20
KASIM 2000 KRİZİNE TEORİK YAKLAŞIM: PARA ARZININ İÇSELLİĞİ VE MINSKY’NİN FİNANSAL İSTİKRARSIZLIK HİPOTEZİ Dr. Mehmet GÜNAL Şubat 2001 THEORETICAL APPROACH TO THE CRISIS IN NOVEMBER 2000: MONEY SUPPLY ENDOGENEITY AND FINANCIAL INSTABILITY HYPOTHESIS ABSTRACT: In this study, financial crisis that took place in November 2000 in Turkey has been attempted to be explained theoretically. For this purpose, the monetary policy, which was implemented in line with the Close Monitoring Agreement and the Stand-by Agreement signed with the IMF in, consecutively, 1998 and end of 1999, has been examined. In this context, the causes and effects of the crisis have been analysed from a theoretical point of view. It has been concluded that, as vlaimed in endogenous money approach and financial instability hypothesis, the Central Bank, acting as a lender of last resort, should not close its discount window and should provide liquidity into the banking system. The November 2000 crisis has proven that the money supply in Turkey is endogenous and that if the Central Bank does not accommodate, the crisis will become inevitable.If we do not learn from crises and do not solve structural problems led to the crisis, it will reoccur depending on the conditions and policies to be implemented.

KASIM 2000 KRİZİNE TEORİK YAKLAŞIM: PARA ARZININ … · 2014. 12. 17. · kasim 2000 krİzİne teorİk yaklaŞim: para arzinin İÇsellİĞİ ve minsky’nİn fİnansal İstİkrarsizlik

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • KASIM 2000 KRİZİNE TEORİK YAKLAŞIM:

    PARA ARZININ İÇSELLİĞİ VE MINSKY’NİN FİNANSAL

    İSTİKRARSIZLIK HİPOTEZİ

    Dr. Mehmet GÜNAL

    Şubat 2001

    THEORETICAL APPROACH TO THE CRISIS IN NOVEMBER 2000: MONEY

    SUPPLY ENDOGENEITY AND FINANCIAL INSTABILITY HYPOTHESIS

    ABSTRACT:

    In this study, financial crisis that took place in November 2000 in Turkey has been

    attempted to be explained theoretically. For this purpose, the monetary policy, which was

    implemented in line with the Close Monitoring Agreement and the Stand-by Agreement

    signed with the IMF in, consecutively, 1998 and end of 1999, has been examined. In this

    context, the causes and effects of the crisis have been analysed from a theoretical point of

    view. It has been concluded that, as vlaimed in endogenous money approach and

    financial instability hypothesis, the Central Bank, acting as a lender of last resort, should

    not close its discount window and should provide liquidity into the banking system. The

    November 2000 crisis has proven that the money supply in Turkey is endogenous and

    that if the Central Bank does not accommodate, the crisis will become inevitable.If we do

    not learn from crises and do not solve structural problems led to the crisis, it will reoccur

    depending on the conditions and policies to be implemented.

  • 1

    KASIM 2000 LİKİDİTE KRİZİNE TEORİK YAKLAŞIM:

    PARA ARZININ İÇSELLİĞİ VE MINSKY’NİN FİNANSAL İSTİKRARSIZLIK

    HİPOTEZİ

    Dr. Mehmet GÜNAL*

    GİRİŞ

    1980'deki dışa açılma ve liberalizasyon çabalarının son halkası olarak 32 Sayılı

    Karar ile birlikte Türk bankacılık sektörünün döviz işlemleri ve dolayısıyla döviz varlık

    ve yükümlülükleri artmaya başlamıştır. Kamu açıklarının finansmanını sağlamak

    amacıyla 1990'larda yüksek reel faizlerle desteklenen sıcak para olgusu ve buna bağlı

    olarak artan bankaların açık pozisyonları 1994 krizinde önemli ölçüde etkili olmuştur. 5

    Nisan Kararları ile birlikte mevduata % 100 güvence verilmesi krizi dondurmuşsa da,

    yapısal bozukluk devam etmiş ve 1990'ların sonunda bankacılık sektörü yine ciddi

    sorunlarla karşılaşmıştır.

    Bilindiği gibi, 1998 yılında IMF ile imzalanan Yakın İzleme anlaşmasının

    ardından, 1999 yılında kurulan yeni hükümeti Aralık ayında IMF ile bir Stand-by

    anlaşması imzalamış ve buna bağlı olarak 2000-2002 dönemini kapsayan üç yıllık bir

    enflasyonu önleme programını uygulamaya koymuştur. Başlangıcından itibaren kamuoyu

    programa destek vermiştir. Ancak, Kasım 2000'de, piyasaların ve kamuoyunun genel

    desteği sürerken, bankacılık sektöründe yaşananlar soru işaretlerini artırmaya başlamıştır.

    27 Ekim 2000 tarihinde Etibank ve Bank Kapital'in yönetimlerinin Tasarruf Mevduatı

    Sigorta Fonu'na (TMSF) devredilmesiyle artan tartışmalar, Kasım ayının sonlarında para

    ve sermaye piyasalarında küçük çaplı bir krizin yaşanmasına neden olmuştur. Aralık ayı

    başında Türkiye'nin dördüncü büyük bankası olan ve sadece geçici likidite sıkıntısı

    yaşayan Demirbank'ın yönetimi tartışmalı bir şekilde TMSF'ye devredilmiş, Park Yatırım

    Bankası'nın ise bankacılık yapma yetkisi kaldırılmıştır. Bu olumsuz gelişmeler programa

    olan güveni önemli ölçüde sarsmış, bankaların yıl sonu nedeniyle açık pozisyonlarını

    kapatmak amacıyla döviz alımlarını artırmasının etkisiyle piyasada likidite azalmış ve

    faizler bir anda yükselmiştir.

    Kriz öncesi ve sonrası parasal yetkililer, yani Merkez Bankası ve Hazine ile

    Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun tavır ve tepkileri tartışılmış ve çeşitli

    görüşler ortaya atılmıştır. Bu çerçevede, çalışmamızın amacı krizdeki hatalardan çok,

    krizin nedenlerini teorik olarak açıklamaya çalışmak ve geleceğe az da olsa ışık

    tutmaktır. Aslında yaşanan kriz bir likidite krizidir. Ancak, daha önceki dönemde 8

    bankanın TMSF’ye devredilmesine ilave olarak, krizin hemen öncesinde iki bankanın,

    sonrasında da bir bankanın yönetiminin TMSF’ye devri ve bir yatırım bankasının

    kapatılması dikkate alındığında, sistemsel ani bir kriz olmasa da bir anlamda uzun

    döneme yayılmış bir bankacılık krizinden söz etmek mümkündür. Bu bağlamda,

    çalışmamızda önce Türkiye'de bankacılık krizleri ele alınacak, ardından da krizin

    sonunda Demirbank'a el konulması ve krizde payı olduğu iddia edilen Bankacılık

    * Bilkent Üniversitesi, Bankacılık ve Finans Bölümü, Öğretim Görevlisi.

  • 2

    Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun geleceği ve sektöre etkileri incelenecektir. IMF ile

    Yakın İzleme Anlaşması ve Stand-by Anlaşması ile enflasyonu düşürme programının ele

    alındığı üçüncü bölümden sonra, krizle ilgili teorik yaklaşımlar gözden geçirilmekte ve

    Türkiye'deki kriz teorik olarak açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda, para arzının

    içselliği ve buna bağlı olarak Minsky'nin finansal istikrarsızlık hipotezi incelenmekte ve

    2000 likidite krizi ile ilişkileri ortaya koyulmaktadır.

    I - TÜRKİYE’DE BANKACILIK KRİZLERİ

    Türkiye’de önemli bankacılık krizleri yaşanmıştır. Ama Türkiye’deki bankacılık

    krizleri, en çok krizin yaşandığı ABD’den1 daha çok Arjantin, Şili, Filipinler gibi

    ülkelerde yaşanan krizlere benzemektedir. Çünkü bu ülkelerde de krizlerin nedeni

    genellikle konjonktürel şoklardan çok, yapısal problemlerden kaynaklanmıştır.2

    Türkiye'de kamu kesiminin aşırı kaynak talebi ve dolayısıyla finansal

    piyasalardaki belirleyiciliği ile bankacılık sektörünün aktif büyüklüğü ve sahiplik yapısı

    gibi unsurlar bankaların performansını etkilemekte ve risklerini artırmaktadır. Bankalar

    bu şartlar altında, konjonktürel dalgalanmalardan da daha çabuk ve kolay

    etkilenmektedir.

    Türkiye’de bankacılık krizlerini dört dönemde inceleyebiliriz:3 (1) 1929-1945

    dönemi, (2) 1958-1964 dönemi, (3) 1980-1988 dönemi ve (4) 1993-2000 dönemi. Bu

    dönemlerin farklı özellikleri vardır. Ancak, çalışmamız açısından önemli olan son

    dönemdir. Aslında bu dönemin kökenleri 1989 yılında çıkarılan 32 Sayılı Karara kadar

    dayanmaktadır. Çünkü söz konusu karar ile sağlanan serbestleşme ve buna bağlı yanlış

    makroekonomik politikalar krizin temelinde yatan nedenlerdir. 1990'ların başında giderek

    artan kamu açıkları ve buna bağlı olarak borçlanma ihtiyacının artması krizi hazırlayan en

    önemli etkendir. 1993 sonlarına doğru sıkışan hükümet, faiz oranlarını aşağı çekmek

    amacıyla Devlet İç Borçlanma Senetleri ihalelerini arka arkaya iptal etmiş ve büyük

    ölçüde TCMB kaynaklarına yönelmiştir. Hükümetin üç yıldır sürdürdüğü düşük kur-

    yüksek faize dayalı politikadan vazgeçip, hem kuru hem de faizi aynı anda düşürme

    hevesi ile ihaleleri iptal etmesi sonucu, geriye sadece TCMB kaynakları kalmıştır. Bu

    arada piyasada bollaşan TL ise, İMKB'nin yetersiz olması nedeniyle döviz piyasasına

    yönelmiştir.4 Bankaların da açık pozisyonlarını kapama telaşına düşmesiyle TL kısa

    sürede aşırı değer kaybetmiştir. Faizler birden yükselmiş ve tam anlamıyla bir kriz

    yaşanmıştır. Üç banka (Marmarabank, TYT Bank, İmpexbank) ve üç aracı kurum (Türk

    Invest, Çarmen, Pasifik) batmıştır. Kriz, bankacılık sisteminin maliyet yönünden

    etkinliğinin yanı sıra, rekabetçi yapıya doğru gidiş trendini de bozmuştur.5

    1 ABD’de bankacılık krizleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Russel (1993), Frexias ve Rochet (1998),

    s.192-196. 1970’lerin başında Bretton-Woods sisteminin çökmesinden 1998’e kadar geçen dönemdeki

    bankacılık krizleriyle ilgili bilgi için ise, bkz. IMF (1998) ve Active dergisi Aralık 1999-Ocak 2000 sayısı,

    s.18. 2 Bankacılık krizleriyle ilgili Arjantin örneği için Balino (1991), Şili için Velasco (1991) ve Filipinler için

    Nascimento (1991)’e bakılabilir. 3 Türkiye'de bankacılık krizlerinin tarihçesi için bkz. Akgüç (1989),s.38, Karacan (1996), s.175-183.

    Krizlerin sonuçları ve son dönem krizlerinin analizi için ise Günal (2001a)'ya bakılabilir. 4 Krizin nedenleri ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ersel ve Sak (1995). 5 Krizin bankacılık sektörünün etkinliği üzerindeki etkileri hakkında bkz. Ertuğrul ve Zaim (1996).

  • 3

    Krizin etkileri 5 Nisan Kararlarından sonra biraz hafifletilmiş, ancak Mayıs

    1995'te mevduata % 100 güvence verilerek kriz durdurulabilmiştir. Fakat alınan önlemler

    yetersiz kaldığı için 1990'ların sonuna doğru üç banka daha (Türk Ticaret Bankası,

    İnterbank, ve Bank Ekspres) Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na devredilmiştir. Bu

    durum bir krize yol açmamıştır. Ancak, 1999 yılının sonunda beş bankanın ( Yaşarbank,

    Esbank, Egebank, Yurtbank, Sümerbank), Ekim 2000’de iki bankanın (Etibank ve Bank

    Kapital), Aralık 2000 başında da Demirbank’ın Fon'a devredilmek zorunda kalınması

    sorunların devam ettiğini göstermektedir. Demirbank'ın Fon'a devredilmesinin öncesinde

    Kasım sonlarında, bankacılık krizi sayılmasa da bir likidite krizi yaşanmıştır. Aslında

    1999 ve 2000 yılındaki banka devirleri uzun döneme yayılmış bir kriz mahiyetindedir.

    Çünkü, piyasalarda tedirginlik yaratmış ve sisteme olan güven sarsılmıştır.

    1999 sonunda 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun çıkarılması ve 4491 sayılı Kanun

    ile yapılan değişiklikler çerçevesinde getirilen hükümler ve bankacılık Düzenleme ve

    Denetleme Kurumu’nun kurulması da kısa vadede sorunları çözecek gibi

    görünmemektedir.

    II – BDDK’NIN GELECEĞİ VE SEKTÖRE ETKİLERİ

    4389 Sayılı Bankalar Kanunu uyarınca kurulması öngörülen Bankacılık

    Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Kanun’un yürürlüğe girmesinden yaklaşık

    bir yıl sonra Kurul üyelerinin atanmasının ardından çalışmalar tamamlanarak, Kurum

    Teşkilat Yönetmeliği çıkarılmış ve 31.8.2000 tarihinden itibaren Kurum resmen faaliyete

    geçmiştir. Bu bankacılık sektöründe, denetim ve düzenlemelerin tek elden ve bağımsız

    bir kurum tarafından yapılacağı yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu yeni dönemde,

    bankacılık sektörünün her türlü müdahaleden uzak, uluslararası normlara ve objektif

    güvenilirlik ve etkinlik kriterlerine uygun bir denetim ve gözetime tabi tutulması

    beklenmektedir. Bunun sonucunda, denetim sonuçları etkin ve hızlı bir şekilde karara

    bağlanacak ve sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi sağlanacaktır. Kurumun görevlerini

    tam olarak yerine getirmesi, bankacılık sektörüne ve mali sistemin geneline olan güveni

    artıracak ve böylece ekonomideki tasarrufların yatırımlara dönüşmesiyle dengeli bir

    büyüme sağlanabilecektir.

    Ancak, tüm bu beklentilerin gerçekleşmesi Kurumun göstereceği gayretin yanı

    sıra, kamuoyunun güvenini tesis etmekle mümkün olacaktır. Kurumun önündeki en

    büyük sorun ise, halen Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun yönetiminde olan sekiz

    bankanın rehabilitasyonunun bir an önce tamamlanarak bankaların satılması ve son

    devredilen üç bankanın durumunun tespit edilerek, rehabilite edilmesi ve satılması veya

    tasfiyesi yoluna gidilmesini gerçekleştirmektir. Kurum faaliyetlerinin şeffaf olması,

    güvenilirliğin artırılmasında çok önemli bir husustur. Ayrıca, Kurumun başarısı büyük

    ölçüde, bazı yetkilerini bir protokolle Kuruma devretmiş olmakla birlikte, mali sistem

    içinde hala önemli yerleri olan Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı ile işbirliği içinde

    olmasına bağlıdır.6 Kamuoyu ve ilgili kurumlarla işbirliği yapmadan, sadece müfettiş

    tavrıyla bankaları denetlemeye yönelik faaliyette bulunan bir Kurumun beklenen

    6 Bu çerçevede, Hazine Müsteşarlığı, TCMB ve Kurum arasında İşbirliği Protokolü 31.8.2000 tarihinde

    imzalanmış ve bu protokolle ilgili kuruluşların görev, yetki ve sorumlulukları ile işbirliğinin esasları

    belirlenmiştir. Türkiye Bankalar Birliği’nin web sayfasında (www.tbb.org.tr/türkce/protokol.htm)

    protokolün tam metni mevcuttur.

    http://www.tbb.org.tr/türkce/protokol.htm

  • 4

    sonuçları elde etmesi mümkün olmayacaktır. Kurumun başarısı, kendi göstereceği

    gayretin yanı sıra ekonomide sağlanacak başarıya ve siyasi istikrara da bağlı olacaktır.

    Sonuç olarak, belirsizliklere rağmen Kurumun önemli bir boşluğu doldurduğu ve

    birçok gelişmiş ülkedeki gelişmelere paralel düzenlemeler yaparak beklenen

    fonksiyonunu yerine getirmesi durumunda, Türk mali sisteminde önemli bir görev

    üstleneceği ve mali ve ekonomik istikrar ve dengeli büyümeye katkıda bulunacağı

    kesindir. Ancak, Kurumun yeni kurulması ve piyasalarda likiditeyi ayarlayan ve para

    politikasını yürüten Merkez Bankası ile iletişimsizliğin, krize tepki göstermede

    gecikmeye yol açtığının ve krizin boyutunun büyümesine katkıda bulunduğunun altı

    çizilmelidir.

    III – KASIM 2000 KRİZİ ÖNCESİNDE GELİŞMELER

    3.1. 1998 Sonrası Para Politikaları ve IMF ile Anlaşma

    Kısa süreli koalisyon hükümetlerinin iktidarda olduğu, 1996 ve 1997 yıllarında

    uygulanan para politikası esas olarak mali piyasalarda istikrarı korumaya yönelik

    olmuştur. Bu istikrar hedefinin iki temel unsuru ise; kısa süreli ve hızlı fiyat

    değişikliklerinin önlenmesi ve piyasalardaki belirsizliklerin azaltılmasıdır. Bu çerçevede,

    uygulamada döviz kurlarının enflasyon beklentilerine paralel hareket etmesi ve

    bankalararası para piyasası faiz oranlarının istikrarı ve dolayısıyla referans faiz oranı

    olarak piyasalarda kabul edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.7

    1998 yılında ise üçer aylık para programları uygulanması öngörülmüştür. TCMB

    ve Hazine Müsteşarlığı arasında imzalanan protokol uyarınca, Hazinenin borçlanma

    programına uygun olarak TCMB de para programları ilan etmiş ve sonuçlarını

    kamuoyuna açıklamıştır. Yılın ilk altı ayı için öngörülen % 70’lik enflasyon tahminine

    paralel olarak, hedeflenen büyüklük olan rezerv paranın ilk üç ay içinde % 18-20

    oranında artması ve arz yönünden rezerv para artışının temel kaynağını ise TCMB’nin

    döviz rezervlerindeki artışın oluşturması öngörülmüştü.

    1998 yılının ilk altı aylık döneminde, TCMB gerçekten de dış piyasalardaki

    olumsuz gelişmelere8 rağmen finansal piyasalarda istikrarı sağlayacak politikalar

    uygulamış ve belli ölçüde başarılı olmuştur. Piyasalarda istikrar sağlanmış, enflasyon

    düşüş eğilimine girmiş ve parasal hedefler de tutturulmuştur.

    Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 26.6.1998 tarihinde imzalanan “Yakın İzleme

    Anlaşması”nın ardından, TCMB 2.7.1998 tarihinde, yılın ikinci yarısı için 6 aylık para

    programı açıklamıştır. İlk altı ay için hedeflenen değişken olan rezerv paranın yerine net

    iç varlıklar hedef alınmış ve yıl sonu itibarıyla (–) 1.514 trilyon TL olması

    öngörülmüştür. Rezerv paranın yerine net iç varlıkların hedef değişken olarak

    seçilmesinin nedeni TCMB (1999)’da şöyle açıklanmaktadır: “…enflasyonun düşüş

    trendine girdiği süreçlerde, ekonomik aktivitenin gereği olan rezerv para büyüklüğünün

    tahmini, bilinen para talebindeki fonksiyonel ilişkinin değişmesi sonucu güçleşmektedir.

    7 TCMB’nin bu dönemdeki temel politikasının mali piyasalarda istikrarı korumak olduğu, TCMB Başkanı

    Gazi Erçel tarafından, 8.1.1998 tarihinde yapılan “1998 Yılı Para Politikası Uygulaması” konulu basın

    toplantısında açıkça ifade edilmiştir. 8 Bu olumsuz gelişmelere örnek olarak, Güneydoğu Asya krizinin etkilerinin devam etmesi ve Irak ile ABD

    arasında Şubat ayı içinde yoğunlaşan Körfez krizinin etkileri gösterilebilir.

  • 5

    Bu hedef değişikliği ile Merkez Bankası ekonomik aktivitenin gereği olan rezerv para

    büyüklüğünün tahminindeki söz konusu güçlükleri aşmaya çalışmış ve piyasaların fon

    talebini ekonomik aktivitenin gereği doğrultusunda gidermeyi amaçlamıştır.” Bu

    açıklamanın yanı sıra (-) 1.514 trilyon TL olan yıl sonu hedefi uluslar arası piyasalarda

    yaşanan krizler nedeniyle Ekim ayında 700 trilyon TL olarak revize edilmiştir. Net iç

    varlıklar, yıl sonu itibarıyla 579.4 trilyon TL olarak gerçekleşmiş ve revize edilen hedefin

    altında kalmıştır.

    1998’in ikinci yarısı için rezerv para yerine net iç varlıkların hedeflenmesinin

    nedenine ilişkin olarak TCMB’nin (1999) açıklaması ve hedeflenen rakamların Ekim

    ayında yeniden revize edilmek zorunda kalınması, para arzının içselliğinin açık bir

    göstergesidir. TCMB’nin piyasaların fon talebini gidermek zorunda kalması, hem uyum

    sağlayıcı içsellik yaklaşımını hem de Minsky’nin (1986) “finansal istikrarsızlık

    hipotezini” desteklemektedir. TL’ye olan talep artışının büyük ölçüde Rusya krizi

    sonrasında Hazine’nin uluslararası piyasalardan borçlanamaması ve dolayısıyla fon

    ihtiyacını iç piyasalardan karşılaması olduğu dikkate alındığında, para arzının içselliğinde

    kamu açıklarının finansmanının rolü ortaya çıkmaktadır.

    Yılın ilk yarısında piyasalarda istikrarın sağlanması ve enflasyonun da düşüş

    eğilimine girmesine rağmen, Haziran sonuna doğru Rusya’da ortaya çıkan krizin yarattığı

    ekonomik belirsizlik ve ikinci yarıda artan siyasi belirsizlik sonucunda erken seçim kararı

    alınmış ve beklentiler değişmiştir. Piyasalar tamamen seçime endeksli hale gelmiştir. Bu

    çerçevede, TCMB de son yıllarda yaptığı gibi temel politika olarak piyasalarda istikrarı

    sağlamaya ve Hazine’nin borçlanabilmesi için piyasaları manipüle etme politikasına

    devam etmiştir.

    3.2. Stand-By Anlaşması ve Enflasyonu Düşürme Programı

    1999 yılının ilk yarısı seçim telaşı ve hükümet kurma çalışmalarıyla geçmiş ve bu

    dönemde belirsizlik hakim olmuştur. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun kurulmasıyla

    piyasalara güven verilmiştir. IMF ile görüşmeler başlamış ve uygulanmakta olan Yakın

    İzleme Anlaşması’nın mali destekli bir Stand-By Anlaşması’na dönüştürülmesi

    amaçlanmıştır. Bu çerçevede, 2000-2002 dönemini kapsayacak olan bir enflasyonu

    düşürme programı uygulanması kararlaştırılmıştır. Programın temel amaçları şunlardır:

    Tüketici enflasyonunu yapısal reformlarla desteklenen, birbirleriyle tutarlı, güçlü itibarlı ve süreklilik arz eden maliye, gelir, para ve kur politikalarının

    eşgüdümlü uygulanması ile 2000 yılı sonunda % 25, 2001 yılı sonunda % 12

    ve 2002 yılında % 7’ye indirmek,

    Reel faiz oranlarını makul düzeylere düşürmek,

    Ekonominin büyüme potansiyelini artırmak,

    Ekonomideki kaynakların daha etkin ve adil dağılımını sağlamak.

    Üç yıllık enflasyonu düşürme programı üç temel unsur üzerine kurulmuştur.

    a) Sıkı bir maliye politikası uygulanarak faiz dışı fazlanın artırılması, yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve özelleştirmenin hızlandırılması,

    b) Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası,

  • 6

    c) Bu unsurların enflasyon ve reel faizlerin düşürülmesine yapacağı katkıyı desteklemek ve ekonomik birimlere uzun vadeli bakış açısı kazandırmak için enflasyonun

    düşürülmesine odaklanmış kur ve para politikası uygulaması.

    Üçüncü unsur çerçevesinde uygulanacak kur politikasının özelliği; 1 ABD

    Doları+0.77 EURO olarak belirlenen kur sepetinin bir yıllık süreyi kapsayacak şekilde

    günlük olarak açıklanmasıdır. Buna göre kur sepetinin Aralık 1999 sonunda 959,020.46,

    Haziran 2000’de 1,073,662.93, Aralık 2000’de de 1,149,900.90 TL olması

    öngörülmüştür. Yıl sonu itibarıyla kur hedefleri tutturulmuştur.

    Enflasyon hedefi ile uyumlu olarak 2000 yılı kur artış oranı % 20'dir. İlk 18 aylık

    dönem için günlük kur açıklanmaktadır. Programın ikinci yarısı olan Temmuz 2001-

    Aralık 2002 döneminde ise "band" uygulamasına geçilecektir. Band uygulamasındaki

    aralığın toplam genişliğinin kademeli olarak artırılması, 1 Temmuz 2001-31 Aralık 2001

    arasında % 7.5, 30 Haziran 2002'ye kadar % 15 ve 31 Aralık 2002’ye kadar ise % 22.5'e

    yükselmesi öngörülmüştür. Band uygulamasında, kurun band içindeki hareketine Merkez

    Bankası'nın müdahale etmeyeceği açıklanmıştır. Merkez Bankası bu çerçevede

    uygulayacağı para politikası için üç parasal büyüklüğü hedef almıştır: Net İç Varlıklar,

    Net Dış varlıklar ve Net Uluslararası Rezervler.

    Program kamuoyunun desteği ve güveniyle 2000 yılının Kasım ayına kadar

    başarıyla uygulanmıştır. Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel 29.9.2000 tarihli basın

    toplantısında programın bir değerlendirmesini yaparak, programa açıklandığı şekilde

    devam edileceğini teyit etmiştir.

    Ancak, 27 Ekim 2000 tarihinde Etibank ve Bank Kapital'in yönetimlerinin

    TMSF'ye devredilmesiyle artan tartışmalar, Kasım ayının sonlarında para ve sermaye

    piyasalarında küçük çaplı bir krizin yaşanmasına neden olmuştur. Aralık ayı başında

    Demirbank'ın yönetimi tartışmalı bir şekilde TMSF'ye devredilmiş, Park Yatırım

    Bankası'nın ise bankacılık yapma yetkisi kaldırılmıştır. Bu olumsuz gelişmeler programa

    olan güveni önemli ölçüde sarsmış ve faizler bir anda yükselmiştir.

    Programın başarısında çok önemli rolü olan beklentilerin iyileştirilmesi ve

    piyasalara güven verilmesi için BDDK, TCMB ve Hazine bir araya gelerek, geç de olsa

    krize müdahale etmiştir. İMKB 10 gün içinde % 50'ye yakın değer kaybetmiş, TCMB 6

    milyar dolarlık döviz satmak zorunda kalmış ve gecelik faizler % 300-400 seviyelerine --

    hatta bir ara % 1000'in üzerine-- çıkmıştır.

    Tablo: 1 PARASAL GÖSTERGELER: 1999-2000

    (Trilyon TL) 1999 2000

    M1 4,931 8,210

    M2 22,596 32,813

    M2Y 40,119 57,167

    Net Dış Varlıklar* 5,096 9,664

    Net İç Varlıklar* -1,170 3,325

    TEFE** 62.9 32.7

    TÜFE** 68.8 39.0 * 1999 yılı rakamları 1.1.2000 itibarıyladır. Net İç Varlıklar rakamı IMF tanımlı bilanço

    rakamları olup, Değerleme Hesabını içermemektedir.

    **Bir önceki yıl sonuna göre yüzde değişmedir.

  • 7

    Programa olan güvenin yeniden tesis edilememesi halinde, ekonomide belirsizlik

    artacak ve enflasyonist beklentiler artmaya başlayacaktır.

    TEFE ve TÜFE hedefleri önemli ölçüde sapma göstermekle birlikte, % 70'lere

    oranla rakamlar az da olsa bir başarı sağlandığını göstermektedir. Ancak, Kasım 2000

    sonlarında yaşanan krizin etkilerinin ivedilikle giderilmesi ve programa olan güvenin

    yeniden tesis edilmesi programın 2001 ve 2002'deki başarısı ve dolayısıyla Türkiye

    ekonomisinin geleceği açısından hayati öneme sahiptir.

    3.3. Kasım 2000 Krizinin Ortaya Çıkması ve Tepkiler

    2000 yılında piyasalarda gelişmeleri gösteren aşağıdaki tabloya baktığımızda bu

    durum açıkça görülmektedir. Krizin olduğu Kasım ayında ve sonrasında Aralık ayında

    görülen net etki eksidir (-). Bu durum piyasadan net para çıkışını göstermektedir.

    Tablo: 2 PARA PİYASALARINDA GELİŞMELER: 2000 (Trilyon TL)

    Açık Piyasa İşlemleri (Net Etki)

    Hazine İhaleleri

    (İtfa-Satış)

    Net Döviz-Efektif

    Alımı

    Net Etki

    Ocak 573 170 -729 14

    Haziran 594 793 -55 1332

    Eylül 175 -3 -113 59

    Ekim 4 467 -200 271

    Kasım 3440 229 -3821 -152

    Aralık -184 198 -797 -783

    Yıl boyunca sürekli (+) olan net etki, Kasım ve Aralık aylarında (-)’e

    dönüşmüştür. Özellikle krizin yaşandığı Kasım ayında net olarak 3.821 trilyon TL’lik

    döviz satışı gerçekleştirmiştir. Merkez Bankası önceden açıkladığı kur hedeflerini

    tutturmak için, açık pozisyonlarını kapamak için yoğun döviz talebinde bulunan

    bankaların taleplerini karşılayarak kurun aşırı yükselmesini engellemeye çalışmıştır.

    Ancak, bu talebin de Merkez Bankası’nın APİ aracılığıyla piyasaya sürdüğü TL’ye

    dayandığı açıktır. Bu durum Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel tarafından da ifade

    edilmiş ve kriz döneminde yaklaşık 6 milyar dolarlık bir döviz satışı gerçekleştiği

    belirtilmiştir. Merkez Bankası, sürülen likiditenin dövize yöneldiğini ve IMF ile yapılan

    anlaşma gereği belirlenen Net İç Varlıklar hedefini gerekçe göstererek 30 Kasım’dan

    itibaren piyasaya likidite sürmeyeceğini açıklamıştır. Likidite ihtiyacının büyümesi ile de

    yükümlülüklerini yerine getiremeyen Demirbank’ın yönetimine el konulmuştur. Bu

    gelişmeler üzerine faizler aşırı derecede yükselmiş, 4 Aralık’ta basit olarak APİ faizleri

    % 600’e, İMKB repo-ters repo piyasası faizleri ise % 1250’lere ulaşmıştır.

    IV – KRİZİN TEORİK AÇIKLAMASI

    4.1. Para Arzının İçselliğine İlişkin Teorik Yaklaşımlar

    Kökü klasik iktisatçılara kadar dayanan ve bir ölçüde İngiltere'deki Nakit Okulu-

    Bankacılık Okulu tartışması ile tohumları atılan para arzının içselliği yaklaşımı

  • 8

    1950'lerden sonra, Nicholas Kaldor, Hyman Minsky, James Tobin, Basil Moore, Marc

    Lavoie, Sydney Weintraub, Paul Davidson vb. gibi iktisatçıların katkılarıyla gelişmiş ve

    bir teori haline gelmiştir. Özellikle 1978'de “Journal of Post-Keynesian Economics”

    dergisinin çıkmasından sonra literatür daha da gelişmiştir.9

    Keynes’ten sonra iktisat teorisinde iyice yerleşen ve Monetaristler tarafından da

    benimsenen dışsal para yaklaşımı, 1960’lardan itibaren piyasalardaki kurumsal

    değişikliklere paralel olarak dönem dönem eleştirilmiş ve bu eleştiriler içsel para

    yaklaşımının temelini oluşturmuştur.

    Bu çerçevedeki ilk gelişme, o dönemde meydana gelen kurumsal değişikliklerin

    İngiltere’deki klasik para politikası üzerindeki etkilerini incelemek üzere kurulan

    Radcliffe Komitesi’nin10 1959’da yayınladığı rapordur.11 Rapora göre, sıkı para politikası

    sadece dolaşım hızının artmasına neden olacak, sadece faiz hadlerinin yeterli düzeyde

    artırılması ile dolaylı olarak etkili olabilecektir. Bu paranın dolaşım hızının içsel olarak

    belirlendiği anlamına geliyordu.

    Kaldor, 1970’lerden itibaren, sadece dolaşım hızının değil, paranın kendisinin

    içsel olarak belirlendiğini ifade etmeye başladı. Yani, para arzındaki bir artış, kredili

    harcamadaki artışın bir sonucudur (Kaldor ve Trevitchik, 1981: 6). Dolayısıyla, merkez

    bankası harcamaları azaltacak olan faiz hadlerinde bir yükselme sağlayarak para arzını

    kontrol edebilir. Kısacası merkez bankası, koyduğu parasal hedefleri aşsa da son borç

    verme kaynağı olarak reeskont penceresini kapatmamalı ve bankacılık sisteminin ihtiyacı

    olan parayı piyasaya sürmelidir. Merkez bankası sadece faiz haddini kontrol edebilir

    (Kaldor, 1986).

    Kaldor’un bu görüşleri, içsellik yaklaşımının temeldir ve bu yaklaşımın önemli

    bir savunucusu olan Basil Moore ile önemli ölçüde örtüşmektedir. Kaldor ve Moore,

    merkez bankası rezerv12 ihtiyaçlarını her zaman karşılamak zorunda olduğu için,

    bankaların herhangi bir rezerv kısıtlamasıyla karşılaşmadığını savunmaktadırlar (Wray,

    1990: 131-134).

    Moore (1985: 7), paranın sadece metal paranın geçerli olması durumunda dışsal

    olabileceğini, metalik para olmaması durumunda, vaadedilen tek şeyin bir sözün başka

    bir söze dönüştürülmesi olduğunu ifade etmektedir. Yani, para birilerinin ödeme vaadidir.

    Bu çerçevede, Moore kendi yaklaşımını içsel para yaklaşımına uygun olarak bir kredi

    ekonomisini savunan Wicksell’in yaklaşımının devamı olduğunu belirtmektedir.

    Bankaların verdiği krediler esas olarak borçlanıcı tarafından talep edildiği için,

    bankaların kendiliğinden kredi portföylerini değiştirmeleri mümkün değildir. Bankalar

    kredilerini ikincil piyasada pazarlayamadıkları için, merkez bankasının bankaların

    kaynak talebini karşılamak zorunda kalmaktadır. Bu ise parasal büyüklüklerin içsel 9 Bu konuda ayrıntılı tartışma için bkz. Günal (2001a). 10 Radcliffe Komitesi ya da tam adıyla “Parasal Sistemin İşleyişine İlişkin Komite”nin (Committee on the

    Working of Monetary System) kuruluşu, raporu ve bu konudaki eleştiriler için, bkz. Kaldor, 1986: 3-16. 11 Lavoie (1992), aslında daha sonraki yıllarda Kaldor, Moore ve Goodhart’ın sistematik hale getirdiği içsel

    para yaklaşımının temel özelliklerinin Fransız iktisatçı Jaques Le Bourva tarafından 1959 ve 1962 yılında

    yazdığı makalelerde ortaya atıldığını, ancak makalelerin Fransızca olması nedeniyle pek tanınmadığını ve

    tartışılmadığını belirtmektedir. 12 Burada rezerv kavramı, bankacılık sektörünün rezervleri anlamında kullanılmakta olup, bankaların nakit

    ihtiyaçlarını ifade etmektedir.

  • 9

    olarak hareket ettiğini göstermektedir. Moore bu bağlamda, bankaların hem perakende

    kredi piyasasında hem de toptan mevduat piyasasında fiyat belirleyici ve miktar kabul

    edici konumunda olduğunu, çünkü, kredilerin borçlanıcıların inisiyatifi ile fakat

    bankaların belirlediği faiz oranından verildiğini, mevduatların ise bankaların belirlediği

    faiz oranından kabul edildiğini belirtmektedir. Dolayısıyla, bazı bankaların verdiği kredi

    miktarları, mevduat miktarlarını aşabileceği için bu bankalar, fiyat kabul edici oldukları

    toptan fon kaynaklarına güvenmek zorundadırlar. Bu toptan fon kaynağının sunucusu

    olan (reeskont penceresi veya açık piyasa alımları yoluyla) merkez bankası bu fonların

    maliyetini belirlemektedir.

    Moore (1988b), bu tespitlere dayanarak, para arzının belirlenen faiz haddinde

    yatay (horizontal)13 olarak kabul edilebileceğini ileri sürmektedir. Bu faiz oranı da

    reeskont oranınca belirlenmektedir. Merkez bankası para arzını sadece rezervler için

    uyguladığı fiyatı belirlemek suretiyle kısa vadeli faiz haddini düzenleyerek kontrol

    edebilir. Bankalar önce kredi taleplerini karşılayıp, sonra kanuni karşılık oranlarını

    tutturmaya çalıştıkları için, merkez bankası bankaların rezervlerini sınırlayamaz.

    Moore’un kendi deyimiyle, “rezervler mevduatlardaki hareketlerin nedeni değil

    sonucudur.” Merkez bankasınca belirlenen faiz haddi kredi taleplerini etkileyebilir, ancak

    krediler verildikten sonra merkez bankası bankaların ihtiyacı olan rezervleri karşılamak

    zorundadır.

    Bu açıdan bakılınca, Moore’un yaklaşımı Kaldor’un yaklaşımına paraleldir. İkisi

    de bankaların herhangi bir miktar kısıtlaması ile karşılaşmadığını, çünkü merkez

    bankasının bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğunu, dolayısıyla para

    arzı fonksiyonunun yatay olduğunu söylüyorlar. Kaldor bunu somut bir örnekle de

    açıklıyor. I. Dünya Savaşı’ndan önce, merkez bankaları miktarı dışsal olarak altın

    rezervleri tarafından belirlenen para arzını kolayca kontrol edebilmekteydi. Yani, içsel

    para merkez bankalarının bankaları değişen altın stoklarına uyum sağlamaya zorlamak

    yerine, rezerv ihtiyaçlarını karşılamaya başladığı I. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya

    çıkmıştır (Kaldor, 1986: 102).

    Wray (1990), Moore ve Kaldor’un bu yaklaşımlarının çok basite indirgenmiş

    olduğunu söylüyor ve para arzı eğrisinin zaman içinde yukarı doğru eğimli hale

    geleceğini, çünkü yeniliklerin eğriyi zamanla dışa doğru kaydıracağını ve bankaların faiz

    oranını yükseltmek ve ‘kaldıraç’14 oranlarını artırmak zorunda kalacağını iddia ediyor.

    Wray, aslında Kaldor ve Moore’un içsellikle ilgili yaklaşımlarının, Minsky’nin

    (1957) “kaldıraç” oranlarıyla ilgili görüşlerinin dikkate alınması durumunda daha anlamlı

    hale geleceğini söylüyor. Çünkü bankalar için kaldıraç oranları önemli olduğundan,

    bankalar teorik olarak bilançolarını sınırsız genişletme imkanına sahip olsalar da,

    işlemsel (operative) bir miktar sınırlamasıyla karşı karşıyadırlar. Wray’a göre,

    Minsky’nin para ile ilgili görüşleri, içsel para yaklaşımına yakındır.

    Pollin (1991), para arzının içselliği ile ilgili olarak iki teorik yaklaşımın belirgin

    olarak ortaya çıktığını söylemekte ve bu iki teorinin hareket noktasının aynı olduğunu

    söylemektedir. Bu hareket noktası; para arzının büyüme oranının ve daha da önemlisi,

    kredi imkanlarının finansal piyasalardaki talep baskısı tarafından belirlendiği fikridir.

    13 Bu iddia, kendisine ‘yataycı’ (horizontalist) denilmesine neden olmuştur. 14 “Leverage ratio” denilen kaldıraç oranı yükümlülüklerin likit varlıklara oranını ifade etmektedir.

  • 10

    Pollin bu fikri daha da açarak, her iki yaklaşımın da New York Merkez Bankası Başkan

    Yardımcısı olan Alan Holmes'in 1969'da söylediği “gerçek dünyada, bankalar önce kredi

    verirler ve mevduat yaratırlar, daha sonra da rezerv ararlar” sözünü kabul ettiklerini,

    ancak farklılığın “daha sonra rezerv ararlar” kısmının açıklamasında yattığını ifade

    etmektedir (Pollin, 1991: 367). Yani sorun, bankalar ve diğer aracı kuruluşların bir defa

    krediyi verip mevduat yarattıktan sonra, gerekli ilave rezervleri nasıl ve nereden

    sağladıkları hususunda ortaya çıkmaktadır.

    Polin bu aşamada ortaya çıkan iki farklı yaklaşımı, uyum sağlayıcı

    (accommodative) ve yapısal içsellik teorisi olmak üzere ikiye ayırmaktadır.15

    4.1.1.Uyum Sağlayıcı İçsellik Teorisi

    Bu yaklaşıma göre, bankalar ve diğer aracı kuruluşların yeterli rezervi olmaması

    durumunda, merkez bankaları onların ihtiyaçlarını temin etmek zorundadır. Bunun

    tersine davranmak, finansal sistemi ve dolayısıyla ekonominin genelini tehdit edecektir.

    Merkez bankaları sadece bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılarken kullanacakları araçlar

    arasında seçim yapabilirler. Bu çerçevede, ya borçlanılmayan (nonborrowed) rezerv

    mevcudunun genişlemesini açık piyasa işlemleri aracılığıyla artırmak veya bankaları

    reeskont penceresi kaynağından borçlanılan (borrowed) rezerv sağlamaya zorlamak

    yoluna gidebilirler. Tabii ki bu karar, bankaların kaynak maliyetini etkileyecektir. Ancak,

    merkez bankası bu rezervleri reeskont penceresi aracılığıyla temin etmek zorunda olduğu

    için, rezerv ihtiyaçları ile ilgili bir miktar kısıtlaması söz konusu değildir. Bu nedenlerden

    dolayı bu yaklaşım, uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımı olarak adlandırılmaktadır. Pollin

    (1991), bu yaklaşımın öncüleri arasında, Kaldor, Weintraub ve Moore'u saymaktadır.

    Ancak bunlara Lavoie ve Goodhart'ı da eklemek gerektiği kanaatindeyim.

    Uyum sağlayıcı içsellikle ilgili ampirik çalışmalarda üç ayrı husus test

    edilmektedir. Birincisi, krediler ve rezervlerdeki hareketlerin birbiri ile eşit oranda

    olmasıdır (proportionality). Diğer bir husus borçlanılmayan (non-borrowed) rezervler ile

    merkez bankasından borçlanılan (borrowed) rezervler arasındaki yakın ikame

    edilebilirliktir (substitutability). Test edilen üçüncü konu ise, merkez bankasından

    finansal piyasalara doğru bir faiz haddi nedenselliğidir.

    4.1.2.Yapısal İçsellik Teorisi

    Para arzının içselliği ile ilgili ikinci yaklaşım olan yapısal içsellik yaklaşımına

    göre, merkez bankasının borçlanılmayan (non-borrowed) rezervleri, açık piyasa

    işlemlerinde kısıtlama yaparak kontrol etmeye çalışması, rezerv mevcudu üzerinde

    önemli miktar sınırlamalarına yol açmaktadır. Reeskont penceresinden borçlanma açık

    piyasa işlemlerinin yakın bir ikamesi değildir. Ancak, merkez bankalarının

    borçlanılmayan rezervleri sınırlandırma yoluna gitmesi durumunda, bankalar finansal

    yapı içinde tam olarak yeterli düzeyde olmasa da, federal fon piyasası, Eurodollar

    piyasası, mevduat sertifikası piyasası gibi piyasalardan borçlanma gibi yenilikçi pasif

    yönetimi uygulamaları aracılığıyla ilave rezervler yaratacaktır. Yani, merkez bankasının

    sıkı para politikası uygulaması durumunda, bankalar kar maksimizasyonu güdüsüyle

    hareket ederek finansal yenilikler yoluyla kaynak yaratacaklardır. Dolayısıyla bu 15 Togay (1994), “accommodative” terimini “uyumlaştırıcı” olarak çevirmiştir. Ancak, merkez bankasının

    piyasanın talebine uyarak para sürdüğü dikkate alınırsa, burada merkez bankası uyumlaştıran değil, uyum

    sağlayan konumundadır. Dolayısıyla, uyum sağlayıcı demek daha doğrudur.

  • 11

    yaklaşımdaki içsellik finansal yapının kendi içinden geldiği için, yapısal içsellik

    yaklaşımı denilmektedir. Pollin, bu yaklaşıma katkıda bulunan iktisatçılar arasında

    Hyman Minsky, Stephan Rousseas ve James Early'yi saymaktadır (Pollin, 1991: 368).

    Yapısal içsellik yaklaşımının iki temel özelliği vardır. Bunlardan birincisi, önce

    de belirtildiği üzere, reeskont penceresinden borçlanmanın borçlanılmayan, yani açık

    piyasa işlemleri aracılığıyla sağlanan rezervler için yakın bir ikame olduğu kabul

    edilmemektedir. Bunun nedeni de, reeskont penceresinden borçlanma konusundaki

    dolaylı sınırlamadır. Yani, reeskont oranları genellikle para piyasası oranlarının altında

    olsa da, bankalar ve diğer aracı kurumlar olağanüstü durumlar hariç reeskont

    penceresinden borçlanma yoluna pek gitmezler. Moore bu durumu, “frown cost”

    kavramıyla açıklamaktadır.16 Bu bankaların reeskont penceresinden borçlanmak

    istedikleri zaman ödedikleri bir tür caydırma veya dolaylı tehdit maliyeti anlamına

    gelmektedir. Çünkü reeskont penceresinden borçlanmak bir hak değil ayrıcalıktır.

    Yapısal içsellik yaklaşımının ikinci özelliği ise, merkez bankasının (başkan ve

    yönetimin politik eğiliminden bağımsız olarak) açık piyasa işlemleri aracılığıyla tam bir

    uyum sağlayıcı uygulama içerisinde olmayacağı ve rezerv miktarını kısıtlama için

    yetkisini kullanacağını ileri sürmesidir. Yani, merkez bankası siyasi iktidarın isteğine

    uyarak, uyum sağlayıcı açık piyasa işlemleri yapmayacaktır. Çünkü bunu yapan merkez

    bankaları için bile, bu tür uygulamaları sınırlayıcı bazı işlevsel kısıtlamalar söz

    konusudur. Örneğin, merkez bankası, miktar kısıtlamasının ekonomiye daraltıcı etkisini

    kabul etmekle birlikte, parasal genişlemenin en azından bir o kadar enflasyonist tehlike

    içereceğini düşünebilir. Öte yandan, merkez bankası, borçlanılmayan rezervlerin çok hızlı

    büyümesinin, döviz kuru üzerinde de yukarıya doğru (paranın değerinde aşağıya doğru)

    bir baskı oluşturabileceğini de dikkate almalıdır. Diğer bir husus ise, merkez bankasının,

    kısa vadeli kredi talebini ve dolayısıyla rezerv ihtiyacını yanlış hesaplama olasılığıdır. Bu

    durumda yanlış bilgi nedeniyle, gereksiz yere açık piyasa işlemleri aşırı kısıtlanabilir.

    Bütün bu nedenlerden dolayı, yapısal içsellik yaklaşımının savunucuları kural olarak belli

    bir ölçüde açık piyasa işlemeleri kısıtlaması olduğunu varsaymakta ve bu kısıtlamanın

    merkez bankasının piyasaya sunduğu rezervler üzerinde önemli bir kısıtlama

    oluşturduğunu öne sürmektedirler.

    Açık piyasa işlemleri ile ilgili bu miktar kısıtlaması varsayımı, pasif yönetimi ile

    ilgili uygulamaların temelini oluşturmaktadır. Bu çerçevede, borç yönetimi, nispî olarak

    yüksek kanuni karşılık gerektiren vadesiz mevduat hesaplarının yerine, kısa vadeli para

    piyasasındaki mevduat sertifikaları, interbank piyasası, Eurodollar gibi benzeri yollardan

    fon toplama yöntemidir. Bu durumda, bankaların ayırması gereken toplam kanuni

    rezervleri azalacaktır. Pasif yönetiminin tam olarak uygulanması durumunda, belli bir

    miktar rezerv ile daha çok mevduat desteklenecek ve ekonomiye daha çok kredi

    verilebilecektir. Burada, önemli olan bütün bunların merkez bankasının mutlak rezerv

    düzeyini kontrol etmesine rağmen gerçekleşmesidir.

    Yapısal içsellik yaklaşımının savunucularının pasif yönetiminin yaygınlaşmasıyla

    ilgili görüşleri şöyle özetlenebilir: pasif yönetiminin genişlemesi mevcut yapı içerisinde,

    faiz hadleri üzerinde yukarı doğru bir baskı oluşturur. Ancak, bankaların faiz “spread”ini

    korumak istemeleri durumunda, banka bilançolarının pasif tarafında oluşacak bu yüksek

    16 “Frown cost” kavramı hakkında bkz. Moore (1988b: 376).

  • 12

    faiz maliyetleri bankalardan borçlananlara da yansıtılacaktır. Ancak, bu yukarı doğru faiz

    baskısının kendisi, Minsky'nin (1982) ileri sürdüğü “finansal istikrarsızlık hipotezi”nde

    olduğu gibi, zaten istikrarsız bir durum yaratacaktır. Kısacası, bu faiz baskısı finansal

    yeniliklere yol açacak ve merkez bankası rezervlerinin büyümesini sınırlama yoluna gitse

    de, yönetilen pasifler faiz oranlarının artmaya devam etmesini gerektirmeyen yeni bir

    kurumsal ortamın ortaya çıkmasına neden olacaktır. Yönetilen pasiflerin daha düşük

    maliyetle pazarlanabildiği böyle bir kurumsal ortamın oluşması, finansal yenilik

    kavramının önemli bir özelliğidir. Bu finansal yenilik, aracı kuruluşların borç verme

    oranları üzerindeki baskıyı da azaltacaktır.

    Bu çerçevede, faiz haddinin belirlenmesi uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımının

    tersine, merkez bankasının tek başına başlattığı ve kontrol ettiği tek yönlü bir süreç

    olmaktan çıkmakta ve merkez bankasının etkisi kabul edilmekle birlikte piyasa güçlerinin

    de, yani finansal piyasalardaki yeniliğe neden olan özelliklerin de, önemli bir rol oynadığı

    etkileşimli bir süreç haline gelmektedir. Yapısal içsellik yaklaşımından çıkan diğer bir

    sonuç ise, pasif yönetimi aracılığıyla oluşturulan rezervlerin talebi karşılamaya her zaman

    yetmeyebileceğidir. Minsky'nin de vurguladığı bu durum, bir likidite darlığına ve

    dolayısıyla bankalar ve aracı kuruluşların rezerv ihtiyaçlarını karşılamak için kredi

    almaya ve aktiflerini satmaya başlamalarına neden olacaktır. Sonuç olarak, bu gelişmeler

    finansal krize katkıda bulunacağından, finansal krizler de içsel bir olgu haline

    gelmektedir. Yapısal içsellik yaklaşımının öngördüğü pasif yönetimindeki gelişme, başka

    bir deyişle paranın dolaşım hızının artması demektir. Çünkü, mevduat ve rezervlere

    oranla borç vermenin artması demek, GSMH'nın ve dolayısıyla GSMH/para arzı olarak

    tanımlanan paranın dolaşım hızının da artması demektir.

    Kısaca özetlemek gerekirse, yapısal içsellik yaklaşımının öngördüğü finansal

    piyasada merkez bankası tam olarak piyasalara uyum sağlamamakta (rezerv temin

    etmemekte) ve banka ve aracı kuruluşlar, etkisi paranın dolaşım hızındaki artıştan da

    görülebilen bir pasif yönetimi uygulamaktadırlar. Bu bağlamda, yapısal içsellik

    yaklaşımından şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Birincisi, veri bir kurumsal ortam ve miktar

    kısıtlaması durumunda faiz haddi üzerinde yukarı doğru bir baskı finansal yeniliklere

    neden olacak ve finansal piyasaların yeterli rezerv sağlayamaması durumunda da finansal

    piyasalarda artan bir istikrarsızlık ortaya çıkacaktır (Pollin, 1991: 373-376).

    4.1.3. Para Arzının İçselliği, Bankalar ve Merkez Bankası

    Para arzının içselliğiyle ilgili yaklaşımlarda görüldüğü üzere, bankalar rezerv

    bakımından sınırlamaya tabi değildir. Çünkü, bankalar önce kredi taleplerini karşılar,

    sonra azalan rezervlerin yerine yenisini koymak için fon ararlar. Bu çerçevede, bankalar

    bu fon akışını düzenlemek için aktif-pasif yönetimi uygularlar. Kısacası, bankalar rezerv

    bakımından bir kısıtlamayla karşı karşıya değildir. Merkez bankaları rezervleri

    sınırlamaya kalksa da bankalar bir çıkış yolu bulacaktır. İşte, bankaların rezerv

    kısıtlamaları karşısında nasıl çözümler bulduğuna bakmak için, bankaların ve aracı

    kuruluşların kurumsal olarak incelenmesi ve aktif-pasif yönetiminde kullandıkları yöntem

    ve araçların dikkate alınması gerekmektedir.

    Para arzının içselliği yaklaşımına göre, klasik teoride paranın dar anlamda

    tanımlanmasının sonucu olarak likit aktiflerin bir çoğunun dikkate alınmaması, hem

    merkez bankasının kontrol gücüyle hem de para-harcama ilişkisiyle ilgili yanlış sonuçlara

  • 13

    varılmasına yol açmaktadır. Özellikle, klasik analizde, bankaların önce mevduat kabul

    ettiği, sonra da fazla rezervleri kredi olarak kullandırdığı yolundaki görüş, bankaların

    varlık ve yükümlülüklerini nasıl aktif olarak yönettiği ve karlılıklarını artırmak için nasıl

    yenilikler ortaya koyduğunu göz ardı etmektedir. Çünkü, bankalar bir çok bilanço içi ve

    bilanço dışı kalemde pozisyon almakta veya finansman sağlamaktadır. Bu çerçevede,

    bankaların rezerv kısıtlamalarıyla başa çıkmalarını sağlayan finansal yenilikler ve aktif-

    pasif yönetimi önemli bir yere sahiptir (Wray, 1990: 193-194).

    Bankalar, normal olarak önce kredi taleplerini karşılar, sonra da bunları

    karşılamak için gerekli fonları satın alma, bilanço yönetimi veya finansal yenilikler

    aracılığıyla temin ederler. Ancak, bankalar bu gerekli fonları perakende veya toptan fon

    piyasasından karşılayamaz ve bilançosunda gerekli ayarlamaları yapamazsa, son borç

    verme mercii olarak merkez bankasına başvururlar. Eğer merkez bankası bu noktada

    gerekli rezervleri sağlamayı reddederse, banka aktiflerini satarak likidite sağlamaya

    zorlanacaktır. Ancak, aktiflerin özellikleri gereği tamamını likide dönüştürmek zordur.

    Üstelik, farklı ekonomik birimlerin bilançoları birbirine bağlı olduğundan bir birimin

    aktiflerini satmaya zorlanması bu durumun sistemin geneline yayılmasına ve bir sistem

    krizine yol açabilir. Yani merkez bankası reeskont penceresi veya açık piyasa işlmeleri

    aracılığıyla rezerv sağlamayı sürekli olarak reddetmekte serbest değildir.

    ABD Merkez Bankası Fed’in, 1970-1980’li yıllarda ABD’de meydana gelen altı

    krize nasıl tepki gösterdiğini inceleyen Giordano (1987), özet olarak, finansal kriz

    durumunda, Fed’in krizin yayılmasını önlemek için piyasaya likidite sunduğunu ve

    bunun da gerekli olduğunu söylemektedir.

    Goodhart (1989) benzer görüşleri savunmakta ve merkez bankasının birincil

    görevinin finansal sistemi korumak olduğunu söylemektedir. Bu da borç deflasyonunun

    önlenmesiyle mümkün olacaktır. Merkez bankası likidite ihtiyacının arttığı dönemlerde

    bankaların rezerv ihtiyacını karşılayarak, aktiflerini satmalarını önler ve borç

    deflasyonunu engeller. Merkez bankası sistemin güvenliğinin tehdit altında olduğu

    durumlarda rezerv sunmak zorundadır. Aksi takdirde kriz kaçınılmaz olacaktır.

    Minsky’nin (1986) belirttiği gibi, bankacılık, merkez bankasının daha başlangıçta

    dezavantajlı durumda olduğu bir oyundur. Bankalar karlarını artırmak için, merkez

    bankasının koyduğu kısıtlamaları aşacak yöntemler ve finansal yenilikler bulurlar. Bu

    bağlamda, bankaların kurumsal olarak incelenmesi, hem para-rezerv ilişkisinin daha iyi

    anlaşılmasına hem de aktif-pasif yönetimi ve finansal yeniliklerin analize dahil

    edilmesine katkıda bulunacaktır.

    İçsel para yaklaşımında bankalar, diğer firmalar gibi yükümlülükler ihraç ederek

    varlık pozisyonuna sahip olurlar. Ancak, diğer firmaların aksine, bankaların

    yükümlülükleri bir değişim aracı ve ödeme aracı işlevi görür. Kısacası, bankalar

    rezervlerdeki bir azalmayı, bilançonun hem aktif hem de pasif tarafında yapacağı

    işlemlerle kapatma yoluna gidebilir. Dolayısıyla, bankaların bilançolarının hem aktif hem

    de pasif tarafındaki işlemlerin analize dahil edilmesi, ayrıca bilanço dışı kalemlerin de

    incelenmesi, para arzının içselliğinin daha iyi anlaşılması için önem taşımaktadır. Bu

    bağlamda, bankacılık sisteminin fon kaynakları ve fon kullanım şekillerini ve kanuni

    karşılık gerektirmeyen bilanço dışı kalemlerini yakından incelemek gerekmektedir.

  • 14

    Bankalar için yeni fon ve rezerv kaynağı haline gelen, bankalararası para (Federal

    fon) piyasası, repo ve ters repo sözleşmeleri, mevduat sertifikaları, yurtdışından ve yerli

    bankaların yurtdışı şubelerinden sağlanan krediler, reeskont penceresi ve diğer açık

    piyasa işlemleri gibi uygulamalar, bankaların rezerv kısıtlaması ile karşılaşmadan kredi

    verebilmelerini mümkün hale getirdiği için bu kaynakların gelişimi paranın içselliği

    yaklaşımını desteklemektedir.17 Öte yandan, bankaların yüklenim, aracılık ve

    danışmanlık vb. bilanço dışı hizmetler gibi faaliyetleri kanuni karşılık kapsamında

    olmadığı için, bankalar zamanla bu tür faaliyetleri artırmıştır. Bu çerçevede, kredi hattı

    (line of credit), kredi mektupları ve teminat mektuplarının yanı sıra, futures, forward,

    options, swaps gibi türev ürünlerini içine alan bilanço dışı kalemlerin yaygınlaşması,

    bankalar ve müşterilerin bilançoda bir genişleme olmadan riske karşı uyum sağlaması

    veya finansal piyasalardaki mali ve diğer anormalliklerden faydalanmasına imkan

    sağlamaktadır (Goodhart, 1986: 86).

    Kısacası, aktif-pasif yönetimi, finansal yenilikler ve bilanço dışı işlemlerin

    dikkate alınması ve bankacılık sektörünün kurumsal olarak incelenmesi, para-harcama ve

    para-rezerv ilişkilerinin daha iyi anlaşılmasına yol açacaktır. Finansal piyasaların geliştiği

    modern kapitalist ekonomilerde artık paranın anlamı değişmiştir. Finansal piyasalardaki

    bu gelişmeler, birkaç parasal büyüklüğün kontrolüyle harcamaları, rezervlerin

    kontrolüyle de para arzını kontrol etmeyi artık imkansız hale getirmiştir. Yani, bu

    gelişmeler para arzının içselliğinin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.

    4.2. Minsky’nin Finansal İstikrarsızlık Hipotezi

    Minsky (1957), kurumsal yeniliklerin bankaların rezervlerinde bir genişleme

    olmadan ekonomik faaliyetlerin genişlemesine katkıda bulunduğunu göstermiştir. Öte

    yandan, Minsky’ye göre, sıkı para politikası uygulaması durumunda, faiz hadlerinde bir

    artış olacaktır. Ancak, kredi talebi bu sıkı para politikasına bağlı olarak hemen

    azalmayacaktır. Bunun da ötesinde, faiz hadlerinin yükselmesiyle birlikte, kar elde etmek

    amacıyla likit değerler elden çıkarılacak ve likidite dolaşım hızı artacaktır. Bu arada,

    finansal kurumlar da yeni yüksek faiz oranlarından faydalanabilmek için, kredi taleplerini

    karşılamak amacıyla yeni yöntemler bulacaklardır. Dolayısıyla, yenilikler dolaşım hızı ve

    faiz hadleri arasındaki ilişkiyi değiştirecektir. Yani her faiz haddi için daha yüksek bir

    dolaşım hızı söz konusu olacaktır. Kısacası, merkez bankasının sıkı para politikası

    uygulaması faizleri yükseltecek, bu da dolaşım hızının yükselmesine yol açan yeniliklere

    neden olacaktır.

    Bu yenilikler yaklaşımı, Minsky’nin “finansal istikrarsızlık hipotezi”nin temelini

    oluşturmaktadır. Minsky’e göre, “yeni finansman yollarının ve yeni nakit ikamelerinin

    bulunmasına yol açan her kurumsal yenilik, ekonominin likiditesini azaltır”. Yenilikler

    mevcut bir likidite miktarının daha büyük harcamaları finanse etmesini sağlar ve likit

    olmayan varlıkların yerini giderek nakit, hazine bonoları gibi likit varlıkların almasına,

    yani “likit varlıkların piramit gibi büyümesine” (pyramiding of liquid assest) yol açar. Bu

    durum sistemin istikrarsızlığını artıracaktır. Çünkü, sadece bir kaç büyük bankanın veya

    şirketin borçlarını ödeyemez hale gelmesi krize yol açacak ve finansal varlıkların fiyatı

    düşecektir. Bunu önlemek için, merkez bankası son rezerv kaynağı olarak, bu likit

    17 Bankaların fon kaynakları, fon kullanımları ve bunların ABD’de gelişimi ile bu gelişmelerin para arzının

    içselliği açısından anlamları ile ilgili geniş bir tartışma için, bakınız, Wray, 1990: 193-241.

  • 15

    olmayan varlıkları alarak likidite miktarını artırabilir ve borç krizini önleyebilir (Minsky,

    1957: 184).

    Bu bağlamda Minsky, Moore ve Kaldor’un “merkez bankası sürekli olarak

    bankaların rezerv taleplerini karşıladığı için, bankalar bir miktar sınırlaması ile

    karşılaşmaz” yaklaşımına, operasyonel olarak kaldıraç oranlarını, yani borçların/likit

    varlıklara oranını artırmanın bir sınırı olduğunu ve ekonominin kötüye gitmesi

    durumunda bu oranın düşeceğini söyleyerek katkıda bulunmuştur. Ekonomide daralma

    halinde, aktiflerin likide dönüştürülmesi ancak aktiflerin değerlerini düşürmekle mümkün

    olur. Dolayısıyla, merkez bankası likiditeyi artırarak sistemsel krizi önleyebilir.

    V – İÇSELLİĞİN ETKİLERİ VE KRİZLE İLİŞKİSİ

    5.1. İçselliğin Para Politikasına Etkileri

    Para arzının içselliği yaklaşımı iktisat teorisinde genel olarak kabul görmüş bir

    yaklaşım olan para arzının dışsallığını gündeme getirdiği için, bu varsayıma dayanarak

    yapılan tüm analizlerin sonuçları tartışılır hale gelmektedir. Bu anlamda içsellik

    yaklaşımının çok önemli makroekonomik etkileri söz konusudur. Para arzının içsel olarak

    piyasalarda belirlendiğini ve merkez bankasının para arzını kontrol edemeyeceğini,

    sadece faizleri belirleyebileceğini söyleyen uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımı, birçok

    ülkede uygulanmış ve uygulanmakta olan parasal hedefleme ve enflasyon hedeflemesi

    kavramlarının yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Yani, para arzını kontrol

    ederek, işsizliği önlemek veya enflasyonu düşürmek imkansız hale gelmektedir. Bu

    iktisat teorisindeki ve para teorisindeki birçok kavramı geçersiz hale getirmektedir.

    Öte yandan, yapısal içsellik yaklaşımını ele alırsak, belli ölçüde bir rezerv

    sınırlaması kabul edilmekte, ancak borçlanılan ve borçlanılmayan rezervler arasında

    ikame söz konusu olmamaktadır. Dolayısıyla, bankalar yeni rezerv kaynakları bulmak

    için, pasif yönetimi ve finansal yeniliklere yönelmektedir. Bu yenilikler ucuz kaynak

    yarattığı için merkez bankasının sıkı para politikasını etkisiz hale getirmektedir. Ayrıca,

    bu rezervlerin yeterli olmaması durumunda faizler yükselmekte ve finansal istikrarsızlık

    ortaya çıkmakta veya artmaktadır. Bu bağlamda, yapısal içsellik yaklaşımı, pasif

    yönetimi ve finansal yenilikleri analize dahil etmiştir. Ayrıca, ekonomik durgunluk ve

    finansal kriz kavramlarına da yeni yaklaşımlar getirmektedir.

    Sonuç olarak, para arzının içselliğiyle ilgili yaklaşımlar hem para ve finans teori

    ve politikaları açısından, hem de iktisat teorisinde önemli yeri olan iş çevrimi teorileri

    açısından farklı ve çarpıcı makroekonomik etkilere sahiptir. Çünkü, paraya ekonomik

    süreçte önemli bir yer veren bütün modellerin artık geçerliliği tartışmalı hale gelecektir

    ve paranın makroekonomik analizdeki önemi azalacaktır.

    5.2. Türkiye'de Para Arzının İçselliği ve Kasım 2000 Krizinin Teorik

    Açıklaması

    Türkiye ekonomisindeki ve finansal piyasalardaki gelişmeler, para politikası

    uygulamaları ve kamu açıklarının ulaştığı boyutlar dikkate alındığında Türkiye’de para

    arzının içselliğinden söz edilebilir. İçsellikle ilgili yaklaşımları hatırlayacak olursak,

    Türkiye'deki durum daha da açıklık kazanacaktır.

    Finansal piyasalardaki ve araçlardaki gelişmeler, Türkiye'deki elektronik

    bankacılığın gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan yeni araçlar ve bankaların bilanço

  • 16

    dışı işlemlere ve sürekli yeni araçlar arayışına yönelmeleri yapısal içsellik yaklaşımını

    destekleyen bir tablo ortaya koymaktadır. Öte yandan, kamunu aşırı kaynak talebi

    nedeniyle TCMB'nin para politikası uygulayamaması18 ve büyük ölçüde piyasanın ve

    dolayısıyla kamunun taleplerine uyum sağlayıcı bir politika izlemesi de uyum sağlayıcı

    içsellik yaklaşımının iddialarını doğrular niteliktedir. TCMB'nin önceliğinin giderek

    piyasalarda istikrarı sağlamaya yönelmesi, Minsky'nin (1986) finansal istikrarsızlık

    hipotezine de haklılık kazandırmaktadır. Nitekim 2000 yılının sonunda yaşanan likidite

    krizi ve sonrasında Demirbank'a el konulması bu hipotezi desteklemektedir. Yani,

    Merkez Bankası piyasaya likidite vermezse kriz olur şeklindeki teori geçerlilik

    kazanmıştır. Bu durum uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımını da desteklemektedir. 2000

    yılında piyasalarda gelişmeleri gösteren Tablo:2’ye baktığımızda bu durum açıkça

    görülmektedir. Krizin olduğu Kasım ayında ve sonrasında Aralık ayında TCMB net etki

    anlamında piyasaya likidite sürmediği gibi piyasadan para çekmiştir.

    Oysa ki, merkez bankaları bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır.

    Holmes’un (1969:73) da ifade ettiği gibi, bankalar yasal karşılık yükümlülüklerini her

    hafta yerine getirmek zorundadır. Bu çerçevede, ilgili bilanço haftası içinde rezervlerin

    hesaplara geçmesi gerekmediğinden, merkez bankaları öyle veya böyle bankaların

    ihityacı olan likiditeyi sunmak zorundadır ve bu konuda keyfi davranmamalıdır.

    Ne var ki, Kasım 2000 krizinde bunun tam tersi yapılmıştır. Kasımın son

    haftasında piyasaları fonlayan Merkez Bankası, IMF ile yapılan Stand-by Anlaşması

    çerçevesinde Net İç Varlıkları (NİV) hedeflediğini ve bu konuda taviz veremeyeceğini

    belirterek, 30 Kasım tarihinde oluşan NİV büyüklüğünü üst limit kabul ettiğini ve bu

    limiti aşmayacağını, kısacası para politikası kurallarına geri döneceğini açıklamıştır.

    Bununla birlikte, bu açıklama yapıldığında –1.200 trilyon TL olan NİV hedefi yaklaşık

    700 trilyon TL kadar aşılmış durumdaydı.

    Kısacası, NİV hedefinin tuttturulması, likidite krizinin çıkmasından daha öncelikli

    görülmüştür. Aslında, zamanında ve doğru yapılacak bir müdahaleyle NİV hedefi hiç

    aşılmadan ve kriz çıkmadan da bu likidite sorunu çözülebilirdi. 1211 sayılı TCMB

    Kanunu’nun, 17.12.1999 tarih, 4491 sayılı Kanun ile değiştirilen Diğer Yetkiler ve

    Görevler başlıklı 40/d maddesinde; “Banka'ca, banka sisteminde belirsizlik ve

    güvensizlik oluşması ve fon çekilişlerinin hızlanması halinde, Kanun’un 36 ncı

    maddesinin (b) fıkrası kapsamında, haklarında belirsizlik ve güvensizlik oluşan veya

    4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun 14 üncü maddesi kapsamında bulunan bankalara,

    şartları Banka tarafından kararlaştırılmak üzere, fon çekilişlerini karşılayacak miktarda

    kredi verilir.” denilmektedir. Banknot ihracına ilişkin 36/b maddesinde de bu maddeye

    atıfta bulunulmaktadır. Yani, TCMB bu amaçla banknot ihraç etme yetkisine sahiptir.

    Ancak, Kanun’un tanıdığı bu imkan doğrudan kullanılarak ilgili bankaya bu çerçevede

    kredi verilmemiş, bunun yerine piyasaya likidite sunulmuş, bu likidite de açık pozisyon

    kapamak amacıyla döviz alımında kullanılmıştır. TCMB bu işlemler sonucunda bir kaç

    gün içinde yaklaşık 6 milyar dolarlık döviz satmış, kriz de önlenememiştir. Halbuki,

    likidite sorunu yaşayan bankaya doğrudan kredi verilseydi, hem NİV hedefi bu kadar

    aşılmayacak hem de krizin çıkması önlenebilecekti.

    18 TCMB’nin 1990 ve 1992 yılları hariç kapsamlı bir para programı açıklayamaması, 1992’de açıklanan

    programın da hedeflerinden çok uzaklaşması ve 1998’de açıklanan para programının hedef büyüklük ve

    rakamlarının yıl içinde revize edilmesi bu durumun açık bir göstergesidir.

  • 17

    Tüm bu gelişmeler, likidite probleminin boyutunun tam olarak algılanamadığını

    ve dolayısıyla doğru ve zamanında önlem alınamadığını göstermektedir. Bu noktada, 1

    Eylül 2000 tarihi itibarıyla faaliyete geçen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu

    ile TCMB ve Hazine arasında gerekli koordinasyonun sağlanamamasının da sorunun tam

    olarak algılanamamasında ve önlemlerin zamanında alınamamasında etkisi olduğunu

    belirtmek gerekmektedir. Eğer, sorunun algılanmasında eksiklik olmadığı kabul edilirse,

    bu bizi likidite yönetiminde hata yapan Demirbank’ın kaderiyle başbaşa bırakıldığı

    sonucuna götürmektedir ki bu daha vahimdir. Nedeni ne olursa olsun , program yara

    almış ve belirsizliklerin daha da artmasına ve programa olan güvenin sarsılmasına yol

    açmıştır. Ortada bir program ve NİV hedefi olsa da kriz durumunda bu hedeflerin gözardı

    edilmesi veya eldeki diğer kredi imkanlarının kullanılması gerekmektedir. Aksi takdirde,

    içsellik yaklaşımında ve finansal istikrarsızlık hipotezinde belirtildiği gibi kriz kaçınılmaz

    hale gelecektir.

    SONUÇ

    Bu çalışmada, Kasım 2000’de Türkiye’de yaşanan kriz teorik olarak açıklanmaya

    çalışılmıştır. Bu amaçla, kriz öncesi dönemde IMF ile 1998’de imzalanan Yakın İzleme

    Anlaşması ve 1999 sonunda imzalanan Stand-by Anlaşması çerçevesinde uygulanan para

    politikaları incelenmiş ve krizin nedenleri ve sonuçları irdelenmiştir. Para arzının içselliği

    yaklaşımı ve finansal istikrarsızlık hipotezinde belirtildiği gibi, merkez bankasının

    bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılamaması durumunda krizin ortaya çıkacağı iddiasının

    Türkiye’de son yaşanan krizle birlikte geçerlilik kazandığı sonucuna varılmıştır. Yani,

    son kriz Türkiye’de para arzının içsel olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.

    Para arzı ister kamu açığından, ister özel sektörün kredi talebinden, isterse de

    ödemeler dengesi fazla veya açıklarından etkilensin, bütün bunlar paranın içsel olduğunu

    ve merkez bankası tarafından kontrol edilemediğini göstermektedir. Bütün kredi-para

    ekonomilerinde merkez bankaları faiz oranları veya döviz kurlarını yönlendirerek veya

    kontrol ederek para ve kredi talebindeki değişikliklere uyum sağlarlar.

    Bu çerçevede, Türkiye’deki gelişmeleri dikkate aldığımızda, para arzı içseldir

    demek mümkündür. Son yıllarda, TCMB’nin amacı piyasalarda istikrarı sağlamak ve

    Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştırmak haline gelmiş ve fiyat istikrarını sağlamak

    ikinci plana gerilemiştir. Ancak, bu gelişmenin nedeni sadece piyasalardaki gelişmeler ve

    paranın içsel olması değil, Türkiye’nin kamu açıklarına yapısal çözüm bulamaması

    nedeniyle kamu kesiminin piyasalardaki belirleyici rolüdür.

    2000 yılı Kasım ayında yaşanan kriz bir likidite krizi olmakla birlikte, 1999 ve

    2000 yıllarında bankacılık sektöründe yaşananlar dikkate alındığında, bu krize bankacılık

    krizi de demek mümkündür. Türkiye’de yaşanan krizlerin --ister bankacılık ister likidite

    krizi olsun-- nedeni, Türkiye’nin ekonomik yapısı ve yönetim yetersizliğidir. Yani

    krizlerin nedeni konjonktürel olmaktan çok yapısaldır. Krizler, ders alınmadığı ve krize

    neden olan yapısal sorunlar çözülmediği müddetçe, uygulanan politikalara ve

    konjonktüre bağlı olarak tekrar edecektir. Bankacılık sisteminin yapısını değiştirerek,

    dünya ölçeğinde rekabet edebilir ve krize karşı koyabilir düzeye getirecek reformlar bir

    an önce gerçekleştirilmelidir. Bu hem sektörün sağlığı hem de enflasyonu önleme

    programının başarısı, yani ülke ekonomisinin geleceği için önemli bir şarttır.

  • 18

    KAYNAKÇA

    Akgüç, Öztin (1989), 100 Soruda Türkiye’de Bankacılık, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1989 (İkinci

    Baskı).

    Balino, Thomas J.T. (1991), “The Argentina Banking Crisis of 1980,” in V. Sundararajan and

    Thomas J. T. Balino (eds.), Banking Crises: Cases and Issues, Washington, D.C.:

    International Monetary Fund, s.58-112.

    Ersel, Hasan ve Güven Sak (1995), “İşletme Sermayesi İhtiyacı, Kredi Bağımlılığı ve Şirketler

    Kesiminin Kriz Dönemi Performansı,” İşletme ve Finans, Nisan 1995.

    Ertuğrul, Ahmet ve Osman Zaim (1996), Türk Bankacılığında Etkinlik: Tarihi Gelişim Kantitatif

    Analiz, Ankara: İşletme ve Finans Yayınları: No: 3, 1996.

    Freixas, Xavier and Jean-Charles Rochet (1998), Microeconomics of Banking, Cambridge and

    London: The MIT Press, 1998 (second printing).

    Giordano, Robert (1987), “The Federal Reserve’s Rseponse to the Stock Market Crash,”

    Economic Research, Goldman Sachs Economic Research Group, December 7, 1987.

    Goodhart, Charles A. E (1986), “Financial Innovation and Monetary Control,” Oxford Review of

    Economic Policy, Vol.2, No:4, Winter 86, pp.79-101.

    Goodhart, Charles A. E. (1989), “Has Moore Become Too Horizontal?” Journal of Post

    Keynesian Economics, Vol.12, No.1, Fall 1989, pp.29-34.

    Goodhart, Charles A. E. (1994), “Strategy and Tactics of Monetary Policy: Examples From

    Europe and the Antipodes”, BES Working Paper No.9425.

    Günal, Mehmet (2001a), Merkez Bankası’nın Değişen Rolü ve Para Politikası Uygulamaları,

    İstanbul: İMKB Yayınları (basım aşamasında).

    Günal, Mehmet (2001b), Bankacılık Sektörünün Sorunları ve Geleceği, Yayınlanmamış

    manüskript.

    Holmes, Alan R. (1969), “Operational Constraint on the Stabilization of Money Supply Growth,”

    in Controlling Monetary Aggregates, Proceedings of the Monetary Conference,

    sponsored by the Federal Reserve Bank of Boston, June 1969.

    International Monetary Fund (IMF) (1998), “Origins of Currency and Banking Crisis,” World

    Economic Outlook, May 1998.

    Kaldor, Nicholas (1986), The Scourge of Monetarism, Oxford, New York, Toronto: Oxford

    University Press, (second edition, first published in 1982).

    Kaldor, Nicholas and James Trevitchik (1981), “A Keynesian Perspective on Money,” Lloyds

    Bank Review, January 1981, pp.1-19.

    Karacan, Ali İhsan (1996), Bankacılık ve Kriz: Bir Yazın Taraması, Finans Dünyası Yayınları No:

    1, Tütünbank, 1996.

    Lavoie, Marc (1984), “The Endogenous Flow of Credit and the Post Keynesian Theory of

    Money,” Journal of Economic Issues, Vol.8, No.3, September 1984, pp.771

    Lavoie, Marc (1992), “Jaques Le Bourva’s Theory of Endogenous Creidt-Money,” Review of

    Political Economy, Vol.4, No.4, pp.436-446.

    Minsky, Hyman (1957), “Central Banking and Money Market Cahnges,” Quarterly Journal of

    Economics, Vol.71, No.2, May 1957, p.171.

    Minsky, Hyman (1982), Can “It” Happen Again?, Armonk, New York: M.E. Sharpe, Inc., 1982.

    Minsky, Hyman (1986), “Evolution of Financial Institutions,” Journal of Economic Issues,

    Vol.20, No.2, p.345.

    Moore, Basil J. (1985), “Wages, Bank Lending, and the Endogeneity of Credit Money”, in M.

    Jarsulic (ed.), Money and Macro Policy, Boston: 1985, Kluwer-Nijhoff, pp.1-28.

    Moore, Basil J. (1988), “Unpacking the Post Keynesian Black Box: Wages, Bank Lending and

    Money Supply,” in Philip Arestis (ed.), Post Keynesian Monetary Economics: New

    Approaches to Financial Modelling, Hants and Vermont: Edward Elgar, pp.122-151.

  • 19

    Moore, Basil J. (1988b), Horizontalists and Verticalists: The Macroeconomics of Credit Money,

    Cambridge University Press, Cambridge, 1988.

    Moore, Basil J. (1988c), “The Endogeneous Money Supply,” Journal of Post Keynesian

    Economics, Vol.10, No:3, pp.372-385.

    Moore, Basil J. (1997), “Reconciliation of the Supply and Demand for Endogenous Money,”,

    Journal of Post Keynesian Economics, Vol.19, No.3, Spring 1997, pp.423-435.

    Nascimento, Jean-Claude (1991), “Crisis in Financial Sector and the Authorities Reaction: The

    Philippines,” in V. Sundararajan and Thomas J. T. Balino (eds.), Banking Crises: Cases

    and Issues, Washington, D.C.: International Monetary Fund, s.175-233.

    Pollin, Robert (1991), “Two Theories of Money Supply Endogeneity: Some Empirical Evidence”,

    Journal of Post Keynesian Economics, Spring 1991, Vol. 13, No.3, pp.366-396.

    Russel, Steven (1993), “The Government’s Role in Deposit Insurance,” Federal Reserve Bank of

    St. Louis Review, Vol. 75, No.1, January/February 1993, pp.3-9.

    Togay, Selahattin, “Post-Keynezyen Teoride Para Arzının İçselliği,” Ekonomik Yaklaşım, Cilt: 5,

    Sayı: 13, 1994, s.47-66.

    Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (1998), 1998 Yılı Para Politikası Uygulaması, (Başkan

    Gazi Erçel’in 8.1.1998 tarihli Basın Toplantısı), Ankara: TCMB.

    Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (1999), Yıllık Rapor: 1998, Ankara: TCMB, 1999.

    Velasco, Andres (1991), “Liberalization, Crisis, Intervention: The Chilean Financail System,

    1975-1985,” in V. Sundararajan and Thomas J. T. Balino (eds.), Banking Crises: Cases

    and Issues, Washington, D.C.: International Monetary Fund, s.113-174.

    Wray, L. Randall (1990), Money and Credit in Capitalist Economies: The Endogenous Money

    Approach, Hants and Vermont: Edward Elgar.

    Wray, L. Randall (1992), “Commercial Banks, the Central Bank, and Endogenous Money”,

    Journal of Post Keynesian Economics, Vol. 14, No. 3, (Spring), pp.297-310.