-
melidir. Sâlik Allah’tan rü’yeti
istediğini ifade eder. An-
cak Allah’dan gelen böyle bir
lutf karşısında edeceği âh u
enînler o mutlak güzelliğe göl-
ge düşürecek endişesi düşü-
nülmektedir.
Şeb-i hicrânı çek vuslat
sabâhın bekle de ey dil
Ne gün akşam olur da şeb gidip vakt-i seher gelmez
“Ey Gönül, ayrılık gecesinin (acısını) çek; ka-
vuşma sabahını bekle, (ancak) ne gün akşam olur
ne de gece gider, seher vakti gelmez (artık).”
Âşık sevgiliden ayrılığın acısnı çekmektedir.
Bu âşık olmanın yegâne kuralıdır. Çünkü bekle-
nen sevgili gelmeyecektir. Âşık kavuşacağı anı
beklemektedir. Âşıkların bütün gece uyumama-
sı çektikleri bu ayrılık acısındandır. Onlar için ar-
tık zaman tükenmiştir. Ne sabah olur ne gün do-
“Âşık veya sâlik Allah’dan
her ne gelirse gelsin
buna sabretmelidir. Âh
ile feryat etmemelidir.
Sâlik Allah’tan rü’yeti
istediğini ifade eder.
Ancak Allah’dan gelen
böyle bir lutf karşısında
edeceği âh u enînler o
mutlak güzelliğe gölge
düşürecek endişesi
düşünülmektedir.”
13
ğar. Bu durum hakikatte de böyledir. İnsanın
bir derdi sıkıntısı olduğu vakit sabahı bekler-
ken gecenin ne kadar uzun olduğunu farkeder.
İşte Hulûsi Efendi bu ayrılık gecesini yaşamak-
ta ve seher vaktini beklemektedir. Seher vak-
ti âşıklar için önemli bir vakittir. Çünkü sevgili
yüzünü gösterecektir. Ayrıca seher yeli bu beyit-
te kullanılmamış olmasa da seher vaktiyle dü-
şünülmesi gereken bir unsurdur. Sevgiliden
haber getirecek olan seher yelidir. Aynı zaman-
da gece ibadetinin gerçek sevgili Allah katında
makbûliyeti belki bu beyitle ve sonrasında ge-
len beyitin anlamıyla paralel düşünülmesi gere-
ken bir durumdur. Çünkü Allah aşkıyla yanan
sâlik, gecelerini zikirle, aşkla muhabbetle geçir-
meyi bilmelidir.
Eyâ gâfil gönül dâim yatarsın hâb-ı gaflette
Bu vîrân hâneden hâtırına nâgâh sefer gelmez
“Ey gönül her zaman gaflet uy-
kusunda yatarsın, kalbine bu viran
evden ansızın yolculuk çıkabileceği
(ölüm) düşüncesi gelmez.”
Bir önceki beyitle anlam itiba-
riyle sıkı sıkıya bağlı olan bu beyit-
te şu düşünce vurgulanmaktadır:
Sâlik Allah’a yönelmeli ve kendini
uzlete çekmeli, zira yolculuk, yani
ölüm var. Tıpkı Ya’kûb’un Külbe-i
Ahzân’da gece gündüz ağlayıp
Yûsuf’dan haber beklemesi gibi âşık
da Allah’tan ilham esintileri bekle-
meli. Tasavvuf yolunda önemli mer-
haleler aşmak için söylenen, “az ko-
nuş, az ye, az uyu” düsturunu âşık
kişi kendine rehber edinmelidir. Ay-
rıca gecelerini gaflet uykusunda değil bekleyip
durduğu sevgilinin yolunda zikir, ibadet ve te-
fekkür ile geçirmelidir.
Nazar kıl sence var mı âlem içre olmadık fânî
Bu vâdî-i elemden kurtulan dâim gider gelmez
“(Ey gönül etrafına iyice) bak sence âlemde
fânî olmayan bir şey var mı ? Bu elem vâdîsinden
dâimî kurtulan kişi (öbür âleme) gider (geri)
gelmez.
Metni bir bütün içinde algılamamızı sağla-
yan ve anlamı ilk beyitin ilk mısraına bağlayan
bu beyitte dünya sevgisinin âşığın gönlünden
çıkması gerketiğine vurgu yapılmıştır. Çünkü
bu dünya onun gözünde bir Vâdî-i Elem/elem,
üzüntü vadisidir. Âşık buradan göçüp gitme-
yi bir kurtuluş olarak görmektedir. Çünkü bu
âlem içindekilerle birlikte yok olup gidecektir.
Bakâya namzet olarak yaratılmış insanoğlu ise
kalıcı değildir. Tasavvuf yolunda ilerleyen sâlik
zaten varlığını Hak’ta yok etmeyi, ölmeden öl-
meyi arzulamaktadır. Âşıklık zaten “târîk-i fenâ
sâliki” olmaktır; âşığı bekâ semtine götürecek
merdiven ise aşkdır.
Hulûsî tab’-ı pâkinden nisâr oldukça gevherler
Gönül kim âşinâ olmazsa andan bir hüner gelmez
“Hulûsî, temiz şairlik yeteneğinden saçılan bu
mücevherlere aşina olmayan gönülden hüner gel-
mez.”
Hulûsî Efendi, geleneğe uyarak şiirini bir fah-
riye beyti ile noktalamıştır. Şiirleri kurmaca değil,
temiz şairlik yeteneğinden gelmekte ve doğrudan
gönüle seslenmektedir. Gönül bu hakikatlere aşi-
na olduğundan böyle inciler saçmaktadır.
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
ŞEREFLİ, ASİL, SEÇKİN, ÖVGÜYE LAYIK, CÖMERT VE YÜCE OLMAK:
EL-MECÎD“Cömert, Allahu Teâlâ’ya yakındır, halka yakındır, cennete yakındır,
cehennemden uzaktır. Câhil fakat cömert olan kimse Allah katında âbit fakat
cimri kimseden daha sevimlidir.”
Kasım 201214
15
El-Mecîd, “şeref-
li, asil, seçkin, öv-
güye lâyık, cömert
ve yüce olmak” mânâlarına ge-
len “mecd” kökünden mübâlağa
ifade eden bir sıfattır. Bu gü-
zel isim, Yüce Allah’ın kulla-
rına yönelik ilâhî lütuf, kerem
ve ihsânının bol olduğuna işa-
ret etmekle birlikte, O’nun şe-
ref ve azametinin de yüceliği-
ni bildirir. Mecîd, “zü’l-celâl,
zü’l-kerim, zü’l-fazl, zü’l-azame,
vehhâb” gibi ilâhî isim ve sıfat-
larla anlam yakınlığına sahiptir.
Yüce Allah zâtı itibariyle “şerîf”
ve fiilleri itibariyle de “cemîl/
güzel” olarak nitelendirilmiştir.
O, aynı zamanda el-Mâcid’dir;
âlî, yüce ve şereflidir.
El-Mecîd ismi, Kur’an-ı
Kerim’de dört âyette yer alır:
Bunlardan ikisi, Yüce Allah’ın
en güzel ismi, diğer ikisi de
Kur’an-ı Kerim’in sıfatı olarak
geçer. Kur’an-ı Kerim’de Yüce
Allah’ın en güzel isimleri ara-
sında yer alan el-Mecîd’le ilgili
âyetler şöyledir:
“Arşın sahibi şanlı
(mecîd)’dır.”1
Bu âyette Cenâb-ı Hak, fey-
zinin genişliğinden, cömertli-
ğinin bolluğundan dolayı el-
Mecîd olarak vasfedilmiştir. Bu
âyetin devamında O, “Diledi-
ğini mutlaka yapandır.”2 buy-
rulur. Fâil-i muhtâr olan Yüce
Allah’ın el-Mecîd oluşu bağla-
mında bu ikinci âyeti değerlen-
dirdiğimiz zaman, O’nun aza-
metinin, şan ve şerefinin, güç ve
kudretinin büyüklüğüne de işa-
ret edilmiş olur. Çünkü el-Mecîd
ismi, aynı zamanda keremi, cö-
mertliği ve ihsanı bol olan an-
lamlarını da kuşatır. Bu bağlam-
da Araplar bir kimseye “Mâcid
adam” dedikleri zaman, onun
sehâvetinin bol olduğunu dile
getirmiş olurlardı. Nitekim bu
konuyla ilgili olarak Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’den gelen bir
rivâyette şöyle buyrulmuştur:
“Cömert, Allahu Teâlâ’ya
yakındır, halka yakındır, cen-
nete yakındır, cehennemden
uzaktır. Câhil fakat cömert olan
kimse Allah katında âbit fakat
cimri kimseden daha sevimli-
dir.”3
Kur’an-ı Kerim ve Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in hadislerin-
de Yüce Allah’ın sıfatı olduğuna
dair sehâ ve semâhât sözcükle-
ri geçmediği için, Cenab-ı Hak,
sehâvet kelimesiyle vasıflandı-
rılamaz. Ancak, cömert insan-
lar bu kelimelerle vasıflandırıla-
bilir. Tasavvufta cömertliğin ilk
derecesi sehâdır; sonra cûd ge-
lir, en son mertebesi de îsârdır.
Malının bir kısmını Allah için
yoksullarla paylaşan kimseye
“sehâvet sahibi”, malının ço-
ğunu fakire-fukaraya harca-
yan ve kendine bir parça bıra-
kan kimseye “cûd sâhibi”; zarar
ve sıkıntılara katlanarak kifâyet
derecede olan maîşetine baş-
kasını tercih edene kimseye de
“îsâr sahibi” denilir. Bu kimse-
ler Kur’an’da, “Onlar ihtiyaçla-
rı bile olsa başkalarını kendi-
lerine tercih ederler.”4 şeklinde
övülürler.5
Yüce Allah’ın en güzel isim-
leri arasında yer alan el-Mecîd
şu âyette de O’na nispet edilir:
“O, övülmeye layıktır, şânı yü-
cedir.”6 Bu âyette geçen hamîd,
O’nun en güzel isimlerinden bi-
risidir. Çünkü O, ilâhî zâtında
her güzelliği, her üstünlüğü top-
layıcı, her türlü hamd ve hürme-
te müstahaktır. Yüce Allah’ın el-
Hamîd isminden nasibini almış
her Müslümanın; inançları, ah-
lakı, amelleri, sözleri hep güzel-
dir ve övülmeye layıktır. O’nun
el-Mecîd ismi ise, Hamîd ismi-
nin anlamını da kuşatacak dere-
Kasım 201216
cede şümullüdür. Elbette, kulla-
rına karşı sonsuz in’âm ve ikrâm
sahibi olan Allah övülmeye en
lâyık, şanı ve şerefi en yüce olan
İlâhî zattır.
Yüce Allah’ı öven sözlerden
birisine de kelime-i temcîd de-
nilir. Bunun orijinali “Lâ hav-
le velâ kuvvete illâ billâhi’l-
aliyyi’l-azîm/Allah’tan başka
güç kuvvet sahibi yoktur. Her
şeye kuvvet ve güç veren Yüce
Allah’tır.”7 şeklindedir. Bu du-
anın sıkıntılı anlarda okunması
Yüce Allah’ın işleri kolaylaştır-
masına ve her türlü meşru sı-
kıntıyı uzaklaştırmasına bir ve-
sile olarak bilinir. Büyük İslâm
âlimleri birey ve toplumların
kabz, yani sıkıntılı anlarında
kelime-i temcîdi çokça okuma-
larını tavsiye etmişlerdir. Böy-
lece, Allah’ın izniyle birey ve
toplumların hayatında ba’s, fe-
rahlık ve açılmalar meydana ge-
leceği ifade edilmiştir.
Öte yandan yine Yüce
Allah’ın el-Mecîd ismi, Kur’an-ı
Kerim’de iki âyette, bizzat
Kur’an’ın sıfatı olarak da zikre-
dilmiştir. “Hayır, o (yalanla-
makta oldukları kitap) şanı yüce
bir Kur’an’dır.”8 Yine bir baş-
ka âyette de el-Mecîd, Kur’an’a
nisbet edilmiştir: “Kâf. Şerefli
Kur’an’a andolsun...”9 Kur’an’ın
el-Mecîd olması, el-Mecîd olan
Yüce Allah’ın sözlerinin bir top-
lamı olmasındandır. Bu sebep-
le Kur’an-ı Kerîm, İslâm dininin
en önemli şiârlarından birisidir.
Şiârlar, Allah’ın hürmet edil-
mesini istediği şeyler, O’nun
dini ve indirdiği hükümlerdir.10
Her inanç sisteminin, ona kim-
liğini ve kişiliğini veren, diğerin-
den ayıran, belirgin kılan şiârları
vardır. Dinin şiârları, ülkelerin
bayrakları, sınır taşları ve işa-
retleri gibidir; görüldükleri ye-
rin kimliğini belli ederler. Bu
şiârlar, aynı zamanda İslâm’ın
sosyal hayatta görünür kılınma-
sının bir anlatım biçimidir. Bu
sebeple dini şiârları ayakta tut-
ma konusunda çaba gösteril-
melidir. Şiârların terki zaman
içinde dinin zayıflayıp etkisiz-
leşmesine, hatta büyük ölçü-
de yok olmasına sebep olabilir.
Bundan dolayı, dinî kaynak-
larda şiârların yaşatılması üze-
rinde hassasiyetle durulmuş ve
bu konuda âlimlerin sorumlu-
lukları hatırlatılmıştır. Nitekim
Şah Veliyullah ed-Dihlevî’ye
göre, Allah’ın; Kâbe-i Muazza-
ma, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve
namaz gibi en büyük dört şiârın
başında Kur’an-ı Kerim gelir.
Ona gösterilmesi gereken saygı;
onu huşu ile dinlemek, okundu-
ğunda susmak, emirlerine ica-
bet etmek ve abdestsiz olarak
ona el sürmemektir. Dihlevî’ye
göre, bu dört dinî sembole gös-
terilen saygı, Allah’a saygı, on-
lara karşı gösterilen saygısızlık
da, yine Allah’a gösterilen say-
gısızlık hükmündedir.11 İlâhî
şerîatlar, Allah’ın sembolleri-
ne saygı esasına dayanır. Do-
layısıyla İslâm dini de Allah’ın
şiârlarına tâzim etme (saygı
gösterme) esası üzerine binâ
edilmiştir. Çünkü en büyük şiâr
olan Kur’an-ı Kerim’e saygısız-
lık, insanı İslâm dairesinin dışı-
na çıkarır. Bunun için Yüce Al-
lah mü’minleri şöyle uyarır: “Ey
iman edenler! Allah’ın koydu-
ğu nişanelerine sakın saygısız-
lık etmeyin!.”12
Hâsıl-ı kelâm, Yüce Allah’ın
el-Mecîd ismi, O’nun yüce sı-
fatları alanında cereyan eder.
O’nun azameti, büyüklüğü,
şanı, şerefi, ikram ve izzeti el-
Mecîd ismiyle de ifade edilir.
Bundan dolayı bu ism-i şeri-
fi kendisine ahlak edinen bir
Müslüman da, kişilik ve dinî
hayatına nâkısa getirmeyecek,
şan ve şerefini kirletmeyecek iş-
lerden uzak yaşamalıdır. Sıfat-
lar olarak kendisinde ise, sa-
hip olduğu maddî imkânlardan
başkalarını da faydalandırma-
lıdır. Nasıl ki Yüce Allah, ke-
rimse, O’nun kulu da cömert
olmalıdır. Sehâvet ve îsâr ahla-
kını davranışlarıyla göstermeli-
dir. Özellikle, günümüzde kay-
bolmaya tutmuş olan sehâvet
ahlâkına yeniden hayat veril-
melidir. Çünkü bu güzel ahla-
kı yansıtan davranışlar bizim
muhteşem mâzîmizde vakıf me-
deniyetinin çekirdeğini oluştur-
muştur. Mâdemki Kur’an’ın
da bir ismi el-Mecîd’dir. Elbet-
te onu okuyan ve okuduklarıyla
amel eden bir kimse de mecîd,
şerefli ve asil bir mü’min ola-
caktır.
1 85/Bürûc, 15.2 85/Bürûc, 16.3 Tirmizî “Birr” 40. 4 59/Haşr, 9. 5 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Haz. S. Ulu-
dağ, İstanbul, 1978, s. 354-55. 6 11/Hûd, 73.7 Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII, 94. 8 85/Bürûc, 21.9 50/Kâf, 1. 10 Kurtubi, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-
Câmiu liAhkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1965, III, 37. 11 Dihlevî, Şah Veliyullah, Huccetullahi’l-Bâliğa/İslam
Düşünce Rehberi, çev. M. Erdoğan, İstanbul, 1990, I, 253.
12 5/Mâide, 2.
*Prof. Dr.
Dipnot
17
EZAN
Sabahın arınmış, saydam, derin havasınaYayıyor minare, sesini, parlak, duru
Okşuyor, lavantalar, kekikler arasınaDuasını bırakan
Göğe açılmış bir çift avucu,Bir Melek mavi tozunu serpiyor kanattan eleriyle,
Çekiyorum içime bütün hıçkırıklarını göğün, Minareler arasında, gecenin yelkeninde.
Tatlı yıldızlar geçiyor içimde binlerce bulutEy tatlı ezan, tadına doyulmaz!
Sessiz gelincikler gibi kırda; Eğiliyorum kalbimin kabukları soyulmuş,
Hele inciler düşsün gözlerimden!
Kıbleden esen meltemin yapraklar arasında ıslık çaldığı
Bu beyaz minarede, sabahın, üzeri dualarla işli sırmalı örtüsünü
Sıyırıyor, sarı güneş uzun kılıcıylaBir kuş geçiyor yanından, dokunarak.
Sezai TAŞKIN
Kasım 201218
EVLERİNİN SICAKLIĞI
SAFRANBOLU
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
1919
Karabük Karadeniz’de Bir Güzel!
Karadeniz’in elleri kınalı şehri Kara-
bük, güzelliğin dile geldiği, aşkın yayla
yayla kendini ifşa ettiği bir özge beldedir
bilene. Serin yaylaların biteğinde bilge
ustaların nasırlı ellerinden asırlara mey-
dan okuyan bir kentin varlığını görünce
anlar, inanırsınız.
Karabük, gâh Osmanlıdır, gâh Sel-
çukludur kilim kilim dokunan. Karabük
Safranbolu’yu bağrına basmış, bütün
kem bakışların nazarından korurcasına
şefkatle saçlarını okşar gibidir.
Safranbolu Karabük’ün yüz görümlü-
lüğüdür.
İncisidir, altından gerdanlığı, ibri-
şimden rüyası, hatıralardan tacıdır böl-
genin. Geniş tokmaklı kapıların içinden
heyecanla huzurlu bahçelere açılır göz-
leriniz. Huzurlu sardunyaların, petunya-
ların rengârenk kendini pazara çıkardığı
bu bahçelerin içinden kadim Safranbo-
lu Evleri sizlere gülümser ve ‘Buyurunuz’
dercesine kapılarını sonuna kadar açar
sizlere.
Safranbolu bu evlerle kendi olmuş-
tur. Ruhunu bu evlerin sofalarına katık
Kasım 201220
yapmış, aklını bu evlerin aydınlığında huzura
saklamıştır. Hangi bahtiyar insanlar bu evler-
de ömür sürdü, sevinç ve yaslarını yaşadı bi-
linmez ama bu vefalı konakların bahtiyarlığını
Karabük’te bir saltanatın kudretli ve ihtişam-
lı yıllarını tescil ettiğini sadece Karabük bilir!
İnsan Gelip Geçici, Toprak Kalıcıdır, Kâinat Bahçesinde
Ulu Camii hala Safranbolu’da eski duaların
saflığını ve sıcaklığını minarelerinde saklar gi-
bidir. Gazi Süleyman Paşa Camii, eski günle-
rin sükûnetini, masumiyetini ve muhabbetini
şadırvanının mermerlerinde fısıldar gibidir.
Taş Minare Camii bir mahir ustanın bilgeliğini
belgeler gibi hala sırrına erişilememiş bir abi-
de eserdir şehrin bağrında.
Eflani İlçesinde Küre-i Hadid Camii bir ruh
medeniyetinin dışa yansımış ve kendini taş-
ların efsununda göstermiş, asırlara meydan
okurken, beş vakit zamanı en iyi vakitlerin
efendisi olarak görmüş bir ulu çınar güzelli-
ğinde manevî iklimin ruh bahtiyarlarını bek-
lemektedir.
Safranbolu Evleri bu denli güzel iken, insanları
bu denli huzurlu ve bahtiyar iken bu evlerin mut-
fakları hangi lezzetleri bakır sofralara taşır, hangi
güzellikleri damaklara sunarlardı?
Kuyu kebabı denen yemeğin saatlerce odun-
dan közlerle doldurulmuş kuyulara bırakılan top-
rak testilerin içine konan kuzu etlerinin lime lime
piştiği bir lezzetin adıdır tadana.
Gözleme ve yayım makarnası ile ayran bu ev-
lerin gelen misafirlere kısa vadede sundukları bir
başka yerli lezzettir. Ev baklavası kendini en çok
bu evlerde naza çeker. Zira Safranbolu evlerinde
mekân beraberinde insanın iştahını da açar.
Hele yemek sonrası evlerin serin gül kokulu
oda ve sofalarında içilen Yemen kahvesinin yanı-
na konan güllü ve safranlı lokumlar tadına doyul-
maz vakitlerin en lezzetlisi olarak kendini hatıra-
lara teslim ederler.
Safranbolu’da eski hükümet konağının arka-
sındaki tarihî saat kulesi Sultan Selim’den yadigâr
bir nadide bergüzar olup hala zamanın nabzını
tutmaktadır. Kırmızı kiremitli çatısı bulanan ku-
Bekir SARI
21
lenin zembereği yoktur ve haftada bir muvakkit-
ler tarafından kurulmaktadır.
Bu kültürde ‘Vakti bilmek kendini bilmek ka-
dar esastır’ hükmünde bir düşünceyle veda eder-
siniz saat kulesine.
Eflani çayı üzerinde kurulmuş Taş Köprü geç-
miş ve gelecek arasında bir köprü olmuş gidiş ge-
lişlere bağrını sermiş Tokatlı Köprüsüne geçit
vermektedir. Bulak ve Sipahiler mağarasında se-
rinliğin ve mucizenin bin türlü resmini görür ve
kendini efsunlu bir hikâyenin içinde bulursunuz.
Kirpe Kanyonunda suyun maviliği ve derinliği
sizi sürükler bilinmedik diyarlara. Su hayattır mu-
cibince suyun büyülü sesi sizi de yakalar kendine
teslim eder dalıp giden ruhunuzu. Tokatlı, Saka-
ralan, Sırçalı kanyonlarında Karabük’ün suya ya-
zılmış kaderini de görürsünüz.
Ovacık ilçesinde yeşilin ve güzelliğin bin tür-
lü esrarı ile tanışır, nice hikâye ile geçmiş asırlara
uzun yolculuklara çıkarsınız. Eskipazar beldesin-
de asırlar zamana meydan okur, antik kalıntılar
tarihe vesika olur.
Evliya Çelebi’nin yakın arkadaşı, Sultan
İbrahim’in ruh doktoru Hüseyin Cinni Efendi de
bu şehrin kültür haritamızdaki önemli ismidir.
Cinni Hanı ve Cinni Hamamı adında adına yapıl-
mış iki eser Safranbolu’da hala onun ismini zik-
retmektedir.
Safranbolu Kültürümüzün Boy Aynasıdır
Bu güzel şehirlerin ve evlerin içinde nice ha-
yat yaşanmış ve nice insan yetişmiştir. Sadi Ya-
ver Ataman türküleri kanatlandıran bir sanatkâr,
Mehmet Fehmi Efendi, müftülüğü sırasında in-
sanlara gönül kumaşı nasıl dokunur diyerek bu-
nun ilmini öğreten bir yüce gönüllü insan olarak,
Kayıkçı Kul Mustafa asker şair olup hatıralarımı-
zın kapısını tıklatan Karabüklü insanlardan bazı-
larıdır.
Şehirlerin sultanı, kültürümüzün yüz akıdır.
Geçmişin nadide incesi, geleceğin bergüzarı, ruhu-
muzun gergefidir. Bir engin mimarlığın baş şehridir.
Safranbolu Karadeniz’de esen bir kültür fırtı-
nasıdır!
Kasım 201222
EdebiyatMusa TEKTAŞ
bİrlİktelİK
manevî“İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlarla, sevdikleriyle beraber
olmak ister. İşte civarında binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen,
manevî birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından biride Mahmûd
Encîrfağnevî Hazretleridir.”
23
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin
ziyaretine giden bir arkadaş, sohbet
esnasında Hazrete sorar: “Efendim
ahirette de böyle bera ber olup, soh be tinizde bulu-
nacak mı yız?” Hulûsi Efendi (k.s.) de şöyle buyu -
rur: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) Efendi miz asha-
bıyla sohbet ederler ken, sahabiden biri sordu:
‘Ya Rasûlallah (s.a.v.), kıyamet ne zaman kopa-
cak?’ Rasûlullah (s.a.v.) da ona: ‘Kıya met için ha-
zırlığın nedir?’ diye sordu. O saha be: ‘Hazırlı ğım
muhabbet-i Allah (c.c.), muhabbet-i Rasûlullah
(s.a.v.)’ deyince, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz iki
elinin şehadet par maklarını birleştirerek: ‘O hâlde
kişi sevdiği ile beraberdir.’ buyur urlar.”
İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlar-
la, sevdikleriyle beraber olmak ister. İşte civarın-
da binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen, manevî
birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından
biri de Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleridir.
Buhara’nın üç fersah/takriben 21 km. ku-
zeyindeki Vabkeni ilçesinin (şimdiki adı Vab-
kent) Encîrfağne Köyünde (Bu köy şimdi Encir-
bağ adıyla anılmaktadır) dünyaya gelir. Babasının
adı Emir Yahya’dır. Peygamber neslinden geldi-
ği nakledilir. Encîrfağne’de doğup büyüyen Hâce
Mahmûd, sonradan Vabkeni’ye taşınıp orada
ikâmet eder. Dülgerlik, inşaat ustalığı ve sıvacılık
yaparak geçimini sağlayan Mahmûd Encîrfağnevî,
elinde dülgerlik âletleri, taş ve toprağı karıştır-
makla meşgul olur.1 Köyünden ötürü Encîrfağnevî
olarak anıldığı gibi, bazı kaynaklarda “Encer/En-
cir” kelimesinin lakabı olduğu da belirtilmektedir.
“Encer” kelimesi gemi demiri demektir. Tarika-
tı şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu
için kendisine bu lakabın verilmiş olabileceği be-
yan edilmektedir.2
Ârif Rivgerî (k.s.)’ye intisap ederek seyr ü
sülûkünü tamamlar ve onun halifesi olur. Artık
bina inşa etmek yerine gönül inşa etmeye koyu-
lur. Vabkeni mescidinde yıllarca halkı irşad eder,
müridler yetiştirir.
Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin 685/1286 ta-
rihinde vefat ettiği belirtmektedir.3 Kabri doğdu-
ğu köyünde, Encirbağ Köyündedir. Kabri yanında
bir mescit ile su kuyusu bulunmakta ve bu suyun
şifalı olduğuna inanılmaktadır.
Kasım 201224
Kendisinin bazı söz ve menkıbeleri, müelli-
fi bilinmeyen Makâmât-ı Seyyid Emir-i Hord-i
Vâbkenevî adlı eserde toplanmıştır. Hâcegân ta-
rikatını Nakşbendîyye’ye bağlayan ana kol halife-
si ise kendisinden sonra Ali Râmîtenî Hazretleri ile
devam etmiştir.4
Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), orta boylu, güleç
yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni be-
yaz, sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Musa (a.s.)
meşrebinde ve kerameti zâhir bir kâmil velîydi.
Esası hafî zikir olan yolun usûlünü hâl ve cezbe ga-
lebesiyle, mürşidinin işaret ve müsaadesiyle cehrî
yapmıştı. Dolayısıyla Encîrfağnevî, Hâcegân tari-
katında cehrî zikri ilk başlatan kişidir.
Hakk’a Yönelten Zikir
Mahmûd Encîrfağnevî zikir ve gönül ehli
bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini se-
ver ve zaman zaman oraları ziyaret eder. Yine bir
gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfizuddin gibi
âlimlerin bulunduğu ilim meclisine varır. Şemsed-
din Halvânî, Şeyh Hâfizuddin’e der ki: “Mahmûd
Encîrfağnevî’ye sor bakalım, tarikatlarının esa-
sı hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyetle
yapıyorlar?”5 Buhara’nın önde gelen âlimlerinden
Hâfizuddin Kebîr Buharî de Encîrfağnevî’ye hangi
niyetle cehrî zikir yaptığını sorunca ondan şu ceva-
bı alır: “Uyuyanlar uyansın, gafiller kendine gelip
hakikat yoluna yönelsin, istikamet ile şeriat ve ta-
rikata girsinler, bütün hayırların anahtarı ve mut-
lulukların aslı olan hakikî tevbeye ve Hakk’a yö-
nelmeye rağbet etsinler diye cehrî zikir yapıyoruz.”
Hâfizuddin bu cevabı beğenip “Sizin niyetiniz doğ-
rudur ve bu iş size helâldir.” der.6 Çünkü değişen ve
değiştirilen bir şey yoktur ortada. Temel anane yo-
lundadır. Bu tecelli onlarda bir hâlet ve bir hikmet
gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları zikri şim-
di açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır.7 Şeyh
Hâfizuddin bir başka gün Encîrfağnevî’ye cehrî zik-
rin kimlere caiz olup kimlere caiz olmadığını, ger-
çek bir zikir ile sahtesinin nasıl ayrılacağını sorar.
Encîrfağnevî şu cevabı verir:
“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk göğünde, yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”Maneviyat gökyüzünde kanat süzen yüce ruhlara selam olsun…”
Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri Bekir AYDOĞAN
25
“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, bo-
ğazı haram ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi
riya ve gösterişten, gönlü de Hak’tan başkasına
yönelmekten temizlenmiş olan kişi için caizdir.”
Ölüm Yaklaşırken Sevdiğiyle Beraber Olanlar
Anlatıldığına göre Gucdevânî’nin halifele-
rinden Evliya-yı Kebir Buharî’nin talebesi olan
Şeyh Dehkan Kılletî hastalanmıştır. Mahmûd
Encîrfağnevî, onun ziyaretine varır. Şifa dilek-
lerinde bulunduktan sonra huzurundan ayrılır.
Encîrfağnevî çıktıktan sonra Şeyh Dehkan şöy-
le dua eder: “Allah’ım, ölümüm
yaklaştı. Ölümüm sırasında velî
kullarından birini bana gönder
de bana yardım etsin, işimi ko-
laylaştırsın.” Şeyh Dehkan du-
asını tamamlar tamamlamaz
Mahmûd Encîrfağnevî tekrar
içeri girer ve “Ölünceye kadar
sana hizmete geldim.” der ve ve-
fatına kadar yanından ayrılmaz.
Bu mealde birkaç hatıra da Hulûsi Efendi Haz-
retlerinin hayatında yaşanmıştır…
Darende’nin yaşlı ihvanlarından Alo Emmi
hastalanmış yatağında son anlarını yaşamakta
çocukları başında Kur’an okumaktadırlar. Ölüm
hali gelip çatmıştır. Çocukları ağlamaya başlar-
lar. Bu arada Alo Emmi, “Susun evlatlarım beni
biraz doğrultun, Peygamber Efendimiz ve yanın-
da Hulûsi Efendi teşrif ettiler, ağlayıp huzuru ra-
hatsız etmeyiniz. Benim sevdiklerim geldi sevgili-
ye gidiyorum.” diye evlatlarını teselli eder.
Elbistanlıların bulunduğu bir sohbet esnasın-
da Hu lûsi Efendi Hazretleri; “Elbistan’da sevdiği-
miz Bostan Emmi var. Bize deseler ki: Elbistan’ı
mı alırsın, yoksa Bostan’ı mı? Biz Bostan Emmiyi
alırız.” Bu konu ile alâkalı bir de beyit vardır:
Bize Bostan gerek Bostan,
Bin türlü bostan olsa da Elbistan
Bir defasında Bostan Emmi Darende’ye ziya-
rete gelerek Osman Hulûsi Efendi’ye “Efendim
ben gidiciyim. Ne olur cenaze namazımı siz kıldı-
rın.” der. Aradan birkaç gün geçer bir sabah er-
kenden henüz hiçbir haber verilmediği hâlde
Osman Hulûsi Efendi “Oğul arabayı hazırlayın
Elbistan’a gidiyoruz. Bostan Emmi vefat etti. Bize
vasiyeti var cenaze namazını kıldıracağız.” der. O
gün Elbistan’a gidilir ve Bostan Emminin cenaze-
si teşyi edilir.
Hulûsi Efendi (k.s.) yine bir sohbetlerinde şöy-
le anlatırlar: “Bir Cuma günü Darende’nin ile-
ri gelenlerinden Korkmaz Hafız geldi. ‘Hulûsi
Efendi, ben yolcuyum, cenazemi yıka demeyece-
ğim. Fakat namazımı sen kıldır, kabir taşıma da
iki satır kitabe yaz’ dedi. Hafız Ağa, Allah (c.c.)
sana uzun ömürler versin, daha çok çay içeceğiz
dedim. O da ‘Ben rüyamı gördüm, ben yakında
yolcuyum’ dedi. Üç gün sonra, Pazartesi günü ve-
fat etti. Cenaze musallaya konulunca etrafta başka
hoca efendiler vardı, ben sesimi çıkarmadım. Tam
o sırada Hacı Esat Efendi yüksek sesle; ‘Hulûsi
Efendi, Korkmaz Hafız’ın vasiyeti vardır, cena ze
namazını sen kıldıracaksın’ dedi. Sonra namazını
kıldırdık, kita besini de yazdık.” diye buyururlar.8
Kitabe şöyledir:
Muhibb-i hanedân-ı âli Ahmed
Korkmaz-zâde Hacı Hâfız Muhammed
Fenânın koydu fâni lezzetini
Bekânın buldu bâki izzetini 1371/19529
Köy âşıkları etrafça sevilen hatta yarı ermiş ka-
bul edilip, hürmet edilen insanlardır. Çünkü onla-
rın sözleri genellikle hakikati yansıtır, gerçekleri
içerir. Onları “Hakk’ın söylettiğine” inanılır. Ke-
“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram
ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi riya ve gösterişten,
gönlü de Hak’tan başkasına yönelmekten temizlenmiş
olan kişi için caizdir.”
Kasım 201226
lime hazineleri farklılık arz eder. Genellikle yaşa-
nılan çevre ve hayatın önemli etkenleri tekrar ko-
nusu olabilir.
Bu tip âşıklardan biri ancak gönlü zengin, mü-
tevazı, Hakk vergisi bir şair olan Âşık Mevlüt’le
6 Ağustos 2000 tarihinde tanışmıştık. Daha ön-
ceden ismini duymuştum ama
birkaç kez haber göndermemi-
ze rağmen bir türlü fırsat bulup
gelememişti. Hulûsi Efendi’ye
yazmış olduğu bir şiirini ve bazı
şiirlerini daha önce kendinden
dinleyen Muhterem H. Hami-
dettin Ateş Efendi’den duymuş-
tum. Kendilerinin isteği doğrul-
tusunda bu âşığımızın şiirlerini
derlemek üzere bir araya geldik
uzun röportajlar yaptık. Çeşitli
vesilelerle yayınladık.
Âşık Mevlüt; 9 Eylül 2012
Pazar günü yakalandığı mide
kanseri hastalığı vesilesiyle son
bir kez Somuncu Baba’yı, H.
Hamidettin Ateş Efendi’yi ziya-
ret için Darende’ye gelmişti. Bu
son arzusunu Allah nasip etmiş,
çocukları yerine getirmişti. H.
Hamidettin Ateş Efendi ile gö-
rüştü, çay içti, sohbet etti. Has-
ta olmasına rağmen, şiir oku-
du, hatıralardan bahsetti… Son olarak, “Efendim
Allahu âlem vadem yakın son demimde sizi zi-
yaret etmek, duanızı almak istedim, artık ölsem
de gözlerim açık gitmez, sizi gördüm, sohbetini-
ze katıldım. Allah bilir ama yakında bu dünyadan
göçerim. Cenazemle ilgilenir misiniz?” diyerek
ayrılmıştı. 24 Eylül 2012 tarihinde Âşık Mevlüt
Hakk’ın rahmetine kavuştu, ahirete göçtü. Ve-
fat haberi H. Hamidettin Ateş Efendi’ye ulaşın-
ca müteessir oldu. 15 gün önce âşığın kendisine
arz ettiği şekilde, vefa borcu olarak birkaç arka-
daşımızı görevlendirdi. Bu arkadaşlarımız Âşık
Mevlüt’ün köyüne giderek, cenaze ve defin işlem-
leriyle ilgilendiler. Ailesine ve sevenlerine H. Ha-
midettin Ateş Efendi’nin taziye mesajını ve sela-
mını götürüp, âşığın son isteğini yerine getirmeye
çalıştılar.
Maneviyat Gökyüzünde Kanat Süzenler
Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin keramet-
leri zâhirdir. Bir gün ha-
lifesi Ali Râmîtenî(k.s.)
ihvana zikir yaptırırken
başucundan geçen be-
yaz bir kuşun gagasından
aynen şu lafızlar duyu-
lur: “Ey Ali! Mert ol! Ya-
pıştığın eteği sımsıkı tut!
Mürşidine bağlan! Ahdini
bozma!” Zikir halkasında
bulunan müridleri şaşkı-
na çeviren ve kuşun ağzın-
dan dökülen bu cümlele-
rin ardından Ali Râmîtenî
der ki: “Bu şeyhimiz
Mahmûd Encîrfağnevî’nin
sesidir. Bizi uyarıyor
ve âgâhlığa çağırıyor.”
Encîrfağnevî’nin beyaz bü-
yük bir kuş şeklinde hava-
da uçtuğu ve halifesi Ali
Râmîtenî ile konuştuğu
anlatılmaktadır.
Kuş şekline girme moti-
“Şeyh Dehkan şöyle
dua eder: “Allah’ım,
ölümüm yaklaştı.
Ölümüm sırasında velî
kullarından birini bana
gönder de bana yardım
etsin, işimi kolaylaştırsın.”
Şeyh Dehkan duasını
tamamlar tamamlamaz
Mahmûd Encîrfağnevî
tekrar içeri girer ve
“Ölünceye kadar sana
hizmete geldim.” der ve
vefatına kadar yanından
ayrılmaz.”
27
1 Hamid Algar, “Fağnevî”, DİA, İstan-bul 1995, c. XII, s. 73.
2 H. Kamil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam Yay., 1994, s. 93.
3 Harîrî-zâde, Tibyân, c. III, vr. 201a.4 Kadir Özköse-H.İbrahim Şimşek,
Altın Silsileden Altın Halkalar, Na-sihat Yay., Ankara, 2009, s. 187.
5 Yılmaz, Altın Silsile, s. 93.6 Safî Ali b. Hüseyin Vaiz el-Kaşifî,
Reşahâtu ayni’l-hayât, Çev. Meh-
met Rauf Efendi, İstanbul 1291, s. 51-52.
7 Yılmaz, Altın Silsile, s. 94.8 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar
Dosyası, nr. 9/93-5.9 Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı
Hulûsî-i Dârendevî, Nasihat Yay., İstanbul 2006, s. 231.
10 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakş-bend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay., İstanbul 2002, s. 59.
Dipnot
fine Türk velîlerine ait menkıbeler arasında da
sıkça rastlanır.10 Yazımızı aynı gerçekleri hatır-
latan birkaç hatıra ile bağlayalım:
H. Hamidettin Ateş Efendi, vakıfta odasında
bulunduğu bir sırada bir su bülbülü gelir odanın
penceresine vurur. H. Hamidettin Efendi görev-
li arkadaşları çağırarak ‘Bülbülü takip edin’ bu-
yurur. Takip edildiğinde kuşcağızın yuvasının
böcekler tarafından talanmış olduğu görülür, yav-
ruları zor durumdadır, himmetleriyle yuva bö-
ceklerden temizlenir. Su Bülbülü ise bu işlemden
sonra, pencereye gelerek birkaç kez vurur ve dö-
ner. Aslında bu bir teşekkürdür.
Yine H. Hamidettin Ateş Efendi, 2011 yılında-
ki Umre ziyaretinde, Mescid-i Nebevî’nin müezzi-
ni Üsam Buhari’yle sohbeti sırasında, “Göreviniz
esnasında harikulade olaylarla karşılaştınız mı?”
diye sorar. Üsam Buhari şöyle cevap verir: “Bir-
çok olayla karşılaştım ama birini örnek vereyim.
Bir gün sabah ezanını okurken, ezan esnasında,
Babus-selamdan beyaz renkli kanatları açık şim-
diye kadar hiç görmediğim bir büyük kuş içeri
girdi. Peygamberimizin hücre-i saadetini ziyaret
ederek Bâkî kapısından çıkıp gitti. Aslında biz kuş
gibi gördük ama Allahu â’lem bir kâmil insan ruhu
veya kuş suretinde melekti.”
Aynı yıl H. Hamidettin Ateş Efendi ve bazı ar-
kadaşlar otel odasında otururlarken, gökyüzün-
de Kâbe-i Muazzama’nın etrafında tavaf eder gibi
uçan büyük kuşları görürüler. H. Hamidettin Ateş
Efendi yanındakilere “Bunları kuş gibi görmeyin,
insanlara çok şey anlatıyor.” diye buyurur.
Mevlânâ Celaleddin Rumî Hazretleri de kendi
üstadını devlet kuşuna benzetiyor ve şöyle diyor…
“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk
göğünde, yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”
“Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin kerametleri zâhirdir. Bir gün halifesi Ali
Râmîtenî(k.s.) ihvana zikir yaptırırken başucundan geçen beyaz bir kuşun
gagasından aynen şu lafızlar duyulur: “Ey Ali! Mert ol! Yapıştığın eteği sımsıkı tut! Mürşidine bağlan! Ahdini bozma!”
Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri Bekir AYDOĞAN
Kasım 201228
KAZANDIRDIKLARICÖMERTLİĞİN
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Günes gibi sefkatli yer gibi tevâzu’lu Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
29
Cömertlik; sehâvet,
ikram, ihsan ve yar-
dım etme alışkanlı-
ğına verilen bir isimdir. İnsanın,
sahip olduğu imkânlardan Allah
rızası için muhtaçlara ihsan ve
yardımda bulunmasını sağlayan
üstün bir ahlâkî vasıftır.
Cömertlik Allah’ın sıfatla-
rından biridir. Zira cömert-
likte kemâl sahibi olan, an-
cak Allah (c.c.)’tır. Çünkü
Allah, âlemdeki her bir varlığın
neye, ne miktarda ve ne zaman
ihtiyacı olduğunu bilir ve en
uygun şekilde ikram eder. Ay-
rıca O, hiç kimseye muhtaç ol-
madığı ve eksiklikten münezzeh
olduğu için sunduğu lütufların-
dan dolayı bir karşılık beklemez.
O’nun bir ismi de kullarına ke-
rem ve ihsanı bol anlamına ge-
len “el-Kerîm”dir.1 Ayrıca er-
Rahmân, er-Rahîm, el-Vehhâb,
el-Latîf, et-Tevvâb, el-Gaffâr,
el-Afüvv, er-Raûf, el-Hâdî gibi
ilâhî sıfatlar da Allah’ın cömert-
liğini değişik açılardan ifade et-
mektedir.2 Rasûlullah (s.a.v.);
“Allahu Teâlâ Cevâd’dır, yani
cömert ve ihsân sahibidir, bu
sebeple cömertliği sever. Yine
O, güzel ahlâkı sever, kötü ah-
laktan da hoşlanmaz.”,3 “Şüp-
hesiz Allah tayyibdir güzel
ve hoş olanı sever, temizdir
temizliği sever, Kerîm’dir kere-
mi sever, Cevâd’dır cömertliği,
cûd ve sehâyı sever.”4 buyurarak
Cenab-ı Hakk’ı “Cevâd” ism-i
şerîfi ile zikretmiştir.
Cömert olan Allahu Teâlâ,
kullarının da bu isminden nasip
almalarını ve bu ahlakı ile ah-
laklanmalarını emretmektedir.
Şöyle ki:
“Ey iman edenler! İçinde hiç
bir alış veriş, hiç bir dostluk,
(Allah’ın izni olmadıkça) hiç
bir şefaat bulunmayan kıyamet
günü gelip çatmadan önce, rı-
zıklandırdığımız şeylerden Al-
lah yolunda cömertçe sarf edin.
Küfâan-ı nimet içinde olanlar
zâlimlerin ta kendileridir.”5
Bazı âyetlerde de cömertlik,
alışverişe benzetilmiş ve Allahu
Teâlâ’ya verilen güzel bir borç
olarak telakkî edilmiştir:
“Allah’a güzel bir borç ve-
recek olan var mıdır ki Allah
bunu, onun için kat kat artırsın
ve kendisine daha nice kıymetli
mükâfatlar ikrâm etsin!”6
Peygamber Efendimiz ise
gıpta edilecek kişilerden biri-
nin de cömertler olduğunu ifade
ederek şöyle buyurur:
“Yalnız iki kişiye gıpta edilir:
Biri, Allah’ın mal verip Hak yo-
lunda harcamaya muvaffak kıl-
dığı kimsedir. Diğeri de Allah’ın
kendisine ilim verip de onunla
amel eden ve bunları başkasına
öğreten (yani ilmini infâk eden)
kimsedir.”7
Mal ve servet yalnız Allah’a
âittir ve rızkı veren de O’dur.
Allahu Teâlâ’nın kullarına faz-
lından ve kereminden verdi-
ği mallarda muhtaçların hakkı
bulunmaktadır. Bu sebeple bir
Müslüman için en makul hare-
ket, mülkü gerçek Mâlik’in yo-
lunda sarf etmesidir. Cömertlik
duygusu da bu inançtan kaynak-
lanır.8
Nefsin tezkiye ve terbiye-
si neticesinde kişiye îsâr/cö-
mertlik vasfının verileceği-
ni beyan eden Sühreverdî (ö.
632/1234)’ye göre ihtiyaç duy-
duğumuz bir şeyi başkasına ve-
rebilmemiz ancak kişisel ihtiras
ve duyguların egemenliğinden
tam anlamıyla kurtulmamıza
bağlıdır. Sühreverdi bu gerçe-
ği şu şekilde dile getirmektedir:
“Sûfîlerin îsâr ile amel etmeleri,
nefs tezkiyesi ve karakter ter-
biyesinden geçmiş olmaların-
dan başka bir sebeple değildir.
Allah Teâlâ, karakterini düzelt-
meyen sûfîye îsâr sıfatı nasip
etmez. Tabiatında sehâvet sıfatı
bulunanların neredeyse tamamı
sûfîdir. Çünkü sehâvet karak-
tere ait bir sıfattır. Sehâvetin
zıddı ‘şuhh’ yani cimriliktir.
Cimrilik ise nefsânî sıfatlar
cümlesindendir.”9
Kasım 201230
Cömertlik bir mü’minin en
mühim vasfıdır. Mü’minin cö-
mert olmamasını tasavvur et-
mek mümkün değildir. Zira bir
kalpte imanla cimrilik bir arada
asla bulunamaz.10 Hz. Enes’in
naklettiği şu hâdise bu hakîkati
ifade etmektedir:
“Bir adam ölmüştü. Halk-
tan birisi Rasûlullah (s.a.v.)’in
işiteceği şekilde; ‘Cennet ona
mübârek olsun!’ dedi. Bunun
üzerine Allah Rasûlü; ‘Nereden
biliyorsun? Belki de o mâlâyânî
konuştu veya malından bir şey
eksiltmeyecek kadar çok az bir
kısmını bile infâk etmekte cim-
rilik gösterdi!’ buyurdu.”11
Bir diğer hadisinde Peygam-
ber Efendimiz; “Zulüm yap-
maktan sakının. Çünkü zulüm
kıyâmet gününde zâlime zifirî
karanlık olacaktır. Cimrilikten
de sakının. Zira cimrilik sizden
önce yaşayan insanları, birbi-
rini öldürmeye ve dokunulmaz
haklarını çiğnemeye kadar gö-
türerek perişan etmiştir.”12 bu-
yurarak cimriliğin dünya ve
âhiretteki acı âkıbetini bildir-
miştir. Bu sebeple bir mü’min,
tabiatında bulunan cimriliği
terk edip cömertlik ahlakını elde
etme gayreti içinde olmalıdır.
Zira âhiret hayatı için en faydalı
hasletlerden biri, nefsin sehâvet
üzere olmasıdır. Sehâvet, zekât
ve infâkın ruhudur. Nefsin
terbiyesi de ancak sehâvetle
mümkündür. Bunu elde
edebilmenin yolları ise ihtiyacı
olduğu halde infakta bulunmak,
kendisine zulmeden kimseyi
affetmek, hoşa gitmeyecek
şeylerle karşılaştığında âhirete
olan yakîni sebebiyle sabretmek
gibi davranışlardır.13
Semerkand’dan Buhara’ya
gelip intisap etmek istedi-
ğini söyleyen Şeyh Sekkâ-yı
Semerkandî isminde bir şah-
sa, Bahâeddin Nakşibend
(ö.791/1388); “Bize bir hedi-
ye ver ki seni müritliğe kabul
edelim.” der. Adam hiç para-
sı olmadığını söyleyince Şah-ı
Nakşibend, onun elbisesinin al-
tında dört dinar bulunduğunu,
bu yolda ilk şartın cömertlik ol-
duğunu, ancak kendisinde cim-
rilik huyu olduğu için kendisini
müritliğe kabul edemeyeceğini
söyler. Adam dört dinarı çıkarıp
Şah-ı Nakşibend’e uzatır. Ancak
şeyh, bu paraları almayıp ora-
da oynamakta olan küçük bir
çocuğa vermesini emreder. Ço-
cuk bu paraları yere atınca, ada-
mın utancı ve üzüntüsü bir kat
daha artar. Mecliste bulunan-
ların ricâsıyla Şah-ı Nakşibend,
onu müritliğe kabul eder.14
Cömertliği mârifet kapısı-
nın altıncı makamı olarak ka-
bul eden15 Hacı Bektâş-ı Veli
(ö.669/1271)’ye göre, mal cö-
mertliği, ten cömertliği, ruh
cömertliği ve gönül cömertli-
ği şeklinde dört türlü cömertlik
vardır. Diğer taraftan o, insan-
ların da “kerîmler”, “cömert-
ler”, “cimriler”, “kötüler” ve
“reziller” olmak üzere beş çeşit
olduklarını vurgulamaktadır.
Kerîmler yemeyip yedirenler,
cömertler hem yiyip hem yedi-
renler, cimriler kendileri yiyip
başkalarına vermeyenler, kötü-
ler yemeyen ve yedirmeyenler
ve reziller ise kendisi yemeyip
başkasına vermediği gibi baş-
kasının da iyilik etmesine engel
olanlardır.16
Özetle, cömertliğin hem
dünyada hem de âhirette pek
çok kazandırdıkları bulunmak-
tadır. Öncelikle cömert bir kim-
seyi Allahu Teâlâ sever ve kul-
larına sevdirir. Sonunda cömert
kimse cennete yakın, cehen-
nemden de uzak olur. Peygam-
ber (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Cömert kişi Allah’a yakın,
cennete yakın, insanlara yakın
ve cehennem ateşinden uzak-
tır. Cimri ise Allah’tan uzak,
Cennet’ten uzak, insanlardan
uzak ve cehennem ateşine ya-
kındır. Cömert câhil, ibadet
eden cimriden Allah’a daha se-
vimlidir.”17 Bu sebeple Allahu
Teâlâ’nın cimri, ahmak ve ki-
birli olan kimseleri dost edin-
meyeceği bildirilmiştir.
1 82/İnfitâr, 6.2 Ömer Çelik-Mustafa Öztürk-Murat Kaya, Üsve-i
Hasene (Kullukta-Ahlâkta-Adâbda) En Güzel İnsan –sallallahu aleyhi ve sellem-, Erkam Yayınları, İstan-bul 2003, s. 319.
3 Ebû’l-Fazl Celâleddîn Abdurrahmân bin Ebû Bekir es-Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Mısır 1306, c. I, s. 60.
4 Tirmizî, Edeb, 41.5 2/Bakara, 254.6 57/Hadîd, 11.7 Buhârî, İlim, 15.8 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 319.9 Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasav-
vufun Esasları -Avârifu’l-Maârif Tercemesi-, Haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, s. 315.
10 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.11 Tirmizî, Zühd, 11.12 Müslim, Birr, 56.13 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.14 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı,
Görüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 299.
15 Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât, haz.Esad Coşan, Seha Neşriyat, trs., s. s. 120.
16 Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, En-sar Yayıncılık, Konya 2008, s. 172.
17 Tirmizî, Birr, 40.
*Prof. Dr.
Dipnot
ÖMÜR TÖRPÜSÜ
Kendi bedeninde, garip kalınca Anlarsın ki gurbet, başka “şey” imiş Gamzedeler, hissettirmez ahını İnleyen bu nida, saz ve “ney” imiş
Soluk soluk tükeniyor hayatın Nalın eskir, devrilir bir gün atın İster çulda, ister sarayda yatın Ömür sermayesi, ödünç “pay” imiş Temel sağlam ama duvarı çürük Bakışlar tarumar, görüşler kırık Yangına koşuyor, elinde körük Cüssesi yiğitçe, fikri “toy” imiş Mevsimlerin en verimsizi hazan Kalpleri karartır, zan üstüne zan Bedene rol, yakışmaz oyun bozan Mahcubiyet dilde, sonu “vay” imiş Yudum yudum içersin, yine biter Günlerin sayılı, kaç bayram yeter? İnişte gözyaşı, yokuştaysa ter Yolun düzgün ise, sana “ray” imiş
Protonlar, nötron ile anlaştı Tüm vahşiler, birbirine yanaştı İnsanlar kavgalı, yerküre şaştı Safkan zannedilen, melez “toy” imiş Konjonktürde, özne insanlık değil Zalime başkaldır, haklıya eğil Öğüt almaz ise, babadan oğul Hedefsiz atılan, oka “yay” imiş Pirince giderken, olur bulgurdan hasılatı bekler, en yüksek kurdan Şiirler de, vefa bekler okurdan Doğruyu dışlayan, dokuz “köy” imiş Ömür törpüsü bu, dikenli yollar Dert bulaştırmaya, bir fırsat kollar Pusulaya, tersten bakınca kullar Aşk için içilen, sahte “mey” imiş
Ali Rıza MALKOÇ
31
Kasım 201232
İSLÂM’DA İLK ÖĞRETMEN:
(R.A) MUS’AB B. UMEYR
İlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*
33
Nesebi ve Gençlik Yılları
Mus’ab b. Umeyr b. Haşim b.
Abdi Menaf b. Abdiddar b. Ku-
say, b. Kilâb b. Mürre el-Kureşî
el-Abderî. Miladi 585 yılında
Mekke’de dünyaya geldi. Ba-
bası Umeyr, annesi Hünas bin-
ti Malik’tir. Annesi de babası da
maalesef Müslüman olmamış-
lardır. Mus’ab, Mekke’de Ab-
duddaroğulları denilen zengin
bir aileye mensuptur. Cahiliye
döneminde bu ailenin iki göre-
vi vardı:
1. Askerî görevleri ki
Mekke’nin sancaktarlığını yap-
maktı.
2. Dinî görevleri de hica-
be idi. Yani Kâbe’nin bakımı ve
anahtarını koruma ile görevli
idiler.
Mus’ab’ın ailesi, Mekke’nin
en zengin ailelerden biri idi.
Evin üç erkek evladı vardı. On-
ların en küçüğü de Mus’ab’tı.
Annesi bu küçük oğluna diğer-
lerinden daha fazla düşkündü.
Dolayısıyla ona en güzel elbise-
leri giydirir, özel ayakkabı dik-
tirir, en güzel ata bindirirdi.1
Mus’ab için ta Yemen’den özel
koku getirtirdi. Mus’ab’a ait bir
koku vardı ki, sadece o kullanır-
dı. Mekke sokaklarından geçtiği
zaman o kokudan dolayı o ma-
halleden Mus’ab’ın geçtiği bel-
li olurdu. Mus’ab, aynı zaman-
da yakışıklı bir gençti. Mus’ab
günümüzdeki bazı gençlerin de
yaptığı gibi her gün belirli bir za-
manını ayna karşısında geçirir-
di. Saatlerce süslenir, elbisesini
giyer ve kokusunu sürer sokağa
öyle çıkardı. Mus’ab sokağa çık-
tığı zaman mahallenin genç kız-
ları pencereye çıkar onu izler-
lerdi. Mekke’nin en güzel kızları
onunla evleneceğine dair bah-
se girer ve onunla evlenmek için
can atarlardı. Mus’ab, ailesi içe-
risinde en fazla annesi tarafın-
dan sevilmekteydi. Ancak Müs-
lüman olduktan sonra en fazla
annesinin elinden çekmiştir.
Yani Allahu Teâlâ, onu annesiy-
le imtihan etmiştir.
Soylu soplu, zengin ve yakı-
şıklı bir genç olmasına rağmen
Mus’ab, 25 yaşına kadar iffetini
bozacak bir davranışı asla olma-
mıştı. İşte Mus’ab, iffetini mu-
hafaza ettiği için Allah da ona
imanı nasip etmiştir.
Tarihler Miladi 610 yılını
gösterirken Peygamber Efendi-
mize ilk vahiy indiğinde Mus’ab
25 yaşında idi. İslâm daveti ya-
vaş yavaş Mekke’de yayılmaya
başlıyordu. Bu daveti Mus’ab’da
duymuştu.
Mus’ab b. Umeyr’in Müslüman Oluşu
Bir gece vakti Mus’ab arka-
daşlarıyla Hacun Dağı’nda eğ-
lenmekte idi. Arkadaşların-
dan biri ona: “Duydunuz mu
Adulmuttalib’in yetimi Muham-
med, ben Allah’ın peygamberi-
yim. Tapmakta olduğunuz bu
putlar boştur. Hiçbir fayda sağ-
lamaz. Allah ise birdir, her şeyi
gören ve bilendir. Yaratan odur,
ona ibadet ediniz.” diyormuş
diye bazı şeyler anlatır. Bütün
anlatılanlar Mus’ab’ı çok etki-
lemesine rağmen, Mus’ab: “Su-
sun bunları anlatmayın, bunlar
bizim meselemiz değildir. Bü-
yüklerimiz bunları düşünsün ve
kararlarını versinler, biz eğlen-
cemize bakalım.” diyerek arka-
daşını susturdu. Ama aklından
da söylenenler asla çıkmadı. Eve
geldi, sabaha kadar düşünmek-
ten gözlerine uyku girmedi. Sa-
bah olunca at yarışına gitti, her
gün yarışta birinci olmasına
rağmen o gece uykusuz olduğu
“Tarihler Miladi 610 yılını gösterirken Peygamber
Efendimize ilk vahiy indiğinde Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm
daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başlıyordu. Bu
daveti Mus’ab’da duymuştu.”
Kasım 201234
için yarışı kaybetti. Fakat fazla
üzülmedi. Daha sonra demirci
Habbab b.Eret’in dükkânının
önünden geçmekteydi. Mus’ab,
dükkânın önünden geçerken
Habbab:
- Ah Mus’ab bir elime geç-
se de ona İslâm’ı bir anlatsam,
onu Müslüman olma şerefiy-
le bir şereflendirebilsem, İslâm
ona ne güzel yakışır, diye dü-
şünüyordu. O anda Mus’ab,
Habbab’a uğrar bir bakar ki
kızgın demiri elinde tutmak-
tadır. Onu bu hâlde görünce
Mus’ab, ona şu soruyu sorar:
- Bu sıcak demiri nasıl elin-
de tutuyorsun elin yanmıyor
mu? Habbab:
- Yüreğimde öyle bir yangın
var ki bedenimdeki acıyı his-
setmiyorum, der. Mus’ab, bir-
den bu söz karşısında sarsılır.
- Benim de yüreğim yanıyor
fakat senin kadar cesur deği-
lim, senin gibi bu kızgın demi-
ri elimle tutacak cesaretim yok.
Sen bu cesareti nereden bulu-
yorsun, der. Habbab tam fır-
satı yakalamıştır. Ona İslâm’ı
anlatmaya başlar. Nihayet
Habbab b. Eret, o güne kadar
İslâm’dan öğrendiği hakikat-
leri anlatırda anlatır. Sonunda
Mus’ab:
- Muhammed nerede, beni
oraya götür.
Habbab:
- Seni ona götüreceğim ama
şimdi değil.
Mus’ab:
- O halde ne zaman götüre-
ceksin?
Habbab:
- Mekke, öğle uykusunda
iken sen Safa Tepesi’nde Erkam
b. Erkam’ın evine gel, der. Bu-
nun üzerine
Mus’ab:
- Yoksa Ebu Cehil’in yeğeni
Erkam, Müslüman mı oldu, der.
Habbab: “Evet” der.
Nihayet Mus’ab, öğle vak-
ti Erkam’ın evine gelir. Habbab,
kapıyı açar ve Mus’ab, Allah
Rasûlunü görür görmez şeha-
det getirip Müslüman olur. İşte
Habbab b. Eret, böylece Mus’ab
b. Umeyr’in İslâm’a girmesine
vesile olmuştur.
Mus’ab, Daru’l-Erkam’dan
çıkarken Peygamber Efendi-
miz, ona: “Sakın ha ailene Müs-
lüman olduğunu sezdirme!” der.
Mus’ab da Efendimiz’in dediğini
tutmaya çalışır ama iman bu, bir
kalbe girdi mi insanda mutlaka
bir değişiklik yapar. Dolayısıyla
ev ehli tarafından Mus’ab’daki
değişiklikler kısa bir süre sonra
hemen fark edilir.
Mus’ab’ın annesi Hünas,
Mus’ab’a çeşitli sorular sorması-
na rağmen bir türlü oğlunun ağ-
zından bir şey alamaz. Kardeş-
lerini çağırır onlara sorar, onlar
da bir şey söyleyemezler. So-
nunda annesi, amcaoğlu Osman
b. Talha’yı çağırır ve ona:
- Ben Mus’ab’da birtakım de-
ğişiklikler seziyorum, onu bir ta-
kip et, ondaki bu değişikliklerin
sebebini öğren, der. Osman b.
Talha, Mus’ab’ı izler ve kısa bir
süre sonra haberi getirir.
- Senin oğlun Müslüman ol-
muş, der.
Mus’ab b. Umeyr, eve gelince
annesi onu karşısına alır ve:
- Oğlum! Öğrendiklerim doğ-
ru mu, der. Mus’ab, hiç tereddüt
etmeden:
- Evet, doğru, ben Müslüman
oldum, der.
Annesi bundan hiç memnun
olmaz ve onu ikna etmeye çalı-
şır. Çeşitli sözlerle onu dinin-
den döndürmeye uğraşır ama
nafile. Sonunda onu tehdit et-
meye başlar. Bundan da so-
nuç alamayınca Anne Hünas’ın
sevgili oğluna yapmadığı eziyet
kalmaz. Onu dininden döndür-
mek için evlerindeki bir mah-
zene hapsederek günlerce aç ve
susuz bırakır. Hatta herkesten
çok sevdiği biricik yavrusunu
kölelerine kamçılatarak işken-
ce etmeye başlar. Ama bundan
da bir sonuç alamaz. Sonunda
Mus’ab’ı çağırır ve önüne iki
tercih koyar:
- Ya ananın servetini tercih
edeceksin veya Muhammed’in
Dini’ni, der. Mus’ab elbette
İslâm’ı tercih eder. Ve böyle-
ce evden, ailesinden, dünyalık
servetten ayrılmış, imanı tercih
etmiş ve artık Daru’l-Erkam’da
kalmaya başlamıştır.
35
Mus’ab b. Umeyr’in Habeşistan’a Hicreti
Tarihler 615 yılını gösterir-
ken İslâmiyet’i kabul ettikten
sonra Mekke’de sıkıntı ve iş-
kencelere mâruz kalan Mus’ab
b. Umeyr, Rasûlullah’ın izniyle
Habeşistan’a hicret eder.
Nübüvvetin 5. yılında
Habeşistan’a hicret eden 15 kişi-
den, 11’i erkek, 4’ü de kadın idi.
Nihayet Mus’ab,
Habeşistan’a hicret edenler-
le birlikte Mekke’den ayrıldı.
Orada bir müddet kaldıktan
sonra Mekke’nin ileri gelen-
lerinin Müslüman olduğu ha-
berini duyunca 39 muhacirle
birlikte Mekke’ye, o eşsiz sev-
giliye, Allah’ın Rasûlü’ne dön-
dü. Hâlbuki duyulan haber
asılsızdı, Mekke ileri gelenle-
rinin İslâm’a olan düşmanlığı
devam ediyordu.
Hz. Ali (r.a.), onu şöyle
anlatır: “Bir gün Rasûlullah
ile oturuyordum. Bu sırada
Mus’ab b. Umeyr geldi. Üze-
rinde yamalı bir elbise vardı.
Rasûlullah onun bu hâlini gö-
rünce, mübarek gözleri yaşla
doldu. Çünkü o, Müslüman ol-
madan önce servet içinde idi.
Dini uğruna bunların hepsini
terk etmişti.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) onun hakkında şöy-
le buyurdu: “Kalbini, Alla-
hu Teâlâ’nın nurlandırdığı şu
kimseye bakın. Anne ve baba-
sının onu en iyi yiyecek ve içe-
ceklerle beslediklerini gördüm.
Allah ve Rasûlü’nün sevgisi,
onu gördüğünüz hâle getir-
di.”2 Nitekim Peygamber Efen-
dimiz, Mus’ab’a; “Mus’abu’l-
Hayr” unvanını vermiştir.
İslâm’da İlk Öğretmen
Birinci Akabe bi’atında
Müslüman olan Medineliler,
Rasûlullah Efendimize:
“Yâ Rasûlullah! İçimizde,
İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya
başladı. Halkı Allah’ın Kitabına
davet edecek, Kur’an-ı Kerim’i
okuyacak, İslâm dinini anlata-
cak, İslâm’ın sünnet ve emir-
lerini aramızda ikâme edecek,
yerleştirecek, namazlarımızda
bize imamlık yapacak bir kim-
se gönder.” diye mektup yazdı-
lar. Bunun üzerine Rasûlullah
Efendimiz Mus’ab b. Umeyr’i,
Medine’ye gönderdi ve ona,
Medinelilere Kur’an-ı Kerim
okumasını, İslâmiyet’in emir ve
yasaklarını öğretmesini, namaz-
larını kıldırmasını emretti.3
Mus’ab b. Umeyr kısa za-
manda Medine’ye vardı. Orada
kendisini büyük sevinçle karşı-
ladılar. Es’ad b. Zürâre’nin evi-
ne yerleşti. Ev sahibi Medineli
ilk Müslümanlardan idi. Ora-
da insanlara dinlerini öğret-
meye başladı.4
Mus’ab b. Umeyr,
Medine’de Es’ad b. Zürâre’nin
evinde Kur’an-ı Kerim ve dinî
bilgileri öğretiyor, güzel ahlakı,
nezaketi ve kibarlığı ile herke-
si İslâm’a bağlıyordu. Onun bu
hizmetiyle Medine’de çok kim-
se Müslüman oldu. Medine’de
bulunan kabile reislerinden
Sa’d b. Muâz, Üseyd b. Hu-
dayr, henüz Müslüman olma-
mışlardı. Bunların durumu
çevreyi etkiliyor, İslâmiyet’in
hızla yayılmasını engelliyordu.
Bir gün Mus’ab bir bahçe-
de, etrafında bulunan Müslü-
manlara dini anlatıyor, sohbet
ediyordu. Bu sırada Evs kabi-
lesinin reislerinden olan Üseyd,
elinde mızrağı ile hiddetli bir
şekilde gelip, şöyle konuşmaya
başladı:
- Siz bize niçin geldiniz, in-
sanları aldatıyorsunuz? Haya-
tınızdan olmak istemiyorsanız
buradan derhâl ayrılın!
“Mus’ab b. Umeyr, Medine’de Es’ad b. Zürâre’nin evinde Kur’an-ı Kerim ve
dinî bilgileri öğretiyor, güzel ahlakı, nezaketi ve kibarlığı ile herkesi İslâm’a bağlıyordu. Onun bu hizmetiyle
Medine’de çok kimse Müslüman oldu.
Medine’de bulunan kabile reislerinden
Sa’d b. Muâz, Üseyd b. Hudayr, henüz Müslüman
olmamışlardı.”
Kasım 201236
Nice ağır hakarete ve iş-
kenceye Allah ve Rasûlü hatı-
rına katlanmış ve Rasûlullah
(s.a.v.)’ın özel terbiyesinde ye-
tişmiş olan Mus’ab (r.a), onun
bu taşkın hâlini gayet sakin bir
şekilde karşıladı ve şöyle dedi:
- Hele biraz otur! Sözümü-
zü dinle, maksadımızı anla. Be-
ğenirsen kabul edersin. Yok-
sa engel olursun, diyerek gayet
yumuşak ve nazik bir şekilde
karşılık verdi.
Üseyd sakinleşip;
- Doğru söyledin, dedi ve
mızrağını yere saplayarak otur-
du. Mus’ab, ona İslâmiyet’i an-
lattı ve Kur’an-ı Kerim okudu.
Kur’an-ı Kerim’in eşsiz belâgati
ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd
kendini tutamayıp:
- Bu ne kadar güzel, ne kadar
iyi bir sözdür. Bu dine girmek
için ne yapmalı, diye sordu.
Güzel yüzlü, tatlı dilli öğret-
men cevap verdi:
- Lâ ilâhe illallah
Muhammedü’r-Rasûlullah, de-
mek kâfidir.
Mus’ab b. Umeyr’in, bu sözü
üzerine kelime-i şehâdeti söyle-
yip Müslüman olan Üseyd, se-
vincinden yerinde duramadı ve:
- Ben gidip arkadaşları-
ma da anlatayım, diyerek ayrıl-
dı. Üseyd; Evs Kabilesinin rei-
si, Sa’d b. Muâz’ın ve kabilesinin
yanına varınca, Müslüman ol-
duğunu söyledi.5
Bunu gören Sa’d, şaşıra-
rak hiddetlendi ve Mus’ab b.
Umeyr’in yanına koştu. Yanına
varınca sert ve kızgın bir tavırla
konuşmaya başladı.
Mus’ab b. Umeyr, ona da ga-
yet yumuşak konuştu ve oturup
biraz dinlemesini söyledi. Sa’d,
bu nazik konuşma karşısında
yumuşayıp oturdu ve konuşu-
lanları dinlemeye başladı.
Mus’ab b. Umeyr, ona da
İslâmiyet’i anlattı ve Kur’an-ı
Kerim’den bir miktar oku-
du. Kur’an-ı Kerim okunurken
Sa’d’ın yüzü birden bire deği-
şiverdi. O da orada Müslüman
oldu. Kendinde duyduğu üstün
bir hâlin ve rahatlığın şevkiy-
le derhâl kavminin yanına gidip
onlara şöyle dedi:
- Ey kavmim beni nasıl bili-
yorsunuz?
- Sen bizim büyüğümüz ve
üstünümüzsün, dediler. Sa’d:
- Öyle ise Allah’a ve Rasûlüne
iman etmelisiniz. İman etme-
dikçe sizin erkek ve kadınları-
nızla konuşmak bana haram ol-
sun,6 dedi.
Bunun üzerine kavmi hep
birden İslâmiyet’i kabul etti.
O gün kabilesinden iman et-
medik kimse kalmadı. Mus’ab
b. Umeyr’in büyük gayretle-
ri ve hizmetleri neticesinde
İslâmiyet, Medine’de hızla ya-
yıldı.7 Öyle ki, İslâmiyet her eve
girmiş, neredeyse iman etme-
yen kalmamıştı.
Kısa sürede İslâm’ın
Medine’de yayılmasına vesi-
le olan Mus’ab b. Umeyr, Müs-
lüman olan Medineli 75 Müslü-
man ile miladi 622 yılında ikinci
Akabe Biatına katıldı.
İşte İslâm’ın ilk öğretmeni,
hayatını inancı ve dini uğruna
feda edip böylece Uhud’da şehid
düştü…
Allah (c.c.), bizleri şefaatine
nail eylesin...
1 İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut 1978, III, 116; Kandehlevî, M.Yusuf, Hayatü’s-Sahabe, Dı-meşk 1986, I, 301.
2 Kandehlevî, age., II, 291-292.3 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1971, II,
76; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1965, II, 96.
4 Kandehlevî, age., I, 116.5 İbnü’l-Esir, age., II, 97; Kandehlevî, age., I, 188.6 İbnü’l-Esir, age., II, 98; Kandehlevî, age., I, 188-189.7 İbn Hişam, age., II, 77-79; İbnü’l-Esir, age., II, 97-98.
*Prof. Dr.
Dipnot
“Kısa sürede İslâm’ın Medine’de yayılmasına vesile
olan Mus’ab b. Umeyr, Müslüman olan Medineli 75
Müslüman ile miladi 622 yılında ikinci Akabe Biatına
katıldı. İşte İslâm’ın ilk öğretmeni, hayatını inancı ve dini
uğruna feda edip böylece Uhud’da şehid düştü…”
ŞUARA Şuh sözün büyüsüyle harf atına binenler,Bir serabın izinden ererler Kaf Dağına.Tırsarak her cenk vakti küheylandan inenler,Soyunur ilmihalden düşer hayal ağına. Söz gümüş iken özün sakıt olduğu demde,Şiirin başkentine Şuarayı asmalı,Hikmeti lügatinden öteleyen âdemde,Sağılmış mısralara ruhumuzdan basmalı. Şair seyri Musa’da hikmeti Hızır’da gör,Hece hece kuşan da yitik kıbleni ara,Ruhunun aynasında yalnız hakikati ör,Yalancının mumuna yatsı olur Şuara.
Mehmet SERTPOLAT
37
KUDÜS FATİHİ
SELAHADDİN-İ EYYUBÎ
Kasım 201238
TarihResul KESENCELİ
39
Selâhaddin-i Eyyubî, 1167’de am-
cası Şikruh ile beraber Şii Fatımi
hâkimiyetine son vermek amacıy-
la çıkılan Mısır Seferinde, onun yardımcısı sıfa-
tıyla kendini ilk kez tarih sahnesinde göstermiş-
ti. Sefer esnasındaki Bâbeyn Meydan Muharebesi
ve İskenderiye Muhasarasında sergilediği başarı-
larla göz dolduran Selâhaddin-i Eyyubî, ilerisi için
büyük ümitler vadeden bir emir olduğunu herke-
se ispatlamasını bilmişti. 1169’da Mahmut Zen-
gi, büyük bir orduyla Kahire’yi
fethedip, idareyi vezir tayin et-
tiği Şikruh’a bırakacaktı. An-
cak Şikruh çok yaşamayacak;
yerine 26 Mart 1169’da itti-
fakla Selâhaddin Eyyubî gele-
cektir. Aynı zamanda Nured-
din Zengi’nin ordu komutanı
da olacaktır. İşte bu tarihten
sonra Selâhaddin-i Eyyubî,
kendisinden tarihin bekledi-
ği esas rolleri ifa etmeye baş-
layacaktır.
15 Mayıs 1174’te Nu-
reddin Zengi ölünce, dev-
lette saltanat kavgası baş-
ladı; Emirler, Haçlılarla
mücadele edecek yerde bir-
birlerine düştü. Selâhaddin-i
Eyyubî, Şam’dan gelen davet
üzerine Ekim 1174’te Mısır’dan
ayrılıp Şam’a geldi ve Nured-
din Zengi’nin ölümüyle parça-
lanan İslâm birliğini yeniden
tesis etti. Kudüs’ün fethi için
de yavaş yavaş şartlar oluşu-
yordu.
Kutsal Şehir Kudüs
Mekke ve Medine’den sonra İslâm’ca kutsal
sayılan 3. belde Kudüs şehridir. Mescid-i Aksa’yı
içinde barındıran bu şehir; her 3 semavi dince
de kutsal sayılmaktadır. Hz. Ömer devrinden
beri Müslüman bir belde haline getirilen Kudüs
bölgedeki kişisel çatışma ve çıkarlar yüzünden
maalesef 15 Temmuz 1099’da Haçlıların eline
geçmişti. Uzun süre Haçlı hâkimiyetinde kalan
Kudüs; Selâhaddin-i Eyyubî’sini bekliyordu.
Haçlılar, Hz. Ömer’in 638’deki Yermuk Zaferinden
460 yıl sonra, I. Haçlı Seferi sonunda Kudüs’ü ele
geçirip, bir krallık kurmaya muktedir olmuşlardı.
Haçlılar, geçmişte bir benzeri daha görülmemiş
canavarlık numunelerini gösterime sunmaktan
zerrece çekinmemişler, her türlü vahşiliği
yapmışlar on binlerce insanı öldürmüşlerdir.
Yapılan hunharlıklar sırasında, şehrin su
tankları kana bulanacak kadar
sokaklarda 3 gün boyunca oluk
oluk kan akmış, mabetlerde
bile yüz binlerce Müslüman
acımasızca katledilmiş ve pek
çok yerde ölüler dev piramitler
hâlinde yığılıp yakılmıştı.
Selâhaddin-i Eyyubî, ara-
dan 88 yıl geçmesine rağmen,
Kudüs’ün Haçlıların tahakkü-
mü altında olmasını, İslâm’ın
ilk kıblesi ve Kâinatın Efendi-
si Hz. Muhammed’in (s.a.v.)
Miraç’a yükseldiği mukad-
des beldenin, Haçlı sultasın-
da bulunmasını kabullenemi-
yordu. Selâhaddin kendisini
bildiği ilk günden beridir Ku-
düs, Haçlı işgali altında bulu-
nuyordu.
Kadı Şehauddin ibni Şed-
dad, Selâhaddin-i Eyyubî’nin,
yakın adamı ve sırdaşıydı. Onu
şöyle anlatırdı: “Selâhaddin,
Kudüs hakkında öyle gamlıy-
dı ki onun bu gam ve kederi-
ni dağlar kaldıramazdı. O ço-
cuğunu kaybetmiş bir ana gibi
şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koştu-
rup Müslümanları Kudüs’ü kurtarmak için ciha-
da davet ediyordu. İnsan toplulukları arasına da-
lıp “Ey Müslümanlar! İslâm için! İslâm için!” diye
bağırıyordu. Gözlerinden daima hüzünlü yaş-
lar dökülüyor ve kuruduğu görülmüyordu. Hele
“Çeşitli çarpışmalar ve şiddetli kuşatmalardan
sonra nihayet doksan sene evvel Kudüs’e ve Beytü’l-
Makdis’e giren haçlılar, 27 Receb Cuma günü hem de Allah’ın bir hikmetiyle Miraç Gecesinde şehri teslim etmek zorunda kaldılar. Selâhaddin-i
Eyyubî fetih yoluyla tekrar şehri ele geçirdi.”
Kasım 201240
Akka’ya baktığı zaman kendine bir türlü hâkim
olamıyor ve halkına yapılan işkence ve zulümle-
ri hatırlamak istemiyordu. Bir türlü boğazına ye-
mek girmiyordu. Durmadan ilaç içip durduğu hal-
de yemek yemiyordu. Hatta doktorlarından biri ta
Cuma gününden Pazar gününe kadar sadece bir
günde bir ki lokmalık bir şeyler yediğini söylemiş-
ti. Onun bu hali Kudüs’ün işgal altında olmasına
üzüldüğü içindi.”
Selâhaddin-i Eyyubî, Hıttin’de Haçlılarla kar-
şı karşıya gelerek büyük çarpışmaya girmişti. İki
ordu arasında şiddetli bir savaş meydana geldi.
Selâhaddin-i Eyyubî’nin ustaca manevralarıyla
ve süvarilerini iyi kullanmasıyla Haçlı ordusunu
Hıttin’de darmadağın etti. Askerlerin çoğu tama-
men yok edildi. Yıllardır Kudüs’te Müslüman kanı
emen Haçlılar artık ele düşmüşlerdi. Kudüs Kra-
lının çadırı önünde bulunan “Kutsal Haç” Müslü-
manların eline geçmişti. Müslüman askerler kah-
raman hamlelerle Hıttin Tepesini ele geçirerek
Kudüs Kralını esir alınmışlardı.
Kudüs’ün Fethi (27 Receb 583 / 2 Ekim 1187)
Selâhaddin 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşatır.
O, şehre karşı son derece merhamet duygusuyla
dolup taştığı için, Mescidi-i Aksa’nın hatırı için bu-
rayı yağmalamak istemiyordu. Sulhla ve tatlılık-
la alma niyetindeydi. Ancak Haçlılar şehri 60 bin
kişilik bir kuvvetle müdafaa ettiklerinden dolayı
cesaretlenip teslime yanaşmadılar. Selâhaddin-i
Eyyubî’nin Kudüs kuşatması boğma stratejisi ile
meşhurdur. Şehrin suyunu ve yiyeceğini kesti, aç-
lık başladı. Yetmedi, etrafta büyük ateşler yaktı-
rarak kuşatılanları dumana boğdu. Yaz sıcağı ve
duman, adeta şehrin güney yakasındaki Gehonim
(İbranice Cehenneme kaynak olan isim) denen
derin çukurun ismine kaynaklık yaptı. Kral Guy
of Lusignan yarma harekâtına girişmek için dışa-
rı çıktığında kuşatmacılar bu bölgeye ve Selçuk-
lulara has çember stratejisini uyguladı. Önce saf-
lar şövalyelerin karşısında zayıfça savaşarak ikiye
ayrıldı, sonra düşmanı kuşatıp çembere aldılar ve
imha ettiler.
Selâhaddin-i Eyyubî’nin sezgisi kuvvetli bir ko-
mutandı. Mukaddes topraklarda kurulan, imanlı,
inatçı ve gaddar şövalyeleri yani St. Jean Şövalye-
lerini imha etti. Şövalye ve asillerin fidyesini ka-
bul etti. Hatta bazılarını “Fidyenizi alıp gelin” diye
memleketlerine yolladı. Bunlar kurtuluş fidyeleri-
ni yanlarına koyup geri geldiler. Çeşitli çarpışma-
lar ve şiddetli kuşatmalardan sonra nihayet dok-
san sene evvel Kudüs’e ve Beytü’l-Makdis’e giren
Haçlılar, 27 Receb Cuma günü hem de Allah’ın
bir hikmetiyle Miraç Gecesinde şehri teslim et-
mek zorunda kaldılar. Selâhaddin-i Eyyubî fetih
yoluyla tekrar şehri ele geçirdi. Ancak, bir Müslü-
man devlet adamına yakışır bir tarzda asla mer-
hameti ve adaleti elden bırakmadı. Haçlıların
Kudüs’e girişlerinde yaptıkları katliamları O, asla
tekrarlamak istemeyip bir intikam peşinde olma-
dı. Artık Selâhaddin Kudüs’e bir fatih olarak gir-
miş ve bu kutsal şehrin hürriyete kavuşmasını
sağlamıştı. Cuma namazını büyük bir heyecanla
Kudüs’te kılan Selâhaddin, Haçlıların elinde ka-
lan diğer şehirleri de kurtarmak için cihada de-
vam etti.
III. Haçlı Seferi ve Haçlıların Filistin’den Çıkartılması
Filistin’in yavaş yavaş Müslümanlar tarafın-
dan fethedildiğini gören Avrupalılar tam bir Haç-
lı zihniyetiyle Cenova, Venedik, Alman, Fransız ve
İngilizlerin katıldığı birleşik bir orduyla Sur şeh-
rinin müdafaasına katılmak üzere yola koyuldu-
lar. Selâhaddin, durmak ve dinlenmek nedir bil-
meden Sur’un çevresindeki irili ufaklı şehirleri ele
geçirdikten sonra, Antakya üzerine bir sefer dü-
41
zenledi. Antakya’da o sıralarda Haçlıların elinde
bulunuyordu. Şehri muhasara edip etrafında bu-
lunan birçok kaleyi tekrar İslâm diyarına kattı.
İngiliz kralı Arslan Yürekli Rişar, Fransız kra-
lı Philippe Auguste ve Alman kralı Frederich Bar-
barossa, ordularının başına geçip Kudüs üzerine
sefere çıktılar. Birleşik Haçlı orduları yavaş ya-
vaş Filistin’e varınca, Akka Kalesini kuşattılar.
Selâhaddin-i Eyyubî, çok zor günler yaşamaya baş-
ladı. Ancak büyük bir azimle düşman ordularına
karşı koymaya devam etti. Haçlı ordularının de-
vamlı takviye alması Selâhaddin’i endişelendiri-
yordu. Ancak tek bir an bile ara vermeden dinlen-
meden savaşıp durdu.
Şiddetli muharebeler oldu. Haçlılar tüm güç-
leriyle genel bir saldırıya geçmeye hazırlandılar.
Selâhaddin-i Eyyubîde askerlerini bir hilal şekli-
ne sokarak düşmana karşı dikildi. Dehşet verici
sahneler yaşandı. Kan gövdeyi götürüyordu. Müs-
lümanların yeniden ele geçirdikleri Kudüs’ü asla
geri vermeye niyetleri yoktu. Başta Selâhaddin-i
Eyyubî, olmak üzere bütün İslâm ordusu İslâmî
bir cihad aşkıyla bölgeyi Haçlılardan temizleme-
ye çalışıyorlardı. Haçlıların büyük, son derece ka-
labalık ve saldırgan ordularına karşı bir hayli güç
durumda kalan Selâhaddin-i Eyyubî, asla anlaş-
maya yanaşmak istemiyordu. Ancak kumandanla-
rın ve askerlerin şiddetli istekleri karşısında sulha
razı olup Haçlılarla Remle Anlaşmasını imzaladı.
Arkasından Kudüs’e çekilerek orada bazı kültürel
faaliyetlere geçti. Kudüs’ün sosyal ve kültürel yapı-
sını düzenledi, Kudüs tekrar İslâm şehri haline gel-
di. Artık Hz. Ömer dönemini andırıyordu.
Millîve Manevî Değerlerin Muhafazası
Arada bir de çocuk Haçlı seferi tertiplendi. Mis-
tisizme erken kapılan veya yaşama hakkı pek ol-
mayan fakir çocuklar ordusu mukaddes ülkeye yö-
neltildi. Yollarda perişan oldular, “Sizi mukaddes
ülkeye ulaştıracağız.” diye çocukları Marsilya’da
gemilere yükleyen adamlar sadece karşı kıyıya, Ce-
zayir ve Fas’a yelken açıp gençleri esir pazarların-
da sattılar.
Fransa kralı St. Louis 1250’de mukaddes ül-
keye yöneldi, Kudüs’ü aldı ve azizlik şöhreti-
ni pekiştirdi. Kutsal topraklar ikinci kez kaybe-
dildi. Ama ne mukaddes toprakları elde tutacak
güç bu Frenklerin elinde kalmıştı ne de mukad-
des topraklardaki her dinden yerlilerin ikinci
defa gelen bu istilaya tahammülü vardı. Üstelik
Mısır’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı: Memluk-
ler. Türk ve Çerkez asıllı Memlukler Ortadoğu’ya
yeniden çekidüzen verdiler. Ardından Haçlıla-
rın üstüne yöneldiler. Başarılı oldular. Kutsal
topraklarda İslam hâkimiyeti sağlandı.
1291 ve müteakip yıllarda Filistin Haçlılardan
ayıklanmıştı. Lusignan hanedanı Kıbrıs’a çekil-
di, Osmanlı fethine kadar orada kaldı. Rodos’ta
St. Jean şövalyeleri mekân tuttu. Haçlılar İslâm
dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.
Doğu’nun aydınları Batı’nın her hareketinde
haklı olarak Haçlı zihniyeti aradılar. Haçlı sefer-
leri bir tarihî muamma, bir kan gölü, bir üzün-
tü ve keder bırakmıştır. Asırlarca bu olumsuz iz-
lere yenileri ilave olarak devam etti. Haçlı ruhu,
etkisi ve izlerinin silinmesi için ise tarih derin-
liklerinden günümüze kadar mücadeleler de-
vam etmiştir. Bu doğrultuda yapılabilecek en
önemli çalışma ise millî, kültürel ve manevî de-
ğerlerin muhafazası ile bu doğrultuda yapılacak
uzun vadeli çalışmaların desteklenmesidir. Fik-
ri hayatta yeni Selâhaddin-i Eyyubîlerin yetişti-
rilmelerini sağlayabilmektir.
Kasım 201242
ÖNCEKİLERİN GÜZELLİĞİ SONRAKİLERİN
ATEŞLEYİCİSİ
KültürEnbiya YILDIRIM*
43
Allah Rasûlü’nün etra-
fında halka olmuş olan
ashâb, bizim takdîr et-
mekte yetersiz kaldığımız bir şekilde kut-
lu elçiye bağlıydı. Onlar Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi hayatlarında ay-
nıyla tatbîk edelerken bunun farz veya baş-
ka bir şey olmasına bakmazlardı. Allah
Rasûlü’nün bir şeyi emretmesi veya yapı-
yor olması onlar için yeterliydi. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v.)’i kendileri için mutlak
örnek almışlardı. Onun yaptığı her zaman
iyi ve güzele götüren bir şey olduğundan,
tereddütsüz bir şekilde ardından gidiyor-
lardı. Yasaklarda da durum farklı değildi.
Gerek Allah’ın kitabının ve gerekse Allah
Rasûlü’nün kendi beyânlarıyla bir şeyin ar-
tık yasak olduğunu söylemesi, ona hemen
uymak için yeterliydi. Bunun ardı araştı-
rılmazdı ve karşı gelinmezdi. Emredilmiş-
tir veya yasaklanmıştır, geriye sadece itâat
kalmıştır.
Bu yüzden ashâbın hayatında namazla-
rı kazaya bırakmak diye bir şey yoktu. Belki
uyuma ve çok az da olsa unutma nedeniyle
namazları kaçırdıkları olabiliyordu ama en
kısa sürede onu edâ ediyorlardı. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v.)’den namazı bırakma
diye bir şey görmemişlerdi. Onlar için “na-
maz sadece kılınırdı”. Kazaymış veya baş-
ka bir şeymiş bunu bilmezlerdi. Orucu bile
bile tutmamak veya bilerek, bir mâzeret ol-
maksızın bozmak gibi şeyler onlara çok ya-
bancıydı. Bilmezlerdi böyle bir şey.
Onların hayata bakışlarında ve dinî ya-
şamalarında zinâ etmek ve hırsızlık yap-
mak gibi kavramlar da yer almıyordu. Bil-
dikleri tek şey vardı: O da Allah Rasûlü’nün
öğrettiği şekilde dini yaşamak. Hırsızlık,
zinâ ve benzeri günahlar onlara çok uzak
şeylerdi. Bu yüzden de bir insan Müslü-
man olup da bu tip yanlışları nasıl yapabi-
lir diye hayrete düşüyorlardı. Onların ima-
nı ve Rasûle tabi olma anlayışı böyleydi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Akabe
bey’atlarına katılan liderlerden söz alırken,
zinâ yapmayacakları ve eşlerine iyi davra-
nacakları gibi bazı şartlar koşuyordu. O dö-
nem şartları içerisinde erkeğin her şey de-
mek olduğu bir zaman diliminde, toplum
önderlerinin elde ettikleri dünyevî nimet-
lerden ve iştihalardan feragat ederek Allah
Rasûlüne boyun eğmeleri çok büyük bir
olaydı. Gerçekten de büyük bir özveriydi.
Bir sahâbînin, “Anam babam sana feda
olsun ey Allah Rasûlü!” demesi de çok bü-
yük bir sözdür. Bu kelamın ardından Allah
Rasûlü ona bir şey dediğinde, tereddütsüz
bir kararlılıkla onu yerine getirebilecek az-
min ifadesidir bu söz. Nitekim yeri geldi-
ğinde bu söz neyi icap ettiriyorsa onu çe-
kinmeden ve yüksünmeden yapmışlardır.
Mal vermek gerekiyorsa mal vermişler, uy-
kusuz ve aç kalmak gerekiyorsa bunu yap-
mışlar, canlarını vermek icap ettiğinde de
cenge koşmuşlardır.
Onların bütün bu fedakârlıklarının de-
rinliğini anlamak için onların zamanı-
na gitmemiz gerekir. Sıcak odalarımız-
da ayaklarımızı uzatarak, bir taraftan da
bir şeyler atıştırarak, onların gösterdikleri
fedakârlıkları okumak kolay bir iştir. Ama
yeri geldiğinde yeri yurdu terk edip gitmek,
yabancı ellerde yaşamak durumunda kal-
mak, geri canlı dönme ihtimalinin çok az
Kasım 201244
olduğunu bilmeye rağmen cihada koşmak
çok farklı bir şeydir.
Burada fedakârlık üzerine kurulu ve can
da dâhil olmak üzere sahip olunan her şeyi
Allah ve Rasûlü yolunda harcama üzerine
kurulu büyük bir imandan bahsediyoruz.
Bize düşen elbette tarihi sürekli anarak
kendimizi geçmişle avutmak değildir. Bir
nevi arkeoloji yaparak devamlı olarak geç-
mişi yüceltmek ve bununla avunmakl ye-
tinmek değildir. Ancak unutulmamalıdır
ki, binanın temeli ne kadar sağlam olursa
üzerine inşa edilen yapı da o kadar oturu-
labilir olur. Bu nedenle günümüz insanla-
rının örnekliğine en çok ihtiyaç duydukla-
rı insanlar, hayatlarını fedakârlık üzerine
sürmüş olan sahâbîlerdir. Onların Rasûlle
olan yaşantılarını ve İslâm için sergile-
dikleri özveriyi zamanımız gençliğine
ne kadar güzel bir şekilde sunabilirsek
kalplerinin güzelleşmesine o kadar faz-
la katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü geç-
mişle irtibatı kurmadan geleceği inşa et-
mek imkânsızdır. İnsanlığa bu dinin iyi
yaşandığı takdirde dünyaya nasıl bir me-
deniyet sunacağının örneklerini sunaca-
ğız ki İslâm’ın yaşanabilir ve yaşatılabilir
bir din olduğu anlaşılsın. Bu yüzden sade-
ce sahâbîler değil dünyaya güzellikler sun-
duğumuz sonraki dönemler de anlatılma-
yı hak edecek değerlerimizdir.
Hiç şüphe yok ki, insana değer verdi-
ren, geriye anılacak güzellikler bıraka-
bilmesidir. İşte biz ashâbı bu yüzden çok
fazla severiz. Onlara olan sevgimiz kuru
kuruya, sadece geçmişi anmaya yöne-
lik bir muhabbet değildir. Onların yaşam-
larını dillendirerek Allah Rasûlüne olan
sevgimizi pekiştirir, onlar gibi çabalamak
amacıyla akülerimizi şarj ederiz. Onlar-
da gördüğümüz güzel örneklikleri kendi
hayatımızda gerçekleştirebilmek için bi-
leniriz, azmimiz artar. Ayrıca bir insanı
ahlâken güzelleştirebilmek için ona baş-
kalarının güzelliklerinden bahsetmekten
daha güzel ne olabilir ki? Zaten Rabbimizin
yüce kitabında pek çok kıssayı ve geçmiş
peygamberlerin hallerini anlatmasının
bir amacı da bu değil midir? Bizlere bazı
şeylerin nasıl başarılabileceğini ve dini
yaşama ve yaşatmada ne tür zorluklarla
karşılaşabileceğimizi örneklerle sunması,
pek çok hikmet yanında bu amacı da içinde
barındırmaktadır.
Meclislerimizi onların yaşantılarıyla
süslemek ne kadar güzel olur. Değil mi ki
Rabbimiz onları övmüştür, değil midir ki
sevgili elçimiz onları yüceltmiştir. Bu du-
rumda onlardan bahsetmek ve onları ken-
dimize örnek ve ideal kişi olarak almamız-
dan daha tabii ne olabilir ki?
Mekkeli müşriklerin işbirlikçileri Hu-
beyb bin Adiy’i esir edip Mekkelilere tes-
lim ederler. Hubeyb onlardan son bir istek-
te bulunur ve iki rekât namaz kılar. Korktu
da namazı uzattı demesinler diye de biraz
hızlıca kılar. Namazdan sonra Mekkeliler
onunla alay etmeye başlarlar. Yaşadığı ha-
yatın buna değip değmediğini sorarlar. Ha-
yatının boş yere sonlanacağını söylerler ve
senin yerine Muhammed’in olmasını ister
miydin diye de tahrik ederler. Onlara şu
cevabı verir: “Allah Rasûlü’nün ayağına di-
ken batmasındansa canımı bu din uğruna
feda etmeyi tercih ederim.” Ve titremeden
ölüme yürür. Şimdi bu hayat bahsedilme-
yi hak etmiyor mu? Saygıyla anılmayı el-
bette hak etmektedir. Çünkü o ve diğerle-
ri Allah Rasûlü’nün arkadaşlarıydılar, yani
sahâbîydiler.
Unutmamak gerekir ki, son elçinin ne
kadar büyük bir insan olduğunu anlayabil-
mek için ashâbtan bahsetmek zorundayız.
Çünkü kutlu Rasûlün Arap coğrafyasın-
da yaşayan halkı ahlâken nasıl bir konuma
çıkardığını anlayabilirsek, onun büyüklü-
ğünü daha iyi idrak edebiliriz ve buradan
kendimize ibretler çıkarabiliriz.
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Berâ b. Mâlik
Künyesi : Tespit edilemedi
Doğum yılı : Tahminen bi’set yıllarında
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Mâlik b. Nadr el-Hazrecî
Anne adı : Sehmâ. Bazıları Ümmü Süleym
bint Milhân’dır der.
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Enes b. Mâlik’in baba bir kardeşidir.
Oğulları : Tespit edilemedi
Kızları : İsmi belirtilmeyen bir kızından
söz edilmektedir.
Kabilesi : Hazrec’in Neccâr Oğulları’ndan.
İslâm’a girişi : Medine’nin ilk yıllarında
Sohbet süresi: Yaklaşık 8 yıl
Rivayeti : 1
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Askerlik, kervanlarda deve sürü-
cülüğü
Hicreti : Yok
Savaşları : Bedir dışında diğer savaşların tü-
müne katıldı.
Görevleri : Sesi güzeldi ve ezgi, şarkı vb. söy-
lemeyi severdi. Bazı yolculuklarda Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’e ezgiler söyler, kervandaki develeri de
söylediği ezgilerle sevk ve idare ederdi.
Fizikî yapı : Güçlü kuvvetli, cesaretliydi. Tek
başına savaşlardaki mübarezelerde yüzden fazla
müşrik öldürmüştü.
Mizacı : Kahramandı. Hz. Ebû Bekir’in
Müseylime üzerine gönderdiği orduya katıldı.
Müseylime ve askerlerinin sığındıkları kaleye mız-
raklar ucunda havaya kaldırılan bir kalkan için-
de fırlatılarak girdi. Oradaki düşman askerleriy-le çarpışarak Müslümanları içeriye sokmayı başardı
ama bu esnada seksenden fazla yara aldı. Hâlid b.
Velîd’in tedavisiyle bir ay sonra iyileşebildi.
Ayrıcalığı : İran ulularından Merzubân’ı öl-
dürmüş ve üzerinden çıkan çok kıymetli malın
(selb) beşte biri onun olmuştu.
Ömrü : Tahminen 40-50 yaşlarında
Ölüm yılı : H. 20
Ölüm yeri : Tüster
Ölüm sebebi : Şehit
Hakkında : “Saçı başı dağınık, eski elbiseler
giydiği için önemsenmeyen öyle kimseler vardır
ki Allah adına yemin ederek bir şey deseler Allah
isteklerini geri çevirmez. Berâ b. Mâlik de bun-
lardandır.” Çok fazla cesur olduğu için Hz. Ömer
onu savaşlarda komutan yapmadığı gibi, komu-
tanlarına da orduyu tehlikeye atar endişesiyle ona
komutanlık verilmemesi talimatını göndermişti.
Kaynaklar: İstîâb, I. 47-48; İsâbe, I. 280-281;
Üsd, I. 108; DİA, V. 469. Müsned, III, 254; İbn Sa’d,
Tabakât, VII. 16-17; Tirmizî, Menâkıb 55, no: 3854;
Müstedrek, III. 330-331; Nübelâ, I. 195-198.
*Prof. Dr.
Berâ b. Mâlİk (r.a)
45
ALLAH DOSTLARI
Kasım 201246
KültürFatih ÇINAR
47
İnsanoğlu haya-
tı anlamlı kılabil-
me gayreti ile dur
durak bilmeksizin devam eden
bir arayış içerisindedir. Tarih
boyunca, insanoğlunun bu ça-
bası hayatın çeşitli alanlarında
başkalarını örnek alma veya en
azından çevresinden etkilenme
gibi bir zorunluluk ile onu yüz
yüze getirmiştir.1 Genelde in-
sanlığın ortak portresi olan bu
durum özelde Müslümanların
da kendisinden uzak durmaları
mümkün olmayan bir hal olarak
karşımıza çıkmaktadır.2 İslâm
ile müşerref oldukları andan iti-
baren Müslümanlar, Kur’ân-ı
Kerim’in kendilerine ‘en güzel
örnek’3 olarak takdim ettiği Hz.
Muhammed (s.a.v.) ve O’nun
etrafında bir kandil gibi bütün
dünyayı aydınlatan Sahabe-i
Kiram’ın hayatlarını örnek ala-
rak yaşamlarına anlam katma
gayretinde olmuşlardır. Bu an-
lamda İslâm dünyası, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’i ve O’nun kut-
lu yoldaşlarını tanıma, anlama
ve onlar gibi bir hayat yaşayabil-
me adına büyük gayretler gös-
termiştir.4
Hz. Peygamber’in Yol Arkadaşlarına
Benzeyenler
Bu gayretlerinin bir tezahü-
rü olarak Müslümanlar, hal, ha-
reket, söz ve ahlâkî yapıları iti-
bariyle Hz. Peygamber (s.a.v.)
ve yol arkadaşlarına benzeyen
‘Allah Dostları’na ayrı bir önem
vermişlerdir.5 İslâm’ın doğru
anlaşılması ve gerektiği şekil-
de yaşanabilmesi için elle tutu-
lur gözle görülür örnekler olarak
‘Allah Dostları’ yaklaşık bin beş
yüz yıldır önemli bir görev ifa
etmişlerdir. Onlar, özellikle has-
sas dönemlerde hayat serüve-
nine müdahaleleri ile madde ve
mana arasında kurulması gere-
ken hassas dengenin müşahhas
bir hale gelmesine vesile olmuş-
lardır. İbadet, ilim, güzel ahlâk
ve insanlığa hizmet anlayışları
ile her dönemde dikkat çeken,
yaratılanı yaratandan ötürü sev-
meyi kendilerine ilke edinen bu
şefkat abidelerinin hayat öykü-
leri ve yaşantı tarzlarına vâkıf
olmanın kişiye kazandıraca-
ğı birçok faydadan söz etmek
mümkündür. Biz bu çalışma-
mızda onlar ile hemhâl olmanın
kişiye kazandıracağı bazı güzel-
liklerden bahsetmek istiyoruz.
Bununla amacımız onların ha-
yat öykülerini okurken tarihî bir
olayı ve kahramanlarını okuyor
gibi onları değerlendirmenin
yanlışlığına değinmek ve onlar-
la hem hal olmadaki esas amaç
olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’i an-
lama ve onun gibi yaşama hede-
finin göz ardı edilmesindeki teh-
likeye dikkat çekmektir.
Allah Dostlarını Sevmenin Hedef ve
Kazanımları
Allah dostlarının tanımaya
ve onları anlamaya çalışmanın
kişiye kazandıracağı güzellikler-
den bazılarını şu şekilde sırala-
yabiliriz:
Her şeyden önce onlar tarihî
kişilik ve kimlikleri ile dönemle-
“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan
sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde
bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile
hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve
diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine
zemin hazırlayacaktır.”
Kasım 201248
rine yön veren insanlardır. Do-
layısıyla onları okumanın ve
anlamaya çalışmanın tarihi iyi
okuma ve olayları objektif de-
ğerlendirme melekemize olum-
lu katkısı olacaktır.
Onların yaşadıkları dönem-
de dini nasıl anladıkları ve ha-
yatlarını anlamlı kılmak için
gösterdikleri çaba, dini doğru
anlayıp olması gerektiği şekilde
yaşamamız noktasında bize des-
tek olacaktır.
Onların dünyasına gir-
mek suretiyle Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in ahlâkının hayata na-
sıl yansıtıldığını ete kemiğe
bürünmüş örneklerle görmüş
oluruz. Özellikle zamanımıza
yakın olan isimler bu anlamda
çok daha önemlidir. Çünkü on-
lar kişide ‘Bu insan da benim
geçtiğim yollardan/caddeler-
den geçerek, havasını teneffüs
ettiğim bu şehrin/ilçenin/kasa-
banın/köyün havasını teneffüs
ederek, İslâmî hassasiyetleri
göz önünde tutarak yaşadı. Ben
de onun gibi Kur’ân ve sünne-
tin koyduğu ölçülerle hayatımı
anlamlı kılabilirim’ fikrini zih-
ninde sürekli canlı tutacak ve
kişinin dengeli bir hayat yaşa-
masında ona destek olacaktır.6
Allah dostlarının kullandık-
ları yöntemler farklı da olsa
ibadet ve ahlâk noktasında-
ki birlikleri açık bir şekilde gö-
rülmüş olacaktır. Bu da onla-
rın İslâm’ın evrensel ilkelerine
ulaştıkları gerçeğini bizlere bir
kere daha hatırlatacak ve onla-
rın arkasına sığınarak Müslü-
manlar arasında tefrikaya se-
bep olmanın ne denli yanlış bir
anlayış olduğunu bizlere açıkça
gösterecektir.7
Onlardan bahsetmek gerek-
siz/günah iş ve sözlerden ki-
şinin mümkün olduğu kadar
uzak kalmasına sebep olacak-
tır. Denilebilir ki Allah dostları-
nı, Allah’a (c.c.) yaklaşma, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’i ve İslâm’ı
doğru anlama düşüncesi ile ko-
nuşmak zamanımızın anlamlı
ve bereketli bir hale gelmesine
vesile olacaktır.8
Onların özellikle tarihin kri-
tik zamanlarında topluma nasıl
yön verdikleri ve hangi yöntem-
lerle hizmet ettikleri anlaşılırsa
bugün de o yöntemler güncelle-
nerek insanlara hizmet için kul-
lanılabilir.
Onların hayatlarındaki
‘zühd’ ve ‘dünyaya olan bakış-
ları’ günümüz insanının yaşam
standartlarını sorgulamasına ve
gerçek hedefin ‘Dünyayı tezyin
etmek değil dünyayı ahireti ka-
zanmak için kullanmak’ olduğu
gerçeğine bireylerin yönelmesi-
ne sebep olacaktır.9
Onların hayatlarında madde
ve mana arasında kurulan has-
sas denge açıkça görülecek ve bu
hakikat günümüz insanına çok
değerli bir bakış açısı kazandı-
racaktır. Böylece Müslümanlar
maddeleşme hastalığından ola-
bildiğince uzak durmanın öne-
mine vâkıf oldukları gibi ahire-
ti kazanma kaygısıyla dünyayı
tamamen terk etme yanlışlığın-
dan da uzak duracaklardır.10
49
Evliyaullahın ibadet hayat-
larının zenginlikleri, ibadetle
ruhu yüceltme yolunu takip et-
meleri de günümüz insanının
hayatın koşuşturmacası içeri-
sinde büyük ölçüde ihmal ettiği
ibadet hayatına tekrar dönme-
sine, böylece ruhî ve ahlâkî an-
lamda daha da olgunlaşmasına
destek olacaktır.11
Allah dostlarının hayatlarına
vâkıf olmak onların ‘ibnü’l-vakt’
veya ‘ebu’l-vakt’ anlayışları-
nın açık bir şekilde görülmesi-
ni sağlayacaktır. Onlar ile hem
hal olunduğu zaman dönemleri-
nin bütün unsurlarını gözeterek
ve bütün araçlarını hak yolda
kullanarak nasıl hizmet ettikle-
ri açıkça görülecektir. Bu durum
günümüzdeki Müslümanların
kendilerini sorgulamalarına ve
onları dönemlerinin ihtiyaçla-
rını göz önünde bulundurarak
hizmet etme güzelliğine kavuş-
turacaktır.12
Onlardan bahsetmek ve on-
larla meşgul olmak onlara olan
sevgiyi artıracak ve onların ya-
şadığı gibi istikamet çizgisinde
bir hayatın yaşanmasına sebep
olacaktır. Bu sevginin aile ha-
yatında canlı tutulması, eş, an-
ne-baba, çocuk, akraba ve diğer
insanlar arasında dengeli bir ha-
yatın sürdürülmesine zemin ha-
zırlayacaktır.13
Onların hayatları ile meş-
gul olmak siyasi, ekonomik ve
ahlâkî alanlara dair görüş ve dü-
şüncelerini öğrenmemizi sağla-
yacaktır. Bu da insana her za-
man ve zeminde lazım olan
siyasi, ekonomik ve ahlâkî ko-
nulara dair fikir sahibi olma ve
bu düşünceleri hayata yansıtma
gayreti gibi güzellikler kazandı-
racaktır.14
Sonuç
Allah dostları iman, amel ve
ihlâs anlayışları ile her dönem-
de dikkat çeken ve hedefleri son-
suz güç sahibi yüce yaratıcının
dostluğunu elde etmek olan seç-
kin kullardır. Onlar hakkında Al-
lahu Teâlâ, “Haberiniz olsun ki,
Allahu Teâlâ’nın velileri için ke-
sinlikle bir korku yoktur ve on-
lar mahzun da olmayacaklar-
dır”15 müjdesi ile rızasına uygun
bir hayat yaşayabilmenin endi-
şesini duyan herkese dostlarının
yolunu işaret buyurmuşlardır.
Ömürlerini, Kur’ân-ı Kerim’in
hükümleri ve Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in güzel ahlâk ilkeleri ile
şekillendirmeye gayret eden bu
gönül insanlarının hayat öyküle-
rine yukarda sıraladığımız ilke-
ler çerçevesinde bakılması günü-
müz insanının ufkunu açacaktır.
Onları sadece tarihî kimlikleri
ile okumak veya tamamen haya-
tın içerisinden çekip alarak onla-
rı anlamaya çalışmak Allah dost-
larını yanlış anlama ve tamamen
dünya-ahiret dengesi üzerine ku-
rulan sistemlerinin temellerine
dinamit koyma ile eşdeğer bir tu-
tum olacaktır. Bu süreçte onla-
rı sıradanlaştırmak ne denli ha-
talı bir davranışsa onları insan-ı
kâmil olmalarının ötesinde bir
bakış ile değerlendirmek de bir
o kadar yanlıştır. Unutulmama-
lıdır ki Allah’ın dostlarını oku-
mak, onları anlamaya çalışmak
ve onlardan bahsetmekte ki te-
mel amaç Kur’ân ve sünnet çiz-
gisinde bir hayat yaşayabilme ar-
zusudur. Bunun dışındaki bütün
bakış açıları bizi birliğe değil ay-
rışmaya, sevgiye değil nefrete ve
Allahu Teâlâ’nın razı olacağı bir
hayata değil zelil bir yaşantıya
götürecektir. Her anlarını Allahu
Teâlâ’ya kul ve Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e ümmet olabilme şuuru
ile aktif bir şekilde anlamlı kılan
Allah dostlarının doğru anlaşıl-
maları, bu sayede dünya insan-
larının tamamının iman, salih
amel ve ihlâsa ulaşarak dünyala-
rını da ahiretlerini de mamur et-
meleri temennimizdir.
1 Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân Nedir?, Şule Yay., İstanbul 1999, s.23-29; Mehmet Sürmeli, Hayatı Zikirle Anlamlandırmak, Mavi Yay., İstanbul 2008, s.139.
2 Serinsu, Kur’ân Nedir?,s.58-84. 3 Ahzab 33/21. 4 İslâm dünyasının Kur’ân ve Sünnet merkezli bir
hayat yaşama gayretini Tefsir ve Hadis tarihine ba-karak daha net bir şekilde anlamak mümkündür. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, c.I-II, Fecr Yay, Ankara 1996; Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV Yay., Ankara 1998.
5 Dilaver Selvi, İslam’da Velayet ve Keramet, Umran Yay., İstanbul 1990, s.30, 40, 49-154; Mehmet Sür-meli, Kur’ân-ı Kerim’de Velayet Kavramı, Kalem-dar Yay., s.179-194; Mikdat Öccü, Kur’ân’da Veli ve Velayet, Suffe Yay., İstanbul 1997, s.29-34.
6 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİFV Yay., İstanbul 2001, s.119. Rabıta konusunu da bu açıdan değerlendirmeli ve rabıtayı ‘ilahi huzurda bulunma şuuruna sahip olma gayreti’ olarak gör-melidir. H. Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, Er-kam Yay., İstanbul 2001, s.124-127.
7 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yay., İs-tanbul 2006, s.139-144.
8 Bu konuda şu hadis-i şerife bakılabilir: ‘Salihle-rin anılması anında rahmet-i ilahiye iner’ Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, c.II, s.70, Hadis No:1772.
9 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yay., Ankara 2007, s.67-99.
10 İbn Haldun, Şifau’s-Sâil (Tasavvufun Mahiyeti), Ha-zırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1998, s.174-181.
11 Allah dostlarının ibadet ve ahlaki yönleri ile sahip olmaları gereken hasletler ve onları sevenlerin bu özelliklerden nasıl istifade etmesi gerektiği konu-sunda bkz; Mustafa Kara, Dervişin Hayatı Sufinin Kelamı, Dergah Yay., İstanbul 2005, s.229-234; Dilaver Selvi, İrşatta Ehliyet ve Mürşid-i Kamil, Se-merkand Yay., Ankara 1999, s.5-95.
12 Kadir Özköse, ‘İbnü’l-Vakt veya Ebü’l-Vakt Olabil-mek’, Somuncu Baba, Sayı:64, s.22-25; Afet Ilgaz, İbnü’l-Vakt, İz Yay., İstanbul 2000, s.9-10.
13 S. Muhammed Saki Haşimi, Arifler Yolunun Edep-leri, Semerkand Yay., İstanbul 2005, s.140-141
14 Dilaver Selvi, Velileri Sevmede Ölçü, Semerkand Yay., Ankara 1999, s.6-101.
15 56/Yunus, 62.
Dipnot
KAÇMAK
ZULÜMDEN
Kasım 201250
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
“Zulüm Kur’ân’ın getirdiği temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden
biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce Kitabımız bunun yerine adâleti
yerleştirmenin zorunlu olduğunu anlatır.”
Zul
mün
yık
may
a ça
lıştığ
ı cam
iler
51
Zulüm Nedir?
Zulüm, dinî ve ahlâkî konularla belirlenen
sınırları aşan, adalet, hakkâniyet ve eşitlik il-
kelerine aykırı olan her türlü davranıştır. En
kısa ifadesiyle, bir işi yerli yerince yapma-
mak zulümdür. Zulmün tersi adalettir. Ada-
let, ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği,
hakkâniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde
davranmayı sağlayan ahlâkî
davranıştır. En öz tarifiyle
adalet, her şeyi yerli yerin-
ce yapmak demektir. Ada-
let, ahlâk, hukuk ve devletin
devamını sağlayan hususlar-
da riâyet edilmesi gereken en
ideal düzen ve ahenk anlamı-
na da gelir.
Kelime olarak olumsuz bir
mânâ taşıyan zulüm, bir şeyi
olması gerekenin dışına sap-
tırma, adaletsizlik, zorbalık,
haksızlık, kötülük gibi anlamlara gelir. Ahlak
ve hukuk dilinde zulüm, çok genel bir ifade ile
“Haktan ayrılıp bâtıla sapmak”tır. “Başkası-
nın rızâsına aykırı olarak onun mülkünde ta-
sarrufta bulunmaya kalkışmak” ve “haddi aş-
mak” da zulümdür.
Zulüm, kalp kararmasından meydana ge-
lir. Hidayet, iman, takvâ ve irfan nuruyla ay-
dınlanmayan bir kalpten başkası zulüm üre-
temez. Zâlimler ilâhî nurun aydınlığından
mahrum kalmış zavallılardır.
Zulmün Her Çeşidi Haramdır
Kur’ân, kime ve ne şekilde yapılmış olursa ol-
sun, bir kimsenin yaptığı her türlü kötülük ve
haksız davranışı “Kişinin kendi nefsine zulmet-
mesi” olarak nitelendirmiştir1. Ayrıca Kur’ân ve
hadislerden hareketle İslâm hukukçuları bütün
çeşitleriyle zulmün haram olduğunu ve bunun
âhiretteki cezâsının ağır olacağını ifade etmişler-
dir2. Bundan dolayı adâlet Kur’ân’ın temel kavram
ve ilkeleri arasında yer almış, gerekli görüldü-
ğü her yerde bu ilke hatırlatılmış, Allah’ın adale-
ti emrettiği ve zulmü yasakladığı üzerinde durul-
muştur3.
Meşrû yönetime baş kaldırmayı, bir kimseyi
tehdit ve baskı altında bulundurmayı zulüm ola-
rak kabul eden İslâm hukukçuları, zulmün bazı
dinî mükellefiyetlerin yerine getirilememesinde
bir mazeret olduğunu kabul etmişlerdir. Meselâ,
zulüm ve baskı olması durumunda cuma nama-
“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan
sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde
bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile
hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve
diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine
zemin hazırlayacaktır.”
Kasım 201252
zı ve cemaatle namaz terk edilebilir. Bu ibadetleri
yerine getiremeyenler, Cuma namazı yerine öğle
namazını kılarlar; cemaat namazı yerine de na-
mazlarını tek başlarına edâ ederler. Yol emniyeti,
haccın farz olmasının sebeplerinden olduğu için
hac yolunda zâlim ve zorbaların emniyeti bozma-
sı söz konusu ise hac ertelenebilir. Zâlim bir kim-
se emânet malı emânet bırakılan kişinin elinden
aldığı zaman malı elinde bulunduran tazminle
yükümlü olmaz4.
Zulüm Kur’ân’ın Ele Aldığı Temel Konulardandır
Kur’ân’da üzerinde çokça durulan konulardan
biri de zulümdür. Çünkü zulüm Kur’ân’ın getirdiği
temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden
biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce
Kitabımız bunun yerine adâleti yerleştirmenin zo-
runlu olduğunu anlatır. Çünkü kâinâtın düzenini
bozan en temel eylem zulümdür. Zulümle düzeni
bozulan dünya hayatı, hem zâlime, hem mazlûma
hem de bu manzaraya şâhit olanlara zindan ol-
maktadır. Tarih boyu ellerinde bulunan güç sa-
yesinde zulmü icraat haline getiren zâlimler, bir
gün adâlete muhtaç olacaklarını hiç hesaba kat-
mamaktadırlar.
Kur’ân’da geçen zulüm kelimesi iki ayrı konu-
da yoğunlaşmaktadır. Bunlardan biri itikat, diğe-
ri ahlak konusudur. İtikatla ilgili olarak kullanılan
zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr, günahkârlık
(fısk, fücur) ve amelî bakımdan Allah’ın koyduğu
kuralları ve sınırları çiğneme gibi kavramlara
yakın bir anlam ifade eder. Konuyla ilgili âyetlere
göre, “Şirk büyük bir zulümdür.”5; “Kâfirler
zâlimlerin ta kendileridir.”6; “Allah’ın kanunları-
nı/hudûdunu çiğneyip aşanlar zâlimlerdir.”7
Kur’ân’da geçip ahlâkî konularda kullanılan
zulüm, genel bir ifade ile hak, hürriyet, eşitlik gibi
konulara ilişkin olarak “haddi aşmak, başkasının
hakkını ihlal etmek ve başkasına zarar vermek”
anlamını ifade eder. Buna göre zulüm “haksızlık
ve adaletsizlik” demektir. Böyle bir şeyin öncelikle
Allah için düşünülmesi imkânsızdır. Bu sebep-
le imansızlık, amelsizlik ve ahlaksızlık yaparak
Allah’ın hadlerini aşanlar “zâlim” olarak nitelendi-
rilir. Bunların Allah tarafından cezâlandırılmaları
ise tamamen zulümleri sebebiyledir. Yoksa Allah
kuluna zulmetmez. İlgili âyetlerin ifadesine göre,
“Allah, kullarına asla zulmedici değildir. Fakat
insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.”8
Hiçbir kimse Allah tarafından “zerre kadar bile”
haksızlığa uğramaz.9
Zulüm Karşılıksız Kalmaz
İlâhî iradenin gereği olarak zulmün cezâsı ba-
zen bu dünyada peşin olarak verilir, bazen âhirete
de bırakılabilir. Yani Allah’ın bir kişiye veya
topluluğa hak ettiği cezâyı âhirette veya bu dün-
yada vermesi mümkündür. Bunun için, “Alma
mazlumun âhını çıkar âheste âheste.” denilmiş-
lerdir. Eski çağlardaki nice zâlim ve günahkâr
kavimlerin yurtlarıyla birlikte helak edilmesi
buna bir örnektir.10 İlgili âyetlerde bu kavimle-
rin, çeşitli ikazlara rağmen kötülüklerde diren-
dikleri, bunun neticesinde de cezâlandırılmayı
hak ettikleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
Yüce Allah’ın koyduğu prensibin bir gereği
olarak O, “Bir ülkeyi, onun halkı iyi işler yap-
makta ise helak etmez.”11 Aynı şekilde Yüce Al-
lah, zulmetmekte olan, fakat henüz uyarılmamış
bulunan halka da zarar vermez.12
İnançlara Baskı Zulümdür ve Meşru Müdafaa Hakkı Verir
Kur’ân’da ve hadislerde insanlardan sâdır
olan her türlü adaletsiz ve haksız davranış zu-
lüm olarak kabul edilir ve kesin olarak redde-
dilir. Buna göre, kâfirlerin Müslümanlara, dinî
inanç ve yaşayışları sebebiyle baskı uygulama-
ları açık bir zulümdür. Bu şekilde zulme uğra-
yan Müslümanların meşru müdafaa prensibi ge-
reği olarak kâfirlere karşı kendilerini savunma
hakkı vardır. Bu konuda her tülü tedbiri alma-
larına ve gerektiğinde silaha sarılmalarına ilgi-
li âyetler izin vermektedir.13 Kur’ân’a göre, Allah
adının anılmasını, yani ibadet edilmesini önle-
mek için mâbedlerin yapılmasını engellemek de
zulümdür.14
53
Kur’ân ve Sünnette Müslümanların Zulüm Sayılan
Bazı Davranışları
Kur’ân, zulmü sadece inançsızlara ait bir eylem
olarak kabul etmemiş, sorumluluğunun bilincinde
olmayan bazı Müslümanların da zulme sapacağını
beyan etmiştir. Müslümanlar tarafından yapılıp da
Kur’ân’ın zulüm kapsamında gördüğü bazı davra-
nışlar şunlardır:
Müslümanların yoksul kardeşlerini, yoksulluk-
ları sebebiyle horlayarak yanlarından kovmaları.15
Yetim malı yemeleri.16
Fâiz gibi haksız bir yolla başkasının malını elle-
rine geçirmeleri.17
Sözleşme şartlarını ihlâl ederek karşı tarafa za-
rar vermeleri.18
Hizmetçilerine eziyet etmeleri.19
Yöneticilerin halka karşı insafsız muâmeleleri.20
Mazlâmun duâsı karşılıksız kalmaz
Hz. Peygamber (s.a.v.) de adâletin timsali ve
uygulayıcısı olarak gönderilmiştir. Hayatı boyun-
ca yaptığı bütün tasarruflarda adâleti ikâme eden
Hz. Peygamber (s.a.v.) zulmün de her çeşidini orta-
dan kaldırmıştır. Kendisinden sonra da bu konuda
Müslümanlara adaletten ayrılıp zulme sapmamala-
rı için ilkeler bırakmıştır. O, birçok hadiste21 mazlu-
mun bedduâsının karşılıksız kalmayacağını bildire-
rek Müslümanları uyarmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Zulümden Allah’a Sığınmıştır
Hz. Peygamber (s.a.v.) duâlarında zulmetmek-
ten ve zulme uğramaktan Allah’a sığınmıştır. Ni-
tekim her sabah evinden çıkarken tekrar ettiği
duâlardan biri şudur:
“Allah’ın ism-i şerîfini zikrederek evimden çı-
kıyorum. Bütün işlerimde Allah’a tevekkül ediyo-
rum. Allah’ım, doğru yoldan sapmaktan, başkala-
rını saptırmaktan; hataya düşmekten, başkalarını
da düşürmekten; haksızlık etmekten, haksızlığa
uğramaktan; hürmetsizlik ve câhillik etmekten ya-
hut bunlara maruz kalmaktan sana sığınırım!”22.
1 2/Bakara, 23; 3/Âl-i İmrân, 135; 18/Kehf, 35.
2 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye, “Zulm”md. 170.
3 16/Nahl, 90.4 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye,
“Zulm”md. 170-174.5 31/Lokmân, 13.6 2/Bakara, 254.7 2/Bakara, 229; 7/A’râf, 19; 65/Talâk
1.8 3/Âl-i İmrân, 182; 8/Enfâl, 51; 22/
Hac 10.9 4/Nisâ, 49.10 8/Enfâl, 54; 10/Yûnus, /39; 28/Ka-
sas, 40.
11 11/Hûd, 117.12 6/En’âm, 131.13 Bk. 22/Hac, /39-40.14 Bk. 2/Bakara, 114.15 Bk. 6/En’âm, 52.16 4/Nisâ, 10.17 2/Bakara, 279.18 Ebû Dâvud, İmâre, 33.19 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 61.20 Bk. Malik b. Enes, Muvatta, Hudud,
30; Müslim, Fiten, 35, Müsned, V, 251.
21 Bk. Buhari, Cihad, 180; İbn Mâce, Dua, 11.
22 Ebû Dâvud, Vitr, 32; Edeb, 103; İbn Mâce, Dua, 18.
*Prof. Dr.
Dipnot
Arakan
TÜRKLERDE
ŞEHİRLEŞME“Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la şereflenmesinden hemen sonra, nasıl
oluyor da varlıkları günümüze kadar gelen o muhteşem işlemeli eserleri inşa
edebiliyorlar? Bunlara taklit diyemeyiz, çünkü Selçuklular dönemindeki Türklerin
inşa üslubu Avrupa’da yoktur.”
Kasım 201254
Şehir ve İnsanMuhsin İlyas SUBAŞI
55
Türkler tarih sah-
nesine iki temel
özellikleriyle çı-
karlar: Birisi yayılma eğilimine
sahip olmaları, ikincisi önlerin-
deki uçsuz bucaksız toprakla-
rı hâkimiyetlerinde tutabilmek
için yerleşik hayattan kaçınmala-
rıdır. Daha sonra onları, yerleşi-
me sevk eden ana sebep ise, ar-
tık kontrole alabilecekleri başka
toprakların kalmamasıdır. Ge-
çimlerini hayvancılıkla sağladık-
ları için, hayvancılığın gelişme
ve verimine dayalı iklim şartları
onlar için çok önemliydi. Bunun
içindir ki, Asya steplerinden çı-
kan bu insanlar, Rusya’nın Sibir-
ya Bölgesindeki dondurucu çöl
iklimine, Avrupa’nın fazla rutu-
betli ve az güneşli ılıman iklimi-
ne, Arap Yarımadasının sıcak ve
kurak iklimine itibar etmemiş-
ler. Alaska’ya gitmeyi göze almış-
lar, ama Japonya’yı
düşünmemişler .
Hindistan’da Ba-
bür İmparator-
luğu adıyla dev-
let kurmuşlar, ama
Endenozya’yı he-
saba almamış-
lar. Mısır’da Köle-
menleri kurmuşlar,
Libya’nın çölüne
itibar etmemişler.
Makrizi, Türkle-
rin yerleşik hayata
geçişine sıcak bak-
mayan tavırlarından söz ederken
onların tarihî kararlılığına deği-
nir ve şunları yazar:
“Börteçine’nin vefatından
sonra evlatları birbirinden ayrı-
lırlar. Bunlar Çinlilerle savaşır-
lardı. Bunlardan birisi Çin şe-
hirlerini görmüş ve aynı şekilde
şehir kurmak istemiş, ancak ku-
mandanlarından birisi: ‘Efen-
dim, biz Çinlilerin onda biri ka-
darız. Bizim kuvvetimiz ancak
serbest kalıp hareket etmemiz-
dedir. Hâlbuki şehir halkı kafeste
yaşar gibi surlar içerisinde hapis
kalırlar’ dedi. Padişah bu teklifi
olumlu görerek şehir kurmaktan
vazgeçmiştir.”
Bu anlatılanlar, yerleşik ha-
yata geçiş döneminin başında-
ki kaygıları dile getirmektedir.
Ancak, bir millet, dağda yaşaya-
rak da medeniyet oluşturamaz.
Türklerin Müslümanlaşmasın-
dan sonra, düzenli ve yerleşik
hayata geçtiğini görürüz. Hatta
öylesine süratli bir geçiş olur ki,
Yunanlı Nakracas bunu; “Arap-
ların Anadolu’da üç yüz yılda ya-
pamadıklarını Türkler on yılda
başardılar!” ifadeleriyle dile ge-
tirmekten çekinmez. Bu başarı,
İslâm’ın hükümlerini icrada şe-
hir hayatına daha çok itibar et-
mesinden doğmaktadır: Topluca
kılınan namazın tek başına kılı-
nan namazdan daha efdal olması
doğal olarak camileri hayata ta-
şıyacaktır. Cuma namazının şe-
hir statüsü kazanmış yerlerde kı-
lınması zarureti de aynı eğilimi
besleyecektir. İslâm ilme büyük
önem verir ve özendirici vaatler-
le teşvik eder: İlmin tahsili için
merkezi yerlerde kurulacak okul-
lar da pratik hayatı merkezi alan-
lara yönlendirecektir. Bernard
Lewis de bu gerçeğin üzerinde
dururken; “Selçuklular zamanın-
da ekonominin yeniden düzen-
lenmiş olması, dinî hayatta yan-
kı buldu. Bağdat ve diğer büyük
şehirlerde ‘medrese’ diye bili-
nen dinî okullar kuruldu ve bun-
lar İslâm dünyasında daha son-
ra kurulanlara model oldu”, der.
Bozkırın Taşkın Çocukları
Aslında Türklerin keşfedici ve
diriltici dehası burada ortaya çık-
maktadır. Bu bozkırın taşkın ço-
cuklarının İslâm’la şereflenme-
sinden hemen sonra, nasıl oluyor
da varlıkları günümüze kadar ge-
len o muhteşem işlemeli eserleri
inşa edebiliyorlar? Bunlara taklit
diyemeyiz, çünkü Selçuklular dö-
nemindeki Türklerin inşa üslubu
Avrupa’da yoktur. Kale duvarla-
rı gibi yüksek, yaygın ve bol ke-
merli zamana karşı direnebilecek
sağlam binalarla Batı’nın gotik
mimarisinin hiçbir alakası yok-
tur. Türkleri şehirleştiren bu mi-
mari tavır olmuştur. Bunun için-
dir ki, önemli Türkologlardan
Kasım 201256
Barthold bu meseleye dikkatimiz
çekerken; “Selçukiler XI. asırda
bütün İran’ı zapt ettiler ve kısa
zaman için de olsa, Akdeniz ve
Kızıldeniz’den Çin hudutlarına
kadar olan bütün İslâm dünya-
sını hâkimiyetleri altına aldılar.
Selçukiler devrinde, şehir haya-
tının terakkisini (gelişmesini)
devam ettirmek, ticaret ve sanatı
yükseltmek çarelerine başvurul-
du”, ifadelerini kullanır.
Barthold, bu geleneğin
Osmanlılar döneminde
de geliştirilerek devam
ettiğini; bu cümleleri-
nin devamında dillendir-
mekten kendini alamaz:
“Medeniyete yapılan
hizmet, yalnız maziden
kalmış yadigârları (ha-
tıraları) tanıtmakla kal-
madı, yeni Türk mimarı
Sinan’ın yaptığı eserler,
sanat bakımından Avru-
pa’daki Rönesans devri
mimari eserlerinden hiç
de aşağı değildir.”
Değildir çünkü
Glüçk’ün hakkı teslim
eden ifadesiyle: “Türklerin ya-
rattıkları sanatlar, sabit millî
topraklardan gıdalanmış olup
asla yabancı kültürlerin doğur-
duğu bir mahsul değildir!” Bu-
nun içindir ki, zihnî kabiliyeti-
nin mahsulü bu mahsul başka
milletlerde de hayranlık ve alıcı
bulacaktır. Strzygowski, bundan
söz ederken bu alanın sınırlarını
da belirtir: “Türk sanatı; Asya’yı,
Avrupa’yı, hatta Çin’i bile etkisi
altına almıştır!”
Bir siyasî organizasyona dö-
nüşen toplumun bundan başka
yapacağı bir şey de yoktu.
Artık, dünya siyasî organizasyon
olarak şekillenirken şehirleşme-
ye başlamıştı. Türk toplumu bu-
nun dışında kalamazdı. Hatta
kabiliyet ve gayretiyle bunların
da önüne geçmesi gerekiyordu.
Ki, buna da başardı ve Amıcıs’a
şu sözleri söylettirdi: “Hiçbir şe-
hir, içinde yaşayan halkın tabia-
tını ve felsefesini İstanbul kadar
temsil edemez!”
Uygarlık Eşiklerini Geçerken
Türk toplumu İstanbul zara-
fetine ulaşırken elbette çok bü-
yük sosyal tecrübeleri de yaşa-
yacaktır. Bu tecrübeler sonucu
ulaştığı noktadaki temsil hakkı-
na işaret eden Fındley: “Türkle-
rin uygarlık eşiklerini geçerken
kimliğini koruyup kendine na-
sıl dönüştürdüğünde öğ-
renecek önemli dersler
vardır” demekten kendi-
ni alamaz. Büyük Tür-
kolog Jean Poul Roux da
bu görüşü destekler: “İki
bin yıl boyunca Türklerin
dehalarına pek çok tanık
olduk; geçmiş geleceğin
garantisiyse Türklerden
çok şey beklenebilir!” Bu
dehanın ana damarını
da İtalyan Mandel keşfe-
der ve “Geçmiş yüzyılda
seyyahlardaki hayranlık,
Türkiye’deki hayatın in-
sani kalitesine olmuştur”
der. Çünkü Gumilev’in
diliyle; “Türklerin ulus
sistemi, ordu disiplini, dip-
lomasi ve mükemmel bir dünya
görüşüne sahip olmaları hayrete
şayandır!”
Bu son cümle içerisinde sa-
yılan önemli vasıfların tama-
57
mını, inşa ettikleri tarihi şe-
hirlerde görmek mümkündür.
İslâm’ın ilk kabul toprakların-
da; Buhara’da, Semerkant’ta,
Kaşgar’da, Türkistan’da,
İsficab (Sayram’Aksu’)’da Talas
(Cambul)’ta, Taşkent’te taşın di-
linden, çinin renginden anlarsa-
nız bir medeniyetin hangi este-
tik iradeden beslendiğini, hangi
dinî vecdi taşıdığını söyleyecek-
tir size. Tarihin yorgun izine rağ-
men, gülen bir medeniyetin pı-
rıl pırıl renkleri ruhunuza kendi
resmini nakşetmeye hazırdır.
Yeter ki, sizde o yakıcı arzu bu-
lunsun. Yeter ki, sizde anlama
kabiliyeti olsun. Türk ruhunun
kavrama ve arz etme kabiliye-
tinin tabloları olarak Orta As-
ya’daki tarihî şehircilik mirası-
mızı Erzurum’a, Ahlat’a, Sivas’a,
Kayseri’ye, Konya’ya, Bursa’ya,
İstanbul’a, Edirne’ye taşıyan aşk,
içimizde alev halinde yaşıyorsa
gelecek için karamsar olmamıza
gerek yok!..
Gönül Ufkumuzu Sonsuza Açan Eserler
Tarihe bakın, imanını anıt
mezarlara taşıyan ve orada bize
yaşatıcı bir emanet olarak bıra-
kan başka bir millet var mıdır?
Bunlar şehir kültünün temeli-
ni oluşturur ve şehirler ruhunu
buradan alırlar. Sa-
natta var olma ide-
alini besleyen hangi duygudur
ki, mezarındaki yalnız taşla-
rı bile konuşan abide haline dö-
nüştürür. Kişisel arzularında ih-
tirasın baskılarını kırıp tevazuu
bir yaşama üslubu olarak sunan
bir millet, ölüsüne öylesine deb-
debeli anıtlar yapmış ki, için-
de ölülerin bile sizinle yaşadı-
ğını sanırsınız. Şehri, Cennet’e
benzetmenin hevesinden do-
ğan bu çabalar, Divriği’deki Ulu
Cami’de size taç kapıdan uzatılan
bir salkım üzüme dönüşür, Seli-
miye Camiinde cami ortasında-
ki havuzda suyunun sessiz tür-
küsünü söyler, Sultanahmet’te
vitrayların raksını sunar, gider
Taçmahal’de altından bir kubbe
gibi üstünüze rahmetin örtüsü-
nü açar, gelir Kayseri’de Döner
Kümbet’te taşın semaında dön-
dürür, Konya’da muhteşem bir
taç kapı ile gönül ufkumuzu son-
suza açar..
Yeteneği fıtratında var olan
bir milletin, dünya sosyal yapısı
içinde kendine göreliğini ön pla-
na alarak yükselme-
si ve yücelmesi biraz da bundan
sonra geçmişindeki birikimini
günümüze taşıyarak düzenli şe-
hirleşmesiyle olacaktır. Bunun
da son bir asır içinde farkına va-
rıldı ve Türkiye yeniden bir şe-
hir vizyonu ile tarihî kimliğinin
bu yöndeki detaylarını bütün
hatlarıyla ortaya koyma arayışı-
na yöneldi. Ancak, şehirleşmede
yanlış adımlar, dışımızdakiler ta-
rafından bize verilen yukarıdaki
satırlarda birkaç örneğini verdi-
ğimiz bu yüksek takdir hükmü-
nün çözülmesine de sebep ola-
bilir. İşte bütün dikkatimizi bu
yönde kullanıp şehirleşmeyi ka-
labalıkları şehirde toplayıp koz-
mopolit bir kitle oluşturup me-
denileşmeyi katletmek yerine,
geleneklerini millî ve manevî va-
sıflarıyla besleyen homojen bir
topluluğa dönüştürmek gerek-
mektedir. Unutmayalım bu yük
aynı zamanda şehirleri kuran-
lar kadar şehirleri kullananların
da üzerindedir. Şehrin hafızası
bizim zaaflarımızı gelecek nesil-
lere kirli bir emanet olarak taşı-
makta affedici değildir. Medeni
kimliğimizin aidiyet fotoğrafı şe-
hirlerse, unutmayın bu hakkı on-
lar her zaman kullanma imtiyazı-
na sahiptirler. O zaman Türk’ün
şehri Türk için, Türk’e göre, Türk
tarafından yeniden dizayn edi-
lecektir. Bizi beton kafeslerden
kurtaracak bu diriltici ve yücel-
tici hamleyi, şehirleşmenin so-
rumluluğunu üstlenen herkesten
bekleme hakkımız bir neslin de-
ğil, bir milletin sorumlu emane-
ti olarak omuzlarında olacaktır!..
İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI:
BASİL ZAHAROFFKasım 201258
Tarihİsmail ÇOLAK
59
Millî Mücade-
le’nin baş-
l a m a s ı n d a
15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yu-
nan ordusu tarafından işgal et-
mesinin ateşleyici rol oynadığı,
ilmî ve resmî tarih kitapların-
da geniş şekilde yer almış; an-
cak perde gerisindeki 1849 Muğ-
la (Menteşe) doğumlu Rum
asıllı Sir Basil Zaharoff’un ka-
ranlık elinin payı mütemadiyen
gözden kaçırılmıştır. Hâlbuki o
dönemde Avrupa’nın bir numa-
ralı silah tüccarı ve finansörü
olan Zaharoff’un; Yunanistan’ın,
Birinci Dünya Savaşı’na katıl-
masında, İzmir’i işgal etme izni-
nin çıkması ve Küçük Asya mace-
rasına kalkışmasında muazzam
bir tesir icra ederek “gizli mimar”
mevkiine eriştiği tarihen ortada-
dır.
Zaharoff, Yunan Başbaka-
nı Venizelos’un gizli patronu ve
destekçisi rolüne soyunarak, he-
sapsız ölçülerdeki silah ve para
yardımıyla Anadolu’daki Yunan
işgalinin finansörlüğünü üstlen-
miştir. Avrupa’da oluşturduğu
basın tekeliyle, Batı kamuoyunda
caydırıcı bir siyasî nüfuza sahip
olan; üstelik İngiltere Başbakanı
Lloyd George’un “Başdanışma-
nı” hüviyetini de taşıyan bu esra-
rengiz Rum, İngiltere ve mütte-
fiklerinin Ön Asya politikasının,
Yunanistan’ın Helenizm rüyası-
na hizmet edecek istikamette şe-
killenmesinde fevkalâde etkili ol-
muştur.
Başbakan Lloyd George,
Venizelos’u, Batı Anadolu’da gi-
rişeceği yeni saldırıda destekle-
meye karar vermiştir. İngiliz si-
yasetçi, yazar ve seyyah Aubrey
Herbert’ın (1880-1923) deyişiy-
le, “Lloyd George, Türkiye’yi yok
etmeye karar vermişti ve onu bu
davasında, Yunanlı dostları Ve-
nizelos ve Sir Basil Zaharoff des-
tekliyordu.” Llyod George’un, bu
karara varmasında Zaharoff’un
tesiri hakkında Pars Tuğlacı şu
değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Yetişme tarzı, partisinin siyasî
geleneği gereği Türk düşmanı
olan ve Venizelos ile Vickers si-
lah firmasının Yunan asıllı sahibi
Sir Basil Zaharoff’la yakın dost-
luk ilişkileri bulunan İngiliz Baş-
bakanı Llyod George, Türkiye’ye
karşı kesinlikle Yunanistan’ı des-
teklemekteydi.”1
Venizelos’un, arkasını Za-
haroff gibi sağlam bir dayana-
ğa verdikten sonra artık Küçük
Asya’da harekâta başlamaması
için hiç bir sebep yoktu. Serveti-
nin hesabı tam olarak bilinmeyen
Zaharoff’un para ve silahlarının
kendisine büyük yararlar sağla-
yacağından, onu daima gölge-
sinde hissedeceğinden kesinlikle
emindi. Üstelik Zaharoff, Birin-
ci Dünya Savaşı’nı takip eden yıl-
larda, ağır sanayi kollarıyla güçlü
ilişkileri olan The Union Parisi-
enne Bankası’nı satın alarak fi-
nans gücünü ve sermaye çevre-
lerindeki kontrolünü daha da
arttırma yoluna gitmişti.2
İşgal Plânlarına Verdiği Destek
Bu dönemde Venizelos’un
siyasî ve maddî danışmanı san-
ki Basil Zaharoff’tu. Paris’te-
ki malikânesinde, Venizelos’la
sık sık bir araya gelerek durum
değerlendirmesi yapıyorlar ve
“Türkiye’ye karşı büyük bir Yu-
nan saldırısı için” plan üstüne
plan tasarlıyorlardı.3 Venizelos’u,
Yunan davası için tahrik edip ha-
rekete geçirmede Zaharoff’un
büyük itici güç olduğu hakkında,
Alain Decaux’un verdiği bilgiler
kayda değerdir: “Büyük güçlerin
görüşlerini dikkate alarak, Yu-
nanistan ve Venizelos’un, yıkıl-
mış bir Türkiye’den pay almak is-
tediklerinden emin olmak istedi.
Zaharoff, Venizelos’u atak olma-
ya ikna etti.”4
Paris Barış Konferansı’nda,
çeşitli tasarılar hakkında birlik-
te fikirler yürütüyor ve beraber-
ce yeni birtakım alternatif ta-
sarılar üretiyorlardı. Zaharoff,
Paris’te son derece gizli ve önem-
li bir misyon üstlenmişti. Yunan
tarihçi Dimitri Kitsikis’in bu nok-
tadaki kanaati gayet açık ve net-
tir: “Zaharoff, 1919’dan 1922’ye
kadar, bütün Türk-Yunan har-
bi boyunca, Venizeloscu olsun,
Kanstantinci olsun; Yunanistan’ı
finanse edecek ve silahlandıra-
caktı.”5 Fransız Gazeteci Pierre
Fontaine’nin kanaati de aynıdır:
“Türkiye’yi sevmeyen Rum pet-
rolcü ve ordu müteahhidi Zaha-
roff, Yunanistan’a kredili silah
sattı.”6
Alptekin Müderrisoğlu ise
konu hakkında şunları ifade et-
mektedir: “Yunanistan’ın Ege
Bölgesi’ni işgal etmesi için İngilte-
re Başbakanı Lloyd George’u ikna
etmiş bulunan Sir Basil Zaharoff,
Yunanistan’ın büyük bir impara-
Kasım 201260
torluk kurmasını amaç edinmiş
ve Yunanlıların Anadolu’yu işga-
linde birinci derecede organiza-
tör rolü oynamıştır. Yunanlılara
4 milyon sterlin para yardımında
bulunmuştur.”7Bilal Şimşir, İngi-
liz Dışişleri Bakanlığı arşiv bel-
gelerine dayanarak, Zaharoff’un
Yunan ordusuna yaptığı silah
yardımlarıyla (ki Anadolu’da-
ki savaş Yunanlılara, günde 10
milyon drahmiye mal oluyordu)
ilgili şu dolaylı bilgileri zikret-
mektedir: “Yunanistan’da top,
tüfek fabrikası yoktu. Yunanis-
tan kamyon, uçak ve gemi yapa-
mıyordu. Ama Yunan orduları-
nın elinde bütün bunların hepsi
bol miktarda vardı. Nereden, ni-
çin gelmişti bunca savaş malze-
mesi? İngiliz Genelkurmayının
raporunda Yunanistan bunları,
“serbest piyasadan” sağlıyor, de-
niyordu. Bu serbest piyasa aslın-
da büyük ölçüde İngiliz piyasa-
sıydı. İngiliz silah sanayi, bazen
doğrudan, bazen dolaylı yoldan
Yunanistan’ı silah deposu, müt-
hiş bir “savaş makinesi” haline
getirmişti.”8
İşgaldeki Olağanüstü Rolü
İngilizler, Yunanistan’ı Ana-
dolu üzerindeki emellerini ve
Küçük Asya Harekâtı’nı siyasî-
hukukî zemine oturtabilmesi için
18 Ocak 1919’de Paris’te başla-
mış olan Barış Konferansı’na res-
men davet etmiştir. Venizelos’ın
tek amacı, Büyük Yunanistan’ın
vizesini koparabilmekti. İngil-
tere ve Fransa’yı ikna edip des-
teklerini aldıktan sonra bunun
mümkün olacağına inanıyordu.
Aşırı Yunan istekleri sebebiy-
le konferansın çözümü uğrunda
en çok müşkülat çektiği iş, Os-
manlı Devleti’nden Yunanlılara
verilecek topraklar meselesi ol-
muştur. 3-4 Şubat 1919’da Veni-
zelos, uzun bir konuşma yaparak
eski Yunanistan’ın yeniden diril-
tilmesi ve Yunan halklarının bir
bayrak altında birleştirilmesi ge-
rektiğinden söz etmiştir.9
Düvel-i Muazzama 14 Ma-
yıs’taki toplantıda, Yunanlıla-
rın İzmir’i işgal etmesini, ger-
çekleşinceye değin büyük bir
gizlilik içinde tutarak karara
bağlamıştır. Venizelos’un de-
yişiyle bu harekât, “Yunan or-
dusuna tarihi boyunca ilk kez
emanet edilmiş, şerefli bir gö-
revdi.”10 Yunan Gazeteci Hristo
Kesari, Kaklamanos’a yazdığı
mektupta Venizelos’un tarif-
siz sevincini şöyle belirtmişti:
“Başbakanımız için sevinçten
uçuyor demek bile az. Öyle ki,
kendine hâkim olamıyor. Se-
vinçten taşkın bir halde bana:
“Birkaç dakikalık bir görüşme
sonunda, kenarına kadar gel-
diğimiz uçuruma düşmekten
kurtulduk ve şimdi büyük bir
devlet olduk. Bu gerçekleşen,
Perikles’in hayalidir; Elen bir-
liğidir.” dedi.”11
Aptülahat Akşin, “Atatürk’ün
Dış Politika İlkeleri ve Diploma-
sisi”, başlıklı çalışmasında; Yah-
ya Akyüz, “Türk Kurtuluş Sava-
şı ve Fransız Kamuoyu” isimli
eserinde; Ömer Kürkçüoğlu da
“Türk-İngiliz İlişkileri” adlı kita-
bında, Fransız ve İngiliz basınına,
özellikle de Yunan tarihçi Dimit-
ri Kitsikis’e dayanarak İzmir’in
işgaliyle ilgili şu çarpıcı bilgiyi
vermektedirler: “Yunanistan’a,
İzmir’i işgal etme izni, Sir Basil
Zaharoff ve Venizelos’un ısrarla-
rı üzerine, Wilson, Lloyd George
ve Clemenceau tarafından veril-
miştir.”12
Kitsikis’in işgalle alaka-
lı savunduğu tez şöyledir:
“Zaharoff’un asıl hizmeti, 15
Mayıs’taki İzmir çıkarması ko-
nusunda olmuştu. Yunanlıların
İzmir’i işgali hâdisesinde Zaha-
roff, Clemenceau ve Llyod Geor-
ge ile olan dostlukları gibi bütün
kudretli yakınlıklarını hareke-
te geçirmişti... Yanlış anlaşılma-
sın; İzmir’in işgalinde tek sebep
Zaharoff’un yaptığı baskı olmuş-
tur, demek istemiyorum. Mesela
Başkan Wilson karara, sanayiciyi
hoşnut etmek için katılmamıştır.
Ama bu şahsî baskının önemini
küçümsemek de aynı şekilde hata
olur. Zaharoff ve Yunanlılar, Yu-
nan çıkarlarıyla birlikte İngiliz çı-
karlarını da savunduklarına göre,
sanayicinin ricasını en güç kabul
etmiş olan Clemenceau’dur, diye
düşünülebilir. Ama bence Zaha-
roff olmasaydı, Clemenceau işgal
kararına kolay kolay katılamaz-
61
dı. Zaten yüksek kuruldaki gö-
rüşmelerde Yunanlıları ve işgali
en az tutanın Clemenceau olduğu
bilinmektedir.”13
Yunan Tarihçi Kitsikis, bunu
sadece farklı bir iddia ya da gö-
rüş seviyesinde bırakmamış, 3
önemli delil de zikretmiştir:
Birincisi: Kaklamanos, işgal-
den bir gün önce, İngiltere’de-
ki bütün önemli Yunan dostları-
na mektuplar göndererek büyük
hâdiseden haberdar etmiş, ge-
lişmeyi Zaharoff’a da bildirmiş-
ti. Zaharoff teşekkür etmiş, du-
rumdan haberdar olduğunu
belirtmekten de geri durmamış-
tı. Zaharoff’un bu münasebet-
le kaleme aldığı Londra-15 Ma-
yıs 1919 tarihli mektupta geçen
ifadesi aynen şöyledir: “Kakla-
manos, verdiğiniz güzel haberler
için çok teşekkürler ederim. Bu
haberlerin, âcizane gayretlerimin
eseri olduğunu sanıyorum. Nite-
kim ben de, Clemenceau ile Lloyd
George’a telgraflar çekerek, kalp-
ten teşekkürlerimi bildirdim.” Bu
mektup, İzmir’in işgalini dostları
Clemenceau ile Lloyd George’dan
Zaharoff’un istediğinin ve elde
ettiğinin belgesidir.14
İkincisi: Konunun şahidi Yu-
nan gazeteci Konstantin Ata-
nos, 1939 İlkbaharında Kitsikis’e
şu malumatları aktarmıştır:
“Cairo-City vapuruyla Pire’den
Marsilya’ya gidiyordum. Yunan
Eski Dışişleri Bakanı Politis de
oradaydı. Politis’ten dinlediğime
göre, 1919 Mayıs’ının ilk hafta-
sında Paris’teki Mercédés Otelin-
de bir öğle sonuydu. Otelin sant-
ralıbizzat Venizelos’un arandığını
haber verdi. Başbakan kendi adı-
na cevap vermesini Politis’ten is-
tedi. Telefondaki Zaharoff’tu:
“Venizelos’a, İzmir’i işgal etmek
üzere gemilerini ve birliklerini
hazırlamasını söyleyiniz. Yüksek
Kurulun bu konuda karar alması-
nı sağlamış bulunuyorum. Kurul
kararını size resmen yarın bildi-
recek. Zaman kaybetmeden ha-
zırlanmanız için ben size önceden
haber veriyorum.” Gerçekten de
ertesi gün Yüksek Kurul kararını
Venizelos’a resmen bildirdi.”15
Üçüncüsü: İzmir’in işga-
linde Zaharoff’un oynadı-
ğı rolün mühim bir şahidi de
TeodorPetrakopulos’tur. Pet-
ra-kopulos, 1919 İlkbaha-
rında Yunan delegasyonuyla
birlikte Mercédés Otelinde kalı-
yordu. Onun tanıklık ettiği mü-
şahedeler şöyledir: “Bir öğle sonu
ZaharoffMercédés Oteline gel-
di. Pek heyecanlıydı. Derhal gö-
rüşmek istediği Venizelos’a, göz-
lerinden yaşlar akarak, İzmir’in
Yunanistan’a bırakılacağı habe-
rini verdi. Venizelos, onu kolları
arasına alıp yanaklarından öper-
ken, Zaharoff da şunları anlatı-
yordu: “Bugün öğle yemeğinde
Clemenceau bendeydi. Bütün ta-
leplerimizi desteklemesini, zira
bunların haklı talepler olduğunu
belirterek rica ettim; o da bana
vaat etti. Ayrılırken, yazıhanemin
kapısında durdurdum ve elini tu-
tarak, İzmir’in Yunanistan’a ve-
rilmesini yalvararak tekrar rica
ettim. Clemenceau, vatanseverli-
ğimi tebrik için elimi sıktı ve is-
teğimin gerçekleşeceğinden emin
olabileceğimi söyledi. Bu sözle-
ri işitince bayılmış ve bir koltuğa
yığılmışım. Ben kendime gelince-
ye kadar yanımda bekleyen Cle-
menceau, gözlerimi açınca bana;
İzmir’in Yunanistan’a verileceği-
ni bir kere daha söyledi.”16
Bahsi geçen görüş, Zaharoff’un
biyografisini kaleme alan Alman
gazetecilerden Richard Lewin-
sohn ve Robert Neumann gibi ya-
zarların eserlerinde yer verdiği ve
bizim de burada zikrini ettiğimiz
bilgi ve deliller çerçevesinde bir
iddia olmaktan çıkmış, kuvvetli
bir hüküm haline gelmiştir.17
1 Arnold J. Toynbee, Türkiye, Türkçesi: Kasım Yar-gıcı, İstanbul, 1971, s.90; Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I , Ankara, 1987, s.36; Murat Hatipoğlu, Türk Yunan İlişkilerinin 101.Yılı (1821-1922), Ankara, 1988, s.81; AubreyHer-bert, Ben Kendim, Osmanlı Ülkesine Son Seyahat-ler, Çev: Yılmaz Tezkan, Ankara, 1999, s.233; Pars Tuğlacı, Çağdaş Türkiye, C.1, İstanbul, 1987, s.429.
2 Richard Lewinsohn, Esrarengiz Avrupalı Zaharoff, Çev: Cem Muhtarlı, İstanbul, 1991, s.93-95; Pier-re Fontaine, Petrolün Sırları, Çev: Erdoğan Alkan, İstanbul, 1963, s.23-24; AlainDecaux, “Basil Za-haroff”, Magazine Historia,July 1977; http://www.encyclopedia.thefreedictionary.com; http://www.fact-index.com/b/ba/basil_zaharoff.html.
3 Lewinsohn, age, s.93-94.4 Decaux, “Basil Zaharoff”, Magazine Historia,July
1977; http://www.encyclopedia.thefreedictionary.com; http://www.fact-index.com/b/ba/basil_zaha-roff.html.
5 Dimitri Kitsikis, Yunan Propagandası, Çev: Hakkı Devrim, İstanbul, 1974, s.292.
6 Fontaine, age, s.23-24.7 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Mali Kay-
nakları, C.2, İstanbul, 1988, s.601, Dipnot: 514.8 Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan
İzmir’e, Ankara, 1989, s.116, 305; FO, 424/254, s.16, No: 18.
9 İzzet Öztoprak, Türk ve Batı Kamuoyunda Milli Mücadele, Ankara, 1989, s.21; LaurenceEvans, Türkiye’nin Paylaşılması, Çev: T. Alanay, İstanbul, 1972, s.127.
10 Zeki Sarıhan, Türk Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.1, Ankara, 1988, s.210; Zeki Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını, Ankara, 1989, s.70-83; Sonyel, age, s.33, 51-61; Evans, age, s.162-187.
11 Kitsikis, age, s.290.12 Le Populaire, 18 Mayıs 1919, s.1; Aptülahat Akşin,
Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, İs-tanbul, 1964, s.107; Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1988, s.78; Ömer Kürkçüoğlu, Türk- İngiliz İlişkile-ri (1919-1926), Anara, 1978, s.73, dipnot 1.
13 Kitsikis, age, s.287, 290-291, Dipnot: 2.14 Age, s.290; Sarıhan, age, s.240. 15 Kitsikis, age, s.291.16 Age, s.292. 17 Zaharoff hakkında ayrıntı bilgi için bkz. İsmail Ço-
lak, Yunan İşgalinin Patronu Zaharoff, 2.Baskı, İs-tanbul, 2005.
Dipnot
ISFAHANİ’YE GÖRE
ÖĞRETMEN
Kasım 201262
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
VE ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ
63
Isfahanî, İslâm düşünce tarihinin
önemli isimleri arasında yer alır.
Onun, çalışmalarında insana ve in-
sanın çeşitli yaşantılarına ilişkin oldukça zengin
çözümleme ve tespitlere yer verdiği görülmekte-
dir. İşte bu anlamda “Erdem ve Mutluluk” ismiy-
le dilimize çevrilen eserinde, pek çok insanla ilgili
konuların yanı sıra, öğretmen-
öğrenci ilişkilerinin nasıl olma-
sı gerektiğine de yer vermiştir.
İşte bu yazımızda, önemli gör-
düğümüz ve günümüz eğitim
süreçlerine de katkı sağlayaca-
ğına inandığımız bu görüşleri-
ne yer verilecek ve yeri geldikçe
bunlarla ilgili değerlendirmeler
de bulunulacaktır.
Isfahanî bilgiyi Allah yolun-
daki duraklarda yenilecek azık-
lara benzeterek, ilim talep eden kimsenin yani
öğrencinin bu azıkları dengeli ve sezici olarak al-
masını öğütler. Ona göre, Allah yolunda kullan-
mak üzere ilim edinen kimse, azığını mola verdiği
her noktada ihtiyaç duyabileceği kadar temin et-
melidir. Bu anlamda bir kimse, ne ömrünü belli
bir ilmin peşine düşerek, bütün enerjisini o ilim
yolunda harcamalı; ne de herhangi bir alanda bel-
ki bir birikme ulaşmadan başka bir alana geçme-
melidir. Isfahanî’ye göre sürekli farklı bilgilerle
muhatap olmak, insanın anlayış gücüne zarar ve-
receğinden, kişi öncelikle bir alanda okuyup öğ-
rendiklerini ilim ve amel yönünden iyice özümse-
meye dikkat etmelidir. Nitekim o, her öğrenilen
ilmin bir sonrakine ulaşma basamağı olarak gö-
rülmesi gerektiği kanaatindedir.
Isfahanî’ye göre, bilgi davranışa dönüşmedik-
se, üzerinde bina bulunmayan temeli andırır. Bu
çerçevede Isfahanî amele katkı sağlayamayan il-
min, ancak günahlara katkı taşıyacağı kanaati-
ni taşır. Ona göre öğrenci, doğru bir ilim metodu
benimsedikten sonra, gerekli ilimleri öğrenebil-
mek için, öncelikle kişiliğini kötü ahlakî davranış-
lardan arındırmalıdır. Bunun yanında dünyanın
meşguliyetlerini de azaltmalıdır. Aksi halde ilim
öğrenmeye ve bu anlamda kendini geliştirmeye
yeterince zaman ayırması zor olacaktır. Zihin da-
ğınık olacak ve kavrayışta sorunlar cereyan ede-
bilecektir.
Ona göre öğrencide olması gereken en önem-
li kişilik ve karakter özelliklerinden biri de, öğren-
mek istediği ilme ve hocasına karşı kibirli olma-
ması, tabiri caizse haddini ve yerini bilmesidir.
Özellikle öğrencinin öğretmeni/hocası karşısında
“Yağmur bol yağdığında onu güzelce emerek ka-
bul eden gevşek toprak bir gibi olmadıkça” on-
dan yararlanıp ilimde mesafe alamaz. Isfahanî öğ-
rencinin hocasıyla ilişkisini hasta doktor ilişkisini
“Isfahanî, öğretmen yahut hocayı öğrencisiyle kıymetli bulur.
Yani öğrencisi olmayan öğretmen ona göre çok verimli ve
üretken olamaz. Öğrencisi olmayan bir öğretmen, çocuğu
olmayan bir kimse gibi olup, Isfahanı`ye göre ölümüyle geriye
ondan başka hiçbir şey kalmaz.”
Kasım 201264
de benzetir. Ona göre “Hasta, hastalığına teşhis
koyan dürüst bir doktora tamamen teslim olma-
lı, ilaç ve diyetini ondan öğrenmelidir. Yiyecekler
arasında sadece kendisine yarayanları yemeli ve
tedavisinde yardımcı olacak şeylerden başkasını
ağzına koymamalıdır.”
Isfahanî’nın öğretmenlere önerileri de oldukça
önemli ve değerli bilgiler içermektedir. Öğretmen,
Isfahanî’ye göre mutlaka Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
uymalıdır. Bu anlamda o Hz. Muhammed (s.a.v.)’i
iyi bir öğretmen modeli olarak görmektedir. Ni-
tekim öğretmenlerle Hz. Peygamber (s.a.v.) ara-
sındaki ilişkiyi, oldukça yakın bir düzlemde sunan
Isfahanî’ye göre, insanlara doğruyu ve hakika-
ti öğretme noktasında öğretmenler Peygamberi-
mizin halifesidirler. Nasıl ki günümüzde din hiz-
metleri alanında görev yapan mihrap ve minber
hizmetlerini yürüten insanlar, Peygamberimizin
görevini onun yöntemi ve örnekliği işle yürütmek
durumunda iseler, ona göre öğretmenler de aynı
şekilde eğitici olarak onun insanlara öğretirken
takip ettiği insanî ilkeleri dikkate almalıdırlar. O
halde aynen Peygamberimiz gibi, öğrencilerine
karşı şefkatli ve merhametli olmalıdırlar. Öğret-
menler, aynen Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaptığı
gibi, öğrencilerini kendi çocukları yerine koymalı,
onlara istedikleri hükmedebilecekleri, onları hır-
palayabilecekleri düşüncesine asla düşmemelidir-
ler. Öğrenciler, aynen kendi çocukları gibi, öğret-
menlere Allah’ın birer emaneti olup, gereğince ve
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekliği
dikkate alınarak muamele edilmeli-
dir. Ona göre iyi bir öğretmen, an-
ne-babadan daha üstün bir konum-
da olup, yerine göre sorumluluğu da
oldukça fazladır.
Isfahanî, öğretmen yahut hocayı
öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani öğ-
rencisi olmayan öğretmen ona göre
çok verimli ve üretken olamaz. Öğ-
rencisi olmayan bir öğretmen, ço-
cuğu olmayan bir kimse gibi olup,
Isfahan’îye göre ölümüyle geriye on-
dan başka hiçbir şey kalmaz. O ne-
denle ilim sahipleri mutlaka öğrenci
yetiştirmelidirler. Yetiştirirken, sa-
dece bilgi aktarmakla kalmayıp, on-
ların erdemli davranışları yapmaları
için de kafa yormalı, emek etmeli-
dirler. Bunu yaparken öğrencilerin
rencide olmaları ve aşağılanmaları-
na fırsat vermemelidirler.
Isfahanî’nin öğretmen-öğrenci
ilişkilerinde çok önemsediği konulardan biri de,
öğretmen yahut hocaların, öğrencilerinden maddi
beklenti içinde olmamalarıdır. Çünkü bu tür bek-
lenti ve kaygıların da, samimi ve Allah rızasını gö-
zeten bir öğretmeyi engelleyeceği ve öğrencilerin
kalbine, ruhuna değil, sadece zihin dağarcıklarına
hitap edeceği unutulmamalıdır.
Sonuç olarak, asırlar öncesinden hocalar ile ta-
lebeleri ve yahut günümüz terimleri ile öğretmen
öğrenci ilişkileri konusunda günümüze de ışık tu-
tan Isfahanî’nın bu yaklaşımları, kanaatimizce ol-
dukça kayda değer gözükmektedir.
GÖKTEKİ YILDIZLAR
Allah’ın sevgili, güzel kulları,Ta galu belâda iman ettiler.Cennet’e, Cemal’e varır yolları,Bir dert ki dertlere derman ettiler..
Atlarını dört bir yana sürdüler,Kıtaları kesip, biçip, dürdüler,Zaman-mekan ötesinde hürdüler,Davayı dünyaya ferman ettiler..
Sancağının gölgesine kondular,Öyle bir sohbet ki yanıp, yundular,İnsanlığa ab-ı hayat sundular,Şu kızgın çölleri umman ettiler...
Hayıflansın bencileyin Kıtmirler,Bala döndü kalblerdeki zehirler,Hakikate adanmıştı ömürler,Aşkın yellerinde harman ettiler..
Batılın bendini yıkan seldiler,Hak namına kılıç çeken eldiler,Sadakatte akılları çeldiler,Melekleri bile hayran ettiler..
Gökteki yıldızlar gibi azdılar,Hepsi sır sahibi, safi nazdılar,Şehadetin destanını yazdılar,Canlarını Hak’ka kurban ettiler...
Servet YÜKSEL
65
TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE
FİRDEVSÎ
Kasım 201266
KültürMustafa ÖZÇELİK
67
Hafız, Ömer Hayyam, Sadi, Fe-
ridüdin Attar, Molla Cami gibi
büyük şairler İran edebiyatı-
nı dünya edebiyatına taşıyan önemli isimlerdir.
Türk edebiyatını da yakından etkileyen bu şair-
ler zümresine ilave edebileceğimiz bir isim İran
millî şairi olarak kabul edi-
len Firdevsî’dir. Tabii
Firdevsî denilince akla
hemen 60 bin beyitten
oluşan ünlü eseri Şehna-
me gelecektir. Dolayısıyla
onunla ilgili söyleyecekle-
rimiz daha çok bu eser et-
rafında olacaktır. Fakat
Şehname’ye geçmeden
önce Firdevsî’nin hayat
hikâyesine kısaca da olsa
bakmak gerekecektir.
Hayatı
Firdevsî, İran toplu-
munda taşıdığı büyük
önemden dolayı hayatı ef-
saneleştirilmiş bir isimdir. Dolayısıyla hayatına
ilişkin bilgilerde gerçekle efsane iç içe geçmiş du-
rumdadır. Hakkında yazılan eserlerden hareketle
onun hayat hikâyesi şöyle özetlenebilir:
Firdevsî’nin adı çeşitli kaynaklarda birbirinden
farklı olarak “Hasan”, “Ahmed” ve “Mansûr” ola-
rak geçmektedir. Künyesi; “Ebu’l-Kâsım”, lakabı;
“Fahruddîn” olan şairin mahlası ise “Firdevsî”dir.
Künyesinden ve lakabından çok bu mahlasıyla ta-
nınmaktadır. Firdevsî, 940 yılında Tûs şehrine
bağlı Taberân Kasabasının Bac Köyünde doğdu.
Millî ve tarihî duyguların yoğun olarak yaşandığı
bir sosyal ve kültürel çevre içinde büyüdü. Çağına
göre iyi bir eğitim aldı. Farsça ve Arapça’yı çok iyi
şekilde öğrendi. Bilhassa İran tarihi ve bu konu-
daki rivayetler üzerinde kendini yetiştirdi. Ünlü
eseri Şehname’yi yazdı ve 1020’de doğduğu şehir
Tus’ta vefat etti.
Edebî Hayatı
Firdevsî, yazı hayatına gazel ve kasideler yaza-
rak başladı. Daha sonra yaşadığı çevrenin de etki-
Kasım 201268
sinde kalarak eski İran
tarihi hakkında bil-
gi edinmek üzere Peh-
levice yazılmış eserlere
ilgi duydu. Devletşâh-i
S e m e r k a n d î ,
Tezkiretü’ş-şuarâ adlı
eserinde Firdevsî ve şi-
irinden söz ederken:
“Hemen herkes, onun
İslâm sonrası dönemde
İran’ın en büyük şairi
olduğu konusunda gö-
rüş birliğindedir.” der.
Bu tespit, başka de-
ğerlendirmeciler tara-
fından da yapılmış ve
Fars edebiyatının bü-
yük kaside ustaların-
dan Enverî, Hakânî ve
Sadi ile aynı kategoride
anılmış ve Sultan Mah-
mud döneminin en ye-
tenekli şairi olarak kabul
edilmiştir.
Eseri
Firdevsî demek Şehname demektir. O, bu ese-
re hayatını vermiş, sonunda ortaya böyle bü-
yük bir eser çıkmıştır. Eserin özelliklerine gelin-
ce; Şehname, eski İran efsaneleri üzerine kurulu
manzum bir destanıdır. İran edebiyatının en bü-
yük eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000
beyitten oluşur.
Bu eserde tarih öncesi zamanlardan başlayıp
Sasani İmparatorluğu sonuna kadar tüm eski İran
tarihi ve kralları incelenmiştir. Bunlar arasında
Keyûmers, Hoşeng, Tahmûrâs, Cemşid, Bahman,
Dârâ, İskender, Bahrâm, Rüstem gibi kralların
isimlerini sayabiliriz.
Bu eserin nasıl yazıldığına dair şöyle bir riva-
yet anlatılmaktadır: Gazneli Mahmut, eserini ra-
hat ve uygun şartlarda yazabilmesi için sarayın-
da Firdevsî’ye tarihî, efsanevî birçok resimlerle;
av ve savaş silahlarıy-
la süslenmiş mükem-
mel bir mekân tah-
sis etmiştir. Firdevsî
bunlardan ilham ala-
rak özellikle ıssız yer-
lerde, kırlarda geze-
rek; serviler altında
yani tabiat ortamında
bu destanı kaleme al-
mıştır.
Şehname, bir des-
tandır ama onda ma-
salımsı bir hava da
sezilir. Yine mitolo-
jik unsurlara da sık
sık rastlanır. Eser
bu yönüyle Türklerin
Oğuz Kağan, Türeyiş
ve Göç Destanlarına,
Sümerlere ait Gılga-
mış, Ruslara ait İgor,
Britanyalılara ait Kral
Arthur, Finlilere ait Kalevala, Hintlilere ait Ra-
mayana, Antik Yunanlılara ait İliada ve Odysse-
ia destanlarına benzer bir yapıdadır. Firdevsî, bu
eserini hazırlarken şüphesiz bir tarihçi kimliği ve
bilgisiyle hareket etmiştir. Esere edebî değer ka-
zandıran yönü ise şairin tarihsel bilgileri güçlü şiir
yeteneği ile işlemiş olmasıdır.
Bu eserin bir özelliği de resimli oluşudur.
Şehname’nin bu nüshaları İlhanlılar döneminde
1256-1353 tarihleri arasında yazılmış ve böylece
farklı bir edebî eser oluşturulmuştur. Şehname’nin
yazılışı otuz sene sürmüştür. Firdevsî bu eserini
1010 senesinde Gazneli Mahmûd Hana takdim
etmiştir. Eserini 70 yaşında tamamladığı söylen-
mektedir.
Etkileri
Şehnâme, 10. yüzyılın sonunda kaleme alın-
mıştır. Tamamlandıktan hemen sonra büyük
bir ilgiyle karşılanmış ve Doğu edebiyatların-
da Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Türk
69
edebiyatında da etki-
li olan eserin sadece şa-
irler tarafından değil
halk tarafından da ilgiy-
le okunduğu bilinmek-
tedir. Mesela, Evliya
Çelebi’de, Şehname’nin
Bursa içindeki kahveler-
de meddahlar tarafın-
dan ezberden okundu-
ğunu anlatır.
Şehname, özellik-
le Divan şairlerini çok
etkilemiştir. Bu etki-
nin en belirgin yönü
Şehname’nin Türkçeye
hem manzum veya men-
sur olarak çevrilmesidir.
Fakat daha da önemlisi
Şehname’de geçen mi-
tolojik ve tarihî unsur-
lar, hemen her şair tara-
fından kullanılan semboller haline gelmiştir.
Şehname’nin bir başka önemi ise, tarihte ya-
şandığı kabul edilen İran-Turan savaşlarına ışık
tutan bir eser olmasıdır. Bu arada Şehname’nin
Türkçeye ne zaman çevrildiğini de söyleyelim. İlk
çeviri, kim olduğu bilinmeyen bir yazar tarafından
1450-51 yılları arasında, Sultan II. Murad döne-
minde yapılmıştır. Aynı şekilde Hüseyin bin Ha-
san Şerif de Şehname’yi Türkçeye çevirmiş olup
başka bir çevirisi de 17. yüzyılın ilk yarısında Der-
viş Hasan tarafından Sultan II. Osman için yapıl-
mıştır. Bu durum, Osmanlı padişahlarının da bu
esere ne kadar önem verdiklerini göstermektedir.
Şehname, günümüz Türkçesine ise Necati Lugal
tarafından aktarılmıştır.
Sonuç Yerine
Firdevsî, İran edebiyatında tarihî şiirleştiren
bir şair olarak bu toplumda millî kimlik algısının
oluşmasında ve güçlenmesinde çok etkili olmuş-
tur. Şu şiiri onun nasıl bir millî hassasiyet içinde
olduğunu gösteren güzel bir örnektir.
O l m a y a c a k s a
İran olmasın benim
için ten,
Kalmasın bu top-
raklarda bir can-
lı ten.
Vatanımız ve ço-
cuklarımız uğruna,
Namusumuz, kü-
çük çocuklarımız ve
yakınlarımız uğru-
na,
Vatanımızı düş-
mana teslim etmek-
ten,
Daha iyidir hep
birlikte gitmemiz
ölüme.
Şehname man-
zum bir destan ola-
rak daha çok olayları
ve kahramanları an-
latır ama eserin tek özelliği bu değildir. Şair, ko-
nuları mitolojik ve tarihî akışlarında aktarırken
uygun yerlerde anlatımlarıyla son derece uyumlu
olarak öğütler, öğüt verici pasajlar, özlü sözleri de
yerleştirmiştir. Bunlara da birkaç örnek verelim:
İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.
Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.
Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre,
İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.
İyi olsun, kötü olsun, bütün insanlar fânî ol-
duğuna göre,
En iyisi, iyiliğin yadigâr kalmasıdır.
Mademki bizden geriye kalanlar iyilik ve kö-
tülüklerimizdir,
O halde elinden geldiğince kötülük tohumu ek-
memeye bak.
İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?
Kötülük yaparsam, kendime yapmış olurum.
İyilik yaparsan, iyilik;
Kötülük yaparsan, kötülük görürsün.
Kasım 201270
ŞAKADAN ANLAMAYAN
BİLİNÇALTI
KitapMuharrem AKIN
Eğitimci yazar M. Emin Karabacak’ın
Bayramlık İstemeyen Çocuklar (Ço-
cukların Okul Başarısını Artırmada
Anne Babalara Düşen Görevler) kitabından sonra
ikinci kitabı Bilinçaltı Aptaldır Şakadan Anlamaz
kitabı da okurlarla buluştu.
Birinci kitabı çocuk eğitimi
alanında yazılmış bir eser iken;
ikinci kitabı ise kişisel gelişim
ağırlıklı bir kitaptır. Yazar birinci
kitabında olduğu gibi ikinci kita-
bında da ele aldığı psikolojik ko-
nuları ayet ve hadislerle destekle-
miştir.
Çağımızın hastalığı
olarak tarif edilen psikolojik
hastalıklarının birçoğunda dini
yaşayamamanın verdiği sıkıntılar
yatmakta olduğunu ve buna bağlı
olarak da insanların egosantrik
duygularının ön plana çıktığını
dile getiren yazar; bu kitabında çözüm yollarını
da birlikte sunmuş.
İki bölümden oluşan kitapta birinci bölüm kişisel
gelişim adı altında kişisel gelişim ayet-hadisler ve
İslam tarihinden örneklerle desteklemiştir. Hz
Peygamber (s.a.v.) hayatında öğrenilmiş çaresizlik
var mıydı en dikkat çekici örneklerinden biri.
Bunun yanında Müslümanın kişisel gelişimi için
bilinçaltının da olumlu olması gerektiğini savunan
yazar, bunu da bir başlık altında ele almıştır.
Bugünkü sıkıntılarımızın birçoğunu kullukta ve
yaşamda anı yaşayamamadan kaynaklandığını
ifade etmektedir. Genel olarak
bu bölümde yazar; kişinin bakış
açısı bilinçaltını, bilinçaltı da
davranışlarını olumlu ya da
olumsuz olarak etkilediğini ele
almış.
Yazar ikinci bölümde daha
çok günlük hayattaki psikolo-
jik rahatsızlıkların nedenleri ve
çözüm yollarını ele almış. Yazar
yine bu bölümde de psikolojik
rahatsızlıkların temelinde kültü-
rel ve dini değerlere göre yaşan-
mamasından kaynaklandığını
ele alarak psikolojik rahatsızlıkla-
rı ayet be hadislerle anlatarak çözüm yollarını da
sunmuştur. Psikolojik kişiliğimizi tanımada gül-
me ve ağlamanın psikolojik dili, ağlamanın ve du-
anın psikolojik faydaları yanında baş ağrısından
titizliğe, fazla kilolardan vücut şekil bozukluğuna,
nomofobiden tokofobi gibi konuları güncellediği-
71
KİTAPLIK
Dört Halife
Muhammed Mutevelli Şaravi
Özgü Yayınevi
Tel: 02125113826
Hak Kapısının Sırlı
Anahtarı Dua
Dr. Halil & Abdullah Kara
Işık Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Kadınlara da Farzdır
Şakir Gözütok
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Amerika’da Bir Türk
Tosun Bekir Bayraktaroğlu
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
Aşk Güzergâhının
Gizemi
Selçuk Alkan
Kent Kitap Yayınları
Tel: 0312 433 08 14
ne de dikkat ederek psikolojik ve dini ola-
rak ele almıştır.
***
“Bilinçaltı aptaldır. Ne söylerseniz, ne
düşünürseniz onu doğru kabul eder. Şa-
kadan hiç anlamaz. Analiz bilincin görevi-
dir.” der Joseph Murphy.
Freud bilinci, kişinin kendisinden ve
çevresinden haberdar olma hali olarak
tarif ederken; bilinçaltını da kişinin zih-
ninde bulunan fakat farkında olmadığı
dürtüler, yaşantılar ve tutumlar olarak
tarif etmektedir.
Bilinçaltı çöp tenekesine benzer. Çöp
tenekesine ne atarsan at, hepsini kabul
eder. İster çeyizini, ister bileziğini, ister
paranı, ister kitabını, ister çocuk bezini,
ister yemek artığını, ister çocuğunu, is-
tersen de kendini at hepsini kabul eder.
Onun için değerli ya da değersiz önem-
li değildir. Onun görevi atılanları biriktir-
mektir. Ne zamana kadar? İşimize yara-
yana ya da onu boşaltıncaya kadar!
“Bilinçaltı aptaldır, şakadan anlamaz,
her şeyi doğru olarak kabul eder.” gerçe-
ğini göz önünde bulundurarak duygu ve
düşüncelerimizi ona göre değerlendirme-
liyiz. Bunun için ileride karşımıza çıkabi-
lecek olumsuz düşünceleri veya istenme-
dik davranışları, geri plandaki bilinçaltı
mesajlarına dikkat etmek gerekir. Bu yüz-
den olumsuz düşünceleri olumlu düşün-
celerle değiştirmeliyiz.
Bilinçaltının aptallığına karşı, bizim
kendimizle barışık olmamız gerekir. Önce
duygu ve düşünce boyutunun olumlu ol-
ması gerekir. İnsanlara karşı bakış açımı-
zın yanı sıra onlara söz, tavır ve davranış-
larımızla olumlu bakmamız gerekir. Yoksa
“Ben böyle bir hata yapmazdım, nasıl oldu
da böyle bir hata yaptım, anlamadım” gibi
bilinçaltı oyunlarına gelebiliriz.
GİDEN
GELMİYORKasım 201272
KitapVedat Ali TOK
Beki
r SAR
I
73
Bir giden bir dahi gelmez ne acep hikmetdir
Âlem-i râhata benzer gibi iklîm-i adem
Koca Râgıp Paşa
“Ne garip hikmettir ki bir giden bir daha gelmi-
yor. Adem diyarı (yokluk ülkesi/ ölümden sonra-
sı) galiba rahatlık âlemi (huzur ülkesi) gibi…”
Ölüm… Hayatın, diriliğin, canlılığın tezadı…
Her canlının tadacağı bir hikmet…
Ölüm, insanın bakış açısına göre şekillenen,
biçim alan; ama mutlak bir gerçek…
Ölüm, kimine göre ebedî bir yok oluştur. Dün-
yadan kopuş, sonu belli olmayan bir gidiş. Sev-
diklerimize, sevmediklerimize; acılarımıza, se-
vinçlerimize son veda... Bir daha görülemeyecek,
tadılamayacak lezzetlerden, bir daha kavuşulama-
yacak güzelliklerden ebedî bir ayrılık… Günaydı-
nı olmayacak bir uyku… Adı üstünde ölüm… Meç-
hullerle dolu bir âlemin başlangıcı bir yolculuk…
Ölüm, kimine göre yeni ve sonsuz bir âlemin
başlangıcıdır. Yalanın sona erip gerçeklerle yüz-
leşme vakti. Hakiki hayatın, adaletin; gerçek gü-
lüşün, ağlayışın, gerçek cennetin, cehennemin bu-
lunduğu dünya.
Ölüm, Mevlânâ’nın dilinde âşığın, sevgilisine
kavuşma anı, Yûnus’un dilince ebedî var olma ka-
pısı. Âşık Veysel’e göre iki hanın diğer kapısı…
Ve ölüm, âsûde bir bahar ülkesi Yahya
Kemal’ce…
Ölüm üzerine neler düşünülmemiş, düşünce
fırsatını henüz yitirmemişlerce… Ölüm bize ür-
küntü vermiyor, lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı
zor diyenler olmuş. Zira vatan âşığına en zor olan,
vatandan ayrı kalmaktır. Sevdiğinden ayrı kalma-
nın acısını yani ayrılığı ölümle tartanlar ve ölü-
mü hafif görenler olmuş. Kimi ölümün gariple-
re bir başka türlü geldiğini söylemiş. Gariplerin,
ölüsünün bile üç günden sonra duyulacağını, hat-
ta soğuk su ile yunacağını tahayyül etmiş. Bazıla-
rı öldükten sonra dikilecek mezar taşının bile ga-
rip olacağını söylemiş. Her yaştaki ölümün erken
olacağı fikri ağırlık kazanmış birçoklarınca. Genç
yaşta ölenlerin acısı hepsinden farklıdır. Göy ekini
biçmek gibi bir hâdisedir, demişler genç ölümü-
ne… Ve ölümü gence yakıştırmayan şairler olmuş.
Ölüm kelimesi ürpertici olduğu için insanları-
mızın ona değişik isimler ve sıfatlar verdiği olmuş.
Hakk’a kavuşmak, Hakk’ın rahmetine kavuşmak,
Rahmet-i Rahman’a varmak…
Henüz ölmemiş insanlar daha neler düşün-
müş ve neler söylemişler söyleme fırsatları var-
ken… Kendince çok önemli bir durumu hayat-me-
mat (ölüm) meselesi sayanlar çıkmış. Sevdiklerini
bir şeye razı etmek için, ölümü gör, diye yemin
vermişler. Kızdıklarını da, ölünün körü (ölünün
gûru/ mezarı), diye azarlamışlar.
“Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsettiği gibi
bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden sonraki
hayatın rahatlık ve huzur âlemine benzediğini,
yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini biraz da
şaşırarak ifade etmiştir.”
Kasım 201274
Ölmeden önce ölmek vardır bir de… Peygam-
ber Efendimizin (s.a.v.) nasihatlerinden biridir:
“Ölmeden önce ölünüz.” Dünyada iken, hayatta
iken insanın kendini hesaba çekmesi bağlamın-
da değerlendirilen bu hadis-i şerif mutasavvıfla-
rın hayat düsturu, Divan şairlerinin dilinden dü-
şürmediği bir söz durumundadır.
Ölüm, insanlar için bir bilmece, ölüm bir mu-
amma; fakat gerçek bir vakıa ve edebiyatımızın,
özellikle şiirimizin ölümsüz konularından biridir.
Şair muhayyilesi bir başka anlatır ölümü. On-
ların dilinde ölüm ciğerleri sızlatır. Ölüm acısını
dile getiren İslâm öncesi Türk edebiyatında sagu-
lar, Dîvân edebiyatında mersiyeler, Halk edebiya-
tında ağıtlar başlı başına bir nazım türü olmuş;
bu türde sayısız eserler verilmiştir. Bu şiirlerde
kimi zaman bir devlet büyüğüne, kimi zaman sev-
gilisinin ölümüne veya bir yakınına duyduğu acı-
ları terennüm etmiş şairlerimiz, ozanlarımız…
Dedik ya şair muhayyilesi farklı görür ölü-
mü. Yahya Kemal, aslında soğuk ve ürpertici olan
ölüm ve mezar kavramlarını insanın gözünde
güzelleştirmek için kelimeleri imbikten süzmüş
âdeta.
Bir mezar tasvirinde şöyle diyordu Yahya Ke-
mal:
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,
Ve siyah serviler altında yatan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.
Daha sonra şair, bu kıtanın üçüncü mısraın-
dan bir türlü memnun olmuyor. Siyah serviler
tamlamasından yıllar sonra rücu edip serin servi-
ler şekline getirerek mezarlığın havasını değiştiri-
yor. Bu durumu edebiyat araştırmacıları şairlerin
kelimeleri seçimindeki hassasiyeti için örnek ver-
seler de bize göre Yahya Kemal’in yıllar sonra bul-
duğu ruh olgunluğunun bir neticesidir.
Yahya Kemal, aslında baştan sona ölümü an-
lattığı Sessiz Gemi şiirinde ise ölüm sözünü hiç
kullanmamış, fakat adı geçen şiiri her okuyan in-
san, onun ölümü anlattığını anlamıştır. Bu şiir
şöyle bitiyordu:
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden
Yahya Kemal gerçekte herkesin malumu olan
bir hadiseye farklı bir sebep bularak rakik bir nük-
te yapıyor bu beytinde. Hakikaten insan memnun
olmadığı bir yerde duramaz oradan geri döner.
Edebiyatımızın icaz söz söyleyen üstadların-
dan biri olan ve berceste beyitlere imza atan Koca
Râgıp Paşa da Yahya Kemal’den iki asır önce Yah-
ya Kemal ile benzer düşünceleri dile getirmiştir.
Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsetti-
ği gibi bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden
sonraki hayatın rahatlık ve huzur âlemine benze-
diğini, yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini
biraz da şaşırarak ifade etmiştir.
Dikkat edilirse Koca Râgıp Paşa da gerçekte
ölümü anlattığı beytinde ölüm kelimesini özel-
likle kullanmıyor iklîm-i âdem yani, yokluk ül-
kesi terkibini kullanıyor. Bu durum hemen her
Divan şairinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Çün-
kü inanan insana göre ölüm, ötesi hakkında pek
bilgi sahibi olmasa da, yeni bir başlangıcı ifade
eder. Ve bu başlangıç aslında biraz da rahatlık
âlemidir. Çünkü artık o âlemde dünya kaygısı da
bitiyor, ölüm korkusu da… Diyor ya Yûnus:
Ne gam bu dünyada bir kez ölürsem
Onda ölüm olmaz ölmezem ayruk
Koca Râgıp Paşa, beytinde özellikle hik-
met kavramına yer veriyor; çünkü faniler için
ölüm, bizim künhüne pek de vâkıf olduğumuz
söylenemeyecek kadar hikmetlerle dolu bir
hâdisedir. Hâsılı şair, ölümden sonra tekrar
dünyaya gelinemeyeceğini bildiği hâlde, ölen-
lerin bir daha gelmeyeceğini, gidilen yerin ra-
hatlığına bağlıyor. Böylece Paşa, bu güzel bey-
tinde, hüsn-i talil (güzel sebep bulma) sanatı
yapmak suretiyle, bir bakıma sanatla manayı
da örtüştürüyor.
EFENDİM
Ben miyim benDüşüncem köle pazarındaHaraç mezat satılırDün böyle değildimAşk üstüneydi kararımFikrim inceydi efendim
Ateşler düşmedenKaranfil bahçelerimeOlmadan belânın türlüsüÇiçeklerime musallatKokular alır
Satardım kokularKoku da kalmadıBahçelerimde doku daKaranfillerimin katlineKendim cellât oldum efendim
Tarumarım Yapraklarım sağa sola saçılırEskiden kuşlar toplardıŞimdi kuşlar bile toplamazUzat elleriniTopla beni efendim
Umut getir renk cümbüşü al olsunKaralara bürünmekten hâl oldumSoldu susuzluktan dimağımBen beni unuttum sefâyla doldumAkıt ırmağını doludizgin taylarcaKana kana içir bana efendim
Unuttum huzuruHuzur Kaf dağının ardındaArasam şah damarımdan yakınAramasam fersah fersah yol banaDağıldım, çözüldüm, tel tel saçıldımYol, yordam öğret efendim
Celâlettin KURT
75
Kasım 201276
Türk kültür ve medeniyeti incelendiği
zaman, yerleşim yerlerinin tarihlerin-
de büyük zatların önemli rolleri oldu-
ğu görülmektedir. Şehirleşmeler ve iskân sahaları hep
bu büyük zatlar etrafında vücut bulmuş, gelişmiştir.
Aynı zamanda bu insanlar bir ekol kurmuşlar; isimleri
ve yaşam tarzları asırlardan beri kulaktan kulağa gü-
nümüze ulaşmıştır.
Bu büyük insanları tanımak, yaşam tarzlarını öğre-
nerek örnek almak ve de en önemlisi gelecek nesille-
re bozmadan, tahrif etmeden ulaştırmak, onlarında bu
insanları tanımalarına yardımcı olmak hepimizin aslî
görevlerinden biridir. Ancak bunları tanıtırken biraz-
da ayıklayarak, doğruları bulmak, efsane ve abartılar-
dan uzak olanını yeni nesle aktarmak çok önemlidir.
Osmanlı Payitahtı Edirne camileri, dinî kompleks-
leri, köprüleri, eski pazar yerleri, kervansarayları ve
saraylarıyla adeta bir müze şehirdir. Asıl kimliğini Os-
manlıyla bulan bu ilimiz devamlı kültür olaylarının
yoğun olarak yaşandığı bir kent olmuştur. Gerek Os-
manlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde bir eğitim ve
kültür merkezi olan şehir her zaman her alanda büyük
insanlar yetiştirmiştir.
Abdüllatif Efendi (Pamuk Kadı)
Büyük bir veli ve İslâm âlimi olan Abdüllatif Efen-
di aslında Kastamonu’da doğumludur. İlk tahsilini za-
manındaki âlimlerden tamamladıktan sonra Mevlânâ
Muslihuddîn Yârhisârî ve Anadolu kadıaskeri olan
İmam Şeyh Mahmud’un sohbet ve hizmetlerine gir-
di. Bu meclislerde kısa zamanda yetişip medreseler-
de ders verebilecek seviyeye geldi. İlk önce Dimeto-
ka Medresesinde müderris oldu. Sonra Edirne ve daha
sonra İstanbul medreselerine geçti. Bir ara Manisa’da
da müderrislik yaptıktan sonra Sahn-ı Seman medre-
selerinden birinde müderris oldu. Buradan da tekrar
Edirne’ye dönerek Sultan Bayezîd Hân Medresesine
müderris oldu. Bir süre burada görev yaptıktan sonra
kendisine Edirne Kadılığı görevi verildi.
Bu görevi sırasında Pamuk Kadı olarak meşhur
olan Abdüllatif Efendi, haram ve şüphelilerden çok sa-
kınan, zühd ve takva sâhibi, çok ibadet eden bir zât idi.
Temizlik hususunda çok titiz davranır, temiz giyinirdi.
Gayet yumuşak huylu, hoş tabiatlı ince ruhlu bir
kimse idi. Aldığı tahsiller sebebiyle zamanının zahirî
ve batınî ilimlerinde ihtisas yapmış, söz sahibi olmuş-
tu. Bunun yanında “ilm-i ledün” denilen, hikmet ve
muhabbet-i ilâhiyeye de sahipti.
Vaktinin hiçbir ânını zayi etmez ya ilimle veya iba-
detle meşgul olurdu. Namaz için mutlaka camiye gi-
der, hatta bazı zamanlarda da camide itikâf hâlinde
bulunurdu. İnsanların, beğenilen, uygun olan iyi ta-
raflarını söyler onları hep hayırla yâd ederdi. Boş ve
lüzumsuz sözleri söylemekten nefret eder, böyle yap-
manın çirkinliğini anlatırdı.
Ahirete yarar işleri yapmakta gayet titizlik ve has-
sasiyet gösterir, bu hususta hiçbir zaman gevşek dav-
ranmazdı. Daima, dünyaya düşkün olanların ahiret-
lerini harap ettiklerini, ahiretini düzeltmeye gayret
Örnek Hayat Yusuf HALICI
VELÎLERİEDİRNE
77
edenlere ise Alla-
hu Teâlâ’nın dünyayı
hizmetçi kılacağını söy-
lerdi. Dünya ile ahiretin bir-
birine zıt olduğunu bilir, birini
memnun etmeye çalışılınca, diğeri-
nin güceneceğini bildirirdi.
Abdüllatif Efendi 1532 yılı Ramazan-ı şerif
ayında, Kadir gecesi Edirne’de vefat etti ve Kasım
Paşa Camiinin avlusunda defnedildi.
Hasan Sezai Hazretleri
Anadolu’da yetişen İslâm âlimleri ve velileri-
nin içinde ayrı bir yeri olan Hasan Sezai Hazretle-
ri tasavvufta Gülşenî yoluna mensuptur. 1669 yılın-
da bugünkü adı Korent olan ve Yunanistan sınırları
içinde Gördes’de doğdu.
On sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te
kalan Sezai Hazretleri Venediklilerin bu beldeyi
istilâ etmeleriyle, gemi ile İstanbul’a geldi. Bu yol-
culuğu sırasında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden
biri ile tanışıp sohbetinde bulundu.
Bir müddet İstanbul’da kaldı ve daha sonra
Edirne’ye geçti ve burada ilim tahsiline başladı. Bir
taraftan zahiri ilimleri okurken diğer taraftan da
kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, manevî terbi-
ye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esna-
sında tanıştığı zatın tesiri ve gördüğü bir rüyadaki
işaret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh
Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet
hizmetinde bulundu. Bu zatın vefatından sonra ye-
rine geçen Muhammed La’lî Fenâî Efendiye bağlan-
dı. Hasan Sezai Hazretleri buradan mezun olduktan
sonra Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Ho-
cası Muhammed La’lî’nin halifesi Muhammed Ham-
di Efendi vefatı üzerine Sezai Hazretleri onun yeri-
ne geçti.
Hasan Sezai Efendi, gayet kibar, asil ve heybet
sahibi, iyi ahlâklı, çok zeki ve yakışıklı bir zât idi.
Edirne’deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Ta-
lebelerinin sayısının
beş yüz bini bulduğu ve
bunların yiyip içmelerinin
bizzat kendisi tarafından kar-
şılandığı bilinmektedir. İlme çok
hizmet etti.
Sezai Efendi, ilim ve evliyalığı yanın-
da çok kuvvetli şiir söyleme kabiliyetine de
sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, “Osmanlıların
Hâfız-ı Şirâzî’si” unvanı verilmiştir. Şiirlerinin
ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.
Hasan Sezai Efendinin, ekserisi tasavvufî mahi-
yette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertip edi-
len Dîvân, talebelerine, devlet ve ilim adamlarına
yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana ge-
len Mektûbât ve Niyâzî-i Mısrî’nin bir gazeline yaz-
dığı bir şerhi ihtiva eden üç eseri vardır.
Oğullarına ve talebelerine yahut sevdiklerine
gönderdiği mektuplarında, onların dinin emir ve ne-
hiylerini yerine getirmekte gayretlerini artırırdı. Oğ-
luna yazdığı bir mektuptan bir kısmı şöyledir:
“Gözümün nuru evlâdım. Her hâlinle seni
Cenab-ı Hakk’a emanet ettim. Kalb gözün açık ol-
sun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muamele edesin.
Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili
tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Daima in-
sanların ayıbını gizle. Kimsenin ayıbını yüzüne vur-
ma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyarla-
ra karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün
yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun.
Bunlara riayet edersen ömrün uzun olur, Hak Teâlâ
her yerde seni aziz eder. Daima affedici ol. Daima iti-
kadı düzgün, salih kimselerle birlikte bulun. Dünya
fânidir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak
şey, Allahu Teâlâ için olan muhabbettir.”
Hayatında görüldüğü gibi vefatından sonra da
fevkalâde hâlleri, kerametleri çok görülen Hasan
Sezai Hazretleri 1738 yılında Edirne’de vefat etti ve
kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defne-
dildi.
BUNLAR ÇOCUK…
PEKİ BİZ?Kasım 201278
EğitimM. Emin KARABACAK
79
Çocuktur bunlar; ad-
ları da kendileri de
çocuktur. Bazen ca-
nımızdan çok severiz, bazen de
gözümüzün göresi gelmez onla-
rı. Bir bakarsınız sımsıcak ku-
caklarlar, bir de bakarsınız ol-
madık yerde ağlayarak çileden
çıkarırlar bizi.
Adı da kendileri de çocuktur
bunların. Misafirlikte durmaz-
lar, eve gelen misafiri de çocu-
ğunu da istemezler. Hiç yüzüne
bakmadığı oyuncakları birden
değerlenir eve başka çocuklar
gelince. Kavga eder, dövüşür on-
larla. Her şeyi güzel güzel pay-
laşmışlarken küçücük bir şey
için hemen kavga başlatırlar.
Çocuktur bunlar ne laftan
anlarlar ne de sözden anlarlar.
Sen büyüdün, kocaman adam
oldun, sen ablasın, sen abisin
desen de yine anlamazlar. Ha-
yır! Benim o, vermem der. Üze-
rine gitseniz ya da elinden alma-
ya kalksanız yine anlamazlar.
Yaptıkları tek şey, sadece bizi çi-
leden çıkarmaktır.
Dedik ya bunların adı da ken-
dileri de çocuktur. İnsana bazen
dünyasını zindan eder, bazen
anasından doğduğuna pişman
ederler.
Çocuktur bunlar. Hayatımı-
zı bize ne kadar zindan da etse-
ler çok severiz biz onları. Hele
hasta olup ateşli olduğu gecele-
ri hiçbir anne baba unutmaz ve
unutamaz o geceleri.
Sabaha kadar çocuğumuzun
ateşiyle birlikte yükselir, çocu-
ğumuzun ateşiyle düşer kaygı-
larımız. Dünyayı görmez o anda
gözümüz. Onlar için, her şeyimi-
zi vermek isteriz. Hatta canımı-
zı dahi vermek isteriz... Yeter ki
sen iyileş diye.
Pişmanlıklar başlar bizde.
Keşke bağırmasaydım, keşke is-
tediği oyuncağı alsaydım, keşke
izin verseydim keşke, keşke keş-
kelerle ederiz sabahı.
Çabuk unuturuz o ateşli ve
uykusuz geceleri, çocuk için ken-
di kendimize verdiğimiz o sözle-
ri. Hani demiştik ya, içimizden
kendi kendimize. Çocuğumuz
iyileşirse onunla ilgileneceğim,
onula oynayacağım, ona kızma-
yacağım, sevgimi göstereceğim,
diye. Çabuk unuttuk o sözleri.
Nasılsa çocuğum iyileşti.
Hani hatırlarsanız hastalıkta,
borçta, dertte, darda kaldığımız
zaman hemen açarız ellerimizi:
“Ya Rabbi!...”
Sonra ne olur, elimiz rahata
kavuştu mu, sıkıntı bitti mi yine
aynı şeyleri tekrarlarız. Çocuk
yine çocukluğunu yapar ama
bizse yetişkinliğimizi yapama-
yız.
Unuturuz onların gözleri-
ne bakınca sıkıntılarımızı, unu-
turuz onun gülüşlerinde dert-
lerimizi. Mutluluğu onun anne
baba deyişinde buluruz. Sevgiyi
onun sıcak kucaklayışında his-
sederiz. Hayatın tadını onun tat-
lı dilinde tadarız.
Onunla bakar gözlerimiz,
onunla yürür ayaklarımız, onun-
la güler yüzümüz, onunla ağla-
rız hayatta. Onlar bizim ciğer pa-
remizdir. Onlarsız hayat boştur,
yaşamaya değmez. Elimiz, ayağı-
mız hatta kolumuz, kanadımızdır
onlar bizim.
Bazen yaramazlık yaparlar.
Ah, o yaramazlıkları da olma-
sa! İşte o zaman da çocuk olmaz-
dı onlar. Tabii ki bu kadar da tat-
lı olamazlardı. Bilirsiniz tatlının
değeri acıyla anlaşılır. Farkları
olmazdı o zaman oyuncak bebek-
lerden.
Ne kadar uzundur dokuz ay-
lık bir zaman hatırlarsanız. San-
ki hacı bekler gibi bekledik onun
doğumunu. Geçmek bilmezdi son
günler, teskere günleri gibi. Son-
ra geldi o gün; doğuşuyla sevinç
çığlıkları atmak istedik. Herkese
haykırmak ve duyurmak istedik
bir çocuğumuz olduğunu.
Şükrediyorduk Yaratan’a. Ağ-
lıyorduk bebeğimizle birlikte, biz
sevinçten o ise dünyaya geldiği-
ne.
YAR YOLUNDA“Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhabbetle karışık bir özlem ifadesi görür
ne anlama geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeçmezdi. Belki de o
ifadeyi görmek hoşuna giderdi.”
Kasım 201280
HikâyeRaziye SAĞLAM
81
Yavuz, önünde uzayan bayıra umut-
suzlukla baktı. Her yanı öyle ağ-
rıyordu ki, tepeye tırmanabilece-
ğinden emin değildi. Şakağından süzülen kan
yanağında, ince bir çizgi oluşturarak çenesinden
yere damladı. Yüzünü gömleğinin yenine silmek
istedi, lakin parçalanan gömleğin yeni de kalma-
mıştı. Şu tepeye bir ulaşsa ondan sonrası kolaydı.
Evleri Kırklar Köyünün dışındaki bu yüksek
yamaçtaydı. Dedesinin anlattığına göre, çok eski
zamanların birinde köyden bir delikanlı bu tepe-
den kırklara karışmıştı. Dedesi Yavuz’un saçları-
nı okşayarak, hikâyeyi öyle güzel anlatırdı ki, Ya-
vuz bir gün bu tepeden kırklara karışmayı hayal
ederdi. “Dede ben de kırklara karışıp uçmak is-
tiyorum.” der o da inci gibi dişleriyle gülümser
ve “Oğul, yar yolunda her çileye göğüs germektir
kırklara karışmak.” derdi.
Yar İçin Candan da Geçilir Serden de
Dedesi Salih, usta bir nakkaştı. Çevre köy
ve kasabalardaki konakların süslemelerini yapı-
yordu. Nakkaş Salih önce eşini, ardından da kızı
ile damadını kaybedip torunuyla bir başına ka-
lınca, çalıştığı konaklara torununu da götürme-
ye başladı. Torunu onu hayata bağlıyordu. Bir de
şeyhi İbrahim Efendi. Haftada bir gittiği sohbeti-
ne Yavuz’u da götürür, onun da bu manevî feyz-
den nasiplenmesini isterdi. Nakkaş Salih, uzak-
larda iş aldığı zaman, geceden torununu terkisine
atarak yola çıkar, gündüz sohbetinde bulunur tek-
rar geceden dönerdi. Yavuz biraz büyüyüp de aklı
yetmeye başlayınca ona da bir at aldı ve yan yana
at sürerek daha doğrusu uçarak gitmeye başladı-
lar. Yavuz “Dede niye bu kadar zahmete giriyor-
sun. Gidiyoruz birkaç saat kalıp onca yolu geri
dönüyoruz. Hem işte de çok yoruluyorsun. Yazık
değil mi canına?” diye sorar, o gözlerinin içi güle-
rek uzaklara bakar ve orada şeyhini görüyormuş
gibi saygıyla “Yar için candan da geçilir serden de
torun.” derdi.
Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhab-
betle karışık bir özlem ifadesi görür ne anlama
geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeç-
mezdi. Belki de o ifadeyi görmek hoşuna giderdi.
Elli beş yaşındaydı ama Yavuz ona “Dede ben-
den daha gençsin. Bu yaşta ben yoruluyorum sen
hiç yorulmak nedir bilmiyorsun.” diye takılır,
Nakkaş gülümseyerek “Oğul aşktır insanı ayak-
ta tutan da takatini kesen de…” derdi. Yavuz an-
cak on yedisine gelip de âşık olunca anlamıştı de-
desinin ne demek istediğini. Sümbüllü Konağın,
güzelleri güzeli Esma’sına âşık olmuştu ama ba-
bası Zülfikar değil kızını ona vermek, Yavuz’u çev-
rede gördükleri anda adamlarına “Dövün” tali-
matı vermişti. Esma’nın da gönlü vardı Yavuz’da
ama babasının korkusundan sesini çıkaramıyor-
“Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola çıktı.
Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan rüzgârın inadına
alev alev yanıyordu. Biraz sonra şeyhini ve ailesini
karşılayacaktı. Yaklaştıkça heyecanı daha çok artıyordu.
Uzaktan onları görünce atından atladı. Yoldan kenara
çekilerek yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi
görünce hemen yaklaşıp elini öptü.”
Kasım 201282
du “Anam sağ olaydı böyle olmazdı.” diye dertle-
nir ağlardı geceler boyu. Yavuz bu son dayaktan
sonra kararını vermişti. İyileşir iyileşmez kaçıra-
caktı Esma’yı.
Tepeye tırmandığında adım atacak mecali kal-
mamıştı. Olduğu yere yığılırken ağzından zayıf bir
“Dede!” sesi çıktı.
….
“Ah be çocuk. Bir gün döve döve öldürecek-
ler seni.”
Yavuz gözlerini hafifçe aralamaya çalışarak
belli belirsiz gülümsedi.
- Yar yolunda candan da geçilir…
Sözünü tamamlayamadan tekrar kendinden
geçti.
“Ah be torun! Yar yolunda candan da geçilir
serden de dediysek, git ölesiye dayak ye deme-
dik ya.” diye söylenirken kapı yavaşça vuruldu.
Dilfigar onun yere yığıldığını görünce, ku-
cakladığı gibi dedesine götürmüştü. Sonradan
nasıl taşıyabildiğine kendi de şaşırmıştı. Beli
ağrıdığına göre bayağı zorlanmış olmalıydı.
- Buyrun Dilfigar Hanım.
- Torununuzun yaralarına sürmek için ilaç
yapmıştım.
Nakkaş Salih elindeki tahta çanağa bakar-
ken
- Siz anlar mısınız ilaç yapmaktan?
Dilfigar gülümsemeyerek:
- Biraz anlarım. Derssaadette büyük birade-
rim hekimdir. Zamanında ondan bir şeyler öğ-
renmiştik.
Sümbüllü Konak
Dilfigar bir hekim ustalığıyla önce, Yavuz’un
bütün kemiklerini tek tek kontrol etti. Kırık
yoktu. Yalnız başının arkasında hatırı sayılır
bir şişlik vardı. Kendine gelmesi uzun zaman
alabilirdi. Sonra kendi yaptığı merhemi bütün
83
yaralara sürdü. Kalan merhemi de akşam sür-
mesi için orada bıraktı. Çıkarken Nakkaş, onu
bahçe kapısına kadar geçirmek istedi lakin Dil-
figar “Torununuzu yalnız bırakmayın ben yolu
biliyorum.” dedi. Bir iki adm atmıştı ki bir şey
hatırlamış gibi dönüp “Şeyy belki siz bilirsiniz,
buralarda bir Sümbüllü Konak varmış.”
Yavuz birden hızlı nefes almaya ve inleme-
ye başladı. Dilfigar merakla ona bakarken Nak-
kaş gülümsedi
-Bizim âşıkın maşuku o konaktadır. O se-
bepten ah u zar eder.
Bu defa da inleme sırası Dilfigar’a geldi. Bir-
den dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Olduğu
yerde sendeledi. Nakkaş düşmemesi için kolla-
rından tuttu ve
Benziniz attı gelin biraz içeride kendinize
gelin.
Dilfigar’ın karşı koyacak hali yoktu. Biraz su
içip kendine gelene kadar oturduktan sonra,
Nakkaşı daha fazla merakta koymayarak anlat-
tı:
Esma üç yaşındayken bir anlaşmazlıkla ay-
rıldığı kocası, Dilfigar’ın ailesinden kalan bü-
tün mücevherleri çalıp, Esma’yı da yanına ala-
rak İstanbul’dan kaçarak izini kaybettirmişti.
Onu mücevherleri alırken gören bir hizmetçi
şahitlik etmiş ve suçu sabit görülmüştü. Dilfi-
gar onun hakkındaki bu kadı kararıyla birlikte,
on dört senedir kızını arıyordu. En son burada
olduğunu duyunca önceki gün gelmiş abisinin
bir hastasının yardımıyla büyük cevizin yanın-
daki eve yerleşmişti. Şimdi kızını görmek için
heyecanlanıyordu ama dikkatli olmalıydı. Zül-
fikar sezerse, yine Esma’yı alıp izini kaybettire-
bilirdi. Nakkaş Salih:
-Önce kadı efendiye gidip durumu anlata-
lım. Sonra da Zülfikar duymadan kızı alalım ki,
konağa subaşının adamları gittiğinde Zülfikar
can havliyle kıza bir zarar vermesin.
Nakkaş Salih ile Dilfigar olabildiğince sessiz
konuşuyorlardı ama Yavuz her şeyi duyuyor gibi
heyecanla nefes alıp vermeye başladı. Bir süre
sonra gözlerini açtı ve ağrılarını umursamadan
doğrulmaya çalıştı. İnler gibi bir sesle “Dede bir
an önce Esma’yı alacağım o konaktan.”
Nakkaş’la Dilfigar kendilerini tutamayarak
güldüler.
Planladıkları gibi, Zülfikar yakalandı. hırsız-
lık suçunun cezası uygulandı akabinde de sür-
güne gönderildi. Hırsız olduğu duyulunca zaten
orada kalması da imkânsızdı. Ne kadar varlığı
varsa yanına aldı, giderken konağı da ateşe ver-
mek istedi ama adamları uyanık davranarak en-
gel oldular. Şimdi Yavuz’la Esma’nın düğün ha-
zırlıkları yapılıyordu ama Nakkaş’ın gönlünde
başka bir heyecan daha vardı. Şeyhi İbrahim
Efendi de düğüne gelecekti. Bu arada bu olaylar
olurken, kendi de farkında olmadan Dilfigar’a
âşık olmuştu ama bunu değil Dilfigar’a kendine
bile itiraf etmeye cesareti yoktu. Bu da için için
daha çok yanmasına sebep oluyordu.
Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola
çıktı. Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan
rüzgârın inadına alev alev yanıyordu. Biraz son-
ra şeyhini ve ailesini karşılayacaktı. Yaklaştık-
ça heyecanı daha çok artıyordu. Uzaktan onları
görünce atından atladı. Yoldan kenara çekilerek
yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi gö-
rünce hemen yaklaşıp elini öptü.
-Teşrifinizle Kırklar Köyünün şerefi arttı
efendim.
İbrahim Efendi onun sırtını sıvazlayarak:
- Eksik olma Nakkaş Salih. Çifte düğününüze
gelmekten, biz de çok memnun olduk. Düğünü-
nüz hayırlı, yuvanız huzurlu olsun.
Nakkaş Salih, gözünden akan yaşlara engel
olamayarak bir kez daha şeyhinin elini öptü ve
gözünün önüne gelen Dilfigar’ın hayaline gülüm-
seyerek baktı.
Kasım 201284
ANJİNA VE
KALP KRİZİ
SağlıkAkın DİNDAR
85
Anjina Nedir?
Anjina, kalbe yetersiz kan gelmesi sonucu mey-
dana gelen geçici göğüs ağrısıdır. Sıkıntı, ağırlık,
huzursuzluk, uyuşukluk, yanma, baş veya göğsün
arkasında parçalanma hissi şeklinde olabilir. Kol-
lara, boyna ve çeneye yayılabilir. Anjina, genellik-
le yorulma, yemek yeme veya sıkıntı sonucunda
ortaya çıkar. Her göğüs ağrısı anjina değildir, sa-
dece doktorunuz doğru tanıyı koyabilir.
Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak ya-
rım dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten
uzun da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının
suresini ve gelen ağrının şeklini siz bulacaksı-
nız. Eğer devamlı olarak değişkenlik gösteriyorsa
bunu doktorunuza belirtmeniz gerekir.
Anjina Atağı Daha Çok Hangi Durumlarda Olur?
Anjina atağı genellikle yokuş yukarı tırman-
mak, çok yemek yemek, çok sıcak veya soğuk ha-
valarda dışarı çıkmak, aşırı sıkılıp üzülmek gibi
kalbinizin iş yükünün arttığı durumlarda meyda-
na gelir. Bunun nedenlerinden birisi kan damar-
larınızın iç yüzeyinin yağla sıvanması olabilir. Da-
marlarınız bu şekilde daralmışsa kalbinize çok
kan gerektiği durumlarda yeterli kan kalbe ulaş-
mayacaktır. Diğer bir sebep kalp damarlarınızdan
birinin ani olarak kasılması olabilir. Bu ani ka-
sılma da geçici olarak darlığa neden olur. Bu tip
ani kasılmaların neden olduğu anjina diğerinden
farklıdır ve her zaman meydana gelebilir.
Hayır. Anjina atağı kalp krizi değildir. Kalp
krizinde, kalbe ait kaslardan bir kısmı canlılığını
kaybeder yani kullanılmaz hale gelir. Ancak anji-
na tedavi edilmez ise kalp krizi gelişebilir. Anjina
ilk geliştiğinde veya şekli değiştiğinde derhal dok-
tora müracaat edilmelidir. Anjina ataklarınız sık-
laştığında, suresi uzadığında veya daha az eforla
meydana geldiğinde hemen doktorunuzu bu du-
rumdan haberdar edin.
Eğer 10 dakika içerisinde 3 tane dilaltı nitrogli-
serin tableti aldığınız halde şikâyetleriniz geçme-
di ise hemen acil servise müracaat edin. Kalp kri-
zinin işaretleri genellikle anjinaninkilerden daha
şiddetlidir. Kalp krizi geçiren bir hastada görülen
ve hemen acil servise gitmeyi gerektiren şikâyetler
şunlardır: Yarım saatten uzun suren ağrı, terleme,
bulantı, nefes darlığı, şiddetli sıkıntı hissi ve hal-
sizlik. Kalp krizi sonrası meydana gelen ölümle-
rin en önemli nedeni zamanında doktora ulaşa-
mamaktan kaynaklanır; dolaysı ile bu şikâyetlerle
karşılaştığınızda hemen bir acil servise ulaşın.
Anjina Tedavi Edilebilir mi?
Evet. Anjinanin tedavisinde kullanılan çeşitli
ilaçlar mevcuttur. Bu ilaçlara ek olarak, sizin hayat
tarzınızda yapacağınız bazı değişiklikler atakların
oluşmasını önleyebilir. Uygun tedavi ve olumlu
alışkanlıklar edinerek hiç ataksız bir yaşam süre-
bilirsiniz. Doktorunuzun vereceği ilaçlara ek ola-
rak: Yemek yeme alışkanlıklarınızı değiştirin; az
tuzlu ve az yağlı yiyecekler tüketin. Şişmansanız
zayıflayın. Sigara içmeyi bırakın; bu alabileceğiniz
en önemli önlemlerden birisidir. Fazla ağır olma-
yan bir spor programı yapın; bu kalbinizin oksije-
ni daha iyi kullanmasını sağlayacaktır.
“Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak yarım
dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten uzun
da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının suresini ve
gelen ağrının şeklini siz bulacaksınız. Eğer devamlı
olarak değişkenlik gösteriyorsa bunu doktorunuza
belirtmeniz gerekir.”
Kasım 201286
Antepfıstığı 10 metre yüksekliğinde bir
ağacın meyvesi olup Şam fıstı-
ğı olarak da bilinen ve adını, ül-
kemizde en çok yetiştiği yer olan
Gaziantep’ten alan, antepfıstı-
ğı ağacının, yağlı ve ince kabuklu
yemişine denir. Besin değerleri
ve kalorisi yüksek bir besin olan
Antepfıstığı bol miktarda protein
ve mineral barındırır. Özellikle
B1 vitamini, B2 vitamini, E vita-
mini ve C vitamini ile potasyum,
magnezyum, kalsiyum, fosfor ve
demir minerali açısından zen-
gindir. Antepfıstığı üzerine yapı-
lan araştırmalarda, kronik kalp
rahatsızlıkları ve kanser riskini
azaltan ‘resveratrol’ adlı antiok-
sidan maddenin antepfıstığında
da bulunduğu tespit edilmiştir.
Ayrıca, doymamış yağ oranı yük-
sek bir besin olan antepfıstığı ko-
lesterolü yükseltmez. Antep fıstı-
ğı protein yönünden 2 kat, fosfor
yönünden 4 kat sığır etinden
daha üstündür. Antepfıstığı şe-
ker hastalığında kullanılabilir.
İnce bağırsakta glikoz emilimini
azalttığı için kan şekerinin yük-
selmesini önler.
Antepfıstığı vücuda enerji ve-
rir. Yorgunluğu giderir. Bedeni
ve zihni kuvvetlendirir. Karaci-
ğerin ve bağırsakların düzenli ça-
lışmasına faydalıdır. Böbrek ağ-
rılarını hafifletir. Antepfıstığında
kolestrol yoktur Kandaki koles-
terol seviyesini düşürür. Kroner
kalp hastalığının riskini azaltır.
Vücudun gelişmesini destekler.
Hastalarda iyileşmeyi hızlandı-
rır. Akciğer için iyi bir iltihap te-
mizleyicidir. Göğsü yumuşatır,
ağrılarını hafifletir, öksürüğün
geçmesine yardımcı olur. Böb-
rek ve safra kesesi ağrılarını ha-
fifletir. Hastalıktan sonrası neka-
het dönemlerinde de antepfıstığı
vücudumuzun dostudur. Bir ter-
kip içinde veya tek başına tüketi-
len fıstık, nekahet dönemin rahat
ve kısa sürmesini sağlar, bünyeyi
dirençli hale getirir.
Şifalı Bitkiler
87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
Özbek Pilavı (8 Kişilik)MalzemelerKemiksiz kuzu kolu (8-9 parça)2,5 su bardağı yasemin pirinç2 adet orta boy kuru soğan4 adet havuç1 kahve fincanı kuş üzümü1 kahve fincanı dolmalık fıstık1 su bardağı haşlanmış nohut1 çorba kaşığı domates salçası200 gr tereyağı5 su bardağı suTuz, yenibahar
HazırlanışıKuru soğanları ince yemeklik şekilde doğruyoruz. Te-reyağının yarısını soğanları kavurmak için tencere-ye alıyoruz. Kavurduğumuz soğanlar pembeleşmeye
başlayınca eti, dolmalık fıstığı, kuş üzümü, havuç ve tuzu ilave ediyoruz. Kavurmaya devam ediyoruz, et-ler kızarınca 5 su bardağı suyu da ilave ettikten son-ra tencerenin kapağını örtüp orta ateşte pişiriyoruz.
Ilık tuzlu suda 2,5 su bardağı pirincimizi 20 dakika ıslatıyoruz. Sonra yıkayıp süzüyoruz. Pilavı pişireceği-miz tencereye kalan tereyağını alıp pembeleştiriyoruz. Süzülen pirinçleri ve 1 kaşık domates salçasını ilave edip kavuruyoruz. Kavurduğumuz pirinçlerin üzerine haşlanmış etli malzemenin tamamını suyu ile beraber ekleyip kapağı kapalı olarak pişmeye bırakıyoruz. Pi-lavımız göz göz olunca haşlanmış nohutu ilave edip 15 dakika kısık ateşte demlenmeye bırakıyoruz. Arzu ederseniz tencere kapağına kâğıt havlu da koyabilir-siniz. Servisten önce üzerine yenibahar serpebilirsiniz. Afiyet olsun.
Kasım 201288
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Elektronik Kamp 09-2012-ilan 22x31.pdf 1 19/09/12 3:45 PM