91
145 Dergisi Hediyesi... KASIM 2012 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Zulümden Kaçınmak 50 18 Safranbolu Evlerinin Sıcaklığı

145 - Somuncu Baba Dergisi

  • Upload
    others

  • View
    10

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 145 - Somuncu Baba Dergisi

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

KA

SIM 2012

145

145

Dergisi Hediyesi...

K A S I M 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

ZulümdenKaçınmak5018 Safranbolu

Evlerinin Sıcaklığı

Page 2: 145 - Somuncu Baba Dergisi

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Elektronik Kamp 09-2012-ilan 22x31.pdf 1 19/09/12 3:45 PM

Page 3: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

SANAYİDEN TURİZME KARABÜK

With the industrialization thrust launced in our country in 1930s, iron and steel industries, which were considered as the privileged sector, provided many job opportunities to the people here. Karabük became the 78th city of Turkey on 6th June 1995 by the combination of counties Ovacık, Eskipazar, Eflani, Safranbolu and Yenice.

Karabük is famous for its Safranbolu Houses as a tourist destination. In the construction of the city in Safronbolu both functionality and aesthetic concerns are given particular importance. It is also emphasized by the architects that Safranbolu Houses are designed as “environment- friendly”. Nature- human- house; street- house; street- downtown relations are quite systematic and balanced here, in Safranbolu.

FROM INDUSTRY TO TOURISM; KARABÜK

Karabük; Batı Karadeniz bölümünde, Araç ve Soğanlı Çaylarının birleşerek Filyos Çayı’nı oluşturduğu

noktada yer almaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın komutanlarından

olan Emir Karatekin, 1082 tarihinde Çankırı’yı fethettikten sonra, Karabük çevresinde bulunan kentlere

yönelmiş, 1084 tarihinde Eflani ve Safranbolu’yu ele geçirmiştir. Safranbolu ve çevresi 1416 yılında

Osmanlı egemenliğine girmiştir. Karabük Köyü ise Candaroğulları döneminden itibaren, kurulu olan

köyler arasında yer almıştır. İlk önceleri küçük bir yerleşim birimi olan Karabük, Ankara-Zonguldak

demiryolu üzerinde küçük bir istasyon konumunda iken, sanayileşme ile birlikte önemli bir merkez

haline gelmiştir.

Ülkemizde 1930’larda başlatılan sanayileşme hamlesinde öncelikli sektör olarak düşünülen Demir-

Çelik Endüstrisinin tesislerinin burada birçok insanımıza istihdam sağlamıştır.

Karabük, 6 Haziran 1995 tarihinde Ovacık, Eskipazar, Eflani, Safranbolu ve Yenice ilçelerinin

birleştirilmesiyle Türkiye’nin 78. İli olmuştur.

Karabük’e 35 km. mesafede olan Yenice’nin tarihi, bölgenin eski tarihi geçmişine benzer olup,

Selçuklular Döneminden itibaren önemli bir yerleşim yeri olmuştur. Yenice ormanları, tropik bölgeler

dışında, dünyada ender görülebilecek, birçoğu anıtsal boy ve kalınlığa ulaşmış ağaç türleri ile gerçek bir

ağaç müzesidir.

Karabük’ün güneyinde, il merkezine 36 km. uzaklıkta bulunan Eskipazar’da Proto-Hititler’den kalma

çok sayıda kaya mezarı ve tümülüs bulunmaktadır. Bu dönemden kalma, ilçeye 3 km. uzaklıkta kalıntıları

bulunan antik kent, en az 4 medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Üzerinde pek çok tapınak ve yazıtların

bulunduğu Asar Kalesi, Asar Tepesindeki Kaya Tünelleri, Roma Döneminden kalma kaya mezarları,

ormanları ve soğuk suyu ile ünlü Çetiören Mesire Yeri, Bayındır İçmecesi ve Soğanlı Çayında yetişen tatlı

su balığı, Eskipazar’ın ilgi çeken değerleridir.

Karabük ilimizin ismini en çok dünyaya yayan turizme yönelik tanıtım aracı Safranbolu Evleridir. İlçe

merkezinde 18. ve 19. yy. ile 20. yy. başlarında yapılmış yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi bulunmaktadır.

Safranbolu evlerinin “çevreye saygılı” olarak tasarlandığı günümüz mimarlarınca da sıklıkla vurgulanır.

Doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar

komşuya da saygı egemendir. Hiçbir ev diğerinin görüşünü engellemez. Akla ve insana dönük olarak

fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır.

Karabüklü dostlarımız başta olmak üzere ve bütün okuyucularımıza gönülden selamlar…

Page 4: 145 - Somuncu Baba Dergisi

42

GÖNÜLDEN ÇIKTI ÂLEM - Hüseyin ALPSOY (10)

EL-MECÎD - Ramazan ALTINTAŞ (14)

EZAN - Sezai TAŞKIN (17)

MANEVÎ BİRLİKTELİK - Musa TEKTAŞ (22)

CÖMERTLİĞİN KAZANDIRDIKLARI - Kadir ÖZKÖSE (28)

ÖMÜR TÖRPÜSÜ - Ali Rıza MALKOÇ (31)

ŞUARA - Mehmet SERTPOLAT (37)

KUDÜS FATİHİ SELAHADDİN-İ EYYUBÎ - Resul KESENCELİ (38)

SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (45)

ALLAH DOSTLARI - Fatih ÇINAR (46)

ZULÜMDEN KAÇMAK - Abdullah KAHRAMAN (50)

İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI: BASİL ZAHAROFF - İsmail ÇOLAK (58)

KUTLU BİR EYLEM: HİCRET

ÖNCEKİLERİN GÜZELLİĞİ SONRAKİLERİN ATEŞLEYİCİSİ

06Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini takvim başı yap. Çünkü o, hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır.” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.

Onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi hayatlarında aynıyla tatbîk edelerken bunun farz veya başka bir şey olmasına bakmazlardı. Allah Rasûlü’nün bir şeyi emretmesi veya yapıyor olması onlar için yeterliydi.

Ali AKPINAR

Enbiya YILDIRIM

Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 326 615 30 73İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 344 223 35 00

Karabük 0 370 433 40 71Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 226 13 73Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 19 Sayı: 145 Kasım 2012Basım Tarihi: 01 Kasım 2012

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

Reklam MüdürüYusuf YILMAZ

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 192 dahiliyi arayınız.

Page 5: 145 - Somuncu Baba Dergisi

3

32

54 62

GÖKTEKİ YILDIZLAR - Servet YÜKSEL (65)

TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE FİRDEVSÎ - Mustafa ÖZÇELİK (66)

ŞAKADAN ANLAMAYAN BİLİNÇALTI – Muharrem AKIN (70)

GİDEN GELMİYOR - Vedat Ali TOK (72)

EFENDİM - Celâlettin KURT (75)

EDİRNE VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)

BUNLAR ÇOCUK… PEKİ BİZ? - M. Emin KARABACAK (78)

YAR YOLUNDA - Raziye SAĞLAM (80)

ANJİNA VE KALP KRİZİ - Akın DİNDAR (84)

ANTEPFISTIĞI - Şifalı Bitkiler (86)

GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)

TÜRKLERDE ŞEHİRLEŞME

ISFAHANÎ’YE GÖRE ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ

SAFRANBOLU EVLERİNİN SICAKLIĞI

İSLÂM’DA İLK ÖĞRETMEN: MUS’AB B. UMEYR (R.A)

Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la şereflenmesinden hemen sonra, nasıl oluyor da varlıkları günümüze kadar gelen o muhteşem işlemeli eserleri inşa edebiliyorlar?

Isfahanî, öğretmen yahut hocayı öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani öğrencisi olmayan öğretmen ona göre çok verimli ve üretken olamaz.

Safranbolu bu evlerle kendi olmuştur. Ruhunu bu evlerin sofalarına katık yapmış, aklını bu evlerin aydınlığında huzura saklamıştır.

Tarihler Miladi 610 yılını gösterirken Peygamber Efendimize ilk vahiy indiğinde Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başlıyordu.

18

M. Doğan KARACOŞKUN

Meryem Aybike SİNANMehmet SOYSALDI

Muhsin İlyas SUBAŞI

Page 6: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 20124

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Yirmialtıncı Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

Page 7: 145 - Somuncu Baba Dergisi

55

Ey Mü’minler, Ey Allâh’ın Sevgili Kulları!

Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Allâh’ın sana verdiği kuvvet-

lerle âhiretini ara, âhiret için çalış, üzerine farz olan ibâdeti hakkıyla îfâ et, vazîfe-i

dîniyyeni güzelce yap, dünyâdan nasibini de unutma. Dünyâ için de çalış, sana ver-

miş olduğum kuvvetle; akıl, fikir, irâde ile; ilm ve irfân ile, mal ile dünyânı ma’mûr et.

Allâh’ın kullarına, din kardeşlerine, hısım ve akrabâna iyilik et. Verdiğim ni’metlerin

şükrünü böylece edâ et. Bir de, sakın yeryüzünde bi’z-zât veyahut bi’l-vâsıta fesâd çı-

karmaya çalışma! Muhakkak bil ki; Allâh müfsidleri sevmez.” (Kasas, 77.)

İnsanın hayırlısı; dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terk etmeyip

her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi

dünyâya sarılmalı, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmalıdır.

Cemâat-ı Müslimîn! Âhiretiniz için çalışın, dünyânızı da unutmayın! Allâh (c.c)’ın

verdiği ni’metleri mahalline sarf edin. Hem dünyânızı, hem âhiretinizi ma’mûr et-

meye bakın. Herkese iyilik edin, bir de sakın ha yeryüzünde fesâd çıkarmayın, fesâda

âlet olmayın. Allâh (c.c)’ın emirlerine itâat ve nehy ettiklerinden hazer ediniz ki;

dünyâ ve âhirette felâh bulasınız.

Cemâat-i Müslimîn!

Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Hem Allâhu Zü’l-celâl, hem

onun paygamberine mûtî’ olunuz, birbirinizle uğraşmayınız. Korkaklaşır kuvvet-

ten düşer, şevketiniz de elinizden gider. Bir de hiçbir düşman, hiçbir tehlike karşı-

sında metâneti elden bırakmayınız. Şüphe yok ki, Allâh sabredenlerle beraberdir.”

(Enfâl, 25.)

Dünyâda sefîl, âhirette rezîl olmayalım dersek, bu âyet-i kerîmenin gösterdiği

yolu ta’kîb etmeliyiz. Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöy-

le buyuruyorlar. “Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbiri-

nize dargın durmayınız. Ey Allâh’ın kulları kardeş olunuz! Bir Müslim için darılıp

da din kardeşini üç günden ziyâde terk etmek, onunla görüşmemek helâl olmaz.”

Cemâat-i Müslimîn! Allâh (c.c)’a ve Resûlüne dâimâ itâat edelim, aramızda tefri-

ka ve nifâka meydân vermeyelim. Her vakit sabır ve metâneti, hüsn-i muâşereti el-

den bırakmayalım. Sâbit bir azîm ile dâimâ yükselmeye, dâimâ ileri gitmeye çalı-

şalım.

Page 8: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 20126

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

KUTLU BİR EYLEM:

HİCRET“Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz.

Ali, ‘Ey Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini takvim başı yap. Çünkü o, hak ile

bâtılı birbirinden ayırmıştır.’ diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.”

Page 9: 145 - Somuncu Baba Dergisi

77

Hicret, bütün pey-

gamberlerin ha-

yatında var olan

kutlu yürüyüşün adıdır. Hicret,

Yüce Allah’a yolculuktur. Hic-

ret, O’nun olmanın, gerektiğinde

O’nun uğruna her şeyden geçebil-

menin göstergesidir. Hicret, O’na

yöneliş ve yürüyüştür. Tıpkı «Ben

Rabbime gidiyorum, O’na göç

ediyorum”1 diyen İbrahim Pey-

gamber gibi.

Peygamberlerin hayatında Hz.

Âdem’in cennetten dünyaya, dün-

yadan Allah’a yürüyüşü ile baş-

lamış hicret, son Peygamberin

Mekke’den Medine’ye hicreti ile

devam etmiştir. Bu büyük hicret-

le, Müslümanlar devlet olmuşlar,

Allah’ın dinini bir bütün olarak

yaşama ve başkalarına ulaştır-

ma imkânı elde etmişlerdir. Zira

hicretle Müslümanlar, Peygam-

berimizin önderliğinde bütün in-

sanlığın yolunu aydınlatacak bir

medeniyetin inşâsına başlamış-

lardır.

Hayat dini olan İslâm, yaşa-

nılabilir bir dindir. O, alterna-

tiflerle/ruhsatlarla doludur. Her

çıkmazın bir çıkış yolu, her prob-

lemin bir çözümü vardır onda.

Çözümsüzlük yoktur İslâm’da.

İşte hicretle yeni arayışlara çı-

kılır, yeni kapılar aralanır.

Zira Allah’ın dini, hayatın

bütün alanlarında, bütün

kurumlarıyla yaşanma-

sı gereken bir bütündür.

İşte hicret ilâhî siste-

min işleyişinin önün-

deki engel-

leri kaldırma eylemidir.

Hicret, Hak ile bâtılın birbi-

rinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz.

Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey

Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

hicretini takvim başı yap. Çünkü

o, hak ile bâtılı birbirinden ayır-

mıştır.” diyerek bu gerçeği dile

getirmiştir.

Güçlü bir iman donanımından

sonra, dini bütünüyle hayata ge-

çirmek için en uygun ortamı ara-

mak ve oluşturmaktır hicret. Sız-

lanmalara son vermek, bir kısım

mâzeretlerin gölgesinde savunma

mekanizmalarını bir kenara bıra-

kıp yeni alternatifler oluşturmak-

tır.

Hicret, iman ve İslâm uğruna

her türlü fedakârlığı göze almak

demektir.

Hicret, Allah’ın dinini Allah’ın

istediği gibi yaşayabilmek için, bir

takım mazeretlere sığınmadan,

uygun şartları arama ve oluştur-

ma çabasıdır.

Hicret, Allah düşmanlarından

kaçış değil, Allah’a giden yoldaki

engelleri kaldırmak ve onları etki-

siz hale getirmek için uygun zemin

ve şartların oluşturulması için al-

ternatifler geliştirmektir. Nitekim

Mekke’de bunalan Müslümanlar,

Medine’ye göç etmişlerdir, ancak

onlar Mekke’yi asla unutmamışlar

ve tamamıyla terk etmemişlerdir.

On yıl olmadan Medine’de

organi-

ze olup Mekke’yi fethetmişlerdir.

Hicret, Muhâcir ruhu ile Al-

lah uğruna her şeyden vazgeçebil-

mek; Ensâr ruhu ile sahip olduğu

her şeyi kardeşi ile paylaşabil-

mektir; uhuvvet/kardeşlik bilin-

ci, îsâr/kardeşini kendine tercih

etme ruhudur.

Hicret, Yesrib’i Medineleştir-

mek ve Medine merkezli medeni-

yeti yeryüzüne taşımaktır.

Hicret, Medine’de kurulan

Peygamber Mescidinin etrafında

kenetlenip cemaat olmak, mes-

cid önderliğinde yeryüzünü mes-

cid haline getirmek için harekete

geçmektir.

Hicret, Medine’de kurulan

sosyal ve siyasal oluşum içerisin-

de aktif olarak yer almak, inisiya-

tifi ele alarak başkalarıyla birlik-

te yaşamanın en güzel örneklerini

sunabilmektir.

Hicret, huzur ve barış ortamıy-

la cennet modelini yeryüzüne ta-

şıyabilmektir.

Hicret, nefis ve şeytandan ka-

çabilmek; tutku ve şer odakları-

nın ağından kurtulup gerçek öz-

gürlüğe erebilmek; her şeyi ile

O’nun olabilmektir.

Hicrete erebilmek için iman

adamının, inandığı gibi yaşa-

ma azim ve

Page 10: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 20128

kararlılığı içerisinde olması gere-

kir. Bu uğurda sıkıntıları göze al-

mak gerekir, gerektiğinde mal-

dan, evlattan, anadan, babadan,

eşten dosttan, yurttan ayrılmak ve

hatta candan geçmek gerekir. İşte

bu şuurda olanlar için Allah’ın

arzı son derece geniştir2 ve Al-

lah, kendisini hesâba katarak ya-

şayanlara nice çıkış yolları açar ve

hiç ummadıkları yerden onları rı-

zıklandırır.3

Kurbanın, bizi Allah’tan alıko-

yan şeylerden kurtulmak olması

gibi; hicret de bizi O’ndan alıko-

yan şeylerden ayrılmaktır.

Hicret, asla görevden, insan-

lardan, yurttan, dünyadan kaçış

değildir. Aksine o, uygun olmayan

şartları uygun hale getirmek, kay-

bedilenleri yeniden kazanmak,

mahv olanları kurtarmaktır.

Hicrette Muhâcir ve Ensâr

ruhunu yaşatmak vardır.

Muhâcir’in fedakârlığını, Ensâr’ın

diğergâmlığını yaşamaktır hicret.

Kaynaşıp kardeş olmak, bir bina-

nın tuğlaları gibi kenetlenmek-

tir. Sonuçta ilâhî yardıma ve fethe

ermektir hicret. Önce gönüllerin

fethi, sonra yerlerin fethi elbet.

“Muhâcirlik taslamayın, ger-

çek anlamda hicret edin.” bu-

yuran Hz. Peygamber (s.a.v.)

“Gerçek muhâcir, haramlardan

helallere göç eden kimsedir.” di-

yerek hicretin sınırlarını en geniş

bir biçimde ortaya koymuştur.

Medine’ye Hicret, Medeniyete Hicrettir!

Medeniyet, hayat tarzı, insa-

nın maddî ve mânevî eserleri-

nin bütünü, insan-hayat-kâinat

etkileşiminin ürünleri, insanlığın

her alanda ilerlemesi şeklinde ta-

nımlanmıştır.

Yüce Yaratıcı, insana yeryüzü-

nü imar ve medeniyetler kurma

yetisi ve görevi vermiştir. İnsanın

yeryüzü halifesi olmasının anlam

ve amacı da budur zaten. En gü-

zel bir şekilde yaratılan, ilahî kud-

retle donanıp döşenen ve insanın

emrine verilen yeryüzünü sahip-

lenmek, yeryüzünü korumak ve

yeryüzünü imar etmek… İnsan ol-

manın ve insan kalmanın gereği

budur.

Son peygamber Hz. Muham-

med (s.a.v.)’in yirmi üç yıllık

mücâdelesinde biz onu, insanlığın

kaybettiği değerleri yeniden bul-

ması ve onları yaşatması, yeryü-

zünde huzur ve barış dolu bir ha-

yatın yaşanabilmesi, yeryüzünün

tabîî güzelliklerinin korunması ve

insanlığın ihtiyaçlarını karşılayan

kurumların kurulmasıyla o

güzelliklere güzellik katılması için

nasıl çırpındığını görürüz. Onun

bu çırpınışını anlayabilmek için

Peygamberimizden önce ve Pey-

gamberimizden sonra Mekke ve

Medine’ye/kısaca dünyaya şöyle

bir bakıvermek yeterlidir.

İslâm öncesi Mekke’de ken-

di elleriyle yapıp ürettikleri to-

temlere/putlara tapan insanlar

vardı, fuhuş vardı, faiz ve tefeci-

lik vardı, içki tüketimi vardı, zu-

lüm vardı, haklının değil güç-

lünün haklı olduğu şeytânî bir

düzen vardı, kan vardı, gözyaşı

vardı. Diri diri toprağa gömülen

kız çocukları ve ezilen kadınların

feryâdı semâya yükseliyordu…

Köleleştirilip sömürülen mazlum

insanların âhı göklere çıkıyordu.

Mazlumların iniltileri, bir avuç

azınlığın eğlence gecelerinde

attıkları naralar içerisinde

kaybolup gidiyordu.

Habeşistan’a hicret eden Cafer

b. Ebî Talib, Necâşî’nin huzurun-

da şunları söyleyerek İslâm ön-

cesi Mekke insanının durumunu

özetliyordu: “Ey Kral! Biz câhiliye

döneminde putlara tapar, leş yer,

fuhuş yapardık. Akrabalık bağla-

rına riâyet etmez, komşularımıza

kötülük ederdik. Güçlü olanları-

mız zayıflarımızı ezerdi. Allah içi-

mizden, aramızda yaşadığı kırk

yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asâleti,

emânete riâyetkârlığı ile tanıdığı-

mız bir kimseyi peygamber gön-

derdi. O, bizden putlara değil yal-

nızca Allah’a tapmamızı, emanete

riâyet etmemizi, akraba ve komşu-

ları gözetmemizi, doğru davranıp

“Hicret ayında hicreti yeniden anlamaya çalışalım.

Bunun için hicreti hazırlayan sebepleri, hicret yolunda

yaşananları ve hicretin kazanımlarını bir kez daha

okuyup inceleyelim.”

Page 11: 145 - Somuncu Baba Dergisi

9

yalan, iftirâ, kan davası ve yetim

malı yemekten uzak durmamızı is-

tedi. Biz de ona iman ettik.”4

Hicretten önce Medine’de de

durum pek farklı değildi. Orada

da putçuluk vardı, Yahudi entri-

kaları vardı. Fuhuş ve ahlaksızlık

kol geziyordu. İçki tüketiminde

rekorlar kırılıyordu. Faiz ve tefe-

cilik vardı. Mevcut yasalar güç-

süzlere uygulanırken, variyetli ve

güçlü olanlara işlemiyordu. Evs ve

Hazrec kabîlelerinin bitmeyen sa-

vaşlarında oluk oluk kardeş kanı

akıyordu. Köleleştirilen insanlar

vardı, sömürülen kadınlar vardı.

Bütün bunların yaşandığı dün-

yada kitap ehli de vardı ve bu

gidişâta sebep olmakta ve seyirci

kalmaktaydı. Mekke ve Medine-

liler o dönemde yaşayan Yahudi

ve Hıristiyanlarla iletişim halin-

de idiler. Ama onlar, yeni dinin

şuaları yeryüzünü aydınlatmaya

başladığında bile, “Siz onlardan

daha doğru yoldasınız.”5 diyerek

müşriklerin tarafını tutuyorlardı.

Zira onlar, ellerindeki tahrif

edilmiş kitapların bile gereklerini

yerine getirmeyen bir Kitap

ehliydiler. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın

hak yolundan sapmış kimselerdi

onlar...

İslâm öncesi Medine’de Ya-

hudi entrikaları vardı. İslâm ile

birlikte bunlar son buldu, Medi-

ne huzur, güzellikler ve medeni-

yet şehri oldu; diğer İslâm şehir-

lerine ve bütün insanlığa örnek

oldu. Cennet kuruldu Medine’de.

Son Peygamber Hz. Muhammed

(s.a.v.), varlığı insanlığın hayır

ve yararına olan toplumu oluş-

turmak için çalışmış ve sonuç-

ta böyle bir toplumu oluşturarak

bu dünyadan ayrılmıştır. Nite-

kim onun sağlığında Müslüman-

ların egemenliği altına giren Hay-

ber Yahudileri, gördükleri adalet

ve hakkâniyet karşısında “Herhal-

de cennet, Müslümanların eliy-

le yeryüzünde kuruldu.”7, ”Yer

ve gök, bu adaletle ayakta duru-

yor.”8 demekten kendilerini ala-

mamışlardır.

Peki, Peygamberimizin hicre-

ti, yaşanıp bitmiş bir olay mıdır?

Elbette hayır. O, evrensel mesajla-

rıyla bugün de yaşayan ve yaşatıl-

ması gereken bir olaydır.

Hicreti Anarken Yapmamız Gerekenler

Hicret ayında hicreti yeniden

anlamaya çalışalım. Bunun için

hicreti hazırlayan sebepleri, hic-

ret yolunda yaşananları ve hic-

retin kazanımlarını bir kez daha

okuyup inceleyelim.

Ensâr ve Muhâcir ruhunu ya-

şatmaya gayret edelim. Muhâcir

ruhu, Yüce Allah’ın yolunda, inan-

dığı değerler uğruna bütün her şe-

yinden geçmektir. Ensâr ruhu ise,

Allah yolunda olanlara kucak aç-

mak, onlara maddî ve mânevî her

türlü yardımı yapmaktır.

Hicretle birlikte Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in Medine’de ger-

çekleştirdiği Mescidin inşası,

mü’minler arasında kardeşliğin

inşası, anayasanın hazırlanma-

sı gibi icraatların ruhunu kavra-

maya ve yaşatmaya gayret edelim.

Unutmayalım ki İslâm, bireylerin

vicdanında ve kişisel hayatlarında

kalan bir din değil, bütün sosyal

hayatı kuşatan bir sistemin adıdır.

Hicret, mü’mine yakışmayan

şeylerden ayrılmak ve Müslümana

yakışan şeylerle buluşmaksa, ne-

lerden/kimlerden ayrılmamız ge-

rektiğini, nelerle/kimlerle beraber

olmamız gerektiğini belirleyelim.

Bizi O’ndan alıkoyan ney-

se onu tespit edip ondan ayrıla-

lım. Nefis, şeytan, kötü huy, kötü

arkadaş, kötü çevre vb. Bizi O’na

yaklaştıracak olan şeyleri tesbit

edip onlara yönelelim. Sözgelimi

beynamazlıktan namazlı olmaya,

bilgisizlikten bilgiyle donanma-

ya hicret edelim. Her sene hicre-

ti anarken, herkesin hayatına hic-

ret yansımalıdır. Herkes, neleri

terk edip neleri yaşayacağını tes-

bit etmelidir. Herkesin hayatında

terk etmesi gereken günahlar var-

dır, herkesin yeni sevaplara ihti-

yacı vardır.

Hiç birini küçük görmeden ve

basite almadan hayatımızdaki ha-

ramlara bir son verelim, yeni he-

lallerle tanışalım. Günahın büyü-

ğüne küçüğüne değil, kime karşı

işlendiğine bakalım. Sevabın bü-

yüğü küçüğünü değil, kimin için

işlendiğini düşünelim.

Hicrî yeni yılımızın, hayatı-

mıza imânî ve İslâmî yenilikler,

hayır ve bereketler getirmesi di-

leğiyle!

1 29/Ankebût, 262 4/Nisâ, 97-100.3 65/Talâk, 2-3.4 İbn Hişam, es-Sîretü’t-Nebeviyye, I, 336; İbn Kesîr,

Tefsîr, II, 411; III, 251.5 4/Nisa, 51.6 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşla-

rı, s, 225.7 Nadir Özkuyumcu, “Asr-ı Saadette Yahudilerle

İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, II, 480.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 12: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201210

Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY

GÖNÜLDEN ÇIKTI

ÂLEM“Dünya nimetlerinden yüz çevirme ve Allah’dan gayrı hiçbir şeye nazar

etmeme meselesi anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem ve gayr ilişkisini

Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un

kıssasıyla ilişkilendirerek anlatmaktadır.”

Page 13: 145 - Somuncu Baba Dergisi

1111

Tasavvuf şiiri geleneğini başarı ile

sürdüren yüzyılımız mutasavvıf-

larından Hulûsî Efendi’nin “gel-

mez” redifli şiirini paylaşmak istedik. Tasavvufî

şiirler, şairlerinin ferdî, mânevÎ tecrübeleri-

nin mahsûlüdür. Mânâ âleminde yaşadıkları-

nı yol arkadaşlarına, sâliklere ders vermek için

şiir diliyle kaleme alırlar. Bu sebeple bu şiirle-

re tam mânâsıyla nüfuz zordur. “Tatmayan bil-

mez” kâidesi burada önemlidir. Zaten tasavvuf

bir ‘hâl’dir, kâl değildir. Halden kâle intikâl edin-

ce mecazlara baş vurulur. Bu da şiirleri anlama-

yı, zorlaştırır. Biz bu yazımızda elden geldiğince

Hulûsî Efendi’nin sesine, çağrısına kulak verme-

ye çalıştık.

Gönülden çıkdı âlem dîdeden gayra nazar gelmez

Perîşân oldu Ya’kûb Yûsuf’undan bir haber gelmez

“Âlem gönülden çık-

tı, (bundan böyle) göz

(Allah’tan) gayrı bir şeye

bakmaz. Ya’kûb Yûsuf’un

(ayrılığından) perişan oldu,

(ama) Yûsuf’undan bir haber

gelmez.”

Beyitte ana hatlarıyla,

dünya nimetlerinden yüz çe-

virme ve Allah’dan gayrı hiç-

bir şeye nazar etmeme me-

selesi anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem

ve gayr ilişkisini Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en

güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un kıs-

sasıyla ilişkilendirerek anlatmaktadır.

Kıssa, Hz. Yûsuf’un, kardeşleri tarafından tu-

zağa düşürülmesiyle başlayıp Mısır’ın sultanlığı-

na kadar uzanan hikayesini anlatmaktadır. Aynı

zamanda bir peygamber olan Hz. Yûsuf’un baba-

sı yaşadığı bu derin üzüntü neticesinde ağlamak-

tan gözlerini kaybetmiştir ve “Kulbe-i Ahzân”

olarak adlandırılan evinde bütün dünya nimetle-

rinden elini eteğini çekerek Hz. Yûsuf’un geleceği

günü hicranla beklemiştir. Hulûsi Efendi birin-

ci mısrada âlemin gönlünden çıkmasını ve gözle-

rinde artık gayra karşı nazar olmamasının ikinci

mısradaki Hz. Ya’kûb’un durumuyla izah etmek-

tedir.

Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için

tıpkı Hz. Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip

inzivâya çekilmiş, hicranla gözyaşı dökmektedir.

Gözleri artık O’ndan başkasını görmemektedir. Be-

yit de seyr-i sülûk’da bir makama da işaret olundu-

ğunu söylemek mümkündür. Artık Allah aşkından

gayrı bir şey düşünmeyen sâlikin gözü O’ndan baş-

ka hiçbir şeyi görmemektedir. Bu durum da tıpkı

Hz. Ya’kûb’un durumu gibidir.

Tarîk-i intizârın üzre hâk olsam mürüvvetle

Ayak bas üstüme ey sevdiğim mutlak zarar gelmez

“Ey sevdiğim, (Seni) beklediğim yol üzerine yi-

ğitçe toprak olsam, (sen geçerken) üzerime basıp

geçsen (bundan bana) zarar gelmez.”

Âşık her zaman sevgilinin geçeceği yol üzerinde

intizâr etmekte/geçişini beklemektedir ve sevgiliyi

bir dakika görmek, ayağının toprağına yüz sürmek

için beklemektedir. Sevgilinin ayağının topra-

ğı onun için şifalı bir sürmedir. Bu nedenle âşığın

toprak gibi yere serilmesi ve sevgilinin onun üzeri-

ne basarak geçmesi zaten âşığın istediği bir durum-

dur. Bu durumdan âşığa zarar gelmez. Sevgilinin

ayağının tozu âşıklar için bir şifâdır.

Bir önceki beyitle ilişkisi düşünülecek olursa

sürmenin insanın gözü üzerinde iyileştirici bir et-

kisi vardır. Sevgilinin hasretinden ağlayıp Ya’kûb

gibi gözlerinden olan âşık için sevgilinin ayağının

altında toprak olmak, sevgilinin ayağının tozuna

yüz sürmekten zarar gelmez.

“Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için tıpkı Hz.

Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip inzivâya çekilmiş,

hicranla gözyaşı dökmektedir. Gözleri artık O’ndan

başkasını görmemektedir. Beyit de seyr-i sülûk’da bir

makama da işaret olunduğunu söylemek mümkündür.”

Page 14: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201212

Ayrıca “toprak olmak” deyimi üzerinde özellik-

le düşünülmesi gerekir. Çünkü Türkçe’de “toprak

olmak” deyimi bilindiği üzere tevazu ve ölmek an-

lamında kullanılır. Âşık sevgilinin yolu üzerinde

onu bekleyerek ölüp gidecektir. Zaten sevgiliye ka-

vuşmak gibi bir durum söz konusu değildir. Bahsi

geçen sevgilinin ‘Allah’ olduğu düşünülünce “top-

rak olmak” deyimi gerçek mânâsını bulmuş olur.

Allah aşkıyla bekleyen âşıklar ancak O’na toprak

olunca, yani âhiret diyarında tam mânâsıyla ka-

vuşabileceklerdir. Hulûsî Efendi, ilâhî aşk uğrun-

da ölümü göze alabilecek bir tavır göstermektedir.

Burada esas anlatılmak is-

tenen, gerçek sevgili olan Al-

lah ne takdir ederse ona oldu-

ğu gibi razı olmak gerektiğidir.

Sehâb-ı zülfünü ref’ eyle hüs-

nün âfitâbın aç

Safâ-yı hüsnüne bu jeng-i

âhımdan keder gelmez

“(Ey sevgili) saçlarının bu-

lutunu kaldır, güzelliğinin gü-

neşini aç (ortaya çıkar), gü-

zelliğinin berraklığına âhımın

kirinden bulanıklık gelmez.”

Beyitte mutlak güzelliğin

sahibi sevgilinin güzelliği gü-

neş metaforu ile verilmiştir.

Güneş, bulunduğu makamın

yükseliği, insanların ona ba-

karken gözlerinin kamaşması,

ortaya çıktığında diğer yıldızların kaybolması gibi

yönleriyle sevgilinin benzetileni konumundadır.

Allah da şiddet-i zuhûrundan gizlenmiştir. Esmâ

tecellîlerilye bütün kâinatı kuşattığı halde göz onu

göremez. Beyitte sevgilinin yüzü güneş ve saçları

da buluttur. Burada saçların buluta benzetilmesi

rengi ve şekli itibariyledir. Çünkü sevgilinin saç-

ları güneşi ardında bırakan bulutlar kadar siyah-

tır ve dağınıktır. Bu nedenle âşık sevgiliye seslene-

rek, ”Güneşin görünmesine engel olan bulutlara

benzeyen saçlarını yüzünden çek ki yüzünü gö-

relim. Çünkü âşıkların buna ihtiyacı vardır.” de-

mektedir. Tasavvufta saç kesrettir. Sâlik vahdete

ulaşmak için bu geçitten geçmek durumundadır.

Hulusî Efendi, kesreti aşarak vahdete ulaşma he-

yacanını bu beyitle dile getirmiştir.

Hulûsi Efendi ikinci beyitte sevgilinin bunu

yapmamasını bir endişeye bağlar. Sevgili zaten

yüzünü göstermeyecektir. Sevgili, âşığın âhının

dumanından güneş kadar parlak olan güzelliğinin

kir pas içinde kalacağından endişe etmektedir.

Âşığın âhı duman ve yel gibi unsurlarla birlikte,

renk ve şekil itibariyle ele alınır. Âşık sevgiliden

ayrı olduğu için âh ve feryâd

eder. Sevgilinin endişesi ise,

âşığın bu âhlarının tıpkı kara

bulutların güneşi gölgelemesi

gibi kendi güzelliğini gölgele-

yecek olmasıdır.

Beytin bu görünen anlam-

larının yanında Allah aşkı için

ifade ettiği anlamlar da var-

dır. Âşık veya sâlik Allah’dan

her ne gelirse gelsin buna sab-

retmelidir. Âh ile feryat etme-

melidir. Sâlik Allah’tan rü’yeti

istediğini ifade eder. An-

cak Allah’dan gelen böyle bir

lutf karşısında edeceği âh u

enînler o mutlak güzelliğe göl-

ge düşürecek endişesi düşü-

nülmektedir.

Şeb-i hicrânı çek vuslat

sabâhın bekle de ey dil

Ne gün akşam olur da şeb gidip vakt-i seher gelmez

“Ey Gönül, ayrılık gecesinin (acısını) çek; ka-

vuşma sabahını bekle, (ancak) ne gün akşam olur

ne de gece gider, seher vakti gelmez (artık).”

Âşık sevgiliden ayrılığın acısnı çekmektedir.

Bu âşık olmanın yegâne kuralıdır. Çünkü bekle-

nen sevgili gelmeyecektir. Âşık kavuşacağı anı

beklemektedir. Âşıkların bütün gece uyumama-

sı çektikleri bu ayrılık acısındandır. Onlar için ar-

tık zaman tükenmiştir. Ne sabah olur ne gün do-

“Âşık veya sâlik Allah’dan

her ne gelirse gelsin

buna sabretmelidir. Âh

ile feryat etmemelidir.

Sâlik Allah’tan rü’yeti

istediğini ifade eder.

Ancak Allah’dan gelen

böyle bir lutf karşısında

edeceği âh u enînler o

mutlak güzelliğe gölge

düşürecek endişesi

düşünülmektedir.”

Page 15: 145 - Somuncu Baba Dergisi

13

ğar. Bu durum hakikatte de böyledir. İnsanın

bir derdi sıkıntısı olduğu vakit sabahı bekler-

ken gecenin ne kadar uzun olduğunu farkeder.

İşte Hulûsi Efendi bu ayrılık gecesini yaşamak-

ta ve seher vaktini beklemektedir. Seher vak-

ti âşıklar için önemli bir vakittir. Çünkü sevgili

yüzünü gösterecektir. Ayrıca seher yeli bu beyit-

te kullanılmamış olmasa da seher vaktiyle dü-

şünülmesi gereken bir unsurdur. Sevgiliden

haber getirecek olan seher yelidir. Aynı zaman-

da gece ibadetinin gerçek sevgili Allah katında

makbûliyeti belki bu beyitle ve sonrasında ge-

len beyitin anlamıyla paralel düşünülmesi gere-

ken bir durumdur. Çünkü Allah aşkıyla yanan

sâlik, gecelerini zikirle, aşkla muhabbetle geçir-

meyi bilmelidir.

Eyâ gâfil gönül dâim yatarsın hâb-ı gaflette

Bu vîrân hâneden hâtırına nâgâh sefer gelmez

“Ey gönül her zaman gaflet uy-

kusunda yatarsın, kalbine bu viran

evden ansızın yolculuk çıkabileceği

(ölüm) düşüncesi gelmez.”

Bir önceki beyitle anlam itiba-

riyle sıkı sıkıya bağlı olan bu beyit-

te şu düşünce vurgulanmaktadır:

Sâlik Allah’a yönelmeli ve kendini

uzlete çekmeli, zira yolculuk, yani

ölüm var. Tıpkı Ya’kûb’un Külbe-i

Ahzân’da gece gündüz ağlayıp

Yûsuf’dan haber beklemesi gibi âşık

da Allah’tan ilham esintileri bekle-

meli. Tasavvuf yolunda önemli mer-

haleler aşmak için söylenen, “az ko-

nuş, az ye, az uyu” düsturunu âşık

kişi kendine rehber edinmelidir. Ay-

rıca gecelerini gaflet uykusunda değil bekleyip

durduğu sevgilinin yolunda zikir, ibadet ve te-

fekkür ile geçirmelidir.

Nazar kıl sence var mı âlem içre olmadık fânî

Bu vâdî-i elemden kurtulan dâim gider gelmez

“(Ey gönül etrafına iyice) bak sence âlemde

fânî olmayan bir şey var mı ? Bu elem vâdîsinden

dâimî kurtulan kişi (öbür âleme) gider (geri)

gelmez.

Metni bir bütün içinde algılamamızı sağla-

yan ve anlamı ilk beyitin ilk mısraına bağlayan

bu beyitte dünya sevgisinin âşığın gönlünden

çıkması gerketiğine vurgu yapılmıştır. Çünkü

bu dünya onun gözünde bir Vâdî-i Elem/elem,

üzüntü vadisidir. Âşık buradan göçüp gitme-

yi bir kurtuluş olarak görmektedir. Çünkü bu

âlem içindekilerle birlikte yok olup gidecektir.

Bakâya namzet olarak yaratılmış insanoğlu ise

kalıcı değildir. Tasavvuf yolunda ilerleyen sâlik

zaten varlığını Hak’ta yok etmeyi, ölmeden öl-

meyi arzulamaktadır. Âşıklık zaten “târîk-i fenâ

sâliki” olmaktır; âşığı bekâ semtine götürecek

merdiven ise aşkdır.

Hulûsî tab’-ı pâkinden nisâr oldukça gevherler

Gönül kim âşinâ olmazsa andan bir hüner gelmez

“Hulûsî, temiz şairlik yeteneğinden saçılan bu

mücevherlere aşina olmayan gönülden hüner gel-

mez.”

Hulûsî Efendi, geleneğe uyarak şiirini bir fah-

riye beyti ile noktalamıştır. Şiirleri kurmaca değil,

temiz şairlik yeteneğinden gelmekte ve doğrudan

gönüle seslenmektedir. Gönül bu hakikatlere aşi-

na olduğundan böyle inciler saçmaktadır.

Page 16: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

ŞEREFLİ, ASİL, SEÇKİN, ÖVGÜYE LAYIK, CÖMERT VE YÜCE OLMAK:

EL-MECÎD“Cömert, Allahu Teâlâ’ya yakındır, halka yakındır, cennete yakındır,

cehennemden uzaktır. Câhil fakat cömert olan kimse Allah katında âbit fakat

cimri kimseden daha sevimlidir.”

Kasım 201214

Page 17: 145 - Somuncu Baba Dergisi

15

El-Mecîd, “şeref-

li, asil, seçkin, öv-

güye lâyık, cömert

ve yüce olmak” mânâlarına ge-

len “mecd” kökünden mübâlağa

ifade eden bir sıfattır. Bu gü-

zel isim, Yüce Allah’ın kulla-

rına yönelik ilâhî lütuf, kerem

ve ihsânının bol olduğuna işa-

ret etmekle birlikte, O’nun şe-

ref ve azametinin de yüceliği-

ni bildirir. Mecîd, “zü’l-celâl,

zü’l-kerim, zü’l-fazl, zü’l-azame,

vehhâb” gibi ilâhî isim ve sıfat-

larla anlam yakınlığına sahiptir.

Yüce Allah zâtı itibariyle “şerîf”

ve fiilleri itibariyle de “cemîl/

güzel” olarak nitelendirilmiştir.

O, aynı zamanda el-Mâcid’dir;

âlî, yüce ve şereflidir.

El-Mecîd ismi, Kur’an-ı

Kerim’de dört âyette yer alır:

Bunlardan ikisi, Yüce Allah’ın

en güzel ismi, diğer ikisi de

Kur’an-ı Kerim’in sıfatı olarak

geçer. Kur’an-ı Kerim’de Yüce

Allah’ın en güzel isimleri ara-

sında yer alan el-Mecîd’le ilgili

âyetler şöyledir:

“Arşın sahibi şanlı

(mecîd)’dır.”1

Bu âyette Cenâb-ı Hak, fey-

zinin genişliğinden, cömertli-

ğinin bolluğundan dolayı el-

Mecîd olarak vasfedilmiştir. Bu

âyetin devamında O, “Diledi-

ğini mutlaka yapandır.”2 buy-

rulur. Fâil-i muhtâr olan Yüce

Allah’ın el-Mecîd oluşu bağla-

mında bu ikinci âyeti değerlen-

dirdiğimiz zaman, O’nun aza-

metinin, şan ve şerefinin, güç ve

kudretinin büyüklüğüne de işa-

ret edilmiş olur. Çünkü el-Mecîd

ismi, aynı zamanda keremi, cö-

mertliği ve ihsanı bol olan an-

lamlarını da kuşatır. Bu bağlam-

da Araplar bir kimseye “Mâcid

adam” dedikleri zaman, onun

sehâvetinin bol olduğunu dile

getirmiş olurlardı. Nitekim bu

konuyla ilgili olarak Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’den gelen bir

rivâyette şöyle buyrulmuştur:

“Cömert, Allahu Teâlâ’ya

yakındır, halka yakındır, cen-

nete yakındır, cehennemden

uzaktır. Câhil fakat cömert olan

kimse Allah katında âbit fakat

cimri kimseden daha sevimli-

dir.”3

Kur’an-ı Kerim ve Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’in hadislerin-

de Yüce Allah’ın sıfatı olduğuna

dair sehâ ve semâhât sözcükle-

ri geçmediği için, Cenab-ı Hak,

sehâvet kelimesiyle vasıflandı-

rılamaz. Ancak, cömert insan-

lar bu kelimelerle vasıflandırıla-

bilir. Tasavvufta cömertliğin ilk

derecesi sehâdır; sonra cûd ge-

lir, en son mertebesi de îsârdır.

Malının bir kısmını Allah için

yoksullarla paylaşan kimseye

“sehâvet sahibi”, malının ço-

ğunu fakire-fukaraya harca-

yan ve kendine bir parça bıra-

kan kimseye “cûd sâhibi”; zarar

ve sıkıntılara katlanarak kifâyet

derecede olan maîşetine baş-

kasını tercih edene kimseye de

“îsâr sahibi” denilir. Bu kimse-

ler Kur’an’da, “Onlar ihtiyaçla-

rı bile olsa başkalarını kendi-

lerine tercih ederler.”4 şeklinde

övülürler.5

Yüce Allah’ın en güzel isim-

leri arasında yer alan el-Mecîd

şu âyette de O’na nispet edilir:

“O, övülmeye layıktır, şânı yü-

cedir.”6 Bu âyette geçen hamîd,

O’nun en güzel isimlerinden bi-

risidir. Çünkü O, ilâhî zâtında

her güzelliği, her üstünlüğü top-

layıcı, her türlü hamd ve hürme-

te müstahaktır. Yüce Allah’ın el-

Hamîd isminden nasibini almış

her Müslümanın; inançları, ah-

lakı, amelleri, sözleri hep güzel-

dir ve övülmeye layıktır. O’nun

el-Mecîd ismi ise, Hamîd ismi-

nin anlamını da kuşatacak dere-

Page 18: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201216

cede şümullüdür. Elbette, kulla-

rına karşı sonsuz in’âm ve ikrâm

sahibi olan Allah övülmeye en

lâyık, şanı ve şerefi en yüce olan

İlâhî zattır.

Yüce Allah’ı öven sözlerden

birisine de kelime-i temcîd de-

nilir. Bunun orijinali “Lâ hav-

le velâ kuvvete illâ billâhi’l-

aliyyi’l-azîm/Allah’tan başka

güç kuvvet sahibi yoktur. Her

şeye kuvvet ve güç veren Yüce

Allah’tır.”7 şeklindedir. Bu du-

anın sıkıntılı anlarda okunması

Yüce Allah’ın işleri kolaylaştır-

masına ve her türlü meşru sı-

kıntıyı uzaklaştırmasına bir ve-

sile olarak bilinir. Büyük İslâm

âlimleri birey ve toplumların

kabz, yani sıkıntılı anlarında

kelime-i temcîdi çokça okuma-

larını tavsiye etmişlerdir. Böy-

lece, Allah’ın izniyle birey ve

toplumların hayatında ba’s, fe-

rahlık ve açılmalar meydana ge-

leceği ifade edilmiştir.

Öte yandan yine Yüce

Allah’ın el-Mecîd ismi, Kur’an-ı

Kerim’de iki âyette, bizzat

Kur’an’ın sıfatı olarak da zikre-

dilmiştir. “Hayır, o (yalanla-

makta oldukları kitap) şanı yüce

bir Kur’an’dır.”8 Yine bir baş-

ka âyette de el-Mecîd, Kur’an’a

nisbet edilmiştir: “Kâf. Şerefli

Kur’an’a andolsun...”9 Kur’an’ın

el-Mecîd olması, el-Mecîd olan

Yüce Allah’ın sözlerinin bir top-

lamı olmasındandır. Bu sebep-

le Kur’an-ı Kerîm, İslâm dininin

en önemli şiârlarından birisidir.

Şiârlar, Allah’ın hürmet edil-

mesini istediği şeyler, O’nun

dini ve indirdiği hükümlerdir.10

Her inanç sisteminin, ona kim-

liğini ve kişiliğini veren, diğerin-

den ayıran, belirgin kılan şiârları

vardır. Dinin şiârları, ülkelerin

bayrakları, sınır taşları ve işa-

retleri gibidir; görüldükleri ye-

rin kimliğini belli ederler. Bu

şiârlar, aynı zamanda İslâm’ın

sosyal hayatta görünür kılınma-

sının bir anlatım biçimidir. Bu

sebeple dini şiârları ayakta tut-

ma konusunda çaba gösteril-

melidir. Şiârların terki zaman

içinde dinin zayıflayıp etkisiz-

leşmesine, hatta büyük ölçü-

de yok olmasına sebep olabilir.

Bundan dolayı, dinî kaynak-

larda şiârların yaşatılması üze-

rinde hassasiyetle durulmuş ve

bu konuda âlimlerin sorumlu-

lukları hatırlatılmıştır. Nitekim

Şah Veliyullah ed-Dihlevî’ye

göre, Allah’ın; Kâbe-i Muazza-

ma, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve

namaz gibi en büyük dört şiârın

başında Kur’an-ı Kerim gelir.

Ona gösterilmesi gereken saygı;

onu huşu ile dinlemek, okundu-

ğunda susmak, emirlerine ica-

bet etmek ve abdestsiz olarak

ona el sürmemektir. Dihlevî’ye

göre, bu dört dinî sembole gös-

terilen saygı, Allah’a saygı, on-

lara karşı gösterilen saygısızlık

da, yine Allah’a gösterilen say-

gısızlık hükmündedir.11 İlâhî

şerîatlar, Allah’ın sembolleri-

ne saygı esasına dayanır. Do-

layısıyla İslâm dini de Allah’ın

şiârlarına tâzim etme (saygı

gösterme) esası üzerine binâ

edilmiştir. Çünkü en büyük şiâr

olan Kur’an-ı Kerim’e saygısız-

lık, insanı İslâm dairesinin dışı-

na çıkarır. Bunun için Yüce Al-

lah mü’minleri şöyle uyarır: “Ey

iman edenler! Allah’ın koydu-

ğu nişanelerine sakın saygısız-

lık etmeyin!.”12

Hâsıl-ı kelâm, Yüce Allah’ın

el-Mecîd ismi, O’nun yüce sı-

fatları alanında cereyan eder.

O’nun azameti, büyüklüğü,

şanı, şerefi, ikram ve izzeti el-

Mecîd ismiyle de ifade edilir.

Bundan dolayı bu ism-i şeri-

fi kendisine ahlak edinen bir

Müslüman da, kişilik ve dinî

hayatına nâkısa getirmeyecek,

şan ve şerefini kirletmeyecek iş-

lerden uzak yaşamalıdır. Sıfat-

lar olarak kendisinde ise, sa-

hip olduğu maddî imkânlardan

başkalarını da faydalandırma-

lıdır. Nasıl ki Yüce Allah, ke-

rimse, O’nun kulu da cömert

olmalıdır. Sehâvet ve îsâr ahla-

kını davranışlarıyla göstermeli-

dir. Özellikle, günümüzde kay-

bolmaya tutmuş olan sehâvet

ahlâkına yeniden hayat veril-

melidir. Çünkü bu güzel ahla-

kı yansıtan davranışlar bizim

muhteşem mâzîmizde vakıf me-

deniyetinin çekirdeğini oluştur-

muştur. Mâdemki Kur’an’ın

da bir ismi el-Mecîd’dir. Elbet-

te onu okuyan ve okuduklarıyla

amel eden bir kimse de mecîd,

şerefli ve asil bir mü’min ola-

caktır.

1 85/Bürûc, 15.2 85/Bürûc, 16.3 Tirmizî “Birr” 40. 4 59/Haşr, 9. 5 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Haz. S. Ulu-

dağ, İstanbul, 1978, s. 354-55. 6 11/Hûd, 73.7 Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII, 94. 8 85/Bürûc, 21.9 50/Kâf, 1. 10 Kurtubi, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-

Câmiu liAhkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1965, III, 37. 11 Dihlevî, Şah Veliyullah, Huccetullahi’l-Bâliğa/İslam

Düşünce Rehberi, çev. M. Erdoğan, İstanbul, 1990, I, 253.

12 5/Mâide, 2.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 19: 145 - Somuncu Baba Dergisi

17

EZAN

Sabahın arınmış, saydam, derin havasınaYayıyor minare, sesini, parlak, duru

Okşuyor, lavantalar, kekikler arasınaDuasını bırakan

Göğe açılmış bir çift avucu,Bir Melek mavi tozunu serpiyor kanattan eleriyle,

Çekiyorum içime bütün hıçkırıklarını göğün, Minareler arasında, gecenin yelkeninde.

Tatlı yıldızlar geçiyor içimde binlerce bulutEy tatlı ezan, tadına doyulmaz!

Sessiz gelincikler gibi kırda; Eğiliyorum kalbimin kabukları soyulmuş,

Hele inciler düşsün gözlerimden!

Kıbleden esen meltemin yapraklar arasında ıslık çaldığı

Bu beyaz minarede, sabahın, üzeri dualarla işli sırmalı örtüsünü

Sıyırıyor, sarı güneş uzun kılıcıylaBir kuş geçiyor yanından, dokunarak.

Sezai TAŞKIN

Page 20: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201218

EVLERİNİN SICAKLIĞI

SAFRANBOLU

Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN

Page 21: 145 - Somuncu Baba Dergisi

1919

Karabük Karadeniz’de Bir Güzel!

Karadeniz’in elleri kınalı şehri Kara-

bük, güzelliğin dile geldiği, aşkın yayla

yayla kendini ifşa ettiği bir özge beldedir

bilene. Serin yaylaların biteğinde bilge

ustaların nasırlı ellerinden asırlara mey-

dan okuyan bir kentin varlığını görünce

anlar, inanırsınız.

Karabük, gâh Osmanlıdır, gâh Sel-

çukludur kilim kilim dokunan. Karabük

Safranbolu’yu bağrına basmış, bütün

kem bakışların nazarından korurcasına

şefkatle saçlarını okşar gibidir.

Safranbolu Karabük’ün yüz görümlü-

lüğüdür.

İncisidir, altından gerdanlığı, ibri-

şimden rüyası, hatıralardan tacıdır böl-

genin. Geniş tokmaklı kapıların içinden

heyecanla huzurlu bahçelere açılır göz-

leriniz. Huzurlu sardunyaların, petunya-

ların rengârenk kendini pazara çıkardığı

bu bahçelerin içinden kadim Safranbo-

lu Evleri sizlere gülümser ve ‘Buyurunuz’

dercesine kapılarını sonuna kadar açar

sizlere.

Safranbolu bu evlerle kendi olmuş-

tur. Ruhunu bu evlerin sofalarına katık

Page 22: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201220

yapmış, aklını bu evlerin aydınlığında huzura

saklamıştır. Hangi bahtiyar insanlar bu evler-

de ömür sürdü, sevinç ve yaslarını yaşadı bi-

linmez ama bu vefalı konakların bahtiyarlığını

Karabük’te bir saltanatın kudretli ve ihtişam-

lı yıllarını tescil ettiğini sadece Karabük bilir!

İnsan Gelip Geçici, Toprak Kalıcıdır, Kâinat Bahçesinde

Ulu Camii hala Safranbolu’da eski duaların

saflığını ve sıcaklığını minarelerinde saklar gi-

bidir. Gazi Süleyman Paşa Camii, eski günle-

rin sükûnetini, masumiyetini ve muhabbetini

şadırvanının mermerlerinde fısıldar gibidir.

Taş Minare Camii bir mahir ustanın bilgeliğini

belgeler gibi hala sırrına erişilememiş bir abi-

de eserdir şehrin bağrında.

Eflani İlçesinde Küre-i Hadid Camii bir ruh

medeniyetinin dışa yansımış ve kendini taş-

ların efsununda göstermiş, asırlara meydan

okurken, beş vakit zamanı en iyi vakitlerin

efendisi olarak görmüş bir ulu çınar güzelli-

ğinde manevî iklimin ruh bahtiyarlarını bek-

lemektedir.

Safranbolu Evleri bu denli güzel iken, insanları

bu denli huzurlu ve bahtiyar iken bu evlerin mut-

fakları hangi lezzetleri bakır sofralara taşır, hangi

güzellikleri damaklara sunarlardı?

Kuyu kebabı denen yemeğin saatlerce odun-

dan közlerle doldurulmuş kuyulara bırakılan top-

rak testilerin içine konan kuzu etlerinin lime lime

piştiği bir lezzetin adıdır tadana.

Gözleme ve yayım makarnası ile ayran bu ev-

lerin gelen misafirlere kısa vadede sundukları bir

başka yerli lezzettir. Ev baklavası kendini en çok

bu evlerde naza çeker. Zira Safranbolu evlerinde

mekân beraberinde insanın iştahını da açar.

Hele yemek sonrası evlerin serin gül kokulu

oda ve sofalarında içilen Yemen kahvesinin yanı-

na konan güllü ve safranlı lokumlar tadına doyul-

maz vakitlerin en lezzetlisi olarak kendini hatıra-

lara teslim ederler.

Safranbolu’da eski hükümet konağının arka-

sındaki tarihî saat kulesi Sultan Selim’den yadigâr

bir nadide bergüzar olup hala zamanın nabzını

tutmaktadır. Kırmızı kiremitli çatısı bulanan ku-

Bekir SARI

Page 23: 145 - Somuncu Baba Dergisi

21

lenin zembereği yoktur ve haftada bir muvakkit-

ler tarafından kurulmaktadır.

Bu kültürde ‘Vakti bilmek kendini bilmek ka-

dar esastır’ hükmünde bir düşünceyle veda eder-

siniz saat kulesine.

Eflani çayı üzerinde kurulmuş Taş Köprü geç-

miş ve gelecek arasında bir köprü olmuş gidiş ge-

lişlere bağrını sermiş Tokatlı Köprüsüne geçit

vermektedir. Bulak ve Sipahiler mağarasında se-

rinliğin ve mucizenin bin türlü resmini görür ve

kendini efsunlu bir hikâyenin içinde bulursunuz.

Kirpe Kanyonunda suyun maviliği ve derinliği

sizi sürükler bilinmedik diyarlara. Su hayattır mu-

cibince suyun büyülü sesi sizi de yakalar kendine

teslim eder dalıp giden ruhunuzu. Tokatlı, Saka-

ralan, Sırçalı kanyonlarında Karabük’ün suya ya-

zılmış kaderini de görürsünüz.

Ovacık ilçesinde yeşilin ve güzelliğin bin tür-

lü esrarı ile tanışır, nice hikâye ile geçmiş asırlara

uzun yolculuklara çıkarsınız. Eskipazar beldesin-

de asırlar zamana meydan okur, antik kalıntılar

tarihe vesika olur.

Evliya Çelebi’nin yakın arkadaşı, Sultan

İbrahim’in ruh doktoru Hüseyin Cinni Efendi de

bu şehrin kültür haritamızdaki önemli ismidir.

Cinni Hanı ve Cinni Hamamı adında adına yapıl-

mış iki eser Safranbolu’da hala onun ismini zik-

retmektedir.

Safranbolu Kültürümüzün Boy Aynasıdır

Bu güzel şehirlerin ve evlerin içinde nice ha-

yat yaşanmış ve nice insan yetişmiştir. Sadi Ya-

ver Ataman türküleri kanatlandıran bir sanatkâr,

Mehmet Fehmi Efendi, müftülüğü sırasında in-

sanlara gönül kumaşı nasıl dokunur diyerek bu-

nun ilmini öğreten bir yüce gönüllü insan olarak,

Kayıkçı Kul Mustafa asker şair olup hatıralarımı-

zın kapısını tıklatan Karabüklü insanlardan bazı-

larıdır.

Şehirlerin sultanı, kültürümüzün yüz akıdır.

Geçmişin nadide incesi, geleceğin bergüzarı, ruhu-

muzun gergefidir. Bir engin mimarlığın baş şehridir.

Safranbolu Karadeniz’de esen bir kültür fırtı-

nasıdır!

Page 24: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201222

EdebiyatMusa TEKTAŞ

bİrlİktelİK

manevî“İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlarla, sevdikleriyle beraber

olmak ister. İşte civarında binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen,

manevî birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından biride Mahmûd

Encîrfağnevî Hazretleridir.”

Page 25: 145 - Somuncu Baba Dergisi

23

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin

ziyaretine giden bir arkadaş, sohbet

esnasında Hazrete sorar: “Efendim

ahirette de böyle bera ber olup, soh be tinizde bulu-

nacak mı yız?” Hulûsi Efendi (k.s.) de şöyle buyu -

rur: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) Efendi miz asha-

bıyla sohbet ederler ken, sahabiden biri sordu:

‘Ya Rasûlallah (s.a.v.), kıyamet ne zaman kopa-

cak?’ Rasûlullah (s.a.v.) da ona: ‘Kıya met için ha-

zırlığın nedir?’ diye sordu. O saha be: ‘Hazırlı ğım

muhabbet-i Allah (c.c.), muhabbet-i Rasûlullah

(s.a.v.)’ deyince, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz iki

elinin şehadet par maklarını birleştirerek: ‘O hâlde

kişi sevdiği ile beraberdir.’ buyur urlar.”

İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlar-

la, sevdikleriyle beraber olmak ister. İşte civarın-

da binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen, manevî

birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından

biri de Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleridir.

Buhara’nın üç fersah/takriben 21 km. ku-

zeyindeki Vabkeni ilçesinin (şimdiki adı Vab-

kent) Encîrfağne Köyünde (Bu köy şimdi Encir-

bağ adıyla anılmaktadır) dünyaya gelir. Babasının

adı Emir Yahya’dır. Peygamber neslinden geldi-

ği nakledilir. Encîrfağne’de doğup büyüyen Hâce

Mahmûd, sonradan Vabkeni’ye taşınıp orada

ikâmet eder. Dülgerlik, inşaat ustalığı ve sıvacılık

yaparak geçimini sağlayan Mahmûd Encîrfağnevî,

elinde dülgerlik âletleri, taş ve toprağı karıştır-

makla meşgul olur.1 Köyünden ötürü Encîrfağnevî

olarak anıldığı gibi, bazı kaynaklarda “Encer/En-

cir” kelimesinin lakabı olduğu da belirtilmektedir.

“Encer” kelimesi gemi demiri demektir. Tarika-

tı şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu

için kendisine bu lakabın verilmiş olabileceği be-

yan edilmektedir.2

Ârif Rivgerî (k.s.)’ye intisap ederek seyr ü

sülûkünü tamamlar ve onun halifesi olur. Artık

bina inşa etmek yerine gönül inşa etmeye koyu-

lur. Vabkeni mescidinde yıllarca halkı irşad eder,

müridler yetiştirir.

Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin 685/1286 ta-

rihinde vefat ettiği belirtmektedir.3 Kabri doğdu-

ğu köyünde, Encirbağ Köyündedir. Kabri yanında

bir mescit ile su kuyusu bulunmakta ve bu suyun

şifalı olduğuna inanılmaktadır.

Page 26: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201224

Kendisinin bazı söz ve menkıbeleri, müelli-

fi bilinmeyen Makâmât-ı Seyyid Emir-i Hord-i

Vâbkenevî adlı eserde toplanmıştır. Hâcegân ta-

rikatını Nakşbendîyye’ye bağlayan ana kol halife-

si ise kendisinden sonra Ali Râmîtenî Hazretleri ile

devam etmiştir.4

Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), orta boylu, güleç

yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni be-

yaz, sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Musa (a.s.)

meşrebinde ve kerameti zâhir bir kâmil velîydi.

Esası hafî zikir olan yolun usûlünü hâl ve cezbe ga-

lebesiyle, mürşidinin işaret ve müsaadesiyle cehrî

yapmıştı. Dolayısıyla Encîrfağnevî, Hâcegân tari-

katında cehrî zikri ilk başlatan kişidir.

Hakk’a Yönelten Zikir

Mahmûd Encîrfağnevî zikir ve gönül ehli

bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini se-

ver ve zaman zaman oraları ziyaret eder. Yine bir

gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfizuddin gibi

âlimlerin bulunduğu ilim meclisine varır. Şemsed-

din Halvânî, Şeyh Hâfizuddin’e der ki: “Mahmûd

Encîrfağnevî’ye sor bakalım, tarikatlarının esa-

sı hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyetle

yapıyorlar?”5 Buhara’nın önde gelen âlimlerinden

Hâfizuddin Kebîr Buharî de Encîrfağnevî’ye hangi

niyetle cehrî zikir yaptığını sorunca ondan şu ceva-

bı alır: “Uyuyanlar uyansın, gafiller kendine gelip

hakikat yoluna yönelsin, istikamet ile şeriat ve ta-

rikata girsinler, bütün hayırların anahtarı ve mut-

lulukların aslı olan hakikî tevbeye ve Hakk’a yö-

nelmeye rağbet etsinler diye cehrî zikir yapıyoruz.”

Hâfizuddin bu cevabı beğenip “Sizin niyetiniz doğ-

rudur ve bu iş size helâldir.” der.6 Çünkü değişen ve

değiştirilen bir şey yoktur ortada. Temel anane yo-

lundadır. Bu tecelli onlarda bir hâlet ve bir hikmet

gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları zikri şim-

di açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır.7 Şeyh

Hâfizuddin bir başka gün Encîrfağnevî’ye cehrî zik-

rin kimlere caiz olup kimlere caiz olmadığını, ger-

çek bir zikir ile sahtesinin nasıl ayrılacağını sorar.

Encîrfağnevî şu cevabı verir:

“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk göğünde, yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”Maneviyat gökyüzünde kanat süzen yüce ruhlara selam olsun…”

Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri Bekir AYDOĞAN

Page 27: 145 - Somuncu Baba Dergisi

25

“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, bo-

ğazı haram ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi

riya ve gösterişten, gönlü de Hak’tan başkasına

yönelmekten temizlenmiş olan kişi için caizdir.”

Ölüm Yaklaşırken Sevdiğiyle Beraber Olanlar

Anlatıldığına göre Gucdevânî’nin halifele-

rinden Evliya-yı Kebir Buharî’nin talebesi olan

Şeyh Dehkan Kılletî hastalanmıştır. Mahmûd

Encîrfağnevî, onun ziyaretine varır. Şifa dilek-

lerinde bulunduktan sonra huzurundan ayrılır.

Encîrfağnevî çıktıktan sonra Şeyh Dehkan şöy-

le dua eder: “Allah’ım, ölümüm

yaklaştı. Ölümüm sırasında velî

kullarından birini bana gönder

de bana yardım etsin, işimi ko-

laylaştırsın.” Şeyh Dehkan du-

asını tamamlar tamamlamaz

Mahmûd Encîrfağnevî tekrar

içeri girer ve “Ölünceye kadar

sana hizmete geldim.” der ve ve-

fatına kadar yanından ayrılmaz.

Bu mealde birkaç hatıra da Hulûsi Efendi Haz-

retlerinin hayatında yaşanmıştır…

Darende’nin yaşlı ihvanlarından Alo Emmi

hastalanmış yatağında son anlarını yaşamakta

çocukları başında Kur’an okumaktadırlar. Ölüm

hali gelip çatmıştır. Çocukları ağlamaya başlar-

lar. Bu arada Alo Emmi, “Susun evlatlarım beni

biraz doğrultun, Peygamber Efendimiz ve yanın-

da Hulûsi Efendi teşrif ettiler, ağlayıp huzuru ra-

hatsız etmeyiniz. Benim sevdiklerim geldi sevgili-

ye gidiyorum.” diye evlatlarını teselli eder.

Elbistanlıların bulunduğu bir sohbet esnasın-

da Hu lûsi Efendi Hazretleri; “Elbistan’da sevdiği-

miz Bostan Emmi var. Bize deseler ki: Elbistan’ı

mı alırsın, yoksa Bostan’ı mı? Biz Bostan Emmiyi

alırız.” Bu konu ile alâkalı bir de beyit vardır:

Bize Bostan gerek Bostan,

Bin türlü bostan olsa da Elbistan

Bir defasında Bostan Emmi Darende’ye ziya-

rete gelerek Osman Hulûsi Efendi’ye “Efendim

ben gidiciyim. Ne olur cenaze namazımı siz kıldı-

rın.” der. Aradan birkaç gün geçer bir sabah er-

kenden henüz hiçbir haber verilmediği hâlde

Osman Hulûsi Efendi “Oğul arabayı hazırlayın

Elbistan’a gidiyoruz. Bostan Emmi vefat etti. Bize

vasiyeti var cenaze namazını kıldıracağız.” der. O

gün Elbistan’a gidilir ve Bostan Emminin cenaze-

si teşyi edilir.

Hulûsi Efendi (k.s.) yine bir sohbetlerinde şöy-

le anlatırlar: “Bir Cuma günü Darende’nin ile-

ri gelenlerinden Korkmaz Hafız geldi. ‘Hulûsi

Efendi, ben yolcuyum, cenazemi yıka demeyece-

ğim. Fakat namazımı sen kıldır, kabir taşıma da

iki satır kitabe yaz’ dedi. Hafız Ağa, Allah (c.c.)

sana uzun ömürler versin, daha çok çay içeceğiz

dedim. O da ‘Ben rüyamı gördüm, ben yakında

yolcuyum’ dedi. Üç gün sonra, Pazartesi günü ve-

fat etti. Cenaze musallaya konulunca etrafta başka

hoca efendiler vardı, ben sesimi çıkarmadım. Tam

o sırada Hacı Esat Efendi yüksek sesle; ‘Hulûsi

Efendi, Korkmaz Hafız’ın vasiyeti vardır, cena ze

namazını sen kıldıracaksın’ dedi. Sonra namazını

kıldırdık, kita besini de yazdık.” diye buyururlar.8

Kitabe şöyledir:

Muhibb-i hanedân-ı âli Ahmed

Korkmaz-zâde Hacı Hâfız Muhammed

Fenânın koydu fâni lezzetini

Bekânın buldu bâki izzetini 1371/19529

Köy âşıkları etrafça sevilen hatta yarı ermiş ka-

bul edilip, hürmet edilen insanlardır. Çünkü onla-

rın sözleri genellikle hakikati yansıtır, gerçekleri

içerir. Onları “Hakk’ın söylettiğine” inanılır. Ke-

“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram

ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi riya ve gösterişten,

gönlü de Hak’tan başkasına yönelmekten temizlenmiş

olan kişi için caizdir.”

Page 28: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201226

lime hazineleri farklılık arz eder. Genellikle yaşa-

nılan çevre ve hayatın önemli etkenleri tekrar ko-

nusu olabilir.

Bu tip âşıklardan biri ancak gönlü zengin, mü-

tevazı, Hakk vergisi bir şair olan Âşık Mevlüt’le

6 Ağustos 2000 tarihinde tanışmıştık. Daha ön-

ceden ismini duymuştum ama

birkaç kez haber göndermemi-

ze rağmen bir türlü fırsat bulup

gelememişti. Hulûsi Efendi’ye

yazmış olduğu bir şiirini ve bazı

şiirlerini daha önce kendinden

dinleyen Muhterem H. Hami-

dettin Ateş Efendi’den duymuş-

tum. Kendilerinin isteği doğrul-

tusunda bu âşığımızın şiirlerini

derlemek üzere bir araya geldik

uzun röportajlar yaptık. Çeşitli

vesilelerle yayınladık.

Âşık Mevlüt; 9 Eylül 2012

Pazar günü yakalandığı mide

kanseri hastalığı vesilesiyle son

bir kez Somuncu Baba’yı, H.

Hamidettin Ateş Efendi’yi ziya-

ret için Darende’ye gelmişti. Bu

son arzusunu Allah nasip etmiş,

çocukları yerine getirmişti. H.

Hamidettin Ateş Efendi ile gö-

rüştü, çay içti, sohbet etti. Has-

ta olmasına rağmen, şiir oku-

du, hatıralardan bahsetti… Son olarak, “Efendim

Allahu âlem vadem yakın son demimde sizi zi-

yaret etmek, duanızı almak istedim, artık ölsem

de gözlerim açık gitmez, sizi gördüm, sohbetini-

ze katıldım. Allah bilir ama yakında bu dünyadan

göçerim. Cenazemle ilgilenir misiniz?” diyerek

ayrılmıştı. 24 Eylül 2012 tarihinde Âşık Mevlüt

Hakk’ın rahmetine kavuştu, ahirete göçtü. Ve-

fat haberi H. Hamidettin Ateş Efendi’ye ulaşın-

ca müteessir oldu. 15 gün önce âşığın kendisine

arz ettiği şekilde, vefa borcu olarak birkaç arka-

daşımızı görevlendirdi. Bu arkadaşlarımız Âşık

Mevlüt’ün köyüne giderek, cenaze ve defin işlem-

leriyle ilgilendiler. Ailesine ve sevenlerine H. Ha-

midettin Ateş Efendi’nin taziye mesajını ve sela-

mını götürüp, âşığın son isteğini yerine getirmeye

çalıştılar.

Maneviyat Gökyüzünde Kanat Süzenler

Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin keramet-

leri zâhirdir. Bir gün ha-

lifesi Ali Râmîtenî(k.s.)

ihvana zikir yaptırırken

başucundan geçen be-

yaz bir kuşun gagasından

aynen şu lafızlar duyu-

lur: “Ey Ali! Mert ol! Ya-

pıştığın eteği sımsıkı tut!

Mürşidine bağlan! Ahdini

bozma!” Zikir halkasında

bulunan müridleri şaşkı-

na çeviren ve kuşun ağzın-

dan dökülen bu cümlele-

rin ardından Ali Râmîtenî

der ki: “Bu şeyhimiz

Mahmûd Encîrfağnevî’nin

sesidir. Bizi uyarıyor

ve âgâhlığa çağırıyor.”

Encîrfağnevî’nin beyaz bü-

yük bir kuş şeklinde hava-

da uçtuğu ve halifesi Ali

Râmîtenî ile konuştuğu

anlatılmaktadır.

Kuş şekline girme moti-

“Şeyh Dehkan şöyle

dua eder: “Allah’ım,

ölümüm yaklaştı.

Ölümüm sırasında velî

kullarından birini bana

gönder de bana yardım

etsin, işimi kolaylaştırsın.”

Şeyh Dehkan duasını

tamamlar tamamlamaz

Mahmûd Encîrfağnevî

tekrar içeri girer ve

“Ölünceye kadar sana

hizmete geldim.” der ve

vefatına kadar yanından

ayrılmaz.”

Page 29: 145 - Somuncu Baba Dergisi

27

1 Hamid Algar, “Fağnevî”, DİA, İstan-bul 1995, c. XII, s. 73.

2 H. Kamil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam Yay., 1994, s. 93.

3 Harîrî-zâde, Tibyân, c. III, vr. 201a.4 Kadir Özköse-H.İbrahim Şimşek,

Altın Silsileden Altın Halkalar, Na-sihat Yay., Ankara, 2009, s. 187.

5 Yılmaz, Altın Silsile, s. 93.6 Safî Ali b. Hüseyin Vaiz el-Kaşifî,

Reşahâtu ayni’l-hayât, Çev. Meh-

met Rauf Efendi, İstanbul 1291, s. 51-52.

7 Yılmaz, Altın Silsile, s. 94.8 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar

Dosyası, nr. 9/93-5.9 Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı

Hulûsî-i Dârendevî, Nasihat Yay., İstanbul 2006, s. 231.

10 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakş-bend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay., İstanbul 2002, s. 59.

Dipnot

fine Türk velîlerine ait menkıbeler arasında da

sıkça rastlanır.10 Yazımızı aynı gerçekleri hatır-

latan birkaç hatıra ile bağlayalım:

H. Hamidettin Ateş Efendi, vakıfta odasında

bulunduğu bir sırada bir su bülbülü gelir odanın

penceresine vurur. H. Hamidettin Efendi görev-

li arkadaşları çağırarak ‘Bülbülü takip edin’ bu-

yurur. Takip edildiğinde kuşcağızın yuvasının

böcekler tarafından talanmış olduğu görülür, yav-

ruları zor durumdadır, himmetleriyle yuva bö-

ceklerden temizlenir. Su Bülbülü ise bu işlemden

sonra, pencereye gelerek birkaç kez vurur ve dö-

ner. Aslında bu bir teşekkürdür.

Yine H. Hamidettin Ateş Efendi, 2011 yılında-

ki Umre ziyaretinde, Mescid-i Nebevî’nin müezzi-

ni Üsam Buhari’yle sohbeti sırasında, “Göreviniz

esnasında harikulade olaylarla karşılaştınız mı?”

diye sorar. Üsam Buhari şöyle cevap verir: “Bir-

çok olayla karşılaştım ama birini örnek vereyim.

Bir gün sabah ezanını okurken, ezan esnasında,

Babus-selamdan beyaz renkli kanatları açık şim-

diye kadar hiç görmediğim bir büyük kuş içeri

girdi. Peygamberimizin hücre-i saadetini ziyaret

ederek Bâkî kapısından çıkıp gitti. Aslında biz kuş

gibi gördük ama Allahu â’lem bir kâmil insan ruhu

veya kuş suretinde melekti.”

Aynı yıl H. Hamidettin Ateş Efendi ve bazı ar-

kadaşlar otel odasında otururlarken, gökyüzün-

de Kâbe-i Muazzama’nın etrafında tavaf eder gibi

uçan büyük kuşları görürüler. H. Hamidettin Ateş

Efendi yanındakilere “Bunları kuş gibi görmeyin,

insanlara çok şey anlatıyor.” diye buyurur.

Mevlânâ Celaleddin Rumî Hazretleri de kendi

üstadını devlet kuşuna benzetiyor ve şöyle diyor…

“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk

göğünde, yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”

“Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin kerametleri zâhirdir. Bir gün halifesi Ali

Râmîtenî(k.s.) ihvana zikir yaptırırken başucundan geçen beyaz bir kuşun

gagasından aynen şu lafızlar duyulur: “Ey Ali! Mert ol! Yapıştığın eteği sımsıkı tut! Mürşidine bağlan! Ahdini bozma!”

Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri Bekir AYDOĞAN

Page 30: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201228

KAZANDIRDIKLARICÖMERTLİĞİN

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

Günes gibi sefkatli yer gibi tevâzu’lu Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Page 31: 145 - Somuncu Baba Dergisi

29

Cömertlik; sehâvet,

ikram, ihsan ve yar-

dım etme alışkanlı-

ğına verilen bir isimdir. İnsanın,

sahip olduğu imkânlardan Allah

rızası için muhtaçlara ihsan ve

yardımda bulunmasını sağlayan

üstün bir ahlâkî vasıftır.

Cömertlik Allah’ın sıfatla-

rından biridir. Zira cömert-

likte kemâl sahibi olan, an-

cak Allah (c.c.)’tır. Çünkü

Allah, âlemdeki her bir varlığın

neye, ne miktarda ve ne zaman

ihtiyacı olduğunu bilir ve en

uygun şekilde ikram eder. Ay-

rıca O, hiç kimseye muhtaç ol-

madığı ve eksiklikten münezzeh

olduğu için sunduğu lütufların-

dan dolayı bir karşılık beklemez.

O’nun bir ismi de kullarına ke-

rem ve ihsanı bol anlamına ge-

len “el-Kerîm”dir.1 Ayrıca er-

Rahmân, er-Rahîm, el-Vehhâb,

el-Latîf, et-Tevvâb, el-Gaffâr,

el-Afüvv, er-Raûf, el-Hâdî gibi

ilâhî sıfatlar da Allah’ın cömert-

liğini değişik açılardan ifade et-

mektedir.2 Rasûlullah (s.a.v.);

“Allahu Teâlâ Cevâd’dır, yani

cömert ve ihsân sahibidir, bu

sebeple cömertliği sever. Yine

O, güzel ahlâkı sever, kötü ah-

laktan da hoşlanmaz.”,3 “Şüp-

hesiz Allah tayyibdir güzel

ve hoş olanı sever, temizdir

temizliği sever, Kerîm’dir kere-

mi sever, Cevâd’dır cömertliği,

cûd ve sehâyı sever.”4 buyurarak

Cenab-ı Hakk’ı “Cevâd” ism-i

şerîfi ile zikretmiştir.

Cömert olan Allahu Teâlâ,

kullarının da bu isminden nasip

almalarını ve bu ahlakı ile ah-

laklanmalarını emretmektedir.

Şöyle ki:

“Ey iman edenler! İçinde hiç

bir alış veriş, hiç bir dostluk,

(Allah’ın izni olmadıkça) hiç

bir şefaat bulunmayan kıyamet

günü gelip çatmadan önce, rı-

zıklandırdığımız şeylerden Al-

lah yolunda cömertçe sarf edin.

Küfâan-ı nimet içinde olanlar

zâlimlerin ta kendileridir.”5

Bazı âyetlerde de cömertlik,

alışverişe benzetilmiş ve Allahu

Teâlâ’ya verilen güzel bir borç

olarak telakkî edilmiştir:

“Allah’a güzel bir borç ve-

recek olan var mıdır ki Allah

bunu, onun için kat kat artırsın

ve kendisine daha nice kıymetli

mükâfatlar ikrâm etsin!”6

Peygamber Efendimiz ise

gıpta edilecek kişilerden biri-

nin de cömertler olduğunu ifade

ederek şöyle buyurur:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir:

Biri, Allah’ın mal verip Hak yo-

lunda harcamaya muvaffak kıl-

dığı kimsedir. Diğeri de Allah’ın

kendisine ilim verip de onunla

amel eden ve bunları başkasına

öğreten (yani ilmini infâk eden)

kimsedir.”7

Mal ve servet yalnız Allah’a

âittir ve rızkı veren de O’dur.

Allahu Teâlâ’nın kullarına faz-

lından ve kereminden verdi-

ği mallarda muhtaçların hakkı

bulunmaktadır. Bu sebeple bir

Müslüman için en makul hare-

ket, mülkü gerçek Mâlik’in yo-

lunda sarf etmesidir. Cömertlik

duygusu da bu inançtan kaynak-

lanır.8

Nefsin tezkiye ve terbiye-

si neticesinde kişiye îsâr/cö-

mertlik vasfının verileceği-

ni beyan eden Sühreverdî (ö.

632/1234)’ye göre ihtiyaç duy-

duğumuz bir şeyi başkasına ve-

rebilmemiz ancak kişisel ihtiras

ve duyguların egemenliğinden

tam anlamıyla kurtulmamıza

bağlıdır. Sühreverdi bu gerçe-

ği şu şekilde dile getirmektedir:

“Sûfîlerin îsâr ile amel etmeleri,

nefs tezkiyesi ve karakter ter-

biyesinden geçmiş olmaların-

dan başka bir sebeple değildir.

Allah Teâlâ, karakterini düzelt-

meyen sûfîye îsâr sıfatı nasip

etmez. Tabiatında sehâvet sıfatı

bulunanların neredeyse tamamı

sûfîdir. Çünkü sehâvet karak-

tere ait bir sıfattır. Sehâvetin

zıddı ‘şuhh’ yani cimriliktir.

Cimrilik ise nefsânî sıfatlar

cümlesindendir.”9

Page 32: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201230

Cömertlik bir mü’minin en

mühim vasfıdır. Mü’minin cö-

mert olmamasını tasavvur et-

mek mümkün değildir. Zira bir

kalpte imanla cimrilik bir arada

asla bulunamaz.10 Hz. Enes’in

naklettiği şu hâdise bu hakîkati

ifade etmektedir:

“Bir adam ölmüştü. Halk-

tan birisi Rasûlullah (s.a.v.)’in

işiteceği şekilde; ‘Cennet ona

mübârek olsun!’ dedi. Bunun

üzerine Allah Rasûlü; ‘Nereden

biliyorsun? Belki de o mâlâyânî

konuştu veya malından bir şey

eksiltmeyecek kadar çok az bir

kısmını bile infâk etmekte cim-

rilik gösterdi!’ buyurdu.”11

Bir diğer hadisinde Peygam-

ber Efendimiz; “Zulüm yap-

maktan sakının. Çünkü zulüm

kıyâmet gününde zâlime zifirî

karanlık olacaktır. Cimrilikten

de sakının. Zira cimrilik sizden

önce yaşayan insanları, birbi-

rini öldürmeye ve dokunulmaz

haklarını çiğnemeye kadar gö-

türerek perişan etmiştir.”12 bu-

yurarak cimriliğin dünya ve

âhiretteki acı âkıbetini bildir-

miştir. Bu sebeple bir mü’min,

tabiatında bulunan cimriliği

terk edip cömertlik ahlakını elde

etme gayreti içinde olmalıdır.

Zira âhiret hayatı için en faydalı

hasletlerden biri, nefsin sehâvet

üzere olmasıdır. Sehâvet, zekât

ve infâkın ruhudur. Nefsin

terbiyesi de ancak sehâvetle

mümkündür. Bunu elde

edebilmenin yolları ise ihtiyacı

olduğu halde infakta bulunmak,

kendisine zulmeden kimseyi

affetmek, hoşa gitmeyecek

şeylerle karşılaştığında âhirete

olan yakîni sebebiyle sabretmek

gibi davranışlardır.13

Semerkand’dan Buhara’ya

gelip intisap etmek istedi-

ğini söyleyen Şeyh Sekkâ-yı

Semerkandî isminde bir şah-

sa, Bahâeddin Nakşibend

(ö.791/1388); “Bize bir hedi-

ye ver ki seni müritliğe kabul

edelim.” der. Adam hiç para-

sı olmadığını söyleyince Şah-ı

Nakşibend, onun elbisesinin al-

tında dört dinar bulunduğunu,

bu yolda ilk şartın cömertlik ol-

duğunu, ancak kendisinde cim-

rilik huyu olduğu için kendisini

müritliğe kabul edemeyeceğini

söyler. Adam dört dinarı çıkarıp

Şah-ı Nakşibend’e uzatır. Ancak

şeyh, bu paraları almayıp ora-

da oynamakta olan küçük bir

çocuğa vermesini emreder. Ço-

cuk bu paraları yere atınca, ada-

mın utancı ve üzüntüsü bir kat

daha artar. Mecliste bulunan-

ların ricâsıyla Şah-ı Nakşibend,

onu müritliğe kabul eder.14

Cömertliği mârifet kapısı-

nın altıncı makamı olarak ka-

bul eden15 Hacı Bektâş-ı Veli

(ö.669/1271)’ye göre, mal cö-

mertliği, ten cömertliği, ruh

cömertliği ve gönül cömertli-

ği şeklinde dört türlü cömertlik

vardır. Diğer taraftan o, insan-

ların da “kerîmler”, “cömert-

ler”, “cimriler”, “kötüler” ve

“reziller” olmak üzere beş çeşit

olduklarını vurgulamaktadır.

Kerîmler yemeyip yedirenler,

cömertler hem yiyip hem yedi-

renler, cimriler kendileri yiyip

başkalarına vermeyenler, kötü-

ler yemeyen ve yedirmeyenler

ve reziller ise kendisi yemeyip

başkasına vermediği gibi baş-

kasının da iyilik etmesine engel

olanlardır.16

Özetle, cömertliğin hem

dünyada hem de âhirette pek

çok kazandırdıkları bulunmak-

tadır. Öncelikle cömert bir kim-

seyi Allahu Teâlâ sever ve kul-

larına sevdirir. Sonunda cömert

kimse cennete yakın, cehen-

nemden de uzak olur. Peygam-

ber (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Cömert kişi Allah’a yakın,

cennete yakın, insanlara yakın

ve cehennem ateşinden uzak-

tır. Cimri ise Allah’tan uzak,

Cennet’ten uzak, insanlardan

uzak ve cehennem ateşine ya-

kındır. Cömert câhil, ibadet

eden cimriden Allah’a daha se-

vimlidir.”17 Bu sebeple Allahu

Teâlâ’nın cimri, ahmak ve ki-

birli olan kimseleri dost edin-

meyeceği bildirilmiştir.

1 82/İnfitâr, 6.2 Ömer Çelik-Mustafa Öztürk-Murat Kaya, Üsve-i

Hasene (Kullukta-Ahlâkta-Adâbda) En Güzel İnsan –sallallahu aleyhi ve sellem-, Erkam Yayınları, İstan-bul 2003, s. 319.

3 Ebû’l-Fazl Celâleddîn Abdurrahmân bin Ebû Bekir es-Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Mısır 1306, c. I, s. 60.

4 Tirmizî, Edeb, 41.5 2/Bakara, 254.6 57/Hadîd, 11.7 Buhârî, İlim, 15.8 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 319.9 Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasav-

vufun Esasları -Avârifu’l-Maârif Tercemesi-, Haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, s. 315.

10 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.11 Tirmizî, Zühd, 11.12 Müslim, Birr, 56.13 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.14 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı,

Görüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 299.

15 Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât, haz.Esad Coşan, Seha Neşriyat, trs., s. s. 120.

16 Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, En-sar Yayıncılık, Konya 2008, s. 172.

17 Tirmizî, Birr, 40.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 33: 145 - Somuncu Baba Dergisi

ÖMÜR TÖRPÜSÜ

Kendi bedeninde, garip kalınca Anlarsın ki gurbet, başka “şey” imiş Gamzedeler, hissettirmez ahını İnleyen bu nida, saz ve “ney” imiş

Soluk soluk tükeniyor hayatın Nalın eskir, devrilir bir gün atın İster çulda, ister sarayda yatın Ömür sermayesi, ödünç “pay” imiş Temel sağlam ama duvarı çürük Bakışlar tarumar, görüşler kırık Yangına koşuyor, elinde körük Cüssesi yiğitçe, fikri “toy” imiş Mevsimlerin en verimsizi hazan Kalpleri karartır, zan üstüne zan Bedene rol, yakışmaz oyun bozan Mahcubiyet dilde, sonu “vay” imiş Yudum yudum içersin, yine biter Günlerin sayılı, kaç bayram yeter? İnişte gözyaşı, yokuştaysa ter Yolun düzgün ise, sana “ray” imiş

Protonlar, nötron ile anlaştı Tüm vahşiler, birbirine yanaştı İnsanlar kavgalı, yerküre şaştı Safkan zannedilen, melez “toy” imiş Konjonktürde, özne insanlık değil Zalime başkaldır, haklıya eğil Öğüt almaz ise, babadan oğul Hedefsiz atılan, oka “yay” imiş Pirince giderken, olur bulgurdan hasılatı bekler, en yüksek kurdan Şiirler de, vefa bekler okurdan Doğruyu dışlayan, dokuz “köy” imiş Ömür törpüsü bu, dikenli yollar Dert bulaştırmaya, bir fırsat kollar Pusulaya, tersten bakınca kullar Aşk için içilen, sahte “mey” imiş

Ali Rıza MALKOÇ

31

Page 34: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201232

İSLÂM’DA İLK ÖĞRETMEN:

(R.A) MUS’AB B. UMEYR

İlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*

Page 35: 145 - Somuncu Baba Dergisi

33

Nesebi ve Gençlik Yılları

Mus’ab b. Umeyr b. Haşim b.

Abdi Menaf b. Abdiddar b. Ku-

say, b. Kilâb b. Mürre el-Kureşî

el-Abderî. Miladi 585 yılında

Mekke’de dünyaya geldi. Ba-

bası Umeyr, annesi Hünas bin-

ti Malik’tir. Annesi de babası da

maalesef Müslüman olmamış-

lardır. Mus’ab, Mekke’de Ab-

duddaroğulları denilen zengin

bir aileye mensuptur. Cahiliye

döneminde bu ailenin iki göre-

vi vardı:

1. Askerî görevleri ki

Mekke’nin sancaktarlığını yap-

maktı.

2. Dinî görevleri de hica-

be idi. Yani Kâbe’nin bakımı ve

anahtarını koruma ile görevli

idiler.

Mus’ab’ın ailesi, Mekke’nin

en zengin ailelerden biri idi.

Evin üç erkek evladı vardı. On-

ların en küçüğü de Mus’ab’tı.

Annesi bu küçük oğluna diğer-

lerinden daha fazla düşkündü.

Dolayısıyla ona en güzel elbise-

leri giydirir, özel ayakkabı dik-

tirir, en güzel ata bindirirdi.1

Mus’ab için ta Yemen’den özel

koku getirtirdi. Mus’ab’a ait bir

koku vardı ki, sadece o kullanır-

dı. Mekke sokaklarından geçtiği

zaman o kokudan dolayı o ma-

halleden Mus’ab’ın geçtiği bel-

li olurdu. Mus’ab, aynı zaman-

da yakışıklı bir gençti. Mus’ab

günümüzdeki bazı gençlerin de

yaptığı gibi her gün belirli bir za-

manını ayna karşısında geçirir-

di. Saatlerce süslenir, elbisesini

giyer ve kokusunu sürer sokağa

öyle çıkardı. Mus’ab sokağa çık-

tığı zaman mahallenin genç kız-

ları pencereye çıkar onu izler-

lerdi. Mekke’nin en güzel kızları

onunla evleneceğine dair bah-

se girer ve onunla evlenmek için

can atarlardı. Mus’ab, ailesi içe-

risinde en fazla annesi tarafın-

dan sevilmekteydi. Ancak Müs-

lüman olduktan sonra en fazla

annesinin elinden çekmiştir.

Yani Allahu Teâlâ, onu annesiy-

le imtihan etmiştir.

Soylu soplu, zengin ve yakı-

şıklı bir genç olmasına rağmen

Mus’ab, 25 yaşına kadar iffetini

bozacak bir davranışı asla olma-

mıştı. İşte Mus’ab, iffetini mu-

hafaza ettiği için Allah da ona

imanı nasip etmiştir.

Tarihler Miladi 610 yılını

gösterirken Peygamber Efendi-

mize ilk vahiy indiğinde Mus’ab

25 yaşında idi. İslâm daveti ya-

vaş yavaş Mekke’de yayılmaya

başlıyordu. Bu daveti Mus’ab’da

duymuştu.

Mus’ab b. Umeyr’in Müslüman Oluşu

Bir gece vakti Mus’ab arka-

daşlarıyla Hacun Dağı’nda eğ-

lenmekte idi. Arkadaşların-

dan biri ona: “Duydunuz mu

Adulmuttalib’in yetimi Muham-

med, ben Allah’ın peygamberi-

yim. Tapmakta olduğunuz bu

putlar boştur. Hiçbir fayda sağ-

lamaz. Allah ise birdir, her şeyi

gören ve bilendir. Yaratan odur,

ona ibadet ediniz.” diyormuş

diye bazı şeyler anlatır. Bütün

anlatılanlar Mus’ab’ı çok etki-

lemesine rağmen, Mus’ab: “Su-

sun bunları anlatmayın, bunlar

bizim meselemiz değildir. Bü-

yüklerimiz bunları düşünsün ve

kararlarını versinler, biz eğlen-

cemize bakalım.” diyerek arka-

daşını susturdu. Ama aklından

da söylenenler asla çıkmadı. Eve

geldi, sabaha kadar düşünmek-

ten gözlerine uyku girmedi. Sa-

bah olunca at yarışına gitti, her

gün yarışta birinci olmasına

rağmen o gece uykusuz olduğu

“Tarihler Miladi 610 yılını gösterirken Peygamber

Efendimize ilk vahiy indiğinde Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm

daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başlıyordu. Bu

daveti Mus’ab’da duymuştu.”

Page 36: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201234

için yarışı kaybetti. Fakat fazla

üzülmedi. Daha sonra demirci

Habbab b.Eret’in dükkânının

önünden geçmekteydi. Mus’ab,

dükkânın önünden geçerken

Habbab:

- Ah Mus’ab bir elime geç-

se de ona İslâm’ı bir anlatsam,

onu Müslüman olma şerefiy-

le bir şereflendirebilsem, İslâm

ona ne güzel yakışır, diye dü-

şünüyordu. O anda Mus’ab,

Habbab’a uğrar bir bakar ki

kızgın demiri elinde tutmak-

tadır. Onu bu hâlde görünce

Mus’ab, ona şu soruyu sorar:

- Bu sıcak demiri nasıl elin-

de tutuyorsun elin yanmıyor

mu? Habbab:

- Yüreğimde öyle bir yangın

var ki bedenimdeki acıyı his-

setmiyorum, der. Mus’ab, bir-

den bu söz karşısında sarsılır.

- Benim de yüreğim yanıyor

fakat senin kadar cesur deği-

lim, senin gibi bu kızgın demi-

ri elimle tutacak cesaretim yok.

Sen bu cesareti nereden bulu-

yorsun, der. Habbab tam fır-

satı yakalamıştır. Ona İslâm’ı

anlatmaya başlar. Nihayet

Habbab b. Eret, o güne kadar

İslâm’dan öğrendiği hakikat-

leri anlatırda anlatır. Sonunda

Mus’ab:

- Muhammed nerede, beni

oraya götür.

Habbab:

- Seni ona götüreceğim ama

şimdi değil.

Mus’ab:

- O halde ne zaman götüre-

ceksin?

Habbab:

- Mekke, öğle uykusunda

iken sen Safa Tepesi’nde Erkam

b. Erkam’ın evine gel, der. Bu-

nun üzerine

Mus’ab:

- Yoksa Ebu Cehil’in yeğeni

Erkam, Müslüman mı oldu, der.

Habbab: “Evet” der.

Nihayet Mus’ab, öğle vak-

ti Erkam’ın evine gelir. Habbab,

kapıyı açar ve Mus’ab, Allah

Rasûlunü görür görmez şeha-

det getirip Müslüman olur. İşte

Habbab b. Eret, böylece Mus’ab

b. Umeyr’in İslâm’a girmesine

vesile olmuştur.

Mus’ab, Daru’l-Erkam’dan

çıkarken Peygamber Efendi-

miz, ona: “Sakın ha ailene Müs-

lüman olduğunu sezdirme!” der.

Mus’ab da Efendimiz’in dediğini

tutmaya çalışır ama iman bu, bir

kalbe girdi mi insanda mutlaka

bir değişiklik yapar. Dolayısıyla

ev ehli tarafından Mus’ab’daki

değişiklikler kısa bir süre sonra

hemen fark edilir.

Mus’ab’ın annesi Hünas,

Mus’ab’a çeşitli sorular sorması-

na rağmen bir türlü oğlunun ağ-

zından bir şey alamaz. Kardeş-

lerini çağırır onlara sorar, onlar

da bir şey söyleyemezler. So-

nunda annesi, amcaoğlu Osman

b. Talha’yı çağırır ve ona:

- Ben Mus’ab’da birtakım de-

ğişiklikler seziyorum, onu bir ta-

kip et, ondaki bu değişikliklerin

sebebini öğren, der. Osman b.

Talha, Mus’ab’ı izler ve kısa bir

süre sonra haberi getirir.

- Senin oğlun Müslüman ol-

muş, der.

Mus’ab b. Umeyr, eve gelince

annesi onu karşısına alır ve:

- Oğlum! Öğrendiklerim doğ-

ru mu, der. Mus’ab, hiç tereddüt

etmeden:

- Evet, doğru, ben Müslüman

oldum, der.

Annesi bundan hiç memnun

olmaz ve onu ikna etmeye çalı-

şır. Çeşitli sözlerle onu dinin-

den döndürmeye uğraşır ama

nafile. Sonunda onu tehdit et-

meye başlar. Bundan da so-

nuç alamayınca Anne Hünas’ın

sevgili oğluna yapmadığı eziyet

kalmaz. Onu dininden döndür-

mek için evlerindeki bir mah-

zene hapsederek günlerce aç ve

susuz bırakır. Hatta herkesten

çok sevdiği biricik yavrusunu

kölelerine kamçılatarak işken-

ce etmeye başlar. Ama bundan

da bir sonuç alamaz. Sonunda

Mus’ab’ı çağırır ve önüne iki

tercih koyar:

- Ya ananın servetini tercih

edeceksin veya Muhammed’in

Dini’ni, der. Mus’ab elbette

İslâm’ı tercih eder. Ve böyle-

ce evden, ailesinden, dünyalık

servetten ayrılmış, imanı tercih

etmiş ve artık Daru’l-Erkam’da

kalmaya başlamıştır.

Page 37: 145 - Somuncu Baba Dergisi

35

Mus’ab b. Umeyr’in Habeşistan’a Hicreti

Tarihler 615 yılını gösterir-

ken İslâmiyet’i kabul ettikten

sonra Mekke’de sıkıntı ve iş-

kencelere mâruz kalan Mus’ab

b. Umeyr, Rasûlullah’ın izniyle

Habeşistan’a hicret eder.

Nübüvvetin 5. yılında

Habeşistan’a hicret eden 15 kişi-

den, 11’i erkek, 4’ü de kadın idi.

Nihayet Mus’ab,

Habeşistan’a hicret edenler-

le birlikte Mekke’den ayrıldı.

Orada bir müddet kaldıktan

sonra Mekke’nin ileri gelen-

lerinin Müslüman olduğu ha-

berini duyunca 39 muhacirle

birlikte Mekke’ye, o eşsiz sev-

giliye, Allah’ın Rasûlü’ne dön-

dü. Hâlbuki duyulan haber

asılsızdı, Mekke ileri gelenle-

rinin İslâm’a olan düşmanlığı

devam ediyordu.

Hz. Ali (r.a.), onu şöyle

anlatır: “Bir gün Rasûlullah

ile oturuyordum. Bu sırada

Mus’ab b. Umeyr geldi. Üze-

rinde yamalı bir elbise vardı.

Rasûlullah onun bu hâlini gö-

rünce, mübarek gözleri yaşla

doldu. Çünkü o, Müslüman ol-

madan önce servet içinde idi.

Dini uğruna bunların hepsini

terk etmişti.

Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) onun hakkında şöy-

le buyurdu: “Kalbini, Alla-

hu Teâlâ’nın nurlandırdığı şu

kimseye bakın. Anne ve baba-

sının onu en iyi yiyecek ve içe-

ceklerle beslediklerini gördüm.

Allah ve Rasûlü’nün sevgisi,

onu gördüğünüz hâle getir-

di.”2 Nitekim Peygamber Efen-

dimiz, Mus’ab’a; “Mus’abu’l-

Hayr” unvanını vermiştir.

İslâm’da İlk Öğretmen

Birinci Akabe bi’atında

Müslüman olan Medineliler,

Rasûlullah Efendimize:

“Yâ Rasûlullah! İçimizde,

İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya

başladı. Halkı Allah’ın Kitabına

davet edecek, Kur’an-ı Kerim’i

okuyacak, İslâm dinini anlata-

cak, İslâm’ın sünnet ve emir-

lerini aramızda ikâme edecek,

yerleştirecek, namazlarımızda

bize imamlık yapacak bir kim-

se gönder.” diye mektup yazdı-

lar. Bunun üzerine Rasûlullah

Efendimiz Mus’ab b. Umeyr’i,

Medine’ye gönderdi ve ona,

Medinelilere Kur’an-ı Kerim

okumasını, İslâmiyet’in emir ve

yasaklarını öğretmesini, namaz-

larını kıldırmasını emretti.3

Mus’ab b. Umeyr kısa za-

manda Medine’ye vardı. Orada

kendisini büyük sevinçle karşı-

ladılar. Es’ad b. Zürâre’nin evi-

ne yerleşti. Ev sahibi Medineli

ilk Müslümanlardan idi. Ora-

da insanlara dinlerini öğret-

meye başladı.4

Mus’ab b. Umeyr,

Medine’de Es’ad b. Zürâre’nin

evinde Kur’an-ı Kerim ve dinî

bilgileri öğretiyor, güzel ahlakı,

nezaketi ve kibarlığı ile herke-

si İslâm’a bağlıyordu. Onun bu

hizmetiyle Medine’de çok kim-

se Müslüman oldu. Medine’de

bulunan kabile reislerinden

Sa’d b. Muâz, Üseyd b. Hu-

dayr, henüz Müslüman olma-

mışlardı. Bunların durumu

çevreyi etkiliyor, İslâmiyet’in

hızla yayılmasını engelliyordu.

Bir gün Mus’ab bir bahçe-

de, etrafında bulunan Müslü-

manlara dini anlatıyor, sohbet

ediyordu. Bu sırada Evs kabi-

lesinin reislerinden olan Üseyd,

elinde mızrağı ile hiddetli bir

şekilde gelip, şöyle konuşmaya

başladı:

- Siz bize niçin geldiniz, in-

sanları aldatıyorsunuz? Haya-

tınızdan olmak istemiyorsanız

buradan derhâl ayrılın!

“Mus’ab b. Umeyr, Medine’de Es’ad b. Zürâre’nin evinde Kur’an-ı Kerim ve

dinî bilgileri öğretiyor, güzel ahlakı, nezaketi ve kibarlığı ile herkesi İslâm’a bağlıyordu. Onun bu hizmetiyle

Medine’de çok kimse Müslüman oldu.

Medine’de bulunan kabile reislerinden

Sa’d b. Muâz, Üseyd b. Hudayr, henüz Müslüman

olmamışlardı.”

Page 38: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201236

Nice ağır hakarete ve iş-

kenceye Allah ve Rasûlü hatı-

rına katlanmış ve Rasûlullah

(s.a.v.)’ın özel terbiyesinde ye-

tişmiş olan Mus’ab (r.a), onun

bu taşkın hâlini gayet sakin bir

şekilde karşıladı ve şöyle dedi:

- Hele biraz otur! Sözümü-

zü dinle, maksadımızı anla. Be-

ğenirsen kabul edersin. Yok-

sa engel olursun, diyerek gayet

yumuşak ve nazik bir şekilde

karşılık verdi.

Üseyd sakinleşip;

- Doğru söyledin, dedi ve

mızrağını yere saplayarak otur-

du. Mus’ab, ona İslâmiyet’i an-

lattı ve Kur’an-ı Kerim okudu.

Kur’an-ı Kerim’in eşsiz belâgati

ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd

kendini tutamayıp:

- Bu ne kadar güzel, ne kadar

iyi bir sözdür. Bu dine girmek

için ne yapmalı, diye sordu.

Güzel yüzlü, tatlı dilli öğret-

men cevap verdi:

- Lâ ilâhe illallah

Muhammedü’r-Rasûlullah, de-

mek kâfidir.

Mus’ab b. Umeyr’in, bu sözü

üzerine kelime-i şehâdeti söyle-

yip Müslüman olan Üseyd, se-

vincinden yerinde duramadı ve:

- Ben gidip arkadaşları-

ma da anlatayım, diyerek ayrıl-

dı. Üseyd; Evs Kabilesinin rei-

si, Sa’d b. Muâz’ın ve kabilesinin

yanına varınca, Müslüman ol-

duğunu söyledi.5

Bunu gören Sa’d, şaşıra-

rak hiddetlendi ve Mus’ab b.

Umeyr’in yanına koştu. Yanına

varınca sert ve kızgın bir tavırla

konuşmaya başladı.

Mus’ab b. Umeyr, ona da ga-

yet yumuşak konuştu ve oturup

biraz dinlemesini söyledi. Sa’d,

bu nazik konuşma karşısında

yumuşayıp oturdu ve konuşu-

lanları dinlemeye başladı.

Mus’ab b. Umeyr, ona da

İslâmiyet’i anlattı ve Kur’an-ı

Kerim’den bir miktar oku-

du. Kur’an-ı Kerim okunurken

Sa’d’ın yüzü birden bire deği-

şiverdi. O da orada Müslüman

oldu. Kendinde duyduğu üstün

bir hâlin ve rahatlığın şevkiy-

le derhâl kavminin yanına gidip

onlara şöyle dedi:

- Ey kavmim beni nasıl bili-

yorsunuz?

- Sen bizim büyüğümüz ve

üstünümüzsün, dediler. Sa’d:

- Öyle ise Allah’a ve Rasûlüne

iman etmelisiniz. İman etme-

dikçe sizin erkek ve kadınları-

nızla konuşmak bana haram ol-

sun,6 dedi.

Bunun üzerine kavmi hep

birden İslâmiyet’i kabul etti.

O gün kabilesinden iman et-

medik kimse kalmadı. Mus’ab

b. Umeyr’in büyük gayretle-

ri ve hizmetleri neticesinde

İslâmiyet, Medine’de hızla ya-

yıldı.7 Öyle ki, İslâmiyet her eve

girmiş, neredeyse iman etme-

yen kalmamıştı.

Kısa sürede İslâm’ın

Medine’de yayılmasına vesi-

le olan Mus’ab b. Umeyr, Müs-

lüman olan Medineli 75 Müslü-

man ile miladi 622 yılında ikinci

Akabe Biatına katıldı.

İşte İslâm’ın ilk öğretmeni,

hayatını inancı ve dini uğruna

feda edip böylece Uhud’da şehid

düştü…

Allah (c.c.), bizleri şefaatine

nail eylesin...

1 İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut 1978, III, 116; Kandehlevî, M.Yusuf, Hayatü’s-Sahabe, Dı-meşk 1986, I, 301.

2 Kandehlevî, age., II, 291-292.3 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1971, II,

76; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1965, II, 96.

4 Kandehlevî, age., I, 116.5 İbnü’l-Esir, age., II, 97; Kandehlevî, age., I, 188.6 İbnü’l-Esir, age., II, 98; Kandehlevî, age., I, 188-189.7 İbn Hişam, age., II, 77-79; İbnü’l-Esir, age., II, 97-98.

*Prof. Dr.

Dipnot

“Kısa sürede İslâm’ın Medine’de yayılmasına vesile

olan Mus’ab b. Umeyr, Müslüman olan Medineli 75

Müslüman ile miladi 622 yılında ikinci Akabe Biatına

katıldı. İşte İslâm’ın ilk öğretmeni, hayatını inancı ve dini

uğruna feda edip böylece Uhud’da şehid düştü…”

Page 39: 145 - Somuncu Baba Dergisi

ŞUARA Şuh sözün büyüsüyle harf atına binenler,Bir serabın izinden ererler Kaf Dağına.Tırsarak her cenk vakti küheylandan inenler,Soyunur ilmihalden düşer hayal ağına. Söz gümüş iken özün sakıt olduğu demde,Şiirin başkentine Şuarayı asmalı,Hikmeti lügatinden öteleyen âdemde,Sağılmış mısralara ruhumuzdan basmalı. Şair seyri Musa’da hikmeti Hızır’da gör,Hece hece kuşan da yitik kıbleni ara,Ruhunun aynasında yalnız hakikati ör,Yalancının mumuna yatsı olur Şuara.

Mehmet SERTPOLAT

37

Page 40: 145 - Somuncu Baba Dergisi

KUDÜS FATİHİ

SELAHADDİN-İ EYYUBÎ

Kasım 201238

TarihResul KESENCELİ

Page 41: 145 - Somuncu Baba Dergisi

39

Selâhaddin-i Eyyubî, 1167’de am-

cası Şikruh ile beraber Şii Fatımi

hâkimiyetine son vermek amacıy-

la çıkılan Mısır Seferinde, onun yardımcısı sıfa-

tıyla kendini ilk kez tarih sahnesinde göstermiş-

ti. Sefer esnasındaki Bâbeyn Meydan Muharebesi

ve İskenderiye Muhasarasında sergilediği başarı-

larla göz dolduran Selâhaddin-i Eyyubî, ilerisi için

büyük ümitler vadeden bir emir olduğunu herke-

se ispatlamasını bilmişti. 1169’da Mahmut Zen-

gi, büyük bir orduyla Kahire’yi

fethedip, idareyi vezir tayin et-

tiği Şikruh’a bırakacaktı. An-

cak Şikruh çok yaşamayacak;

yerine 26 Mart 1169’da itti-

fakla Selâhaddin Eyyubî gele-

cektir. Aynı zamanda Nured-

din Zengi’nin ordu komutanı

da olacaktır. İşte bu tarihten

sonra Selâhaddin-i Eyyubî,

kendisinden tarihin bekledi-

ği esas rolleri ifa etmeye baş-

layacaktır.

15 Mayıs 1174’te Nu-

reddin Zengi ölünce, dev-

lette saltanat kavgası baş-

ladı; Emirler, Haçlılarla

mücadele edecek yerde bir-

birlerine düştü. Selâhaddin-i

Eyyubî, Şam’dan gelen davet

üzerine Ekim 1174’te Mısır’dan

ayrılıp Şam’a geldi ve Nured-

din Zengi’nin ölümüyle parça-

lanan İslâm birliğini yeniden

tesis etti. Kudüs’ün fethi için

de yavaş yavaş şartlar oluşu-

yordu.

Kutsal Şehir Kudüs

Mekke ve Medine’den sonra İslâm’ca kutsal

sayılan 3. belde Kudüs şehridir. Mescid-i Aksa’yı

içinde barındıran bu şehir; her 3 semavi dince

de kutsal sayılmaktadır. Hz. Ömer devrinden

beri Müslüman bir belde haline getirilen Kudüs

bölgedeki kişisel çatışma ve çıkarlar yüzünden

maalesef 15 Temmuz 1099’da Haçlıların eline

geçmişti. Uzun süre Haçlı hâkimiyetinde kalan

Kudüs; Selâhaddin-i Eyyubî’sini bekliyordu.

Haçlılar, Hz. Ömer’in 638’deki Yermuk Zaferinden

460 yıl sonra, I. Haçlı Seferi sonunda Kudüs’ü ele

geçirip, bir krallık kurmaya muktedir olmuşlardı.

Haçlılar, geçmişte bir benzeri daha görülmemiş

canavarlık numunelerini gösterime sunmaktan

zerrece çekinmemişler, her türlü vahşiliği

yapmışlar on binlerce insanı öldürmüşlerdir.

Yapılan hunharlıklar sırasında, şehrin su

tankları kana bulanacak kadar

sokaklarda 3 gün boyunca oluk

oluk kan akmış, mabetlerde

bile yüz binlerce Müslüman

acımasızca katledilmiş ve pek

çok yerde ölüler dev piramitler

hâlinde yığılıp yakılmıştı.

Selâhaddin-i Eyyubî, ara-

dan 88 yıl geçmesine rağmen,

Kudüs’ün Haçlıların tahakkü-

mü altında olmasını, İslâm’ın

ilk kıblesi ve Kâinatın Efendi-

si Hz. Muhammed’in (s.a.v.)

Miraç’a yükseldiği mukad-

des beldenin, Haçlı sultasın-

da bulunmasını kabullenemi-

yordu. Selâhaddin kendisini

bildiği ilk günden beridir Ku-

düs, Haçlı işgali altında bulu-

nuyordu.

Kadı Şehauddin ibni Şed-

dad, Selâhaddin-i Eyyubî’nin,

yakın adamı ve sırdaşıydı. Onu

şöyle anlatırdı: “Selâhaddin,

Kudüs hakkında öyle gamlıy-

dı ki onun bu gam ve kederi-

ni dağlar kaldıramazdı. O ço-

cuğunu kaybetmiş bir ana gibi

şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koştu-

rup Müslümanları Kudüs’ü kurtarmak için ciha-

da davet ediyordu. İnsan toplulukları arasına da-

lıp “Ey Müslümanlar! İslâm için! İslâm için!” diye

bağırıyordu. Gözlerinden daima hüzünlü yaş-

lar dökülüyor ve kuruduğu görülmüyordu. Hele

“Çeşitli çarpışmalar ve şiddetli kuşatmalardan

sonra nihayet doksan sene evvel Kudüs’e ve Beytü’l-

Makdis’e giren haçlılar, 27 Receb Cuma günü hem de Allah’ın bir hikmetiyle Miraç Gecesinde şehri teslim etmek zorunda kaldılar. Selâhaddin-i

Eyyubî fetih yoluyla tekrar şehri ele geçirdi.”

Page 42: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201240

Akka’ya baktığı zaman kendine bir türlü hâkim

olamıyor ve halkına yapılan işkence ve zulümle-

ri hatırlamak istemiyordu. Bir türlü boğazına ye-

mek girmiyordu. Durmadan ilaç içip durduğu hal-

de yemek yemiyordu. Hatta doktorlarından biri ta

Cuma gününden Pazar gününe kadar sadece bir

günde bir ki lokmalık bir şeyler yediğini söylemiş-

ti. Onun bu hali Kudüs’ün işgal altında olmasına

üzüldüğü içindi.”

Selâhaddin-i Eyyubî, Hıttin’de Haçlılarla kar-

şı karşıya gelerek büyük çarpışmaya girmişti. İki

ordu arasında şiddetli bir savaş meydana geldi.

Selâhaddin-i Eyyubî’nin ustaca manevralarıyla

ve süvarilerini iyi kullanmasıyla Haçlı ordusunu

Hıttin’de darmadağın etti. Askerlerin çoğu tama-

men yok edildi. Yıllardır Kudüs’te Müslüman kanı

emen Haçlılar artık ele düşmüşlerdi. Kudüs Kra-

lının çadırı önünde bulunan “Kutsal Haç” Müslü-

manların eline geçmişti. Müslüman askerler kah-

raman hamlelerle Hıttin Tepesini ele geçirerek

Kudüs Kralını esir alınmışlardı.

Kudüs’ün Fethi (27 Receb 583 / 2 Ekim 1187)

Selâhaddin 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşatır.

O, şehre karşı son derece merhamet duygusuyla

dolup taştığı için, Mescidi-i Aksa’nın hatırı için bu-

rayı yağmalamak istemiyordu. Sulhla ve tatlılık-

la alma niyetindeydi. Ancak Haçlılar şehri 60 bin

kişilik bir kuvvetle müdafaa ettiklerinden dolayı

cesaretlenip teslime yanaşmadılar. Selâhaddin-i

Eyyubî’nin Kudüs kuşatması boğma stratejisi ile

meşhurdur. Şehrin suyunu ve yiyeceğini kesti, aç-

lık başladı. Yetmedi, etrafta büyük ateşler yaktı-

rarak kuşatılanları dumana boğdu. Yaz sıcağı ve

duman, adeta şehrin güney yakasındaki Gehonim

(İbranice Cehenneme kaynak olan isim) denen

derin çukurun ismine kaynaklık yaptı. Kral Guy

of Lusignan yarma harekâtına girişmek için dışa-

rı çıktığında kuşatmacılar bu bölgeye ve Selçuk-

lulara has çember stratejisini uyguladı. Önce saf-

lar şövalyelerin karşısında zayıfça savaşarak ikiye

ayrıldı, sonra düşmanı kuşatıp çembere aldılar ve

imha ettiler.

Selâhaddin-i Eyyubî’nin sezgisi kuvvetli bir ko-

mutandı. Mukaddes topraklarda kurulan, imanlı,

inatçı ve gaddar şövalyeleri yani St. Jean Şövalye-

lerini imha etti. Şövalye ve asillerin fidyesini ka-

bul etti. Hatta bazılarını “Fidyenizi alıp gelin” diye

memleketlerine yolladı. Bunlar kurtuluş fidyeleri-

ni yanlarına koyup geri geldiler. Çeşitli çarpışma-

lar ve şiddetli kuşatmalardan sonra nihayet dok-

san sene evvel Kudüs’e ve Beytü’l-Makdis’e giren

Haçlılar, 27 Receb Cuma günü hem de Allah’ın

bir hikmetiyle Miraç Gecesinde şehri teslim et-

mek zorunda kaldılar. Selâhaddin-i Eyyubî fetih

yoluyla tekrar şehri ele geçirdi. Ancak, bir Müslü-

man devlet adamına yakışır bir tarzda asla mer-

hameti ve adaleti elden bırakmadı. Haçlıların

Kudüs’e girişlerinde yaptıkları katliamları O, asla

tekrarlamak istemeyip bir intikam peşinde olma-

dı. Artık Selâhaddin Kudüs’e bir fatih olarak gir-

miş ve bu kutsal şehrin hürriyete kavuşmasını

sağlamıştı. Cuma namazını büyük bir heyecanla

Kudüs’te kılan Selâhaddin, Haçlıların elinde ka-

lan diğer şehirleri de kurtarmak için cihada de-

vam etti.

III. Haçlı Seferi ve Haçlıların Filistin’den Çıkartılması

Filistin’in yavaş yavaş Müslümanlar tarafın-

dan fethedildiğini gören Avrupalılar tam bir Haç-

lı zihniyetiyle Cenova, Venedik, Alman, Fransız ve

İngilizlerin katıldığı birleşik bir orduyla Sur şeh-

rinin müdafaasına katılmak üzere yola koyuldu-

lar. Selâhaddin, durmak ve dinlenmek nedir bil-

meden Sur’un çevresindeki irili ufaklı şehirleri ele

geçirdikten sonra, Antakya üzerine bir sefer dü-

Page 43: 145 - Somuncu Baba Dergisi

41

zenledi. Antakya’da o sıralarda Haçlıların elinde

bulunuyordu. Şehri muhasara edip etrafında bu-

lunan birçok kaleyi tekrar İslâm diyarına kattı.

İngiliz kralı Arslan Yürekli Rişar, Fransız kra-

lı Philippe Auguste ve Alman kralı Frederich Bar-

barossa, ordularının başına geçip Kudüs üzerine

sefere çıktılar. Birleşik Haçlı orduları yavaş ya-

vaş Filistin’e varınca, Akka Kalesini kuşattılar.

Selâhaddin-i Eyyubî, çok zor günler yaşamaya baş-

ladı. Ancak büyük bir azimle düşman ordularına

karşı koymaya devam etti. Haçlı ordularının de-

vamlı takviye alması Selâhaddin’i endişelendiri-

yordu. Ancak tek bir an bile ara vermeden dinlen-

meden savaşıp durdu.

Şiddetli muharebeler oldu. Haçlılar tüm güç-

leriyle genel bir saldırıya geçmeye hazırlandılar.

Selâhaddin-i Eyyubîde askerlerini bir hilal şekli-

ne sokarak düşmana karşı dikildi. Dehşet verici

sahneler yaşandı. Kan gövdeyi götürüyordu. Müs-

lümanların yeniden ele geçirdikleri Kudüs’ü asla

geri vermeye niyetleri yoktu. Başta Selâhaddin-i

Eyyubî, olmak üzere bütün İslâm ordusu İslâmî

bir cihad aşkıyla bölgeyi Haçlılardan temizleme-

ye çalışıyorlardı. Haçlıların büyük, son derece ka-

labalık ve saldırgan ordularına karşı bir hayli güç

durumda kalan Selâhaddin-i Eyyubî, asla anlaş-

maya yanaşmak istemiyordu. Ancak kumandanla-

rın ve askerlerin şiddetli istekleri karşısında sulha

razı olup Haçlılarla Remle Anlaşmasını imzaladı.

Arkasından Kudüs’e çekilerek orada bazı kültürel

faaliyetlere geçti. Kudüs’ün sosyal ve kültürel yapı-

sını düzenledi, Kudüs tekrar İslâm şehri haline gel-

di. Artık Hz. Ömer dönemini andırıyordu.

Millîve Manevî Değerlerin Muhafazası

Arada bir de çocuk Haçlı seferi tertiplendi. Mis-

tisizme erken kapılan veya yaşama hakkı pek ol-

mayan fakir çocuklar ordusu mukaddes ülkeye yö-

neltildi. Yollarda perişan oldular, “Sizi mukaddes

ülkeye ulaştıracağız.” diye çocukları Marsilya’da

gemilere yükleyen adamlar sadece karşı kıyıya, Ce-

zayir ve Fas’a yelken açıp gençleri esir pazarların-

da sattılar.

Fransa kralı St. Louis 1250’de mukaddes ül-

keye yöneldi, Kudüs’ü aldı ve azizlik şöhreti-

ni pekiştirdi. Kutsal topraklar ikinci kez kaybe-

dildi. Ama ne mukaddes toprakları elde tutacak

güç bu Frenklerin elinde kalmıştı ne de mukad-

des topraklardaki her dinden yerlilerin ikinci

defa gelen bu istilaya tahammülü vardı. Üstelik

Mısır’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı: Memluk-

ler. Türk ve Çerkez asıllı Memlukler Ortadoğu’ya

yeniden çekidüzen verdiler. Ardından Haçlıla-

rın üstüne yöneldiler. Başarılı oldular. Kutsal

topraklarda İslam hâkimiyeti sağlandı.

1291 ve müteakip yıllarda Filistin Haçlılardan

ayıklanmıştı. Lusignan hanedanı Kıbrıs’a çekil-

di, Osmanlı fethine kadar orada kaldı. Rodos’ta

St. Jean şövalyeleri mekân tuttu. Haçlılar İslâm

dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.

Doğu’nun aydınları Batı’nın her hareketinde

haklı olarak Haçlı zihniyeti aradılar. Haçlı sefer-

leri bir tarihî muamma, bir kan gölü, bir üzün-

tü ve keder bırakmıştır. Asırlarca bu olumsuz iz-

lere yenileri ilave olarak devam etti. Haçlı ruhu,

etkisi ve izlerinin silinmesi için ise tarih derin-

liklerinden günümüze kadar mücadeleler de-

vam etmiştir. Bu doğrultuda yapılabilecek en

önemli çalışma ise millî, kültürel ve manevî de-

ğerlerin muhafazası ile bu doğrultuda yapılacak

uzun vadeli çalışmaların desteklenmesidir. Fik-

ri hayatta yeni Selâhaddin-i Eyyubîlerin yetişti-

rilmelerini sağlayabilmektir.

Page 44: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201242

ÖNCEKİLERİN GÜZELLİĞİ SONRAKİLERİN

ATEŞLEYİCİSİ

KültürEnbiya YILDIRIM*

Page 45: 145 - Somuncu Baba Dergisi

43

Allah Rasûlü’nün etra-

fında halka olmuş olan

ashâb, bizim takdîr et-

mekte yetersiz kaldığımız bir şekilde kut-

lu elçiye bağlıydı. Onlar Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi hayatlarında ay-

nıyla tatbîk edelerken bunun farz veya baş-

ka bir şey olmasına bakmazlardı. Allah

Rasûlü’nün bir şeyi emretmesi veya yapı-

yor olması onlar için yeterliydi. Çünkü Hz.

Peygamber (s.a.v.)’i kendileri için mutlak

örnek almışlardı. Onun yaptığı her zaman

iyi ve güzele götüren bir şey olduğundan,

tereddütsüz bir şekilde ardından gidiyor-

lardı. Yasaklarda da durum farklı değildi.

Gerek Allah’ın kitabının ve gerekse Allah

Rasûlü’nün kendi beyânlarıyla bir şeyin ar-

tık yasak olduğunu söylemesi, ona hemen

uymak için yeterliydi. Bunun ardı araştı-

rılmazdı ve karşı gelinmezdi. Emredilmiş-

tir veya yasaklanmıştır, geriye sadece itâat

kalmıştır.

Bu yüzden ashâbın hayatında namazla-

rı kazaya bırakmak diye bir şey yoktu. Belki

uyuma ve çok az da olsa unutma nedeniyle

namazları kaçırdıkları olabiliyordu ama en

kısa sürede onu edâ ediyorlardı. Çünkü Hz.

Peygamber (s.a.v.)’den namazı bırakma

diye bir şey görmemişlerdi. Onlar için “na-

maz sadece kılınırdı”. Kazaymış veya baş-

ka bir şeymiş bunu bilmezlerdi. Orucu bile

bile tutmamak veya bilerek, bir mâzeret ol-

maksızın bozmak gibi şeyler onlara çok ya-

bancıydı. Bilmezlerdi böyle bir şey.

Onların hayata bakışlarında ve dinî ya-

şamalarında zinâ etmek ve hırsızlık yap-

mak gibi kavramlar da yer almıyordu. Bil-

dikleri tek şey vardı: O da Allah Rasûlü’nün

öğrettiği şekilde dini yaşamak. Hırsızlık,

zinâ ve benzeri günahlar onlara çok uzak

şeylerdi. Bu yüzden de bir insan Müslü-

man olup da bu tip yanlışları nasıl yapabi-

lir diye hayrete düşüyorlardı. Onların ima-

nı ve Rasûle tabi olma anlayışı böyleydi.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Akabe

bey’atlarına katılan liderlerden söz alırken,

zinâ yapmayacakları ve eşlerine iyi davra-

nacakları gibi bazı şartlar koşuyordu. O dö-

nem şartları içerisinde erkeğin her şey de-

mek olduğu bir zaman diliminde, toplum

önderlerinin elde ettikleri dünyevî nimet-

lerden ve iştihalardan feragat ederek Allah

Rasûlüne boyun eğmeleri çok büyük bir

olaydı. Gerçekten de büyük bir özveriydi.

Bir sahâbînin, “Anam babam sana feda

olsun ey Allah Rasûlü!” demesi de çok bü-

yük bir sözdür. Bu kelamın ardından Allah

Rasûlü ona bir şey dediğinde, tereddütsüz

bir kararlılıkla onu yerine getirebilecek az-

min ifadesidir bu söz. Nitekim yeri geldi-

ğinde bu söz neyi icap ettiriyorsa onu çe-

kinmeden ve yüksünmeden yapmışlardır.

Mal vermek gerekiyorsa mal vermişler, uy-

kusuz ve aç kalmak gerekiyorsa bunu yap-

mışlar, canlarını vermek icap ettiğinde de

cenge koşmuşlardır.

Onların bütün bu fedakârlıklarının de-

rinliğini anlamak için onların zamanı-

na gitmemiz gerekir. Sıcak odalarımız-

da ayaklarımızı uzatarak, bir taraftan da

bir şeyler atıştırarak, onların gösterdikleri

fedakârlıkları okumak kolay bir iştir. Ama

yeri geldiğinde yeri yurdu terk edip gitmek,

yabancı ellerde yaşamak durumunda kal-

mak, geri canlı dönme ihtimalinin çok az

Page 46: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201244

olduğunu bilmeye rağmen cihada koşmak

çok farklı bir şeydir.

Burada fedakârlık üzerine kurulu ve can

da dâhil olmak üzere sahip olunan her şeyi

Allah ve Rasûlü yolunda harcama üzerine

kurulu büyük bir imandan bahsediyoruz.

Bize düşen elbette tarihi sürekli anarak

kendimizi geçmişle avutmak değildir. Bir

nevi arkeoloji yaparak devamlı olarak geç-

mişi yüceltmek ve bununla avunmakl ye-

tinmek değildir. Ancak unutulmamalıdır

ki, binanın temeli ne kadar sağlam olursa

üzerine inşa edilen yapı da o kadar oturu-

labilir olur. Bu nedenle günümüz insanla-

rının örnekliğine en çok ihtiyaç duydukla-

rı insanlar, hayatlarını fedakârlık üzerine

sürmüş olan sahâbîlerdir. Onların Rasûlle

olan yaşantılarını ve İslâm için sergile-

dikleri özveriyi zamanımız gençliğine

ne kadar güzel bir şekilde sunabilirsek

kalplerinin güzelleşmesine o kadar faz-

la katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü geç-

mişle irtibatı kurmadan geleceği inşa et-

mek imkânsızdır. İnsanlığa bu dinin iyi

yaşandığı takdirde dünyaya nasıl bir me-

deniyet sunacağının örneklerini sunaca-

ğız ki İslâm’ın yaşanabilir ve yaşatılabilir

bir din olduğu anlaşılsın. Bu yüzden sade-

ce sahâbîler değil dünyaya güzellikler sun-

duğumuz sonraki dönemler de anlatılma-

yı hak edecek değerlerimizdir.

Hiç şüphe yok ki, insana değer verdi-

ren, geriye anılacak güzellikler bıraka-

bilmesidir. İşte biz ashâbı bu yüzden çok

fazla severiz. Onlara olan sevgimiz kuru

kuruya, sadece geçmişi anmaya yöne-

lik bir muhabbet değildir. Onların yaşam-

larını dillendirerek Allah Rasûlüne olan

sevgimizi pekiştirir, onlar gibi çabalamak

amacıyla akülerimizi şarj ederiz. Onlar-

da gördüğümüz güzel örneklikleri kendi

hayatımızda gerçekleştirebilmek için bi-

leniriz, azmimiz artar. Ayrıca bir insanı

ahlâken güzelleştirebilmek için ona baş-

kalarının güzelliklerinden bahsetmekten

daha güzel ne olabilir ki? Zaten Rabbimizin

yüce kitabında pek çok kıssayı ve geçmiş

peygamberlerin hallerini anlatmasının

bir amacı da bu değil midir? Bizlere bazı

şeylerin nasıl başarılabileceğini ve dini

yaşama ve yaşatmada ne tür zorluklarla

karşılaşabileceğimizi örneklerle sunması,

pek çok hikmet yanında bu amacı da içinde

barındırmaktadır.

Meclislerimizi onların yaşantılarıyla

süslemek ne kadar güzel olur. Değil mi ki

Rabbimiz onları övmüştür, değil midir ki

sevgili elçimiz onları yüceltmiştir. Bu du-

rumda onlardan bahsetmek ve onları ken-

dimize örnek ve ideal kişi olarak almamız-

dan daha tabii ne olabilir ki?

Mekkeli müşriklerin işbirlikçileri Hu-

beyb bin Adiy’i esir edip Mekkelilere tes-

lim ederler. Hubeyb onlardan son bir istek-

te bulunur ve iki rekât namaz kılar. Korktu

da namazı uzattı demesinler diye de biraz

hızlıca kılar. Namazdan sonra Mekkeliler

onunla alay etmeye başlarlar. Yaşadığı ha-

yatın buna değip değmediğini sorarlar. Ha-

yatının boş yere sonlanacağını söylerler ve

senin yerine Muhammed’in olmasını ister

miydin diye de tahrik ederler. Onlara şu

cevabı verir: “Allah Rasûlü’nün ayağına di-

ken batmasındansa canımı bu din uğruna

feda etmeyi tercih ederim.” Ve titremeden

ölüme yürür. Şimdi bu hayat bahsedilme-

yi hak etmiyor mu? Saygıyla anılmayı el-

bette hak etmektedir. Çünkü o ve diğerle-

ri Allah Rasûlü’nün arkadaşlarıydılar, yani

sahâbîydiler.

Unutmamak gerekir ki, son elçinin ne

kadar büyük bir insan olduğunu anlayabil-

mek için ashâbtan bahsetmek zorundayız.

Çünkü kutlu Rasûlün Arap coğrafyasın-

da yaşayan halkı ahlâken nasıl bir konuma

çıkardığını anlayabilirsek, onun büyüklü-

ğünü daha iyi idrak edebiliriz ve buradan

kendimize ibretler çıkarabiliriz.

Page 47: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Berâ b. Mâlik

Künyesi : Tespit edilemedi

Doğum yılı : Tahminen bi’set yıllarında

Doğum yeri : Medine

Baba adı : Mâlik b. Nadr el-Hazrecî

Anne adı : Sehmâ. Bazıları Ümmü Süleym

bint Milhân’dır der.

Eş(ler)i : Tespit edilemedi

Akrabaları : Enes b. Mâlik’in baba bir kardeşidir.

Oğulları : Tespit edilemedi

Kızları : İsmi belirtilmeyen bir kızından

söz edilmektedir.

Kabilesi : Hazrec’in Neccâr Oğulları’ndan.

İslâm’a girişi : Medine’nin ilk yıllarında

Sohbet süresi: Yaklaşık 8 yıl

Rivayeti : 1

Yaşadığı yer : Medine

Mesleği : Askerlik, kervanlarda deve sürü-

cülüğü

Hicreti : Yok

Savaşları : Bedir dışında diğer savaşların tü-

müne katıldı.

Görevleri : Sesi güzeldi ve ezgi, şarkı vb. söy-

lemeyi severdi. Bazı yolculuklarda Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’e ezgiler söyler, kervandaki develeri de

söylediği ezgilerle sevk ve idare ederdi.

Fizikî yapı : Güçlü kuvvetli, cesaretliydi. Tek

başına savaşlardaki mübarezelerde yüzden fazla

müşrik öldürmüştü.

Mizacı : Kahramandı. Hz. Ebû Bekir’in

Müseylime üzerine gönderdiği orduya katıldı.

Müseylime ve askerlerinin sığındıkları kaleye mız-

raklar ucunda havaya kaldırılan bir kalkan için-

de fırlatılarak girdi. Oradaki düşman askerleriy-le çarpışarak Müslümanları içeriye sokmayı başardı

ama bu esnada seksenden fazla yara aldı. Hâlid b.

Velîd’in tedavisiyle bir ay sonra iyileşebildi.

Ayrıcalığı : İran ulularından Merzubân’ı öl-

dürmüş ve üzerinden çıkan çok kıymetli malın

(selb) beşte biri onun olmuştu.

Ömrü : Tahminen 40-50 yaşlarında

Ölüm yılı : H. 20

Ölüm yeri : Tüster

Ölüm sebebi : Şehit

Hakkında : “Saçı başı dağınık, eski elbiseler

giydiği için önemsenmeyen öyle kimseler vardır

ki Allah adına yemin ederek bir şey deseler Allah

isteklerini geri çevirmez. Berâ b. Mâlik de bun-

lardandır.” Çok fazla cesur olduğu için Hz. Ömer

onu savaşlarda komutan yapmadığı gibi, komu-

tanlarına da orduyu tehlikeye atar endişesiyle ona

komutanlık verilmemesi talimatını göndermişti.

Kaynaklar: İstîâb, I. 47-48; İsâbe, I. 280-281;

Üsd, I. 108; DİA, V. 469. Müsned, III, 254; İbn Sa’d,

Tabakât, VII. 16-17; Tirmizî, Menâkıb 55, no: 3854;

Müstedrek, III. 330-331; Nübelâ, I. 195-198.

*Prof. Dr.

Berâ b. Mâlİk (r.a)

45

Page 48: 145 - Somuncu Baba Dergisi

ALLAH DOSTLARI

Kasım 201246

KültürFatih ÇINAR

Page 49: 145 - Somuncu Baba Dergisi

47

İnsanoğlu haya-

tı anlamlı kılabil-

me gayreti ile dur

durak bilmeksizin devam eden

bir arayış içerisindedir. Tarih

boyunca, insanoğlunun bu ça-

bası hayatın çeşitli alanlarında

başkalarını örnek alma veya en

azından çevresinden etkilenme

gibi bir zorunluluk ile onu yüz

yüze getirmiştir.1 Genelde in-

sanlığın ortak portresi olan bu

durum özelde Müslümanların

da kendisinden uzak durmaları

mümkün olmayan bir hal olarak

karşımıza çıkmaktadır.2 İslâm

ile müşerref oldukları andan iti-

baren Müslümanlar, Kur’ân-ı

Kerim’in kendilerine ‘en güzel

örnek’3 olarak takdim ettiği Hz.

Muhammed (s.a.v.) ve O’nun

etrafında bir kandil gibi bütün

dünyayı aydınlatan Sahabe-i

Kiram’ın hayatlarını örnek ala-

rak yaşamlarına anlam katma

gayretinde olmuşlardır. Bu an-

lamda İslâm dünyası, Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’i ve O’nun kut-

lu yoldaşlarını tanıma, anlama

ve onlar gibi bir hayat yaşayabil-

me adına büyük gayretler gös-

termiştir.4

Hz. Peygamber’in Yol Arkadaşlarına

Benzeyenler

Bu gayretlerinin bir tezahü-

rü olarak Müslümanlar, hal, ha-

reket, söz ve ahlâkî yapıları iti-

bariyle Hz. Peygamber (s.a.v.)

ve yol arkadaşlarına benzeyen

‘Allah Dostları’na ayrı bir önem

vermişlerdir.5 İslâm’ın doğru

anlaşılması ve gerektiği şekil-

de yaşanabilmesi için elle tutu-

lur gözle görülür örnekler olarak

‘Allah Dostları’ yaklaşık bin beş

yüz yıldır önemli bir görev ifa

etmişlerdir. Onlar, özellikle has-

sas dönemlerde hayat serüve-

nine müdahaleleri ile madde ve

mana arasında kurulması gere-

ken hassas dengenin müşahhas

bir hale gelmesine vesile olmuş-

lardır. İbadet, ilim, güzel ahlâk

ve insanlığa hizmet anlayışları

ile her dönemde dikkat çeken,

yaratılanı yaratandan ötürü sev-

meyi kendilerine ilke edinen bu

şefkat abidelerinin hayat öykü-

leri ve yaşantı tarzlarına vâkıf

olmanın kişiye kazandıraca-

ğı birçok faydadan söz etmek

mümkündür. Biz bu çalışma-

mızda onlar ile hemhâl olmanın

kişiye kazandıracağı bazı güzel-

liklerden bahsetmek istiyoruz.

Bununla amacımız onların ha-

yat öykülerini okurken tarihî bir

olayı ve kahramanlarını okuyor

gibi onları değerlendirmenin

yanlışlığına değinmek ve onlar-

la hem hal olmadaki esas amaç

olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’i an-

lama ve onun gibi yaşama hede-

finin göz ardı edilmesindeki teh-

likeye dikkat çekmektir.

Allah Dostlarını Sevmenin Hedef ve

Kazanımları

Allah dostlarının tanımaya

ve onları anlamaya çalışmanın

kişiye kazandıracağı güzellikler-

den bazılarını şu şekilde sırala-

yabiliriz:

Her şeyden önce onlar tarihî

kişilik ve kimlikleri ile dönemle-

“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan

sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde

bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile

hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve

diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine

zemin hazırlayacaktır.”

Page 50: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201248

rine yön veren insanlardır. Do-

layısıyla onları okumanın ve

anlamaya çalışmanın tarihi iyi

okuma ve olayları objektif de-

ğerlendirme melekemize olum-

lu katkısı olacaktır.

Onların yaşadıkları dönem-

de dini nasıl anladıkları ve ha-

yatlarını anlamlı kılmak için

gösterdikleri çaba, dini doğru

anlayıp olması gerektiği şekilde

yaşamamız noktasında bize des-

tek olacaktır.

Onların dünyasına gir-

mek suretiyle Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in ahlâkının hayata na-

sıl yansıtıldığını ete kemiğe

bürünmüş örneklerle görmüş

oluruz. Özellikle zamanımıza

yakın olan isimler bu anlamda

çok daha önemlidir. Çünkü on-

lar kişide ‘Bu insan da benim

geçtiğim yollardan/caddeler-

den geçerek, havasını teneffüs

ettiğim bu şehrin/ilçenin/kasa-

banın/köyün havasını teneffüs

ederek, İslâmî hassasiyetleri

göz önünde tutarak yaşadı. Ben

de onun gibi Kur’ân ve sünne-

tin koyduğu ölçülerle hayatımı

anlamlı kılabilirim’ fikrini zih-

ninde sürekli canlı tutacak ve

kişinin dengeli bir hayat yaşa-

masında ona destek olacaktır.6

Allah dostlarının kullandık-

ları yöntemler farklı da olsa

ibadet ve ahlâk noktasında-

ki birlikleri açık bir şekilde gö-

rülmüş olacaktır. Bu da onla-

rın İslâm’ın evrensel ilkelerine

ulaştıkları gerçeğini bizlere bir

kere daha hatırlatacak ve onla-

rın arkasına sığınarak Müslü-

manlar arasında tefrikaya se-

bep olmanın ne denli yanlış bir

anlayış olduğunu bizlere açıkça

gösterecektir.7

Onlardan bahsetmek gerek-

siz/günah iş ve sözlerden ki-

şinin mümkün olduğu kadar

uzak kalmasına sebep olacak-

tır. Denilebilir ki Allah dostları-

nı, Allah’a (c.c.) yaklaşma, Hz.

Peygamber (s.a.v.)’i ve İslâm’ı

doğru anlama düşüncesi ile ko-

nuşmak zamanımızın anlamlı

ve bereketli bir hale gelmesine

vesile olacaktır.8

Onların özellikle tarihin kri-

tik zamanlarında topluma nasıl

yön verdikleri ve hangi yöntem-

lerle hizmet ettikleri anlaşılırsa

bugün de o yöntemler güncelle-

nerek insanlara hizmet için kul-

lanılabilir.

Onların hayatlarındaki

‘zühd’ ve ‘dünyaya olan bakış-

ları’ günümüz insanının yaşam

standartlarını sorgulamasına ve

gerçek hedefin ‘Dünyayı tezyin

etmek değil dünyayı ahireti ka-

zanmak için kullanmak’ olduğu

gerçeğine bireylerin yönelmesi-

ne sebep olacaktır.9

Onların hayatlarında madde

ve mana arasında kurulan has-

sas denge açıkça görülecek ve bu

hakikat günümüz insanına çok

değerli bir bakış açısı kazandı-

racaktır. Böylece Müslümanlar

maddeleşme hastalığından ola-

bildiğince uzak durmanın öne-

mine vâkıf oldukları gibi ahire-

ti kazanma kaygısıyla dünyayı

tamamen terk etme yanlışlığın-

dan da uzak duracaklardır.10

Page 51: 145 - Somuncu Baba Dergisi

49

Evliyaullahın ibadet hayat-

larının zenginlikleri, ibadetle

ruhu yüceltme yolunu takip et-

meleri de günümüz insanının

hayatın koşuşturmacası içeri-

sinde büyük ölçüde ihmal ettiği

ibadet hayatına tekrar dönme-

sine, böylece ruhî ve ahlâkî an-

lamda daha da olgunlaşmasına

destek olacaktır.11

Allah dostlarının hayatlarına

vâkıf olmak onların ‘ibnü’l-vakt’

veya ‘ebu’l-vakt’ anlayışları-

nın açık bir şekilde görülmesi-

ni sağlayacaktır. Onlar ile hem

hal olunduğu zaman dönemleri-

nin bütün unsurlarını gözeterek

ve bütün araçlarını hak yolda

kullanarak nasıl hizmet ettikle-

ri açıkça görülecektir. Bu durum

günümüzdeki Müslümanların

kendilerini sorgulamalarına ve

onları dönemlerinin ihtiyaçla-

rını göz önünde bulundurarak

hizmet etme güzelliğine kavuş-

turacaktır.12

Onlardan bahsetmek ve on-

larla meşgul olmak onlara olan

sevgiyi artıracak ve onların ya-

şadığı gibi istikamet çizgisinde

bir hayatın yaşanmasına sebep

olacaktır. Bu sevginin aile ha-

yatında canlı tutulması, eş, an-

ne-baba, çocuk, akraba ve diğer

insanlar arasında dengeli bir ha-

yatın sürdürülmesine zemin ha-

zırlayacaktır.13

Onların hayatları ile meş-

gul olmak siyasi, ekonomik ve

ahlâkî alanlara dair görüş ve dü-

şüncelerini öğrenmemizi sağla-

yacaktır. Bu da insana her za-

man ve zeminde lazım olan

siyasi, ekonomik ve ahlâkî ko-

nulara dair fikir sahibi olma ve

bu düşünceleri hayata yansıtma

gayreti gibi güzellikler kazandı-

racaktır.14

Sonuç

Allah dostları iman, amel ve

ihlâs anlayışları ile her dönem-

de dikkat çeken ve hedefleri son-

suz güç sahibi yüce yaratıcının

dostluğunu elde etmek olan seç-

kin kullardır. Onlar hakkında Al-

lahu Teâlâ, “Haberiniz olsun ki,

Allahu Teâlâ’nın velileri için ke-

sinlikle bir korku yoktur ve on-

lar mahzun da olmayacaklar-

dır”15 müjdesi ile rızasına uygun

bir hayat yaşayabilmenin endi-

şesini duyan herkese dostlarının

yolunu işaret buyurmuşlardır.

Ömürlerini, Kur’ân-ı Kerim’in

hükümleri ve Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in güzel ahlâk ilkeleri ile

şekillendirmeye gayret eden bu

gönül insanlarının hayat öyküle-

rine yukarda sıraladığımız ilke-

ler çerçevesinde bakılması günü-

müz insanının ufkunu açacaktır.

Onları sadece tarihî kimlikleri

ile okumak veya tamamen haya-

tın içerisinden çekip alarak onla-

rı anlamaya çalışmak Allah dost-

larını yanlış anlama ve tamamen

dünya-ahiret dengesi üzerine ku-

rulan sistemlerinin temellerine

dinamit koyma ile eşdeğer bir tu-

tum olacaktır. Bu süreçte onla-

rı sıradanlaştırmak ne denli ha-

talı bir davranışsa onları insan-ı

kâmil olmalarının ötesinde bir

bakış ile değerlendirmek de bir

o kadar yanlıştır. Unutulmama-

lıdır ki Allah’ın dostlarını oku-

mak, onları anlamaya çalışmak

ve onlardan bahsetmekte ki te-

mel amaç Kur’ân ve sünnet çiz-

gisinde bir hayat yaşayabilme ar-

zusudur. Bunun dışındaki bütün

bakış açıları bizi birliğe değil ay-

rışmaya, sevgiye değil nefrete ve

Allahu Teâlâ’nın razı olacağı bir

hayata değil zelil bir yaşantıya

götürecektir. Her anlarını Allahu

Teâlâ’ya kul ve Hz. Peygamber

(s.a.v.)’e ümmet olabilme şuuru

ile aktif bir şekilde anlamlı kılan

Allah dostlarının doğru anlaşıl-

maları, bu sayede dünya insan-

larının tamamının iman, salih

amel ve ihlâsa ulaşarak dünyala-

rını da ahiretlerini de mamur et-

meleri temennimizdir.

1 Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân Nedir?, Şule Yay., İstanbul 1999, s.23-29; Mehmet Sürmeli, Hayatı Zikirle Anlamlandırmak, Mavi Yay., İstanbul 2008, s.139.

2 Serinsu, Kur’ân Nedir?,s.58-84. 3 Ahzab 33/21. 4 İslâm dünyasının Kur’ân ve Sünnet merkezli bir

hayat yaşama gayretini Tefsir ve Hadis tarihine ba-karak daha net bir şekilde anlamak mümkündür. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, c.I-II, Fecr Yay, Ankara 1996; Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV Yay., Ankara 1998.

5 Dilaver Selvi, İslam’da Velayet ve Keramet, Umran Yay., İstanbul 1990, s.30, 40, 49-154; Mehmet Sür-meli, Kur’ân-ı Kerim’de Velayet Kavramı, Kalem-dar Yay., s.179-194; Mikdat Öccü, Kur’ân’da Veli ve Velayet, Suffe Yay., İstanbul 1997, s.29-34.

6 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİFV Yay., İstanbul 2001, s.119. Rabıta konusunu da bu açıdan değerlendirmeli ve rabıtayı ‘ilahi huzurda bulunma şuuruna sahip olma gayreti’ olarak gör-melidir. H. Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, Er-kam Yay., İstanbul 2001, s.124-127.

7 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yay., İs-tanbul 2006, s.139-144.

8 Bu konuda şu hadis-i şerife bakılabilir: ‘Salihle-rin anılması anında rahmet-i ilahiye iner’ Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, c.II, s.70, Hadis No:1772.

9 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yay., Ankara 2007, s.67-99.

10 İbn Haldun, Şifau’s-Sâil (Tasavvufun Mahiyeti), Ha-zırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1998, s.174-181.

11 Allah dostlarının ibadet ve ahlaki yönleri ile sahip olmaları gereken hasletler ve onları sevenlerin bu özelliklerden nasıl istifade etmesi gerektiği konu-sunda bkz; Mustafa Kara, Dervişin Hayatı Sufinin Kelamı, Dergah Yay., İstanbul 2005, s.229-234; Dilaver Selvi, İrşatta Ehliyet ve Mürşid-i Kamil, Se-merkand Yay., Ankara 1999, s.5-95.

12 Kadir Özköse, ‘İbnü’l-Vakt veya Ebü’l-Vakt Olabil-mek’, Somuncu Baba, Sayı:64, s.22-25; Afet Ilgaz, İbnü’l-Vakt, İz Yay., İstanbul 2000, s.9-10.

13 S. Muhammed Saki Haşimi, Arifler Yolunun Edep-leri, Semerkand Yay., İstanbul 2005, s.140-141

14 Dilaver Selvi, Velileri Sevmede Ölçü, Semerkand Yay., Ankara 1999, s.6-101.

15 56/Yunus, 62.

Dipnot

Page 52: 145 - Somuncu Baba Dergisi

KAÇMAK

ZULÜMDEN

Kasım 201250

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

“Zulüm Kur’ân’ın getirdiği temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden

biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce Kitabımız bunun yerine adâleti

yerleştirmenin zorunlu olduğunu anlatır.”

Zul

mün

yık

may

a ça

lıştığ

ı cam

iler

Page 53: 145 - Somuncu Baba Dergisi

51

Zulüm Nedir?

Zulüm, dinî ve ahlâkî konularla belirlenen

sınırları aşan, adalet, hakkâniyet ve eşitlik il-

kelerine aykırı olan her türlü davranıştır. En

kısa ifadesiyle, bir işi yerli yerince yapma-

mak zulümdür. Zulmün tersi adalettir. Ada-

let, ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği,

hakkâniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde

davranmayı sağlayan ahlâkî

davranıştır. En öz tarifiyle

adalet, her şeyi yerli yerin-

ce yapmak demektir. Ada-

let, ahlâk, hukuk ve devletin

devamını sağlayan hususlar-

da riâyet edilmesi gereken en

ideal düzen ve ahenk anlamı-

na da gelir.

Kelime olarak olumsuz bir

mânâ taşıyan zulüm, bir şeyi

olması gerekenin dışına sap-

tırma, adaletsizlik, zorbalık,

haksızlık, kötülük gibi anlamlara gelir. Ahlak

ve hukuk dilinde zulüm, çok genel bir ifade ile

“Haktan ayrılıp bâtıla sapmak”tır. “Başkası-

nın rızâsına aykırı olarak onun mülkünde ta-

sarrufta bulunmaya kalkışmak” ve “haddi aş-

mak” da zulümdür.

Zulüm, kalp kararmasından meydana ge-

lir. Hidayet, iman, takvâ ve irfan nuruyla ay-

dınlanmayan bir kalpten başkası zulüm üre-

temez. Zâlimler ilâhî nurun aydınlığından

mahrum kalmış zavallılardır.

Zulmün Her Çeşidi Haramdır

Kur’ân, kime ve ne şekilde yapılmış olursa ol-

sun, bir kimsenin yaptığı her türlü kötülük ve

haksız davranışı “Kişinin kendi nefsine zulmet-

mesi” olarak nitelendirmiştir1. Ayrıca Kur’ân ve

hadislerden hareketle İslâm hukukçuları bütün

çeşitleriyle zulmün haram olduğunu ve bunun

âhiretteki cezâsının ağır olacağını ifade etmişler-

dir2. Bundan dolayı adâlet Kur’ân’ın temel kavram

ve ilkeleri arasında yer almış, gerekli görüldü-

ğü her yerde bu ilke hatırlatılmış, Allah’ın adale-

ti emrettiği ve zulmü yasakladığı üzerinde durul-

muştur3.

Meşrû yönetime baş kaldırmayı, bir kimseyi

tehdit ve baskı altında bulundurmayı zulüm ola-

rak kabul eden İslâm hukukçuları, zulmün bazı

dinî mükellefiyetlerin yerine getirilememesinde

bir mazeret olduğunu kabul etmişlerdir. Meselâ,

zulüm ve baskı olması durumunda cuma nama-

“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan

sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde

bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile

hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve

diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine

zemin hazırlayacaktır.”

Page 54: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201252

zı ve cemaatle namaz terk edilebilir. Bu ibadetleri

yerine getiremeyenler, Cuma namazı yerine öğle

namazını kılarlar; cemaat namazı yerine de na-

mazlarını tek başlarına edâ ederler. Yol emniyeti,

haccın farz olmasının sebeplerinden olduğu için

hac yolunda zâlim ve zorbaların emniyeti bozma-

sı söz konusu ise hac ertelenebilir. Zâlim bir kim-

se emânet malı emânet bırakılan kişinin elinden

aldığı zaman malı elinde bulunduran tazminle

yükümlü olmaz4.

Zulüm Kur’ân’ın Ele Aldığı Temel Konulardandır

Kur’ân’da üzerinde çokça durulan konulardan

biri de zulümdür. Çünkü zulüm Kur’ân’ın getirdiği

temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden

biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce

Kitabımız bunun yerine adâleti yerleştirmenin zo-

runlu olduğunu anlatır. Çünkü kâinâtın düzenini

bozan en temel eylem zulümdür. Zulümle düzeni

bozulan dünya hayatı, hem zâlime, hem mazlûma

hem de bu manzaraya şâhit olanlara zindan ol-

maktadır. Tarih boyu ellerinde bulunan güç sa-

yesinde zulmü icraat haline getiren zâlimler, bir

gün adâlete muhtaç olacaklarını hiç hesaba kat-

mamaktadırlar.

Kur’ân’da geçen zulüm kelimesi iki ayrı konu-

da yoğunlaşmaktadır. Bunlardan biri itikat, diğe-

ri ahlak konusudur. İtikatla ilgili olarak kullanılan

zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr, günahkârlık

(fısk, fücur) ve amelî bakımdan Allah’ın koyduğu

kuralları ve sınırları çiğneme gibi kavramlara

yakın bir anlam ifade eder. Konuyla ilgili âyetlere

göre, “Şirk büyük bir zulümdür.”5; “Kâfirler

zâlimlerin ta kendileridir.”6; “Allah’ın kanunları-

nı/hudûdunu çiğneyip aşanlar zâlimlerdir.”7

Kur’ân’da geçip ahlâkî konularda kullanılan

zulüm, genel bir ifade ile hak, hürriyet, eşitlik gibi

konulara ilişkin olarak “haddi aşmak, başkasının

hakkını ihlal etmek ve başkasına zarar vermek”

anlamını ifade eder. Buna göre zulüm “haksızlık

ve adaletsizlik” demektir. Böyle bir şeyin öncelikle

Allah için düşünülmesi imkânsızdır. Bu sebep-

le imansızlık, amelsizlik ve ahlaksızlık yaparak

Allah’ın hadlerini aşanlar “zâlim” olarak nitelendi-

rilir. Bunların Allah tarafından cezâlandırılmaları

ise tamamen zulümleri sebebiyledir. Yoksa Allah

kuluna zulmetmez. İlgili âyetlerin ifadesine göre,

“Allah, kullarına asla zulmedici değildir. Fakat

insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.”8

Hiçbir kimse Allah tarafından “zerre kadar bile”

haksızlığa uğramaz.9

Zulüm Karşılıksız Kalmaz

İlâhî iradenin gereği olarak zulmün cezâsı ba-

zen bu dünyada peşin olarak verilir, bazen âhirete

de bırakılabilir. Yani Allah’ın bir kişiye veya

topluluğa hak ettiği cezâyı âhirette veya bu dün-

yada vermesi mümkündür. Bunun için, “Alma

mazlumun âhını çıkar âheste âheste.” denilmiş-

lerdir. Eski çağlardaki nice zâlim ve günahkâr

kavimlerin yurtlarıyla birlikte helak edilmesi

buna bir örnektir.10 İlgili âyetlerde bu kavimle-

rin, çeşitli ikazlara rağmen kötülüklerde diren-

dikleri, bunun neticesinde de cezâlandırılmayı

hak ettikleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

Yüce Allah’ın koyduğu prensibin bir gereği

olarak O, “Bir ülkeyi, onun halkı iyi işler yap-

makta ise helak etmez.”11 Aynı şekilde Yüce Al-

lah, zulmetmekte olan, fakat henüz uyarılmamış

bulunan halka da zarar vermez.12

İnançlara Baskı Zulümdür ve Meşru Müdafaa Hakkı Verir

Kur’ân’da ve hadislerde insanlardan sâdır

olan her türlü adaletsiz ve haksız davranış zu-

lüm olarak kabul edilir ve kesin olarak redde-

dilir. Buna göre, kâfirlerin Müslümanlara, dinî

inanç ve yaşayışları sebebiyle baskı uygulama-

ları açık bir zulümdür. Bu şekilde zulme uğra-

yan Müslümanların meşru müdafaa prensibi ge-

reği olarak kâfirlere karşı kendilerini savunma

hakkı vardır. Bu konuda her tülü tedbiri alma-

larına ve gerektiğinde silaha sarılmalarına ilgi-

li âyetler izin vermektedir.13 Kur’ân’a göre, Allah

adının anılmasını, yani ibadet edilmesini önle-

mek için mâbedlerin yapılmasını engellemek de

zulümdür.14

Page 55: 145 - Somuncu Baba Dergisi

53

Kur’ân ve Sünnette Müslümanların Zulüm Sayılan

Bazı Davranışları

Kur’ân, zulmü sadece inançsızlara ait bir eylem

olarak kabul etmemiş, sorumluluğunun bilincinde

olmayan bazı Müslümanların da zulme sapacağını

beyan etmiştir. Müslümanlar tarafından yapılıp da

Kur’ân’ın zulüm kapsamında gördüğü bazı davra-

nışlar şunlardır:

Müslümanların yoksul kardeşlerini, yoksulluk-

ları sebebiyle horlayarak yanlarından kovmaları.15

Yetim malı yemeleri.16

Fâiz gibi haksız bir yolla başkasının malını elle-

rine geçirmeleri.17

Sözleşme şartlarını ihlâl ederek karşı tarafa za-

rar vermeleri.18

Hizmetçilerine eziyet etmeleri.19

Yöneticilerin halka karşı insafsız muâmeleleri.20

Mazlâmun duâsı karşılıksız kalmaz

Hz. Peygamber (s.a.v.) de adâletin timsali ve

uygulayıcısı olarak gönderilmiştir. Hayatı boyun-

ca yaptığı bütün tasarruflarda adâleti ikâme eden

Hz. Peygamber (s.a.v.) zulmün de her çeşidini orta-

dan kaldırmıştır. Kendisinden sonra da bu konuda

Müslümanlara adaletten ayrılıp zulme sapmamala-

rı için ilkeler bırakmıştır. O, birçok hadiste21 mazlu-

mun bedduâsının karşılıksız kalmayacağını bildire-

rek Müslümanları uyarmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Zulümden Allah’a Sığınmıştır

Hz. Peygamber (s.a.v.) duâlarında zulmetmek-

ten ve zulme uğramaktan Allah’a sığınmıştır. Ni-

tekim her sabah evinden çıkarken tekrar ettiği

duâlardan biri şudur:

“Allah’ın ism-i şerîfini zikrederek evimden çı-

kıyorum. Bütün işlerimde Allah’a tevekkül ediyo-

rum. Allah’ım, doğru yoldan sapmaktan, başkala-

rını saptırmaktan; hataya düşmekten, başkalarını

da düşürmekten; haksızlık etmekten, haksızlığa

uğramaktan; hürmetsizlik ve câhillik etmekten ya-

hut bunlara maruz kalmaktan sana sığınırım!”22.

1 2/Bakara, 23; 3/Âl-i İmrân, 135; 18/Kehf, 35.

2 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye, “Zulm”md. 170.

3 16/Nahl, 90.4 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye,

“Zulm”md. 170-174.5 31/Lokmân, 13.6 2/Bakara, 254.7 2/Bakara, 229; 7/A’râf, 19; 65/Talâk

1.8 3/Âl-i İmrân, 182; 8/Enfâl, 51; 22/

Hac 10.9 4/Nisâ, 49.10 8/Enfâl, 54; 10/Yûnus, /39; 28/Ka-

sas, 40.

11 11/Hûd, 117.12 6/En’âm, 131.13 Bk. 22/Hac, /39-40.14 Bk. 2/Bakara, 114.15 Bk. 6/En’âm, 52.16 4/Nisâ, 10.17 2/Bakara, 279.18 Ebû Dâvud, İmâre, 33.19 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 61.20 Bk. Malik b. Enes, Muvatta, Hudud,

30; Müslim, Fiten, 35, Müsned, V, 251.

21 Bk. Buhari, Cihad, 180; İbn Mâce, Dua, 11.

22 Ebû Dâvud, Vitr, 32; Edeb, 103; İbn Mâce, Dua, 18.

*Prof. Dr.

Dipnot

Arakan

Page 56: 145 - Somuncu Baba Dergisi

TÜRKLERDE

ŞEHİRLEŞME“Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la şereflenmesinden hemen sonra, nasıl

oluyor da varlıkları günümüze kadar gelen o muhteşem işlemeli eserleri inşa

edebiliyorlar? Bunlara taklit diyemeyiz, çünkü Selçuklular dönemindeki Türklerin

inşa üslubu Avrupa’da yoktur.”

Kasım 201254

Şehir ve İnsanMuhsin İlyas SUBAŞI

Page 57: 145 - Somuncu Baba Dergisi

55

Türkler tarih sah-

nesine iki temel

özellikleriyle çı-

karlar: Birisi yayılma eğilimine

sahip olmaları, ikincisi önlerin-

deki uçsuz bucaksız toprakla-

rı hâkimiyetlerinde tutabilmek

için yerleşik hayattan kaçınmala-

rıdır. Daha sonra onları, yerleşi-

me sevk eden ana sebep ise, ar-

tık kontrole alabilecekleri başka

toprakların kalmamasıdır. Ge-

çimlerini hayvancılıkla sağladık-

ları için, hayvancılığın gelişme

ve verimine dayalı iklim şartları

onlar için çok önemliydi. Bunun

içindir ki, Asya steplerinden çı-

kan bu insanlar, Rusya’nın Sibir-

ya Bölgesindeki dondurucu çöl

iklimine, Avrupa’nın fazla rutu-

betli ve az güneşli ılıman iklimi-

ne, Arap Yarımadasının sıcak ve

kurak iklimine itibar etmemiş-

ler. Alaska’ya gitmeyi göze almış-

lar, ama Japonya’yı

düşünmemişler .

Hindistan’da Ba-

bür İmparator-

luğu adıyla dev-

let kurmuşlar, ama

Endenozya’yı he-

saba almamış-

lar. Mısır’da Köle-

menleri kurmuşlar,

Libya’nın çölüne

itibar etmemişler.

Makrizi, Türkle-

rin yerleşik hayata

geçişine sıcak bak-

mayan tavırlarından söz ederken

onların tarihî kararlılığına deği-

nir ve şunları yazar:

“Börteçine’nin vefatından

sonra evlatları birbirinden ayrı-

lırlar. Bunlar Çinlilerle savaşır-

lardı. Bunlardan birisi Çin şe-

hirlerini görmüş ve aynı şekilde

şehir kurmak istemiş, ancak ku-

mandanlarından birisi: ‘Efen-

dim, biz Çinlilerin onda biri ka-

darız. Bizim kuvvetimiz ancak

serbest kalıp hareket etmemiz-

dedir. Hâlbuki şehir halkı kafeste

yaşar gibi surlar içerisinde hapis

kalırlar’ dedi. Padişah bu teklifi

olumlu görerek şehir kurmaktan

vazgeçmiştir.”

Bu anlatılanlar, yerleşik ha-

yata geçiş döneminin başında-

ki kaygıları dile getirmektedir.

Ancak, bir millet, dağda yaşaya-

rak da medeniyet oluşturamaz.

Türklerin Müslümanlaşmasın-

dan sonra, düzenli ve yerleşik

hayata geçtiğini görürüz. Hatta

öylesine süratli bir geçiş olur ki,

Yunanlı Nakracas bunu; “Arap-

ların Anadolu’da üç yüz yılda ya-

pamadıklarını Türkler on yılda

başardılar!” ifadeleriyle dile ge-

tirmekten çekinmez. Bu başarı,

İslâm’ın hükümlerini icrada şe-

hir hayatına daha çok itibar et-

mesinden doğmaktadır: Topluca

kılınan namazın tek başına kılı-

nan namazdan daha efdal olması

doğal olarak camileri hayata ta-

şıyacaktır. Cuma namazının şe-

hir statüsü kazanmış yerlerde kı-

lınması zarureti de aynı eğilimi

besleyecektir. İslâm ilme büyük

önem verir ve özendirici vaatler-

le teşvik eder: İlmin tahsili için

merkezi yerlerde kurulacak okul-

lar da pratik hayatı merkezi alan-

lara yönlendirecektir. Bernard

Lewis de bu gerçeğin üzerinde

dururken; “Selçuklular zamanın-

da ekonominin yeniden düzen-

lenmiş olması, dinî hayatta yan-

kı buldu. Bağdat ve diğer büyük

şehirlerde ‘medrese’ diye bili-

nen dinî okullar kuruldu ve bun-

lar İslâm dünyasında daha son-

ra kurulanlara model oldu”, der.

Bozkırın Taşkın Çocukları

Aslında Türklerin keşfedici ve

diriltici dehası burada ortaya çık-

maktadır. Bu bozkırın taşkın ço-

cuklarının İslâm’la şereflenme-

sinden hemen sonra, nasıl oluyor

da varlıkları günümüze kadar ge-

len o muhteşem işlemeli eserleri

inşa edebiliyorlar? Bunlara taklit

diyemeyiz, çünkü Selçuklular dö-

nemindeki Türklerin inşa üslubu

Avrupa’da yoktur. Kale duvarla-

rı gibi yüksek, yaygın ve bol ke-

merli zamana karşı direnebilecek

sağlam binalarla Batı’nın gotik

mimarisinin hiçbir alakası yok-

tur. Türkleri şehirleştiren bu mi-

mari tavır olmuştur. Bunun için-

dir ki, önemli Türkologlardan

Page 58: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201256

Barthold bu meseleye dikkatimiz

çekerken; “Selçukiler XI. asırda

bütün İran’ı zapt ettiler ve kısa

zaman için de olsa, Akdeniz ve

Kızıldeniz’den Çin hudutlarına

kadar olan bütün İslâm dünya-

sını hâkimiyetleri altına aldılar.

Selçukiler devrinde, şehir haya-

tının terakkisini (gelişmesini)

devam ettirmek, ticaret ve sanatı

yükseltmek çarelerine başvurul-

du”, ifadelerini kullanır.

Barthold, bu geleneğin

Osmanlılar döneminde

de geliştirilerek devam

ettiğini; bu cümleleri-

nin devamında dillendir-

mekten kendini alamaz:

“Medeniyete yapılan

hizmet, yalnız maziden

kalmış yadigârları (ha-

tıraları) tanıtmakla kal-

madı, yeni Türk mimarı

Sinan’ın yaptığı eserler,

sanat bakımından Avru-

pa’daki Rönesans devri

mimari eserlerinden hiç

de aşağı değildir.”

Değildir çünkü

Glüçk’ün hakkı teslim

eden ifadesiyle: “Türklerin ya-

rattıkları sanatlar, sabit millî

topraklardan gıdalanmış olup

asla yabancı kültürlerin doğur-

duğu bir mahsul değildir!” Bu-

nun içindir ki, zihnî kabiliyeti-

nin mahsulü bu mahsul başka

milletlerde de hayranlık ve alıcı

bulacaktır. Strzygowski, bundan

söz ederken bu alanın sınırlarını

da belirtir: “Türk sanatı; Asya’yı,

Avrupa’yı, hatta Çin’i bile etkisi

altına almıştır!”

Bir siyasî organizasyona dö-

nüşen toplumun bundan başka

yapacağı bir şey de yoktu.

Artık, dünya siyasî organizasyon

olarak şekillenirken şehirleşme-

ye başlamıştı. Türk toplumu bu-

nun dışında kalamazdı. Hatta

kabiliyet ve gayretiyle bunların

da önüne geçmesi gerekiyordu.

Ki, buna da başardı ve Amıcıs’a

şu sözleri söylettirdi: “Hiçbir şe-

hir, içinde yaşayan halkın tabia-

tını ve felsefesini İstanbul kadar

temsil edemez!”

Uygarlık Eşiklerini Geçerken

Türk toplumu İstanbul zara-

fetine ulaşırken elbette çok bü-

yük sosyal tecrübeleri de yaşa-

yacaktır. Bu tecrübeler sonucu

ulaştığı noktadaki temsil hakkı-

na işaret eden Fındley: “Türkle-

rin uygarlık eşiklerini geçerken

kimliğini koruyup kendine na-

sıl dönüştürdüğünde öğ-

renecek önemli dersler

vardır” demekten kendi-

ni alamaz. Büyük Tür-

kolog Jean Poul Roux da

bu görüşü destekler: “İki

bin yıl boyunca Türklerin

dehalarına pek çok tanık

olduk; geçmiş geleceğin

garantisiyse Türklerden

çok şey beklenebilir!” Bu

dehanın ana damarını

da İtalyan Mandel keşfe-

der ve “Geçmiş yüzyılda

seyyahlardaki hayranlık,

Türkiye’deki hayatın in-

sani kalitesine olmuştur”

der. Çünkü Gumilev’in

diliyle; “Türklerin ulus

sistemi, ordu disiplini, dip-

lomasi ve mükemmel bir dünya

görüşüne sahip olmaları hayrete

şayandır!”

Bu son cümle içerisinde sa-

yılan önemli vasıfların tama-

Page 59: 145 - Somuncu Baba Dergisi

57

mını, inşa ettikleri tarihi şe-

hirlerde görmek mümkündür.

İslâm’ın ilk kabul toprakların-

da; Buhara’da, Semerkant’ta,

Kaşgar’da, Türkistan’da,

İsficab (Sayram’Aksu’)’da Talas

(Cambul)’ta, Taşkent’te taşın di-

linden, çinin renginden anlarsa-

nız bir medeniyetin hangi este-

tik iradeden beslendiğini, hangi

dinî vecdi taşıdığını söyleyecek-

tir size. Tarihin yorgun izine rağ-

men, gülen bir medeniyetin pı-

rıl pırıl renkleri ruhunuza kendi

resmini nakşetmeye hazırdır.

Yeter ki, sizde o yakıcı arzu bu-

lunsun. Yeter ki, sizde anlama

kabiliyeti olsun. Türk ruhunun

kavrama ve arz etme kabiliye-

tinin tabloları olarak Orta As-

ya’daki tarihî şehircilik mirası-

mızı Erzurum’a, Ahlat’a, Sivas’a,

Kayseri’ye, Konya’ya, Bursa’ya,

İstanbul’a, Edirne’ye taşıyan aşk,

içimizde alev halinde yaşıyorsa

gelecek için karamsar olmamıza

gerek yok!..

Gönül Ufkumuzu Sonsuza Açan Eserler

Tarihe bakın, imanını anıt

mezarlara taşıyan ve orada bize

yaşatıcı bir emanet olarak bıra-

kan başka bir millet var mıdır?

Bunlar şehir kültünün temeli-

ni oluşturur ve şehirler ruhunu

buradan alırlar. Sa-

natta var olma ide-

alini besleyen hangi duygudur

ki, mezarındaki yalnız taşla-

rı bile konuşan abide haline dö-

nüştürür. Kişisel arzularında ih-

tirasın baskılarını kırıp tevazuu

bir yaşama üslubu olarak sunan

bir millet, ölüsüne öylesine deb-

debeli anıtlar yapmış ki, için-

de ölülerin bile sizinle yaşadı-

ğını sanırsınız. Şehri, Cennet’e

benzetmenin hevesinden do-

ğan bu çabalar, Divriği’deki Ulu

Cami’de size taç kapıdan uzatılan

bir salkım üzüme dönüşür, Seli-

miye Camiinde cami ortasında-

ki havuzda suyunun sessiz tür-

küsünü söyler, Sultanahmet’te

vitrayların raksını sunar, gider

Taçmahal’de altından bir kubbe

gibi üstünüze rahmetin örtüsü-

nü açar, gelir Kayseri’de Döner

Kümbet’te taşın semaında dön-

dürür, Konya’da muhteşem bir

taç kapı ile gönül ufkumuzu son-

suza açar..

Yeteneği fıtratında var olan

bir milletin, dünya sosyal yapısı

içinde kendine göreliğini ön pla-

na alarak yükselme-

si ve yücelmesi biraz da bundan

sonra geçmişindeki birikimini

günümüze taşıyarak düzenli şe-

hirleşmesiyle olacaktır. Bunun

da son bir asır içinde farkına va-

rıldı ve Türkiye yeniden bir şe-

hir vizyonu ile tarihî kimliğinin

bu yöndeki detaylarını bütün

hatlarıyla ortaya koyma arayışı-

na yöneldi. Ancak, şehirleşmede

yanlış adımlar, dışımızdakiler ta-

rafından bize verilen yukarıdaki

satırlarda birkaç örneğini verdi-

ğimiz bu yüksek takdir hükmü-

nün çözülmesine de sebep ola-

bilir. İşte bütün dikkatimizi bu

yönde kullanıp şehirleşmeyi ka-

labalıkları şehirde toplayıp koz-

mopolit bir kitle oluşturup me-

denileşmeyi katletmek yerine,

geleneklerini millî ve manevî va-

sıflarıyla besleyen homojen bir

topluluğa dönüştürmek gerek-

mektedir. Unutmayalım bu yük

aynı zamanda şehirleri kuran-

lar kadar şehirleri kullananların

da üzerindedir. Şehrin hafızası

bizim zaaflarımızı gelecek nesil-

lere kirli bir emanet olarak taşı-

makta affedici değildir. Medeni

kimliğimizin aidiyet fotoğrafı şe-

hirlerse, unutmayın bu hakkı on-

lar her zaman kullanma imtiyazı-

na sahiptirler. O zaman Türk’ün

şehri Türk için, Türk’e göre, Türk

tarafından yeniden dizayn edi-

lecektir. Bizi beton kafeslerden

kurtaracak bu diriltici ve yücel-

tici hamleyi, şehirleşmenin so-

rumluluğunu üstlenen herkesten

bekleme hakkımız bir neslin de-

ğil, bir milletin sorumlu emane-

ti olarak omuzlarında olacaktır!..

Page 60: 145 - Somuncu Baba Dergisi

İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI:

BASİL ZAHAROFFKasım 201258

Tarihİsmail ÇOLAK

Page 61: 145 - Somuncu Baba Dergisi

59

Millî Mücade-

le’nin baş-

l a m a s ı n d a

15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yu-

nan ordusu tarafından işgal et-

mesinin ateşleyici rol oynadığı,

ilmî ve resmî tarih kitapların-

da geniş şekilde yer almış; an-

cak perde gerisindeki 1849 Muğ-

la (Menteşe) doğumlu Rum

asıllı Sir Basil Zaharoff’un ka-

ranlık elinin payı mütemadiyen

gözden kaçırılmıştır. Hâlbuki o

dönemde Avrupa’nın bir numa-

ralı silah tüccarı ve finansörü

olan Zaharoff’un; Yunanistan’ın,

Birinci Dünya Savaşı’na katıl-

masında, İzmir’i işgal etme izni-

nin çıkması ve Küçük Asya mace-

rasına kalkışmasında muazzam

bir tesir icra ederek “gizli mimar”

mevkiine eriştiği tarihen ortada-

dır.

Zaharoff, Yunan Başbaka-

nı Venizelos’un gizli patronu ve

destekçisi rolüne soyunarak, he-

sapsız ölçülerdeki silah ve para

yardımıyla Anadolu’daki Yunan

işgalinin finansörlüğünü üstlen-

miştir. Avrupa’da oluşturduğu

basın tekeliyle, Batı kamuoyunda

caydırıcı bir siyasî nüfuza sahip

olan; üstelik İngiltere Başbakanı

Lloyd George’un “Başdanışma-

nı” hüviyetini de taşıyan bu esra-

rengiz Rum, İngiltere ve mütte-

fiklerinin Ön Asya politikasının,

Yunanistan’ın Helenizm rüyası-

na hizmet edecek istikamette şe-

killenmesinde fevkalâde etkili ol-

muştur.

Başbakan Lloyd George,

Venizelos’u, Batı Anadolu’da gi-

rişeceği yeni saldırıda destekle-

meye karar vermiştir. İngiliz si-

yasetçi, yazar ve seyyah Aubrey

Herbert’ın (1880-1923) deyişiy-

le, “Lloyd George, Türkiye’yi yok

etmeye karar vermişti ve onu bu

davasında, Yunanlı dostları Ve-

nizelos ve Sir Basil Zaharoff des-

tekliyordu.” Llyod George’un, bu

karara varmasında Zaharoff’un

tesiri hakkında Pars Tuğlacı şu

değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Yetişme tarzı, partisinin siyasî

geleneği gereği Türk düşmanı

olan ve Venizelos ile Vickers si-

lah firmasının Yunan asıllı sahibi

Sir Basil Zaharoff’la yakın dost-

luk ilişkileri bulunan İngiliz Baş-

bakanı Llyod George, Türkiye’ye

karşı kesinlikle Yunanistan’ı des-

teklemekteydi.”1

Venizelos’un, arkasını Za-

haroff gibi sağlam bir dayana-

ğa verdikten sonra artık Küçük

Asya’da harekâta başlamaması

için hiç bir sebep yoktu. Serveti-

nin hesabı tam olarak bilinmeyen

Zaharoff’un para ve silahlarının

kendisine büyük yararlar sağla-

yacağından, onu daima gölge-

sinde hissedeceğinden kesinlikle

emindi. Üstelik Zaharoff, Birin-

ci Dünya Savaşı’nı takip eden yıl-

larda, ağır sanayi kollarıyla güçlü

ilişkileri olan The Union Parisi-

enne Bankası’nı satın alarak fi-

nans gücünü ve sermaye çevre-

lerindeki kontrolünü daha da

arttırma yoluna gitmişti.2

İşgal Plânlarına Verdiği Destek

Bu dönemde Venizelos’un

siyasî ve maddî danışmanı san-

ki Basil Zaharoff’tu. Paris’te-

ki malikânesinde, Venizelos’la

sık sık bir araya gelerek durum

değerlendirmesi yapıyorlar ve

“Türkiye’ye karşı büyük bir Yu-

nan saldırısı için” plan üstüne

plan tasarlıyorlardı.3 Venizelos’u,

Yunan davası için tahrik edip ha-

rekete geçirmede Zaharoff’un

büyük itici güç olduğu hakkında,

Alain Decaux’un verdiği bilgiler

kayda değerdir: “Büyük güçlerin

görüşlerini dikkate alarak, Yu-

nanistan ve Venizelos’un, yıkıl-

mış bir Türkiye’den pay almak is-

tediklerinden emin olmak istedi.

Zaharoff, Venizelos’u atak olma-

ya ikna etti.”4

Paris Barış Konferansı’nda,

çeşitli tasarılar hakkında birlik-

te fikirler yürütüyor ve beraber-

ce yeni birtakım alternatif ta-

sarılar üretiyorlardı. Zaharoff,

Paris’te son derece gizli ve önem-

li bir misyon üstlenmişti. Yunan

tarihçi Dimitri Kitsikis’in bu nok-

tadaki kanaati gayet açık ve net-

tir: “Zaharoff, 1919’dan 1922’ye

kadar, bütün Türk-Yunan har-

bi boyunca, Venizeloscu olsun,

Kanstantinci olsun; Yunanistan’ı

finanse edecek ve silahlandıra-

caktı.”5 Fransız Gazeteci Pierre

Fontaine’nin kanaati de aynıdır:

“Türkiye’yi sevmeyen Rum pet-

rolcü ve ordu müteahhidi Zaha-

roff, Yunanistan’a kredili silah

sattı.”6

Alptekin Müderrisoğlu ise

konu hakkında şunları ifade et-

mektedir: “Yunanistan’ın Ege

Bölgesi’ni işgal etmesi için İngilte-

re Başbakanı Lloyd George’u ikna

etmiş bulunan Sir Basil Zaharoff,

Yunanistan’ın büyük bir impara-

Page 62: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201260

torluk kurmasını amaç edinmiş

ve Yunanlıların Anadolu’yu işga-

linde birinci derecede organiza-

tör rolü oynamıştır. Yunanlılara

4 milyon sterlin para yardımında

bulunmuştur.”7Bilal Şimşir, İngi-

liz Dışişleri Bakanlığı arşiv bel-

gelerine dayanarak, Zaharoff’un

Yunan ordusuna yaptığı silah

yardımlarıyla (ki Anadolu’da-

ki savaş Yunanlılara, günde 10

milyon drahmiye mal oluyordu)

ilgili şu dolaylı bilgileri zikret-

mektedir: “Yunanistan’da top,

tüfek fabrikası yoktu. Yunanis-

tan kamyon, uçak ve gemi yapa-

mıyordu. Ama Yunan orduları-

nın elinde bütün bunların hepsi

bol miktarda vardı. Nereden, ni-

çin gelmişti bunca savaş malze-

mesi? İngiliz Genelkurmayının

raporunda Yunanistan bunları,

“serbest piyasadan” sağlıyor, de-

niyordu. Bu serbest piyasa aslın-

da büyük ölçüde İngiliz piyasa-

sıydı. İngiliz silah sanayi, bazen

doğrudan, bazen dolaylı yoldan

Yunanistan’ı silah deposu, müt-

hiş bir “savaş makinesi” haline

getirmişti.”8

İşgaldeki Olağanüstü Rolü

İngilizler, Yunanistan’ı Ana-

dolu üzerindeki emellerini ve

Küçük Asya Harekâtı’nı siyasî-

hukukî zemine oturtabilmesi için

18 Ocak 1919’de Paris’te başla-

mış olan Barış Konferansı’na res-

men davet etmiştir. Venizelos’ın

tek amacı, Büyük Yunanistan’ın

vizesini koparabilmekti. İngil-

tere ve Fransa’yı ikna edip des-

teklerini aldıktan sonra bunun

mümkün olacağına inanıyordu.

Aşırı Yunan istekleri sebebiy-

le konferansın çözümü uğrunda

en çok müşkülat çektiği iş, Os-

manlı Devleti’nden Yunanlılara

verilecek topraklar meselesi ol-

muştur. 3-4 Şubat 1919’da Veni-

zelos, uzun bir konuşma yaparak

eski Yunanistan’ın yeniden diril-

tilmesi ve Yunan halklarının bir

bayrak altında birleştirilmesi ge-

rektiğinden söz etmiştir.9

Düvel-i Muazzama 14 Ma-

yıs’taki toplantıda, Yunanlıla-

rın İzmir’i işgal etmesini, ger-

çekleşinceye değin büyük bir

gizlilik içinde tutarak karara

bağlamıştır. Venizelos’un de-

yişiyle bu harekât, “Yunan or-

dusuna tarihi boyunca ilk kez

emanet edilmiş, şerefli bir gö-

revdi.”10 Yunan Gazeteci Hristo

Kesari, Kaklamanos’a yazdığı

mektupta Venizelos’un tarif-

siz sevincini şöyle belirtmişti:

“Başbakanımız için sevinçten

uçuyor demek bile az. Öyle ki,

kendine hâkim olamıyor. Se-

vinçten taşkın bir halde bana:

“Birkaç dakikalık bir görüşme

sonunda, kenarına kadar gel-

diğimiz uçuruma düşmekten

kurtulduk ve şimdi büyük bir

devlet olduk. Bu gerçekleşen,

Perikles’in hayalidir; Elen bir-

liğidir.” dedi.”11

Aptülahat Akşin, “Atatürk’ün

Dış Politika İlkeleri ve Diploma-

sisi”, başlıklı çalışmasında; Yah-

ya Akyüz, “Türk Kurtuluş Sava-

şı ve Fransız Kamuoyu” isimli

eserinde; Ömer Kürkçüoğlu da

“Türk-İngiliz İlişkileri” adlı kita-

bında, Fransız ve İngiliz basınına,

özellikle de Yunan tarihçi Dimit-

ri Kitsikis’e dayanarak İzmir’in

işgaliyle ilgili şu çarpıcı bilgiyi

vermektedirler: “Yunanistan’a,

İzmir’i işgal etme izni, Sir Basil

Zaharoff ve Venizelos’un ısrarla-

rı üzerine, Wilson, Lloyd George

ve Clemenceau tarafından veril-

miştir.”12

Kitsikis’in işgalle alaka-

lı savunduğu tez şöyledir:

“Zaharoff’un asıl hizmeti, 15

Mayıs’taki İzmir çıkarması ko-

nusunda olmuştu. Yunanlıların

İzmir’i işgali hâdisesinde Zaha-

roff, Clemenceau ve Llyod Geor-

ge ile olan dostlukları gibi bütün

kudretli yakınlıklarını hareke-

te geçirmişti... Yanlış anlaşılma-

sın; İzmir’in işgalinde tek sebep

Zaharoff’un yaptığı baskı olmuş-

tur, demek istemiyorum. Mesela

Başkan Wilson karara, sanayiciyi

hoşnut etmek için katılmamıştır.

Ama bu şahsî baskının önemini

küçümsemek de aynı şekilde hata

olur. Zaharoff ve Yunanlılar, Yu-

nan çıkarlarıyla birlikte İngiliz çı-

karlarını da savunduklarına göre,

sanayicinin ricasını en güç kabul

etmiş olan Clemenceau’dur, diye

düşünülebilir. Ama bence Zaha-

roff olmasaydı, Clemenceau işgal

kararına kolay kolay katılamaz-

Page 63: 145 - Somuncu Baba Dergisi

61

dı. Zaten yüksek kuruldaki gö-

rüşmelerde Yunanlıları ve işgali

en az tutanın Clemenceau olduğu

bilinmektedir.”13

Yunan Tarihçi Kitsikis, bunu

sadece farklı bir iddia ya da gö-

rüş seviyesinde bırakmamış, 3

önemli delil de zikretmiştir:

Birincisi: Kaklamanos, işgal-

den bir gün önce, İngiltere’de-

ki bütün önemli Yunan dostları-

na mektuplar göndererek büyük

hâdiseden haberdar etmiş, ge-

lişmeyi Zaharoff’a da bildirmiş-

ti. Zaharoff teşekkür etmiş, du-

rumdan haberdar olduğunu

belirtmekten de geri durmamış-

tı. Zaharoff’un bu münasebet-

le kaleme aldığı Londra-15 Ma-

yıs 1919 tarihli mektupta geçen

ifadesi aynen şöyledir: “Kakla-

manos, verdiğiniz güzel haberler

için çok teşekkürler ederim. Bu

haberlerin, âcizane gayretlerimin

eseri olduğunu sanıyorum. Nite-

kim ben de, Clemenceau ile Lloyd

George’a telgraflar çekerek, kalp-

ten teşekkürlerimi bildirdim.” Bu

mektup, İzmir’in işgalini dostları

Clemenceau ile Lloyd George’dan

Zaharoff’un istediğinin ve elde

ettiğinin belgesidir.14

İkincisi: Konunun şahidi Yu-

nan gazeteci Konstantin Ata-

nos, 1939 İlkbaharında Kitsikis’e

şu malumatları aktarmıştır:

“Cairo-City vapuruyla Pire’den

Marsilya’ya gidiyordum. Yunan

Eski Dışişleri Bakanı Politis de

oradaydı. Politis’ten dinlediğime

göre, 1919 Mayıs’ının ilk hafta-

sında Paris’teki Mercédés Otelin-

de bir öğle sonuydu. Otelin sant-

ralıbizzat Venizelos’un arandığını

haber verdi. Başbakan kendi adı-

na cevap vermesini Politis’ten is-

tedi. Telefondaki Zaharoff’tu:

“Venizelos’a, İzmir’i işgal etmek

üzere gemilerini ve birliklerini

hazırlamasını söyleyiniz. Yüksek

Kurulun bu konuda karar alması-

nı sağlamış bulunuyorum. Kurul

kararını size resmen yarın bildi-

recek. Zaman kaybetmeden ha-

zırlanmanız için ben size önceden

haber veriyorum.” Gerçekten de

ertesi gün Yüksek Kurul kararını

Venizelos’a resmen bildirdi.”15

Üçüncüsü: İzmir’in işga-

linde Zaharoff’un oynadı-

ğı rolün mühim bir şahidi de

TeodorPetrakopulos’tur. Pet-

ra-kopulos, 1919 İlkbaha-

rında Yunan delegasyonuyla

birlikte Mercédés Otelinde kalı-

yordu. Onun tanıklık ettiği mü-

şahedeler şöyledir: “Bir öğle sonu

ZaharoffMercédés Oteline gel-

di. Pek heyecanlıydı. Derhal gö-

rüşmek istediği Venizelos’a, göz-

lerinden yaşlar akarak, İzmir’in

Yunanistan’a bırakılacağı habe-

rini verdi. Venizelos, onu kolları

arasına alıp yanaklarından öper-

ken, Zaharoff da şunları anlatı-

yordu: “Bugün öğle yemeğinde

Clemenceau bendeydi. Bütün ta-

leplerimizi desteklemesini, zira

bunların haklı talepler olduğunu

belirterek rica ettim; o da bana

vaat etti. Ayrılırken, yazıhanemin

kapısında durdurdum ve elini tu-

tarak, İzmir’in Yunanistan’a ve-

rilmesini yalvararak tekrar rica

ettim. Clemenceau, vatanseverli-

ğimi tebrik için elimi sıktı ve is-

teğimin gerçekleşeceğinden emin

olabileceğimi söyledi. Bu sözle-

ri işitince bayılmış ve bir koltuğa

yığılmışım. Ben kendime gelince-

ye kadar yanımda bekleyen Cle-

menceau, gözlerimi açınca bana;

İzmir’in Yunanistan’a verileceği-

ni bir kere daha söyledi.”16

Bahsi geçen görüş, Zaharoff’un

biyografisini kaleme alan Alman

gazetecilerden Richard Lewin-

sohn ve Robert Neumann gibi ya-

zarların eserlerinde yer verdiği ve

bizim de burada zikrini ettiğimiz

bilgi ve deliller çerçevesinde bir

iddia olmaktan çıkmış, kuvvetli

bir hüküm haline gelmiştir.17

1 Arnold J. Toynbee, Türkiye, Türkçesi: Kasım Yar-gıcı, İstanbul, 1971, s.90; Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I , Ankara, 1987, s.36; Murat Hatipoğlu, Türk Yunan İlişkilerinin 101.Yılı (1821-1922), Ankara, 1988, s.81; AubreyHer-bert, Ben Kendim, Osmanlı Ülkesine Son Seyahat-ler, Çev: Yılmaz Tezkan, Ankara, 1999, s.233; Pars Tuğlacı, Çağdaş Türkiye, C.1, İstanbul, 1987, s.429.

2 Richard Lewinsohn, Esrarengiz Avrupalı Zaharoff, Çev: Cem Muhtarlı, İstanbul, 1991, s.93-95; Pier-re Fontaine, Petrolün Sırları, Çev: Erdoğan Alkan, İstanbul, 1963, s.23-24; AlainDecaux, “Basil Za-haroff”, Magazine Historia,July 1977; http://www.encyclopedia.thefreedictionary.com; http://www.fact-index.com/b/ba/basil_zaharoff.html.

3 Lewinsohn, age, s.93-94.4 Decaux, “Basil Zaharoff”, Magazine Historia,July

1977; http://www.encyclopedia.thefreedictionary.com; http://www.fact-index.com/b/ba/basil_zaha-roff.html.

5 Dimitri Kitsikis, Yunan Propagandası, Çev: Hakkı Devrim, İstanbul, 1974, s.292.

6 Fontaine, age, s.23-24.7 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Mali Kay-

nakları, C.2, İstanbul, 1988, s.601, Dipnot: 514.8 Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan

İzmir’e, Ankara, 1989, s.116, 305; FO, 424/254, s.16, No: 18.

9 İzzet Öztoprak, Türk ve Batı Kamuoyunda Milli Mücadele, Ankara, 1989, s.21; LaurenceEvans, Türkiye’nin Paylaşılması, Çev: T. Alanay, İstanbul, 1972, s.127.

10 Zeki Sarıhan, Türk Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.1, Ankara, 1988, s.210; Zeki Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını, Ankara, 1989, s.70-83; Sonyel, age, s.33, 51-61; Evans, age, s.162-187.

11 Kitsikis, age, s.290.12 Le Populaire, 18 Mayıs 1919, s.1; Aptülahat Akşin,

Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, İs-tanbul, 1964, s.107; Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1988, s.78; Ömer Kürkçüoğlu, Türk- İngiliz İlişkile-ri (1919-1926), Anara, 1978, s.73, dipnot 1.

13 Kitsikis, age, s.287, 290-291, Dipnot: 2.14 Age, s.290; Sarıhan, age, s.240. 15 Kitsikis, age, s.291.16 Age, s.292. 17 Zaharoff hakkında ayrıntı bilgi için bkz. İsmail Ço-

lak, Yunan İşgalinin Patronu Zaharoff, 2.Baskı, İs-tanbul, 2005.

Dipnot

Page 64: 145 - Somuncu Baba Dergisi

ISFAHANİ’YE GÖRE

ÖĞRETMEN

Kasım 201262

PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*

VE ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ

Page 65: 145 - Somuncu Baba Dergisi

63

Isfahanî, İslâm düşünce tarihinin

önemli isimleri arasında yer alır.

Onun, çalışmalarında insana ve in-

sanın çeşitli yaşantılarına ilişkin oldukça zengin

çözümleme ve tespitlere yer verdiği görülmekte-

dir. İşte bu anlamda “Erdem ve Mutluluk” ismiy-

le dilimize çevrilen eserinde, pek çok insanla ilgili

konuların yanı sıra, öğretmen-

öğrenci ilişkilerinin nasıl olma-

sı gerektiğine de yer vermiştir.

İşte bu yazımızda, önemli gör-

düğümüz ve günümüz eğitim

süreçlerine de katkı sağlayaca-

ğına inandığımız bu görüşleri-

ne yer verilecek ve yeri geldikçe

bunlarla ilgili değerlendirmeler

de bulunulacaktır.

Isfahanî bilgiyi Allah yolun-

daki duraklarda yenilecek azık-

lara benzeterek, ilim talep eden kimsenin yani

öğrencinin bu azıkları dengeli ve sezici olarak al-

masını öğütler. Ona göre, Allah yolunda kullan-

mak üzere ilim edinen kimse, azığını mola verdiği

her noktada ihtiyaç duyabileceği kadar temin et-

melidir. Bu anlamda bir kimse, ne ömrünü belli

bir ilmin peşine düşerek, bütün enerjisini o ilim

yolunda harcamalı; ne de herhangi bir alanda bel-

ki bir birikme ulaşmadan başka bir alana geçme-

melidir. Isfahanî’ye göre sürekli farklı bilgilerle

muhatap olmak, insanın anlayış gücüne zarar ve-

receğinden, kişi öncelikle bir alanda okuyup öğ-

rendiklerini ilim ve amel yönünden iyice özümse-

meye dikkat etmelidir. Nitekim o, her öğrenilen

ilmin bir sonrakine ulaşma basamağı olarak gö-

rülmesi gerektiği kanaatindedir.

Isfahanî’ye göre, bilgi davranışa dönüşmedik-

se, üzerinde bina bulunmayan temeli andırır. Bu

çerçevede Isfahanî amele katkı sağlayamayan il-

min, ancak günahlara katkı taşıyacağı kanaati-

ni taşır. Ona göre öğrenci, doğru bir ilim metodu

benimsedikten sonra, gerekli ilimleri öğrenebil-

mek için, öncelikle kişiliğini kötü ahlakî davranış-

lardan arındırmalıdır. Bunun yanında dünyanın

meşguliyetlerini de azaltmalıdır. Aksi halde ilim

öğrenmeye ve bu anlamda kendini geliştirmeye

yeterince zaman ayırması zor olacaktır. Zihin da-

ğınık olacak ve kavrayışta sorunlar cereyan ede-

bilecektir.

Ona göre öğrencide olması gereken en önem-

li kişilik ve karakter özelliklerinden biri de, öğren-

mek istediği ilme ve hocasına karşı kibirli olma-

ması, tabiri caizse haddini ve yerini bilmesidir.

Özellikle öğrencinin öğretmeni/hocası karşısında

“Yağmur bol yağdığında onu güzelce emerek ka-

bul eden gevşek toprak bir gibi olmadıkça” on-

dan yararlanıp ilimde mesafe alamaz. Isfahanî öğ-

rencinin hocasıyla ilişkisini hasta doktor ilişkisini

“Isfahanî, öğretmen yahut hocayı öğrencisiyle kıymetli bulur.

Yani öğrencisi olmayan öğretmen ona göre çok verimli ve

üretken olamaz. Öğrencisi olmayan bir öğretmen, çocuğu

olmayan bir kimse gibi olup, Isfahanı`ye göre ölümüyle geriye

ondan başka hiçbir şey kalmaz.”

Page 66: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201264

de benzetir. Ona göre “Hasta, hastalığına teşhis

koyan dürüst bir doktora tamamen teslim olma-

lı, ilaç ve diyetini ondan öğrenmelidir. Yiyecekler

arasında sadece kendisine yarayanları yemeli ve

tedavisinde yardımcı olacak şeylerden başkasını

ağzına koymamalıdır.”

Isfahanî’nın öğretmenlere önerileri de oldukça

önemli ve değerli bilgiler içermektedir. Öğretmen,

Isfahanî’ye göre mutlaka Hz. Peygamber (s.a.v.)’e

uymalıdır. Bu anlamda o Hz. Muhammed (s.a.v.)’i

iyi bir öğretmen modeli olarak görmektedir. Ni-

tekim öğretmenlerle Hz. Peygamber (s.a.v.) ara-

sındaki ilişkiyi, oldukça yakın bir düzlemde sunan

Isfahanî’ye göre, insanlara doğruyu ve hakika-

ti öğretme noktasında öğretmenler Peygamberi-

mizin halifesidirler. Nasıl ki günümüzde din hiz-

metleri alanında görev yapan mihrap ve minber

hizmetlerini yürüten insanlar, Peygamberimizin

görevini onun yöntemi ve örnekliği işle yürütmek

durumunda iseler, ona göre öğretmenler de aynı

şekilde eğitici olarak onun insanlara öğretirken

takip ettiği insanî ilkeleri dikkate almalıdırlar. O

halde aynen Peygamberimiz gibi, öğrencilerine

karşı şefkatli ve merhametli olmalıdırlar. Öğret-

menler, aynen Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaptığı

gibi, öğrencilerini kendi çocukları yerine koymalı,

onlara istedikleri hükmedebilecekleri, onları hır-

palayabilecekleri düşüncesine asla düşmemelidir-

ler. Öğrenciler, aynen kendi çocukları gibi, öğret-

menlere Allah’ın birer emaneti olup, gereğince ve

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekliği

dikkate alınarak muamele edilmeli-

dir. Ona göre iyi bir öğretmen, an-

ne-babadan daha üstün bir konum-

da olup, yerine göre sorumluluğu da

oldukça fazladır.

Isfahanî, öğretmen yahut hocayı

öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani öğ-

rencisi olmayan öğretmen ona göre

çok verimli ve üretken olamaz. Öğ-

rencisi olmayan bir öğretmen, ço-

cuğu olmayan bir kimse gibi olup,

Isfahan’îye göre ölümüyle geriye on-

dan başka hiçbir şey kalmaz. O ne-

denle ilim sahipleri mutlaka öğrenci

yetiştirmelidirler. Yetiştirirken, sa-

dece bilgi aktarmakla kalmayıp, on-

ların erdemli davranışları yapmaları

için de kafa yormalı, emek etmeli-

dirler. Bunu yaparken öğrencilerin

rencide olmaları ve aşağılanmaları-

na fırsat vermemelidirler.

Isfahanî’nin öğretmen-öğrenci

ilişkilerinde çok önemsediği konulardan biri de,

öğretmen yahut hocaların, öğrencilerinden maddi

beklenti içinde olmamalarıdır. Çünkü bu tür bek-

lenti ve kaygıların da, samimi ve Allah rızasını gö-

zeten bir öğretmeyi engelleyeceği ve öğrencilerin

kalbine, ruhuna değil, sadece zihin dağarcıklarına

hitap edeceği unutulmamalıdır.

Sonuç olarak, asırlar öncesinden hocalar ile ta-

lebeleri ve yahut günümüz terimleri ile öğretmen

öğrenci ilişkileri konusunda günümüze de ışık tu-

tan Isfahanî’nın bu yaklaşımları, kanaatimizce ol-

dukça kayda değer gözükmektedir.

Page 67: 145 - Somuncu Baba Dergisi

GÖKTEKİ YILDIZLAR

Allah’ın sevgili, güzel kulları,Ta galu belâda iman ettiler.Cennet’e, Cemal’e varır yolları,Bir dert ki dertlere derman ettiler..

Atlarını dört bir yana sürdüler,Kıtaları kesip, biçip, dürdüler,Zaman-mekan ötesinde hürdüler,Davayı dünyaya ferman ettiler..

Sancağının gölgesine kondular,Öyle bir sohbet ki yanıp, yundular,İnsanlığa ab-ı hayat sundular,Şu kızgın çölleri umman ettiler...

Hayıflansın bencileyin Kıtmirler,Bala döndü kalblerdeki zehirler,Hakikate adanmıştı ömürler,Aşkın yellerinde harman ettiler..

Batılın bendini yıkan seldiler,Hak namına kılıç çeken eldiler,Sadakatte akılları çeldiler,Melekleri bile hayran ettiler..

Gökteki yıldızlar gibi azdılar,Hepsi sır sahibi, safi nazdılar,Şehadetin destanını yazdılar,Canlarını Hak’ka kurban ettiler...

Servet YÜKSEL

65

Page 68: 145 - Somuncu Baba Dergisi

TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE

FİRDEVSÎ

Kasım 201266

KültürMustafa ÖZÇELİK

Page 69: 145 - Somuncu Baba Dergisi

67

Hafız, Ömer Hayyam, Sadi, Fe-

ridüdin Attar, Molla Cami gibi

büyük şairler İran edebiyatı-

nı dünya edebiyatına taşıyan önemli isimlerdir.

Türk edebiyatını da yakından etkileyen bu şair-

ler zümresine ilave edebileceğimiz bir isim İran

millî şairi olarak kabul edi-

len Firdevsî’dir. Tabii

Firdevsî denilince akla

hemen 60 bin beyitten

oluşan ünlü eseri Şehna-

me gelecektir. Dolayısıyla

onunla ilgili söyleyecekle-

rimiz daha çok bu eser et-

rafında olacaktır. Fakat

Şehname’ye geçmeden

önce Firdevsî’nin hayat

hikâyesine kısaca da olsa

bakmak gerekecektir.

Hayatı

Firdevsî, İran toplu-

munda taşıdığı büyük

önemden dolayı hayatı ef-

saneleştirilmiş bir isimdir. Dolayısıyla hayatına

ilişkin bilgilerde gerçekle efsane iç içe geçmiş du-

rumdadır. Hakkında yazılan eserlerden hareketle

onun hayat hikâyesi şöyle özetlenebilir:

Firdevsî’nin adı çeşitli kaynaklarda birbirinden

farklı olarak “Hasan”, “Ahmed” ve “Mansûr” ola-

rak geçmektedir. Künyesi; “Ebu’l-Kâsım”, lakabı;

“Fahruddîn” olan şairin mahlası ise “Firdevsî”dir.

Künyesinden ve lakabından çok bu mahlasıyla ta-

nınmaktadır. Firdevsî, 940 yılında Tûs şehrine

bağlı Taberân Kasabasının Bac Köyünde doğdu.

Millî ve tarihî duyguların yoğun olarak yaşandığı

bir sosyal ve kültürel çevre içinde büyüdü. Çağına

göre iyi bir eğitim aldı. Farsça ve Arapça’yı çok iyi

şekilde öğrendi. Bilhassa İran tarihi ve bu konu-

daki rivayetler üzerinde kendini yetiştirdi. Ünlü

eseri Şehname’yi yazdı ve 1020’de doğduğu şehir

Tus’ta vefat etti.

Edebî Hayatı

Firdevsî, yazı hayatına gazel ve kasideler yaza-

rak başladı. Daha sonra yaşadığı çevrenin de etki-

Page 70: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201268

sinde kalarak eski İran

tarihi hakkında bil-

gi edinmek üzere Peh-

levice yazılmış eserlere

ilgi duydu. Devletşâh-i

S e m e r k a n d î ,

Tezkiretü’ş-şuarâ adlı

eserinde Firdevsî ve şi-

irinden söz ederken:

“Hemen herkes, onun

İslâm sonrası dönemde

İran’ın en büyük şairi

olduğu konusunda gö-

rüş birliğindedir.” der.

Bu tespit, başka de-

ğerlendirmeciler tara-

fından da yapılmış ve

Fars edebiyatının bü-

yük kaside ustaların-

dan Enverî, Hakânî ve

Sadi ile aynı kategoride

anılmış ve Sultan Mah-

mud döneminin en ye-

tenekli şairi olarak kabul

edilmiştir.

Eseri

Firdevsî demek Şehname demektir. O, bu ese-

re hayatını vermiş, sonunda ortaya böyle bü-

yük bir eser çıkmıştır. Eserin özelliklerine gelin-

ce; Şehname, eski İran efsaneleri üzerine kurulu

manzum bir destanıdır. İran edebiyatının en bü-

yük eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000

beyitten oluşur.

Bu eserde tarih öncesi zamanlardan başlayıp

Sasani İmparatorluğu sonuna kadar tüm eski İran

tarihi ve kralları incelenmiştir. Bunlar arasında

Keyûmers, Hoşeng, Tahmûrâs, Cemşid, Bahman,

Dârâ, İskender, Bahrâm, Rüstem gibi kralların

isimlerini sayabiliriz.

Bu eserin nasıl yazıldığına dair şöyle bir riva-

yet anlatılmaktadır: Gazneli Mahmut, eserini ra-

hat ve uygun şartlarda yazabilmesi için sarayın-

da Firdevsî’ye tarihî, efsanevî birçok resimlerle;

av ve savaş silahlarıy-

la süslenmiş mükem-

mel bir mekân tah-

sis etmiştir. Firdevsî

bunlardan ilham ala-

rak özellikle ıssız yer-

lerde, kırlarda geze-

rek; serviler altında

yani tabiat ortamında

bu destanı kaleme al-

mıştır.

Şehname, bir des-

tandır ama onda ma-

salımsı bir hava da

sezilir. Yine mitolo-

jik unsurlara da sık

sık rastlanır. Eser

bu yönüyle Türklerin

Oğuz Kağan, Türeyiş

ve Göç Destanlarına,

Sümerlere ait Gılga-

mış, Ruslara ait İgor,

Britanyalılara ait Kral

Arthur, Finlilere ait Kalevala, Hintlilere ait Ra-

mayana, Antik Yunanlılara ait İliada ve Odysse-

ia destanlarına benzer bir yapıdadır. Firdevsî, bu

eserini hazırlarken şüphesiz bir tarihçi kimliği ve

bilgisiyle hareket etmiştir. Esere edebî değer ka-

zandıran yönü ise şairin tarihsel bilgileri güçlü şiir

yeteneği ile işlemiş olmasıdır.

Bu eserin bir özelliği de resimli oluşudur.

Şehname’nin bu nüshaları İlhanlılar döneminde

1256-1353 tarihleri arasında yazılmış ve böylece

farklı bir edebî eser oluşturulmuştur. Şehname’nin

yazılışı otuz sene sürmüştür. Firdevsî bu eserini

1010 senesinde Gazneli Mahmûd Hana takdim

etmiştir. Eserini 70 yaşında tamamladığı söylen-

mektedir.

Etkileri

Şehnâme, 10. yüzyılın sonunda kaleme alın-

mıştır. Tamamlandıktan hemen sonra büyük

bir ilgiyle karşılanmış ve Doğu edebiyatların-

da Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Türk

Page 71: 145 - Somuncu Baba Dergisi

69

edebiyatında da etki-

li olan eserin sadece şa-

irler tarafından değil

halk tarafından da ilgiy-

le okunduğu bilinmek-

tedir. Mesela, Evliya

Çelebi’de, Şehname’nin

Bursa içindeki kahveler-

de meddahlar tarafın-

dan ezberden okundu-

ğunu anlatır.

Şehname, özellik-

le Divan şairlerini çok

etkilemiştir. Bu etki-

nin en belirgin yönü

Şehname’nin Türkçeye

hem manzum veya men-

sur olarak çevrilmesidir.

Fakat daha da önemlisi

Şehname’de geçen mi-

tolojik ve tarihî unsur-

lar, hemen her şair tara-

fından kullanılan semboller haline gelmiştir.

Şehname’nin bir başka önemi ise, tarihte ya-

şandığı kabul edilen İran-Turan savaşlarına ışık

tutan bir eser olmasıdır. Bu arada Şehname’nin

Türkçeye ne zaman çevrildiğini de söyleyelim. İlk

çeviri, kim olduğu bilinmeyen bir yazar tarafından

1450-51 yılları arasında, Sultan II. Murad döne-

minde yapılmıştır. Aynı şekilde Hüseyin bin Ha-

san Şerif de Şehname’yi Türkçeye çevirmiş olup

başka bir çevirisi de 17. yüzyılın ilk yarısında Der-

viş Hasan tarafından Sultan II. Osman için yapıl-

mıştır. Bu durum, Osmanlı padişahlarının da bu

esere ne kadar önem verdiklerini göstermektedir.

Şehname, günümüz Türkçesine ise Necati Lugal

tarafından aktarılmıştır.

Sonuç Yerine

Firdevsî, İran edebiyatında tarihî şiirleştiren

bir şair olarak bu toplumda millî kimlik algısının

oluşmasında ve güçlenmesinde çok etkili olmuş-

tur. Şu şiiri onun nasıl bir millî hassasiyet içinde

olduğunu gösteren güzel bir örnektir.

O l m a y a c a k s a

İran olmasın benim

için ten,

Kalmasın bu top-

raklarda bir can-

lı ten.

Vatanımız ve ço-

cuklarımız uğruna,

Namusumuz, kü-

çük çocuklarımız ve

yakınlarımız uğru-

na,

Vatanımızı düş-

mana teslim etmek-

ten,

Daha iyidir hep

birlikte gitmemiz

ölüme.

Şehname man-

zum bir destan ola-

rak daha çok olayları

ve kahramanları an-

latır ama eserin tek özelliği bu değildir. Şair, ko-

nuları mitolojik ve tarihî akışlarında aktarırken

uygun yerlerde anlatımlarıyla son derece uyumlu

olarak öğütler, öğüt verici pasajlar, özlü sözleri de

yerleştirmiştir. Bunlara da birkaç örnek verelim:

İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.

Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.

Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre,

İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.

İyi olsun, kötü olsun, bütün insanlar fânî ol-

duğuna göre,

En iyisi, iyiliğin yadigâr kalmasıdır.

Mademki bizden geriye kalanlar iyilik ve kö-

tülüklerimizdir,

O halde elinden geldiğince kötülük tohumu ek-

memeye bak.

İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?

Kötülük yaparsam, kendime yapmış olurum.

İyilik yaparsan, iyilik;

Kötülük yaparsan, kötülük görürsün.

Page 72: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201270

ŞAKADAN ANLAMAYAN

BİLİNÇALTI

KitapMuharrem AKIN

Eğitimci yazar M. Emin Karabacak’ın

Bayramlık İstemeyen Çocuklar (Ço-

cukların Okul Başarısını Artırmada

Anne Babalara Düşen Görevler) kitabından sonra

ikinci kitabı Bilinçaltı Aptaldır Şakadan Anlamaz

kitabı da okurlarla buluştu.

Birinci kitabı çocuk eğitimi

alanında yazılmış bir eser iken;

ikinci kitabı ise kişisel gelişim

ağırlıklı bir kitaptır. Yazar birinci

kitabında olduğu gibi ikinci kita-

bında da ele aldığı psikolojik ko-

nuları ayet ve hadislerle destekle-

miştir.

Çağımızın hastalığı

olarak tarif edilen psikolojik

hastalıklarının birçoğunda dini

yaşayamamanın verdiği sıkıntılar

yatmakta olduğunu ve buna bağlı

olarak da insanların egosantrik

duygularının ön plana çıktığını

dile getiren yazar; bu kitabında çözüm yollarını

da birlikte sunmuş.

İki bölümden oluşan kitapta birinci bölüm kişisel

gelişim adı altında kişisel gelişim ayet-hadisler ve

İslam tarihinden örneklerle desteklemiştir. Hz

Peygamber (s.a.v.) hayatında öğrenilmiş çaresizlik

var mıydı en dikkat çekici örneklerinden biri.

Bunun yanında Müslümanın kişisel gelişimi için

bilinçaltının da olumlu olması gerektiğini savunan

yazar, bunu da bir başlık altında ele almıştır.

Bugünkü sıkıntılarımızın birçoğunu kullukta ve

yaşamda anı yaşayamamadan kaynaklandığını

ifade etmektedir. Genel olarak

bu bölümde yazar; kişinin bakış

açısı bilinçaltını, bilinçaltı da

davranışlarını olumlu ya da

olumsuz olarak etkilediğini ele

almış.

Yazar ikinci bölümde daha

çok günlük hayattaki psikolo-

jik rahatsızlıkların nedenleri ve

çözüm yollarını ele almış. Yazar

yine bu bölümde de psikolojik

rahatsızlıkların temelinde kültü-

rel ve dini değerlere göre yaşan-

mamasından kaynaklandığını

ele alarak psikolojik rahatsızlıkla-

rı ayet be hadislerle anlatarak çözüm yollarını da

sunmuştur. Psikolojik kişiliğimizi tanımada gül-

me ve ağlamanın psikolojik dili, ağlamanın ve du-

anın psikolojik faydaları yanında baş ağrısından

titizliğe, fazla kilolardan vücut şekil bozukluğuna,

nomofobiden tokofobi gibi konuları güncellediği-

Page 73: 145 - Somuncu Baba Dergisi

71

KİTAPLIK

Dört Halife

Muhammed Mutevelli Şaravi

Özgü Yayınevi

Tel: 02125113826

Hak Kapısının Sırlı

Anahtarı Dua

Dr. Halil & Abdullah Kara

Işık Yayınları

Tel: 0216 522 11 44

Kadınlara da Farzdır

Şakir Gözütok

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Amerika’da Bir Türk

Tosun Bekir Bayraktaroğlu

Sufi Kitap

Tel: 0212 511 24 24

Aşk Güzergâhının

Gizemi

Selçuk Alkan

Kent Kitap Yayınları

Tel: 0312 433 08 14

ne de dikkat ederek psikolojik ve dini ola-

rak ele almıştır.

***

“Bilinçaltı aptaldır. Ne söylerseniz, ne

düşünürseniz onu doğru kabul eder. Şa-

kadan hiç anlamaz. Analiz bilincin görevi-

dir.” der Joseph Murphy.

Freud bilinci, kişinin kendisinden ve

çevresinden haberdar olma hali olarak

tarif ederken; bilinçaltını da kişinin zih-

ninde bulunan fakat farkında olmadığı

dürtüler, yaşantılar ve tutumlar olarak

tarif etmektedir.

Bilinçaltı çöp tenekesine benzer. Çöp

tenekesine ne atarsan at, hepsini kabul

eder. İster çeyizini, ister bileziğini, ister

paranı, ister kitabını, ister çocuk bezini,

ister yemek artığını, ister çocuğunu, is-

tersen de kendini at hepsini kabul eder.

Onun için değerli ya da değersiz önem-

li değildir. Onun görevi atılanları biriktir-

mektir. Ne zamana kadar? İşimize yara-

yana ya da onu boşaltıncaya kadar!

“Bilinçaltı aptaldır, şakadan anlamaz,

her şeyi doğru olarak kabul eder.” gerçe-

ğini göz önünde bulundurarak duygu ve

düşüncelerimizi ona göre değerlendirme-

liyiz. Bunun için ileride karşımıza çıkabi-

lecek olumsuz düşünceleri veya istenme-

dik davranışları, geri plandaki bilinçaltı

mesajlarına dikkat etmek gerekir. Bu yüz-

den olumsuz düşünceleri olumlu düşün-

celerle değiştirmeliyiz.

Bilinçaltının aptallığına karşı, bizim

kendimizle barışık olmamız gerekir. Önce

duygu ve düşünce boyutunun olumlu ol-

ması gerekir. İnsanlara karşı bakış açımı-

zın yanı sıra onlara söz, tavır ve davranış-

larımızla olumlu bakmamız gerekir. Yoksa

“Ben böyle bir hata yapmazdım, nasıl oldu

da böyle bir hata yaptım, anlamadım” gibi

bilinçaltı oyunlarına gelebiliriz.

Page 74: 145 - Somuncu Baba Dergisi

GİDEN

GELMİYORKasım 201272

KitapVedat Ali TOK

Beki

r SAR

I

Page 75: 145 - Somuncu Baba Dergisi

73

Bir giden bir dahi gelmez ne acep hikmetdir

Âlem-i râhata benzer gibi iklîm-i adem

Koca Râgıp Paşa

“Ne garip hikmettir ki bir giden bir daha gelmi-

yor. Adem diyarı (yokluk ülkesi/ ölümden sonra-

sı) galiba rahatlık âlemi (huzur ülkesi) gibi…”

Ölüm… Hayatın, diriliğin, canlılığın tezadı…

Her canlının tadacağı bir hikmet…

Ölüm, insanın bakış açısına göre şekillenen,

biçim alan; ama mutlak bir gerçek…

Ölüm, kimine göre ebedî bir yok oluştur. Dün-

yadan kopuş, sonu belli olmayan bir gidiş. Sev-

diklerimize, sevmediklerimize; acılarımıza, se-

vinçlerimize son veda... Bir daha görülemeyecek,

tadılamayacak lezzetlerden, bir daha kavuşulama-

yacak güzelliklerden ebedî bir ayrılık… Günaydı-

nı olmayacak bir uyku… Adı üstünde ölüm… Meç-

hullerle dolu bir âlemin başlangıcı bir yolculuk…

Ölüm, kimine göre yeni ve sonsuz bir âlemin

başlangıcıdır. Yalanın sona erip gerçeklerle yüz-

leşme vakti. Hakiki hayatın, adaletin; gerçek gü-

lüşün, ağlayışın, gerçek cennetin, cehennemin bu-

lunduğu dünya.

Ölüm, Mevlânâ’nın dilinde âşığın, sevgilisine

kavuşma anı, Yûnus’un dilince ebedî var olma ka-

pısı. Âşık Veysel’e göre iki hanın diğer kapısı…

Ve ölüm, âsûde bir bahar ülkesi Yahya

Kemal’ce…

Ölüm üzerine neler düşünülmemiş, düşünce

fırsatını henüz yitirmemişlerce… Ölüm bize ür-

küntü vermiyor, lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı

zor diyenler olmuş. Zira vatan âşığına en zor olan,

vatandan ayrı kalmaktır. Sevdiğinden ayrı kalma-

nın acısını yani ayrılığı ölümle tartanlar ve ölü-

mü hafif görenler olmuş. Kimi ölümün gariple-

re bir başka türlü geldiğini söylemiş. Gariplerin,

ölüsünün bile üç günden sonra duyulacağını, hat-

ta soğuk su ile yunacağını tahayyül etmiş. Bazıla-

rı öldükten sonra dikilecek mezar taşının bile ga-

rip olacağını söylemiş. Her yaştaki ölümün erken

olacağı fikri ağırlık kazanmış birçoklarınca. Genç

yaşta ölenlerin acısı hepsinden farklıdır. Göy ekini

biçmek gibi bir hâdisedir, demişler genç ölümü-

ne… Ve ölümü gence yakıştırmayan şairler olmuş.

Ölüm kelimesi ürpertici olduğu için insanları-

mızın ona değişik isimler ve sıfatlar verdiği olmuş.

Hakk’a kavuşmak, Hakk’ın rahmetine kavuşmak,

Rahmet-i Rahman’a varmak…

Henüz ölmemiş insanlar daha neler düşün-

müş ve neler söylemişler söyleme fırsatları var-

ken… Kendince çok önemli bir durumu hayat-me-

mat (ölüm) meselesi sayanlar çıkmış. Sevdiklerini

bir şeye razı etmek için, ölümü gör, diye yemin

vermişler. Kızdıklarını da, ölünün körü (ölünün

gûru/ mezarı), diye azarlamışlar.

“Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsettiği gibi

bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden sonraki

hayatın rahatlık ve huzur âlemine benzediğini,

yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini biraz da

şaşırarak ifade etmiştir.”

Page 76: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201274

Ölmeden önce ölmek vardır bir de… Peygam-

ber Efendimizin (s.a.v.) nasihatlerinden biridir:

“Ölmeden önce ölünüz.” Dünyada iken, hayatta

iken insanın kendini hesaba çekmesi bağlamın-

da değerlendirilen bu hadis-i şerif mutasavvıfla-

rın hayat düsturu, Divan şairlerinin dilinden dü-

şürmediği bir söz durumundadır.

Ölüm, insanlar için bir bilmece, ölüm bir mu-

amma; fakat gerçek bir vakıa ve edebiyatımızın,

özellikle şiirimizin ölümsüz konularından biridir.

Şair muhayyilesi bir başka anlatır ölümü. On-

ların dilinde ölüm ciğerleri sızlatır. Ölüm acısını

dile getiren İslâm öncesi Türk edebiyatında sagu-

lar, Dîvân edebiyatında mersiyeler, Halk edebiya-

tında ağıtlar başlı başına bir nazım türü olmuş;

bu türde sayısız eserler verilmiştir. Bu şiirlerde

kimi zaman bir devlet büyüğüne, kimi zaman sev-

gilisinin ölümüne veya bir yakınına duyduğu acı-

ları terennüm etmiş şairlerimiz, ozanlarımız…

Dedik ya şair muhayyilesi farklı görür ölü-

mü. Yahya Kemal, aslında soğuk ve ürpertici olan

ölüm ve mezar kavramlarını insanın gözünde

güzelleştirmek için kelimeleri imbikten süzmüş

âdeta.

Bir mezar tasvirinde şöyle diyordu Yahya Ke-

mal:

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,

Ve siyah serviler altında yatan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

Daha sonra şair, bu kıtanın üçüncü mısraın-

dan bir türlü memnun olmuyor. Siyah serviler

tamlamasından yıllar sonra rücu edip serin servi-

ler şekline getirerek mezarlığın havasını değiştiri-

yor. Bu durumu edebiyat araştırmacıları şairlerin

kelimeleri seçimindeki hassasiyeti için örnek ver-

seler de bize göre Yahya Kemal’in yıllar sonra bul-

duğu ruh olgunluğunun bir neticesidir.

Yahya Kemal, aslında baştan sona ölümü an-

lattığı Sessiz Gemi şiirinde ise ölüm sözünü hiç

kullanmamış, fakat adı geçen şiiri her okuyan in-

san, onun ölümü anlattığını anlamıştır. Bu şiir

şöyle bitiyordu:

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden

Birçok seneler geçti dönen yok seferinden

Yahya Kemal gerçekte herkesin malumu olan

bir hadiseye farklı bir sebep bularak rakik bir nük-

te yapıyor bu beytinde. Hakikaten insan memnun

olmadığı bir yerde duramaz oradan geri döner.

Edebiyatımızın icaz söz söyleyen üstadların-

dan biri olan ve berceste beyitlere imza atan Koca

Râgıp Paşa da Yahya Kemal’den iki asır önce Yah-

ya Kemal ile benzer düşünceleri dile getirmiştir.

Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsetti-

ği gibi bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden

sonraki hayatın rahatlık ve huzur âlemine benze-

diğini, yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini

biraz da şaşırarak ifade etmiştir.

Dikkat edilirse Koca Râgıp Paşa da gerçekte

ölümü anlattığı beytinde ölüm kelimesini özel-

likle kullanmıyor iklîm-i âdem yani, yokluk ül-

kesi terkibini kullanıyor. Bu durum hemen her

Divan şairinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Çün-

kü inanan insana göre ölüm, ötesi hakkında pek

bilgi sahibi olmasa da, yeni bir başlangıcı ifade

eder. Ve bu başlangıç aslında biraz da rahatlık

âlemidir. Çünkü artık o âlemde dünya kaygısı da

bitiyor, ölüm korkusu da… Diyor ya Yûnus:

Ne gam bu dünyada bir kez ölürsem

Onda ölüm olmaz ölmezem ayruk

Koca Râgıp Paşa, beytinde özellikle hik-

met kavramına yer veriyor; çünkü faniler için

ölüm, bizim künhüne pek de vâkıf olduğumuz

söylenemeyecek kadar hikmetlerle dolu bir

hâdisedir. Hâsılı şair, ölümden sonra tekrar

dünyaya gelinemeyeceğini bildiği hâlde, ölen-

lerin bir daha gelmeyeceğini, gidilen yerin ra-

hatlığına bağlıyor. Böylece Paşa, bu güzel bey-

tinde, hüsn-i talil (güzel sebep bulma) sanatı

yapmak suretiyle, bir bakıma sanatla manayı

da örtüştürüyor.

Page 77: 145 - Somuncu Baba Dergisi

EFENDİM

Ben miyim benDüşüncem köle pazarındaHaraç mezat satılırDün böyle değildimAşk üstüneydi kararımFikrim inceydi efendim

Ateşler düşmedenKaranfil bahçelerimeOlmadan belânın türlüsüÇiçeklerime musallatKokular alır

Satardım kokularKoku da kalmadıBahçelerimde doku daKaranfillerimin katlineKendim cellât oldum efendim

Tarumarım Yapraklarım sağa sola saçılırEskiden kuşlar toplardıŞimdi kuşlar bile toplamazUzat elleriniTopla beni efendim

Umut getir renk cümbüşü al olsunKaralara bürünmekten hâl oldumSoldu susuzluktan dimağımBen beni unuttum sefâyla doldumAkıt ırmağını doludizgin taylarcaKana kana içir bana efendim

Unuttum huzuruHuzur Kaf dağının ardındaArasam şah damarımdan yakınAramasam fersah fersah yol banaDağıldım, çözüldüm, tel tel saçıldımYol, yordam öğret efendim

Celâlettin KURT

75

Page 78: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201276

Türk kültür ve medeniyeti incelendiği

zaman, yerleşim yerlerinin tarihlerin-

de büyük zatların önemli rolleri oldu-

ğu görülmektedir. Şehirleşmeler ve iskân sahaları hep

bu büyük zatlar etrafında vücut bulmuş, gelişmiştir.

Aynı zamanda bu insanlar bir ekol kurmuşlar; isimleri

ve yaşam tarzları asırlardan beri kulaktan kulağa gü-

nümüze ulaşmıştır.

Bu büyük insanları tanımak, yaşam tarzlarını öğre-

nerek örnek almak ve de en önemlisi gelecek nesille-

re bozmadan, tahrif etmeden ulaştırmak, onlarında bu

insanları tanımalarına yardımcı olmak hepimizin aslî

görevlerinden biridir. Ancak bunları tanıtırken biraz-

da ayıklayarak, doğruları bulmak, efsane ve abartılar-

dan uzak olanını yeni nesle aktarmak çok önemlidir.

Osmanlı Payitahtı Edirne camileri, dinî kompleks-

leri, köprüleri, eski pazar yerleri, kervansarayları ve

saraylarıyla adeta bir müze şehirdir. Asıl kimliğini Os-

manlıyla bulan bu ilimiz devamlı kültür olaylarının

yoğun olarak yaşandığı bir kent olmuştur. Gerek Os-

manlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde bir eğitim ve

kültür merkezi olan şehir her zaman her alanda büyük

insanlar yetiştirmiştir.

Abdüllatif Efendi (Pamuk Kadı)

Büyük bir veli ve İslâm âlimi olan Abdüllatif Efen-

di aslında Kastamonu’da doğumludur. İlk tahsilini za-

manındaki âlimlerden tamamladıktan sonra Mevlânâ

Muslihuddîn Yârhisârî ve Anadolu kadıaskeri olan

İmam Şeyh Mahmud’un sohbet ve hizmetlerine gir-

di. Bu meclislerde kısa zamanda yetişip medreseler-

de ders verebilecek seviyeye geldi. İlk önce Dimeto-

ka Medresesinde müderris oldu. Sonra Edirne ve daha

sonra İstanbul medreselerine geçti. Bir ara Manisa’da

da müderrislik yaptıktan sonra Sahn-ı Seman medre-

selerinden birinde müderris oldu. Buradan da tekrar

Edirne’ye dönerek Sultan Bayezîd Hân Medresesine

müderris oldu. Bir süre burada görev yaptıktan sonra

kendisine Edirne Kadılığı görevi verildi.

Bu görevi sırasında Pamuk Kadı olarak meşhur

olan Abdüllatif Efendi, haram ve şüphelilerden çok sa-

kınan, zühd ve takva sâhibi, çok ibadet eden bir zât idi.

Temizlik hususunda çok titiz davranır, temiz giyinirdi.

Gayet yumuşak huylu, hoş tabiatlı ince ruhlu bir

kimse idi. Aldığı tahsiller sebebiyle zamanının zahirî

ve batınî ilimlerinde ihtisas yapmış, söz sahibi olmuş-

tu. Bunun yanında “ilm-i ledün” denilen, hikmet ve

muhabbet-i ilâhiyeye de sahipti.

Vaktinin hiçbir ânını zayi etmez ya ilimle veya iba-

detle meşgul olurdu. Namaz için mutlaka camiye gi-

der, hatta bazı zamanlarda da camide itikâf hâlinde

bulunurdu. İnsanların, beğenilen, uygun olan iyi ta-

raflarını söyler onları hep hayırla yâd ederdi. Boş ve

lüzumsuz sözleri söylemekten nefret eder, böyle yap-

manın çirkinliğini anlatırdı.

Ahirete yarar işleri yapmakta gayet titizlik ve has-

sasiyet gösterir, bu hususta hiçbir zaman gevşek dav-

ranmazdı. Daima, dünyaya düşkün olanların ahiret-

lerini harap ettiklerini, ahiretini düzeltmeye gayret

Örnek Hayat Yusuf HALICI

VELÎLERİEDİRNE

Page 79: 145 - Somuncu Baba Dergisi

77

edenlere ise Alla-

hu Teâlâ’nın dünyayı

hizmetçi kılacağını söy-

lerdi. Dünya ile ahiretin bir-

birine zıt olduğunu bilir, birini

memnun etmeye çalışılınca, diğeri-

nin güceneceğini bildirirdi.

Abdüllatif Efendi 1532 yılı Ramazan-ı şerif

ayında, Kadir gecesi Edirne’de vefat etti ve Kasım

Paşa Camiinin avlusunda defnedildi.

Hasan Sezai Hazretleri

Anadolu’da yetişen İslâm âlimleri ve velileri-

nin içinde ayrı bir yeri olan Hasan Sezai Hazretle-

ri tasavvufta Gülşenî yoluna mensuptur. 1669 yılın-

da bugünkü adı Korent olan ve Yunanistan sınırları

içinde Gördes’de doğdu.

On sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te

kalan Sezai Hazretleri Venediklilerin bu beldeyi

istilâ etmeleriyle, gemi ile İstanbul’a geldi. Bu yol-

culuğu sırasında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden

biri ile tanışıp sohbetinde bulundu.

Bir müddet İstanbul’da kaldı ve daha sonra

Edirne’ye geçti ve burada ilim tahsiline başladı. Bir

taraftan zahiri ilimleri okurken diğer taraftan da

kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, manevî terbi-

ye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esna-

sında tanıştığı zatın tesiri ve gördüğü bir rüyadaki

işaret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh

Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet

hizmetinde bulundu. Bu zatın vefatından sonra ye-

rine geçen Muhammed La’lî Fenâî Efendiye bağlan-

dı. Hasan Sezai Hazretleri buradan mezun olduktan

sonra Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Ho-

cası Muhammed La’lî’nin halifesi Muhammed Ham-

di Efendi vefatı üzerine Sezai Hazretleri onun yeri-

ne geçti.

Hasan Sezai Efendi, gayet kibar, asil ve heybet

sahibi, iyi ahlâklı, çok zeki ve yakışıklı bir zât idi.

Edirne’deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Ta-

lebelerinin sayısının

beş yüz bini bulduğu ve

bunların yiyip içmelerinin

bizzat kendisi tarafından kar-

şılandığı bilinmektedir. İlme çok

hizmet etti.

Sezai Efendi, ilim ve evliyalığı yanın-

da çok kuvvetli şiir söyleme kabiliyetine de

sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, “Osmanlıların

Hâfız-ı Şirâzî’si” unvanı verilmiştir. Şiirlerinin

ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.

Hasan Sezai Efendinin, ekserisi tasavvufî mahi-

yette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertip edi-

len Dîvân, talebelerine, devlet ve ilim adamlarına

yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana ge-

len Mektûbât ve Niyâzî-i Mısrî’nin bir gazeline yaz-

dığı bir şerhi ihtiva eden üç eseri vardır.

Oğullarına ve talebelerine yahut sevdiklerine

gönderdiği mektuplarında, onların dinin emir ve ne-

hiylerini yerine getirmekte gayretlerini artırırdı. Oğ-

luna yazdığı bir mektuptan bir kısmı şöyledir:

“Gözümün nuru evlâdım. Her hâlinle seni

Cenab-ı Hakk’a emanet ettim. Kalb gözün açık ol-

sun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muamele edesin.

Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili

tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Daima in-

sanların ayıbını gizle. Kimsenin ayıbını yüzüne vur-

ma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyarla-

ra karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün

yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun.

Bunlara riayet edersen ömrün uzun olur, Hak Teâlâ

her yerde seni aziz eder. Daima affedici ol. Daima iti-

kadı düzgün, salih kimselerle birlikte bulun. Dünya

fânidir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak

şey, Allahu Teâlâ için olan muhabbettir.”

Hayatında görüldüğü gibi vefatından sonra da

fevkalâde hâlleri, kerametleri çok görülen Hasan

Sezai Hazretleri 1738 yılında Edirne’de vefat etti ve

kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defne-

dildi.

Page 80: 145 - Somuncu Baba Dergisi

BUNLAR ÇOCUK…

PEKİ BİZ?Kasım 201278

EğitimM. Emin KARABACAK

Page 81: 145 - Somuncu Baba Dergisi

79

Çocuktur bunlar; ad-

ları da kendileri de

çocuktur. Bazen ca-

nımızdan çok severiz, bazen de

gözümüzün göresi gelmez onla-

rı. Bir bakarsınız sımsıcak ku-

caklarlar, bir de bakarsınız ol-

madık yerde ağlayarak çileden

çıkarırlar bizi.

Adı da kendileri de çocuktur

bunların. Misafirlikte durmaz-

lar, eve gelen misafiri de çocu-

ğunu da istemezler. Hiç yüzüne

bakmadığı oyuncakları birden

değerlenir eve başka çocuklar

gelince. Kavga eder, dövüşür on-

larla. Her şeyi güzel güzel pay-

laşmışlarken küçücük bir şey

için hemen kavga başlatırlar.

Çocuktur bunlar ne laftan

anlarlar ne de sözden anlarlar.

Sen büyüdün, kocaman adam

oldun, sen ablasın, sen abisin

desen de yine anlamazlar. Ha-

yır! Benim o, vermem der. Üze-

rine gitseniz ya da elinden alma-

ya kalksanız yine anlamazlar.

Yaptıkları tek şey, sadece bizi çi-

leden çıkarmaktır.

Dedik ya bunların adı da ken-

dileri de çocuktur. İnsana bazen

dünyasını zindan eder, bazen

anasından doğduğuna pişman

ederler.

Çocuktur bunlar. Hayatımı-

zı bize ne kadar zindan da etse-

ler çok severiz biz onları. Hele

hasta olup ateşli olduğu gecele-

ri hiçbir anne baba unutmaz ve

unutamaz o geceleri.

Sabaha kadar çocuğumuzun

ateşiyle birlikte yükselir, çocu-

ğumuzun ateşiyle düşer kaygı-

larımız. Dünyayı görmez o anda

gözümüz. Onlar için, her şeyimi-

zi vermek isteriz. Hatta canımı-

zı dahi vermek isteriz... Yeter ki

sen iyileş diye.

Pişmanlıklar başlar bizde.

Keşke bağırmasaydım, keşke is-

tediği oyuncağı alsaydım, keşke

izin verseydim keşke, keşke keş-

kelerle ederiz sabahı.

Çabuk unuturuz o ateşli ve

uykusuz geceleri, çocuk için ken-

di kendimize verdiğimiz o sözle-

ri. Hani demiştik ya, içimizden

kendi kendimize. Çocuğumuz

iyileşirse onunla ilgileneceğim,

onula oynayacağım, ona kızma-

yacağım, sevgimi göstereceğim,

diye. Çabuk unuttuk o sözleri.

Nasılsa çocuğum iyileşti.

Hani hatırlarsanız hastalıkta,

borçta, dertte, darda kaldığımız

zaman hemen açarız ellerimizi:

“Ya Rabbi!...”

Sonra ne olur, elimiz rahata

kavuştu mu, sıkıntı bitti mi yine

aynı şeyleri tekrarlarız. Çocuk

yine çocukluğunu yapar ama

bizse yetişkinliğimizi yapama-

yız.

Unuturuz onların gözleri-

ne bakınca sıkıntılarımızı, unu-

turuz onun gülüşlerinde dert-

lerimizi. Mutluluğu onun anne

baba deyişinde buluruz. Sevgiyi

onun sıcak kucaklayışında his-

sederiz. Hayatın tadını onun tat-

lı dilinde tadarız.

Onunla bakar gözlerimiz,

onunla yürür ayaklarımız, onun-

la güler yüzümüz, onunla ağla-

rız hayatta. Onlar bizim ciğer pa-

remizdir. Onlarsız hayat boştur,

yaşamaya değmez. Elimiz, ayağı-

mız hatta kolumuz, kanadımızdır

onlar bizim.

Bazen yaramazlık yaparlar.

Ah, o yaramazlıkları da olma-

sa! İşte o zaman da çocuk olmaz-

dı onlar. Tabii ki bu kadar da tat-

lı olamazlardı. Bilirsiniz tatlının

değeri acıyla anlaşılır. Farkları

olmazdı o zaman oyuncak bebek-

lerden.

Ne kadar uzundur dokuz ay-

lık bir zaman hatırlarsanız. San-

ki hacı bekler gibi bekledik onun

doğumunu. Geçmek bilmezdi son

günler, teskere günleri gibi. Son-

ra geldi o gün; doğuşuyla sevinç

çığlıkları atmak istedik. Herkese

haykırmak ve duyurmak istedik

bir çocuğumuz olduğunu.

Şükrediyorduk Yaratan’a. Ağ-

lıyorduk bebeğimizle birlikte, biz

sevinçten o ise dünyaya geldiği-

ne.

Page 82: 145 - Somuncu Baba Dergisi

YAR YOLUNDA“Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhabbetle karışık bir özlem ifadesi görür

ne anlama geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeçmezdi. Belki de o

ifadeyi görmek hoşuna giderdi.”

Kasım 201280

HikâyeRaziye SAĞLAM

Page 83: 145 - Somuncu Baba Dergisi

81

Yavuz, önünde uzayan bayıra umut-

suzlukla baktı. Her yanı öyle ağ-

rıyordu ki, tepeye tırmanabilece-

ğinden emin değildi. Şakağından süzülen kan

yanağında, ince bir çizgi oluşturarak çenesinden

yere damladı. Yüzünü gömleğinin yenine silmek

istedi, lakin parçalanan gömleğin yeni de kalma-

mıştı. Şu tepeye bir ulaşsa ondan sonrası kolaydı.

Evleri Kırklar Köyünün dışındaki bu yüksek

yamaçtaydı. Dedesinin anlattığına göre, çok eski

zamanların birinde köyden bir delikanlı bu tepe-

den kırklara karışmıştı. Dedesi Yavuz’un saçları-

nı okşayarak, hikâyeyi öyle güzel anlatırdı ki, Ya-

vuz bir gün bu tepeden kırklara karışmayı hayal

ederdi. “Dede ben de kırklara karışıp uçmak is-

tiyorum.” der o da inci gibi dişleriyle gülümser

ve “Oğul, yar yolunda her çileye göğüs germektir

kırklara karışmak.” derdi.

Yar İçin Candan da Geçilir Serden de

Dedesi Salih, usta bir nakkaştı. Çevre köy

ve kasabalardaki konakların süslemelerini yapı-

yordu. Nakkaş Salih önce eşini, ardından da kızı

ile damadını kaybedip torunuyla bir başına ka-

lınca, çalıştığı konaklara torununu da götürme-

ye başladı. Torunu onu hayata bağlıyordu. Bir de

şeyhi İbrahim Efendi. Haftada bir gittiği sohbeti-

ne Yavuz’u da götürür, onun da bu manevî feyz-

den nasiplenmesini isterdi. Nakkaş Salih, uzak-

larda iş aldığı zaman, geceden torununu terkisine

atarak yola çıkar, gündüz sohbetinde bulunur tek-

rar geceden dönerdi. Yavuz biraz büyüyüp de aklı

yetmeye başlayınca ona da bir at aldı ve yan yana

at sürerek daha doğrusu uçarak gitmeye başladı-

lar. Yavuz “Dede niye bu kadar zahmete giriyor-

sun. Gidiyoruz birkaç saat kalıp onca yolu geri

dönüyoruz. Hem işte de çok yoruluyorsun. Yazık

değil mi canına?” diye sorar, o gözlerinin içi güle-

rek uzaklara bakar ve orada şeyhini görüyormuş

gibi saygıyla “Yar için candan da geçilir serden de

torun.” derdi.

Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhab-

betle karışık bir özlem ifadesi görür ne anlama

geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeç-

mezdi. Belki de o ifadeyi görmek hoşuna giderdi.

Elli beş yaşındaydı ama Yavuz ona “Dede ben-

den daha gençsin. Bu yaşta ben yoruluyorum sen

hiç yorulmak nedir bilmiyorsun.” diye takılır,

Nakkaş gülümseyerek “Oğul aşktır insanı ayak-

ta tutan da takatini kesen de…” derdi. Yavuz an-

cak on yedisine gelip de âşık olunca anlamıştı de-

desinin ne demek istediğini. Sümbüllü Konağın,

güzelleri güzeli Esma’sına âşık olmuştu ama ba-

bası Zülfikar değil kızını ona vermek, Yavuz’u çev-

rede gördükleri anda adamlarına “Dövün” tali-

matı vermişti. Esma’nın da gönlü vardı Yavuz’da

ama babasının korkusundan sesini çıkaramıyor-

“Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola çıktı.

Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan rüzgârın inadına

alev alev yanıyordu. Biraz sonra şeyhini ve ailesini

karşılayacaktı. Yaklaştıkça heyecanı daha çok artıyordu.

Uzaktan onları görünce atından atladı. Yoldan kenara

çekilerek yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi

görünce hemen yaklaşıp elini öptü.”

Page 84: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201282

du “Anam sağ olaydı böyle olmazdı.” diye dertle-

nir ağlardı geceler boyu. Yavuz bu son dayaktan

sonra kararını vermişti. İyileşir iyileşmez kaçıra-

caktı Esma’yı.

Tepeye tırmandığında adım atacak mecali kal-

mamıştı. Olduğu yere yığılırken ağzından zayıf bir

“Dede!” sesi çıktı.

….

“Ah be çocuk. Bir gün döve döve öldürecek-

ler seni.”

Yavuz gözlerini hafifçe aralamaya çalışarak

belli belirsiz gülümsedi.

- Yar yolunda candan da geçilir…

Sözünü tamamlayamadan tekrar kendinden

geçti.

“Ah be torun! Yar yolunda candan da geçilir

serden de dediysek, git ölesiye dayak ye deme-

dik ya.” diye söylenirken kapı yavaşça vuruldu.

Dilfigar onun yere yığıldığını görünce, ku-

cakladığı gibi dedesine götürmüştü. Sonradan

nasıl taşıyabildiğine kendi de şaşırmıştı. Beli

ağrıdığına göre bayağı zorlanmış olmalıydı.

- Buyrun Dilfigar Hanım.

- Torununuzun yaralarına sürmek için ilaç

yapmıştım.

Nakkaş Salih elindeki tahta çanağa bakar-

ken

- Siz anlar mısınız ilaç yapmaktan?

Dilfigar gülümsemeyerek:

- Biraz anlarım. Derssaadette büyük birade-

rim hekimdir. Zamanında ondan bir şeyler öğ-

renmiştik.

Sümbüllü Konak

Dilfigar bir hekim ustalığıyla önce, Yavuz’un

bütün kemiklerini tek tek kontrol etti. Kırık

yoktu. Yalnız başının arkasında hatırı sayılır

bir şişlik vardı. Kendine gelmesi uzun zaman

alabilirdi. Sonra kendi yaptığı merhemi bütün

Page 85: 145 - Somuncu Baba Dergisi

83

yaralara sürdü. Kalan merhemi de akşam sür-

mesi için orada bıraktı. Çıkarken Nakkaş, onu

bahçe kapısına kadar geçirmek istedi lakin Dil-

figar “Torununuzu yalnız bırakmayın ben yolu

biliyorum.” dedi. Bir iki adm atmıştı ki bir şey

hatırlamış gibi dönüp “Şeyy belki siz bilirsiniz,

buralarda bir Sümbüllü Konak varmış.”

Yavuz birden hızlı nefes almaya ve inleme-

ye başladı. Dilfigar merakla ona bakarken Nak-

kaş gülümsedi

-Bizim âşıkın maşuku o konaktadır. O se-

bepten ah u zar eder.

Bu defa da inleme sırası Dilfigar’a geldi. Bir-

den dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Olduğu

yerde sendeledi. Nakkaş düşmemesi için kolla-

rından tuttu ve

Benziniz attı gelin biraz içeride kendinize

gelin.

Dilfigar’ın karşı koyacak hali yoktu. Biraz su

içip kendine gelene kadar oturduktan sonra,

Nakkaşı daha fazla merakta koymayarak anlat-

tı:

Esma üç yaşındayken bir anlaşmazlıkla ay-

rıldığı kocası, Dilfigar’ın ailesinden kalan bü-

tün mücevherleri çalıp, Esma’yı da yanına ala-

rak İstanbul’dan kaçarak izini kaybettirmişti.

Onu mücevherleri alırken gören bir hizmetçi

şahitlik etmiş ve suçu sabit görülmüştü. Dilfi-

gar onun hakkındaki bu kadı kararıyla birlikte,

on dört senedir kızını arıyordu. En son burada

olduğunu duyunca önceki gün gelmiş abisinin

bir hastasının yardımıyla büyük cevizin yanın-

daki eve yerleşmişti. Şimdi kızını görmek için

heyecanlanıyordu ama dikkatli olmalıydı. Zül-

fikar sezerse, yine Esma’yı alıp izini kaybettire-

bilirdi. Nakkaş Salih:

-Önce kadı efendiye gidip durumu anlata-

lım. Sonra da Zülfikar duymadan kızı alalım ki,

konağa subaşının adamları gittiğinde Zülfikar

can havliyle kıza bir zarar vermesin.

Nakkaş Salih ile Dilfigar olabildiğince sessiz

konuşuyorlardı ama Yavuz her şeyi duyuyor gibi

heyecanla nefes alıp vermeye başladı. Bir süre

sonra gözlerini açtı ve ağrılarını umursamadan

doğrulmaya çalıştı. İnler gibi bir sesle “Dede bir

an önce Esma’yı alacağım o konaktan.”

Nakkaş’la Dilfigar kendilerini tutamayarak

güldüler.

Planladıkları gibi, Zülfikar yakalandı. hırsız-

lık suçunun cezası uygulandı akabinde de sür-

güne gönderildi. Hırsız olduğu duyulunca zaten

orada kalması da imkânsızdı. Ne kadar varlığı

varsa yanına aldı, giderken konağı da ateşe ver-

mek istedi ama adamları uyanık davranarak en-

gel oldular. Şimdi Yavuz’la Esma’nın düğün ha-

zırlıkları yapılıyordu ama Nakkaş’ın gönlünde

başka bir heyecan daha vardı. Şeyhi İbrahim

Efendi de düğüne gelecekti. Bu arada bu olaylar

olurken, kendi de farkında olmadan Dilfigar’a

âşık olmuştu ama bunu değil Dilfigar’a kendine

bile itiraf etmeye cesareti yoktu. Bu da için için

daha çok yanmasına sebep oluyordu.

Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola

çıktı. Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan

rüzgârın inadına alev alev yanıyordu. Biraz son-

ra şeyhini ve ailesini karşılayacaktı. Yaklaştık-

ça heyecanı daha çok artıyordu. Uzaktan onları

görünce atından atladı. Yoldan kenara çekilerek

yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi gö-

rünce hemen yaklaşıp elini öptü.

-Teşrifinizle Kırklar Köyünün şerefi arttı

efendim.

İbrahim Efendi onun sırtını sıvazlayarak:

- Eksik olma Nakkaş Salih. Çifte düğününüze

gelmekten, biz de çok memnun olduk. Düğünü-

nüz hayırlı, yuvanız huzurlu olsun.

Nakkaş Salih, gözünden akan yaşlara engel

olamayarak bir kez daha şeyhinin elini öptü ve

gözünün önüne gelen Dilfigar’ın hayaline gülüm-

seyerek baktı.

Page 86: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201284

ANJİNA VE

KALP KRİZİ

SağlıkAkın DİNDAR

Page 87: 145 - Somuncu Baba Dergisi

85

Anjina Nedir?

Anjina, kalbe yetersiz kan gelmesi sonucu mey-

dana gelen geçici göğüs ağrısıdır. Sıkıntı, ağırlık,

huzursuzluk, uyuşukluk, yanma, baş veya göğsün

arkasında parçalanma hissi şeklinde olabilir. Kol-

lara, boyna ve çeneye yayılabilir. Anjina, genellik-

le yorulma, yemek yeme veya sıkıntı sonucunda

ortaya çıkar. Her göğüs ağrısı anjina değildir, sa-

dece doktorunuz doğru tanıyı koyabilir.

Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak ya-

rım dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten

uzun da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının

suresini ve gelen ağrının şeklini siz bulacaksı-

nız. Eğer devamlı olarak değişkenlik gösteriyorsa

bunu doktorunuza belirtmeniz gerekir.

Anjina Atağı Daha Çok Hangi Durumlarda Olur?

Anjina atağı genellikle yokuş yukarı tırman-

mak, çok yemek yemek, çok sıcak veya soğuk ha-

valarda dışarı çıkmak, aşırı sıkılıp üzülmek gibi

kalbinizin iş yükünün arttığı durumlarda meyda-

na gelir. Bunun nedenlerinden birisi kan damar-

larınızın iç yüzeyinin yağla sıvanması olabilir. Da-

marlarınız bu şekilde daralmışsa kalbinize çok

kan gerektiği durumlarda yeterli kan kalbe ulaş-

mayacaktır. Diğer bir sebep kalp damarlarınızdan

birinin ani olarak kasılması olabilir. Bu ani ka-

sılma da geçici olarak darlığa neden olur. Bu tip

ani kasılmaların neden olduğu anjina diğerinden

farklıdır ve her zaman meydana gelebilir.

Hayır. Anjina atağı kalp krizi değildir. Kalp

krizinde, kalbe ait kaslardan bir kısmı canlılığını

kaybeder yani kullanılmaz hale gelir. Ancak anji-

na tedavi edilmez ise kalp krizi gelişebilir. Anjina

ilk geliştiğinde veya şekli değiştiğinde derhal dok-

tora müracaat edilmelidir. Anjina ataklarınız sık-

laştığında, suresi uzadığında veya daha az eforla

meydana geldiğinde hemen doktorunuzu bu du-

rumdan haberdar edin.

Eğer 10 dakika içerisinde 3 tane dilaltı nitrogli-

serin tableti aldığınız halde şikâyetleriniz geçme-

di ise hemen acil servise müracaat edin. Kalp kri-

zinin işaretleri genellikle anjinaninkilerden daha

şiddetlidir. Kalp krizi geçiren bir hastada görülen

ve hemen acil servise gitmeyi gerektiren şikâyetler

şunlardır: Yarım saatten uzun suren ağrı, terleme,

bulantı, nefes darlığı, şiddetli sıkıntı hissi ve hal-

sizlik. Kalp krizi sonrası meydana gelen ölümle-

rin en önemli nedeni zamanında doktora ulaşa-

mamaktan kaynaklanır; dolaysı ile bu şikâyetlerle

karşılaştığınızda hemen bir acil servise ulaşın.

Anjina Tedavi Edilebilir mi?

Evet. Anjinanin tedavisinde kullanılan çeşitli

ilaçlar mevcuttur. Bu ilaçlara ek olarak, sizin hayat

tarzınızda yapacağınız bazı değişiklikler atakların

oluşmasını önleyebilir. Uygun tedavi ve olumlu

alışkanlıklar edinerek hiç ataksız bir yaşam süre-

bilirsiniz. Doktorunuzun vereceği ilaçlara ek ola-

rak: Yemek yeme alışkanlıklarınızı değiştirin; az

tuzlu ve az yağlı yiyecekler tüketin. Şişmansanız

zayıflayın. Sigara içmeyi bırakın; bu alabileceğiniz

en önemli önlemlerden birisidir. Fazla ağır olma-

yan bir spor programı yapın; bu kalbinizin oksije-

ni daha iyi kullanmasını sağlayacaktır.

“Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak yarım

dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten uzun

da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının suresini ve

gelen ağrının şeklini siz bulacaksınız. Eğer devamlı

olarak değişkenlik gösteriyorsa bunu doktorunuza

belirtmeniz gerekir.”

Page 88: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201286

Antepfıstığı 10 metre yüksekliğinde bir

ağacın meyvesi olup Şam fıstı-

ğı olarak da bilinen ve adını, ül-

kemizde en çok yetiştiği yer olan

Gaziantep’ten alan, antepfıstı-

ğı ağacının, yağlı ve ince kabuklu

yemişine denir. Besin değerleri

ve kalorisi yüksek bir besin olan

Antepfıstığı bol miktarda protein

ve mineral barındırır. Özellikle

B1 vitamini, B2 vitamini, E vita-

mini ve C vitamini ile potasyum,

magnezyum, kalsiyum, fosfor ve

demir minerali açısından zen-

gindir. Antepfıstığı üzerine yapı-

lan araştırmalarda, kronik kalp

rahatsızlıkları ve kanser riskini

azaltan ‘resveratrol’ adlı antiok-

sidan maddenin antepfıstığında

da bulunduğu tespit edilmiştir.

Ayrıca, doymamış yağ oranı yük-

sek bir besin olan antepfıstığı ko-

lesterolü yükseltmez. Antep fıstı-

ğı protein yönünden 2 kat, fosfor

yönünden 4 kat sığır etinden

daha üstündür. Antepfıstığı şe-

ker hastalığında kullanılabilir.

İnce bağırsakta glikoz emilimini

azalttığı için kan şekerinin yük-

selmesini önler.

Antepfıstığı vücuda enerji ve-

rir. Yorgunluğu giderir. Bedeni

ve zihni kuvvetlendirir. Karaci-

ğerin ve bağırsakların düzenli ça-

lışmasına faydalıdır. Böbrek ağ-

rılarını hafifletir. Antepfıstığında

kolestrol yoktur Kandaki koles-

terol seviyesini düşürür. Kroner

kalp hastalığının riskini azaltır.

Vücudun gelişmesini destekler.

Hastalarda iyileşmeyi hızlandı-

rır. Akciğer için iyi bir iltihap te-

mizleyicidir. Göğsü yumuşatır,

ağrılarını hafifletir, öksürüğün

geçmesine yardımcı olur. Böb-

rek ve safra kesesi ağrılarını ha-

fifletir. Hastalıktan sonrası neka-

het dönemlerinde de antepfıstığı

vücudumuzun dostudur. Bir ter-

kip içinde veya tek başına tüketi-

len fıstık, nekahet dönemin rahat

ve kısa sürmesini sağlar, bünyeyi

dirençli hale getirir.

Şifalı Bitkiler

Page 89: 145 - Somuncu Baba Dergisi

87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

Özbek Pilavı (8 Kişilik)MalzemelerKemiksiz kuzu kolu (8-9 parça)2,5 su bardağı yasemin pirinç2 adet orta boy kuru soğan4 adet havuç1 kahve fincanı kuş üzümü1 kahve fincanı dolmalık fıstık1 su bardağı haşlanmış nohut1 çorba kaşığı domates salçası200 gr tereyağı5 su bardağı suTuz, yenibahar

HazırlanışıKuru soğanları ince yemeklik şekilde doğruyoruz. Te-reyağının yarısını soğanları kavurmak için tencere-ye alıyoruz. Kavurduğumuz soğanlar pembeleşmeye

başlayınca eti, dolmalık fıstığı, kuş üzümü, havuç ve tuzu ilave ediyoruz. Kavurmaya devam ediyoruz, et-ler kızarınca 5 su bardağı suyu da ilave ettikten son-ra tencerenin kapağını örtüp orta ateşte pişiriyoruz.

Ilık tuzlu suda 2,5 su bardağı pirincimizi 20 dakika ıslatıyoruz. Sonra yıkayıp süzüyoruz. Pilavı pişireceği-miz tencereye kalan tereyağını alıp pembeleştiriyoruz. Süzülen pirinçleri ve 1 kaşık domates salçasını ilave edip kavuruyoruz. Kavurduğumuz pirinçlerin üzerine haşlanmış etli malzemenin tamamını suyu ile beraber ekleyip kapağı kapalı olarak pişmeye bırakıyoruz. Pi-lavımız göz göz olunca haşlanmış nohutu ilave edip 15 dakika kısık ateşte demlenmeye bırakıyoruz. Arzu ederseniz tencere kapağına kâğıt havlu da koyabilir-siniz. Servisten önce üzerine yenibahar serpebilirsiniz. Afiyet olsun.

Page 90: 145 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201288

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Page 91: 145 - Somuncu Baba Dergisi

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Elektronik Kamp 09-2012-ilan 22x31.pdf 1 19/09/12 3:45 PM