Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
KASIM 2000 KRİZİNE TEORİK YAKLAŞIM:
PARA ARZININ İÇSELLİĞİ VE MINSKY’NİN FİNANSAL
İSTİKRARSIZLIK HİPOTEZİ
Dr. Mehmet GÜNAL
Şubat 2001
THEORETICAL APPROACH TO THE CRISIS IN NOVEMBER 2000: MONEY
SUPPLY ENDOGENEITY AND FINANCIAL INSTABILITY HYPOTHESIS
ABSTRACT:
In this study, financial crisis that took place in November 2000 in Turkey has been
attempted to be explained theoretically. For this purpose, the monetary policy, which was
implemented in line with the Close Monitoring Agreement and the Stand-by Agreement
signed with the IMF in, consecutively, 1998 and end of 1999, has been examined. In this
context, the causes and effects of the crisis have been analysed from a theoretical point of
view. It has been concluded that, as vlaimed in endogenous money approach and
financial instability hypothesis, the Central Bank, acting as a lender of last resort, should
not close its discount window and should provide liquidity into the banking system. The
November 2000 crisis has proven that the money supply in Turkey is endogenous and
that if the Central Bank does not accommodate, the crisis will become inevitable.If we do
not learn from crises and do not solve structural problems led to the crisis, it will reoccur
depending on the conditions and policies to be implemented.
1
KASIM 2000 LİKİDİTE KRİZİNE TEORİK YAKLAŞIM:
PARA ARZININ İÇSELLİĞİ VE MINSKY’NİN FİNANSAL İSTİKRARSIZLIK
HİPOTEZİ
Dr. Mehmet GÜNAL*
GİRİŞ
1980'deki dışa açılma ve liberalizasyon çabalarının son halkası olarak 32 Sayılı
Karar ile birlikte Türk bankacılık sektörünün döviz işlemleri ve dolayısıyla döviz varlık
ve yükümlülükleri artmaya başlamıştır. Kamu açıklarının finansmanını sağlamak
amacıyla 1990'larda yüksek reel faizlerle desteklenen sıcak para olgusu ve buna bağlı
olarak artan bankaların açık pozisyonları 1994 krizinde önemli ölçüde etkili olmuştur. 5
Nisan Kararları ile birlikte mevduata % 100 güvence verilmesi krizi dondurmuşsa da,
yapısal bozukluk devam etmiş ve 1990'ların sonunda bankacılık sektörü yine ciddi
sorunlarla karşılaşmıştır.
Bilindiği gibi, 1998 yılında IMF ile imzalanan Yakın İzleme anlaşmasının
ardından, 1999 yılında kurulan yeni hükümeti Aralık ayında IMF ile bir Stand-by
anlaşması imzalamış ve buna bağlı olarak 2000-2002 dönemini kapsayan üç yıllık bir
enflasyonu önleme programını uygulamaya koymuştur. Başlangıcından itibaren kamuoyu
programa destek vermiştir. Ancak, Kasım 2000'de, piyasaların ve kamuoyunun genel
desteği sürerken, bankacılık sektöründe yaşananlar soru işaretlerini artırmaya başlamıştır.
27 Ekim 2000 tarihinde Etibank ve Bank Kapital'in yönetimlerinin Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonu'na (TMSF) devredilmesiyle artan tartışmalar, Kasım ayının sonlarında para
ve sermaye piyasalarında küçük çaplı bir krizin yaşanmasına neden olmuştur. Aralık ayı
başında Türkiye'nin dördüncü büyük bankası olan ve sadece geçici likidite sıkıntısı
yaşayan Demirbank'ın yönetimi tartışmalı bir şekilde TMSF'ye devredilmiş, Park Yatırım
Bankası'nın ise bankacılık yapma yetkisi kaldırılmıştır. Bu olumsuz gelişmeler programa
olan güveni önemli ölçüde sarsmış, bankaların yıl sonu nedeniyle açık pozisyonlarını
kapatmak amacıyla döviz alımlarını artırmasının etkisiyle piyasada likidite azalmış ve
faizler bir anda yükselmiştir.
Kriz öncesi ve sonrası parasal yetkililer, yani Merkez Bankası ve Hazine ile
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun tavır ve tepkileri tartışılmış ve çeşitli
görüşler ortaya atılmıştır. Bu çerçevede, çalışmamızın amacı krizdeki hatalardan çok,
krizin nedenlerini teorik olarak açıklamaya çalışmak ve geleceğe az da olsa ışık
tutmaktır. Aslında yaşanan kriz bir likidite krizidir. Ancak, daha önceki dönemde 8
bankanın TMSF’ye devredilmesine ilave olarak, krizin hemen öncesinde iki bankanın,
sonrasında da bir bankanın yönetiminin TMSF’ye devri ve bir yatırım bankasının
kapatılması dikkate alındığında, sistemsel ani bir kriz olmasa da bir anlamda uzun
döneme yayılmış bir bankacılık krizinden söz etmek mümkündür. Bu bağlamda,
çalışmamızda önce Türkiye'de bankacılık krizleri ele alınacak, ardından da krizin
sonunda Demirbank'a el konulması ve krizde payı olduğu iddia edilen Bankacılık
* Bilkent Üniversitesi, Bankacılık ve Finans Bölümü, Öğretim Görevlisi.
2
Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun geleceği ve sektöre etkileri incelenecektir. IMF ile
Yakın İzleme Anlaşması ve Stand-by Anlaşması ile enflasyonu düşürme programının ele
alındığı üçüncü bölümden sonra, krizle ilgili teorik yaklaşımlar gözden geçirilmekte ve
Türkiye'deki kriz teorik olarak açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda, para arzının
içselliği ve buna bağlı olarak Minsky'nin finansal istikrarsızlık hipotezi incelenmekte ve
2000 likidite krizi ile ilişkileri ortaya koyulmaktadır.
I - TÜRKİYE’DE BANKACILIK KRİZLERİ
Türkiye’de önemli bankacılık krizleri yaşanmıştır. Ama Türkiye’deki bankacılık
krizleri, en çok krizin yaşandığı ABD’den1 daha çok Arjantin, Şili, Filipinler gibi
ülkelerde yaşanan krizlere benzemektedir. Çünkü bu ülkelerde de krizlerin nedeni
genellikle konjonktürel şoklardan çok, yapısal problemlerden kaynaklanmıştır.2
Türkiye'de kamu kesiminin aşırı kaynak talebi ve dolayısıyla finansal
piyasalardaki belirleyiciliği ile bankacılık sektörünün aktif büyüklüğü ve sahiplik yapısı
gibi unsurlar bankaların performansını etkilemekte ve risklerini artırmaktadır. Bankalar
bu şartlar altında, konjonktürel dalgalanmalardan da daha çabuk ve kolay
etkilenmektedir.
Türkiye’de bankacılık krizlerini dört dönemde inceleyebiliriz:3 (1) 1929-1945
dönemi, (2) 1958-1964 dönemi, (3) 1980-1988 dönemi ve (4) 1993-2000 dönemi. Bu
dönemlerin farklı özellikleri vardır. Ancak, çalışmamız açısından önemli olan son
dönemdir. Aslında bu dönemin kökenleri 1989 yılında çıkarılan 32 Sayılı Karara kadar
dayanmaktadır. Çünkü söz konusu karar ile sağlanan serbestleşme ve buna bağlı yanlış
makroekonomik politikalar krizin temelinde yatan nedenlerdir. 1990'ların başında giderek
artan kamu açıkları ve buna bağlı olarak borçlanma ihtiyacının artması krizi hazırlayan en
önemli etkendir. 1993 sonlarına doğru sıkışan hükümet, faiz oranlarını aşağı çekmek
amacıyla Devlet İç Borçlanma Senetleri ihalelerini arka arkaya iptal etmiş ve büyük
ölçüde TCMB kaynaklarına yönelmiştir. Hükümetin üç yıldır sürdürdüğü düşük kur-
yüksek faize dayalı politikadan vazgeçip, hem kuru hem de faizi aynı anda düşürme
hevesi ile ihaleleri iptal etmesi sonucu, geriye sadece TCMB kaynakları kalmıştır. Bu
arada piyasada bollaşan TL ise, İMKB'nin yetersiz olması nedeniyle döviz piyasasına
yönelmiştir.4 Bankaların da açık pozisyonlarını kapama telaşına düşmesiyle TL kısa
sürede aşırı değer kaybetmiştir. Faizler birden yükselmiş ve tam anlamıyla bir kriz
yaşanmıştır. Üç banka (Marmarabank, TYT Bank, İmpexbank) ve üç aracı kurum (Türk
Invest, Çarmen, Pasifik) batmıştır. Kriz, bankacılık sisteminin maliyet yönünden
etkinliğinin yanı sıra, rekabetçi yapıya doğru gidiş trendini de bozmuştur.5
1 ABD’de bankacılık krizleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Russel (1993), Frexias ve Rochet (1998),
s.192-196. 1970’lerin başında Bretton-Woods sisteminin çökmesinden 1998’e kadar geçen dönemdeki
bankacılık krizleriyle ilgili bilgi için ise, bkz. IMF (1998) ve Active dergisi Aralık 1999-Ocak 2000 sayısı,
s.18. 2 Bankacılık krizleriyle ilgili Arjantin örneği için Balino (1991), Şili için Velasco (1991) ve Filipinler için
Nascimento (1991)’e bakılabilir. 3 Türkiye'de bankacılık krizlerinin tarihçesi için bkz. Akgüç (1989),s.38, Karacan (1996), s.175-183.
Krizlerin sonuçları ve son dönem krizlerinin analizi için ise Günal (2001a)'ya bakılabilir. 4 Krizin nedenleri ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ersel ve Sak (1995). 5 Krizin bankacılık sektörünün etkinliği üzerindeki etkileri hakkında bkz. Ertuğrul ve Zaim (1996).
3
Krizin etkileri 5 Nisan Kararlarından sonra biraz hafifletilmiş, ancak Mayıs
1995'te mevduata % 100 güvence verilerek kriz durdurulabilmiştir. Fakat alınan önlemler
yetersiz kaldığı için 1990'ların sonuna doğru üç banka daha (Türk Ticaret Bankası,
İnterbank, ve Bank Ekspres) Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na devredilmiştir. Bu
durum bir krize yol açmamıştır. Ancak, 1999 yılının sonunda beş bankanın ( Yaşarbank,
Esbank, Egebank, Yurtbank, Sümerbank), Ekim 2000’de iki bankanın (Etibank ve Bank
Kapital), Aralık 2000 başında da Demirbank’ın Fon'a devredilmek zorunda kalınması
sorunların devam ettiğini göstermektedir. Demirbank'ın Fon'a devredilmesinin öncesinde
Kasım sonlarında, bankacılık krizi sayılmasa da bir likidite krizi yaşanmıştır. Aslında
1999 ve 2000 yılındaki banka devirleri uzun döneme yayılmış bir kriz mahiyetindedir.
Çünkü, piyasalarda tedirginlik yaratmış ve sisteme olan güven sarsılmıştır.
1999 sonunda 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun çıkarılması ve 4491 sayılı Kanun
ile yapılan değişiklikler çerçevesinde getirilen hükümler ve bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurumu’nun kurulması da kısa vadede sorunları çözecek gibi
görünmemektedir.
II – BDDK’NIN GELECEĞİ VE SEKTÖRE ETKİLERİ
4389 Sayılı Bankalar Kanunu uyarınca kurulması öngörülen Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Kanun’un yürürlüğe girmesinden yaklaşık
bir yıl sonra Kurul üyelerinin atanmasının ardından çalışmalar tamamlanarak, Kurum
Teşkilat Yönetmeliği çıkarılmış ve 31.8.2000 tarihinden itibaren Kurum resmen faaliyete
geçmiştir. Bu bankacılık sektöründe, denetim ve düzenlemelerin tek elden ve bağımsız
bir kurum tarafından yapılacağı yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu yeni dönemde,
bankacılık sektörünün her türlü müdahaleden uzak, uluslararası normlara ve objektif
güvenilirlik ve etkinlik kriterlerine uygun bir denetim ve gözetime tabi tutulması
beklenmektedir. Bunun sonucunda, denetim sonuçları etkin ve hızlı bir şekilde karara
bağlanacak ve sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi sağlanacaktır. Kurumun görevlerini
tam olarak yerine getirmesi, bankacılık sektörüne ve mali sistemin geneline olan güveni
artıracak ve böylece ekonomideki tasarrufların yatırımlara dönüşmesiyle dengeli bir
büyüme sağlanabilecektir.
Ancak, tüm bu beklentilerin gerçekleşmesi Kurumun göstereceği gayretin yanı
sıra, kamuoyunun güvenini tesis etmekle mümkün olacaktır. Kurumun önündeki en
büyük sorun ise, halen Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun yönetiminde olan sekiz
bankanın rehabilitasyonunun bir an önce tamamlanarak bankaların satılması ve son
devredilen üç bankanın durumunun tespit edilerek, rehabilite edilmesi ve satılması veya
tasfiyesi yoluna gidilmesini gerçekleştirmektir. Kurum faaliyetlerinin şeffaf olması,
güvenilirliğin artırılmasında çok önemli bir husustur. Ayrıca, Kurumun başarısı büyük
ölçüde, bazı yetkilerini bir protokolle Kuruma devretmiş olmakla birlikte, mali sistem
içinde hala önemli yerleri olan Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı ile işbirliği içinde
olmasına bağlıdır.6 Kamuoyu ve ilgili kurumlarla işbirliği yapmadan, sadece müfettiş
tavrıyla bankaları denetlemeye yönelik faaliyette bulunan bir Kurumun beklenen
6 Bu çerçevede, Hazine Müsteşarlığı, TCMB ve Kurum arasında İşbirliği Protokolü 31.8.2000 tarihinde
imzalanmış ve bu protokolle ilgili kuruluşların görev, yetki ve sorumlulukları ile işbirliğinin esasları
belirlenmiştir. Türkiye Bankalar Birliği’nin web sayfasında (www.tbb.org.tr/türkce/protokol.htm)
protokolün tam metni mevcuttur.
http://www.tbb.org.tr/türkce/protokol.htm
4
sonuçları elde etmesi mümkün olmayacaktır. Kurumun başarısı, kendi göstereceği
gayretin yanı sıra ekonomide sağlanacak başarıya ve siyasi istikrara da bağlı olacaktır.
Sonuç olarak, belirsizliklere rağmen Kurumun önemli bir boşluğu doldurduğu ve
birçok gelişmiş ülkedeki gelişmelere paralel düzenlemeler yaparak beklenen
fonksiyonunu yerine getirmesi durumunda, Türk mali sisteminde önemli bir görev
üstleneceği ve mali ve ekonomik istikrar ve dengeli büyümeye katkıda bulunacağı
kesindir. Ancak, Kurumun yeni kurulması ve piyasalarda likiditeyi ayarlayan ve para
politikasını yürüten Merkez Bankası ile iletişimsizliğin, krize tepki göstermede
gecikmeye yol açtığının ve krizin boyutunun büyümesine katkıda bulunduğunun altı
çizilmelidir.
III – KASIM 2000 KRİZİ ÖNCESİNDE GELİŞMELER
3.1. 1998 Sonrası Para Politikaları ve IMF ile Anlaşma
Kısa süreli koalisyon hükümetlerinin iktidarda olduğu, 1996 ve 1997 yıllarında
uygulanan para politikası esas olarak mali piyasalarda istikrarı korumaya yönelik
olmuştur. Bu istikrar hedefinin iki temel unsuru ise; kısa süreli ve hızlı fiyat
değişikliklerinin önlenmesi ve piyasalardaki belirsizliklerin azaltılmasıdır. Bu çerçevede,
uygulamada döviz kurlarının enflasyon beklentilerine paralel hareket etmesi ve
bankalararası para piyasası faiz oranlarının istikrarı ve dolayısıyla referans faiz oranı
olarak piyasalarda kabul edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.7
1998 yılında ise üçer aylık para programları uygulanması öngörülmüştür. TCMB
ve Hazine Müsteşarlığı arasında imzalanan protokol uyarınca, Hazinenin borçlanma
programına uygun olarak TCMB de para programları ilan etmiş ve sonuçlarını
kamuoyuna açıklamıştır. Yılın ilk altı ayı için öngörülen % 70’lik enflasyon tahminine
paralel olarak, hedeflenen büyüklük olan rezerv paranın ilk üç ay içinde % 18-20
oranında artması ve arz yönünden rezerv para artışının temel kaynağını ise TCMB’nin
döviz rezervlerindeki artışın oluşturması öngörülmüştü.
1998 yılının ilk altı aylık döneminde, TCMB gerçekten de dış piyasalardaki
olumsuz gelişmelere8 rağmen finansal piyasalarda istikrarı sağlayacak politikalar
uygulamış ve belli ölçüde başarılı olmuştur. Piyasalarda istikrar sağlanmış, enflasyon
düşüş eğilimine girmiş ve parasal hedefler de tutturulmuştur.
Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 26.6.1998 tarihinde imzalanan “Yakın İzleme
Anlaşması”nın ardından, TCMB 2.7.1998 tarihinde, yılın ikinci yarısı için 6 aylık para
programı açıklamıştır. İlk altı ay için hedeflenen değişken olan rezerv paranın yerine net
iç varlıklar hedef alınmış ve yıl sonu itibarıyla (–) 1.514 trilyon TL olması
öngörülmüştür. Rezerv paranın yerine net iç varlıkların hedef değişken olarak
seçilmesinin nedeni TCMB (1999)’da şöyle açıklanmaktadır: “…enflasyonun düşüş
trendine girdiği süreçlerde, ekonomik aktivitenin gereği olan rezerv para büyüklüğünün
tahmini, bilinen para talebindeki fonksiyonel ilişkinin değişmesi sonucu güçleşmektedir.
7 TCMB’nin bu dönemdeki temel politikasının mali piyasalarda istikrarı korumak olduğu, TCMB Başkanı
Gazi Erçel tarafından, 8.1.1998 tarihinde yapılan “1998 Yılı Para Politikası Uygulaması” konulu basın
toplantısında açıkça ifade edilmiştir. 8 Bu olumsuz gelişmelere örnek olarak, Güneydoğu Asya krizinin etkilerinin devam etmesi ve Irak ile ABD
arasında Şubat ayı içinde yoğunlaşan Körfez krizinin etkileri gösterilebilir.
5
Bu hedef değişikliği ile Merkez Bankası ekonomik aktivitenin gereği olan rezerv para
büyüklüğünün tahminindeki söz konusu güçlükleri aşmaya çalışmış ve piyasaların fon
talebini ekonomik aktivitenin gereği doğrultusunda gidermeyi amaçlamıştır.” Bu
açıklamanın yanı sıra (-) 1.514 trilyon TL olan yıl sonu hedefi uluslar arası piyasalarda
yaşanan krizler nedeniyle Ekim ayında 700 trilyon TL olarak revize edilmiştir. Net iç
varlıklar, yıl sonu itibarıyla 579.4 trilyon TL olarak gerçekleşmiş ve revize edilen hedefin
altında kalmıştır.
1998’in ikinci yarısı için rezerv para yerine net iç varlıkların hedeflenmesinin
nedenine ilişkin olarak TCMB’nin (1999) açıklaması ve hedeflenen rakamların Ekim
ayında yeniden revize edilmek zorunda kalınması, para arzının içselliğinin açık bir
göstergesidir. TCMB’nin piyasaların fon talebini gidermek zorunda kalması, hem uyum
sağlayıcı içsellik yaklaşımını hem de Minsky’nin (1986) “finansal istikrarsızlık
hipotezini” desteklemektedir. TL’ye olan talep artışının büyük ölçüde Rusya krizi
sonrasında Hazine’nin uluslararası piyasalardan borçlanamaması ve dolayısıyla fon
ihtiyacını iç piyasalardan karşılaması olduğu dikkate alındığında, para arzının içselliğinde
kamu açıklarının finansmanının rolü ortaya çıkmaktadır.
Yılın ilk yarısında piyasalarda istikrarın sağlanması ve enflasyonun da düşüş
eğilimine girmesine rağmen, Haziran sonuna doğru Rusya’da ortaya çıkan krizin yarattığı
ekonomik belirsizlik ve ikinci yarıda artan siyasi belirsizlik sonucunda erken seçim kararı
alınmış ve beklentiler değişmiştir. Piyasalar tamamen seçime endeksli hale gelmiştir. Bu
çerçevede, TCMB de son yıllarda yaptığı gibi temel politika olarak piyasalarda istikrarı
sağlamaya ve Hazine’nin borçlanabilmesi için piyasaları manipüle etme politikasına
devam etmiştir.
3.2. Stand-By Anlaşması ve Enflasyonu Düşürme Programı
1999 yılının ilk yarısı seçim telaşı ve hükümet kurma çalışmalarıyla geçmiş ve bu
dönemde belirsizlik hakim olmuştur. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun kurulmasıyla
piyasalara güven verilmiştir. IMF ile görüşmeler başlamış ve uygulanmakta olan Yakın
İzleme Anlaşması’nın mali destekli bir Stand-By Anlaşması’na dönüştürülmesi
amaçlanmıştır. Bu çerçevede, 2000-2002 dönemini kapsayacak olan bir enflasyonu
düşürme programı uygulanması kararlaştırılmıştır. Programın temel amaçları şunlardır:
Tüketici enflasyonunu yapısal reformlarla desteklenen, birbirleriyle tutarlı, güçlü itibarlı ve süreklilik arz eden maliye, gelir, para ve kur politikalarının
eşgüdümlü uygulanması ile 2000 yılı sonunda % 25, 2001 yılı sonunda % 12
ve 2002 yılında % 7’ye indirmek,
Reel faiz oranlarını makul düzeylere düşürmek,
Ekonominin büyüme potansiyelini artırmak,
Ekonomideki kaynakların daha etkin ve adil dağılımını sağlamak.
Üç yıllık enflasyonu düşürme programı üç temel unsur üzerine kurulmuştur.
a) Sıkı bir maliye politikası uygulanarak faiz dışı fazlanın artırılması, yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve özelleştirmenin hızlandırılması,
b) Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası,
6
c) Bu unsurların enflasyon ve reel faizlerin düşürülmesine yapacağı katkıyı desteklemek ve ekonomik birimlere uzun vadeli bakış açısı kazandırmak için enflasyonun
düşürülmesine odaklanmış kur ve para politikası uygulaması.
Üçüncü unsur çerçevesinde uygulanacak kur politikasının özelliği; 1 ABD
Doları+0.77 EURO olarak belirlenen kur sepetinin bir yıllık süreyi kapsayacak şekilde
günlük olarak açıklanmasıdır. Buna göre kur sepetinin Aralık 1999 sonunda 959,020.46,
Haziran 2000’de 1,073,662.93, Aralık 2000’de de 1,149,900.90 TL olması
öngörülmüştür. Yıl sonu itibarıyla kur hedefleri tutturulmuştur.
Enflasyon hedefi ile uyumlu olarak 2000 yılı kur artış oranı % 20'dir. İlk 18 aylık
dönem için günlük kur açıklanmaktadır. Programın ikinci yarısı olan Temmuz 2001-
Aralık 2002 döneminde ise "band" uygulamasına geçilecektir. Band uygulamasındaki
aralığın toplam genişliğinin kademeli olarak artırılması, 1 Temmuz 2001-31 Aralık 2001
arasında % 7.5, 30 Haziran 2002'ye kadar % 15 ve 31 Aralık 2002’ye kadar ise % 22.5'e
yükselmesi öngörülmüştür. Band uygulamasında, kurun band içindeki hareketine Merkez
Bankası'nın müdahale etmeyeceği açıklanmıştır. Merkez Bankası bu çerçevede
uygulayacağı para politikası için üç parasal büyüklüğü hedef almıştır: Net İç Varlıklar,
Net Dış varlıklar ve Net Uluslararası Rezervler.
Program kamuoyunun desteği ve güveniyle 2000 yılının Kasım ayına kadar
başarıyla uygulanmıştır. Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel 29.9.2000 tarihli basın
toplantısında programın bir değerlendirmesini yaparak, programa açıklandığı şekilde
devam edileceğini teyit etmiştir.
Ancak, 27 Ekim 2000 tarihinde Etibank ve Bank Kapital'in yönetimlerinin
TMSF'ye devredilmesiyle artan tartışmalar, Kasım ayının sonlarında para ve sermaye
piyasalarında küçük çaplı bir krizin yaşanmasına neden olmuştur. Aralık ayı başında
Demirbank'ın yönetimi tartışmalı bir şekilde TMSF'ye devredilmiş, Park Yatırım
Bankası'nın ise bankacılık yapma yetkisi kaldırılmıştır. Bu olumsuz gelişmeler programa
olan güveni önemli ölçüde sarsmış ve faizler bir anda yükselmiştir.
Programın başarısında çok önemli rolü olan beklentilerin iyileştirilmesi ve
piyasalara güven verilmesi için BDDK, TCMB ve Hazine bir araya gelerek, geç de olsa
krize müdahale etmiştir. İMKB 10 gün içinde % 50'ye yakın değer kaybetmiş, TCMB 6
milyar dolarlık döviz satmak zorunda kalmış ve gecelik faizler % 300-400 seviyelerine --
hatta bir ara % 1000'in üzerine-- çıkmıştır.
Tablo: 1 PARASAL GÖSTERGELER: 1999-2000
(Trilyon TL) 1999 2000
M1 4,931 8,210
M2 22,596 32,813
M2Y 40,119 57,167
Net Dış Varlıklar* 5,096 9,664
Net İç Varlıklar* -1,170 3,325
TEFE** 62.9 32.7
TÜFE** 68.8 39.0 * 1999 yılı rakamları 1.1.2000 itibarıyladır. Net İç Varlıklar rakamı IMF tanımlı bilanço
rakamları olup, Değerleme Hesabını içermemektedir.
**Bir önceki yıl sonuna göre yüzde değişmedir.
7
Programa olan güvenin yeniden tesis edilememesi halinde, ekonomide belirsizlik
artacak ve enflasyonist beklentiler artmaya başlayacaktır.
TEFE ve TÜFE hedefleri önemli ölçüde sapma göstermekle birlikte, % 70'lere
oranla rakamlar az da olsa bir başarı sağlandığını göstermektedir. Ancak, Kasım 2000
sonlarında yaşanan krizin etkilerinin ivedilikle giderilmesi ve programa olan güvenin
yeniden tesis edilmesi programın 2001 ve 2002'deki başarısı ve dolayısıyla Türkiye
ekonomisinin geleceği açısından hayati öneme sahiptir.
3.3. Kasım 2000 Krizinin Ortaya Çıkması ve Tepkiler
2000 yılında piyasalarda gelişmeleri gösteren aşağıdaki tabloya baktığımızda bu
durum açıkça görülmektedir. Krizin olduğu Kasım ayında ve sonrasında Aralık ayında
görülen net etki eksidir (-). Bu durum piyasadan net para çıkışını göstermektedir.
Tablo: 2 PARA PİYASALARINDA GELİŞMELER: 2000 (Trilyon TL)
Açık Piyasa İşlemleri (Net Etki)
Hazine İhaleleri
(İtfa-Satış)
Net Döviz-Efektif
Alımı
Net Etki
Ocak 573 170 -729 14
Haziran 594 793 -55 1332
Eylül 175 -3 -113 59
Ekim 4 467 -200 271
Kasım 3440 229 -3821 -152
Aralık -184 198 -797 -783
Yıl boyunca sürekli (+) olan net etki, Kasım ve Aralık aylarında (-)’e
dönüşmüştür. Özellikle krizin yaşandığı Kasım ayında net olarak 3.821 trilyon TL’lik
döviz satışı gerçekleştirmiştir. Merkez Bankası önceden açıkladığı kur hedeflerini
tutturmak için, açık pozisyonlarını kapamak için yoğun döviz talebinde bulunan
bankaların taleplerini karşılayarak kurun aşırı yükselmesini engellemeye çalışmıştır.
Ancak, bu talebin de Merkez Bankası’nın APİ aracılığıyla piyasaya sürdüğü TL’ye
dayandığı açıktır. Bu durum Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel tarafından da ifade
edilmiş ve kriz döneminde yaklaşık 6 milyar dolarlık bir döviz satışı gerçekleştiği
belirtilmiştir. Merkez Bankası, sürülen likiditenin dövize yöneldiğini ve IMF ile yapılan
anlaşma gereği belirlenen Net İç Varlıklar hedefini gerekçe göstererek 30 Kasım’dan
itibaren piyasaya likidite sürmeyeceğini açıklamıştır. Likidite ihtiyacının büyümesi ile de
yükümlülüklerini yerine getiremeyen Demirbank’ın yönetimine el konulmuştur. Bu
gelişmeler üzerine faizler aşırı derecede yükselmiş, 4 Aralık’ta basit olarak APİ faizleri
% 600’e, İMKB repo-ters repo piyasası faizleri ise % 1250’lere ulaşmıştır.
IV – KRİZİN TEORİK AÇIKLAMASI
4.1. Para Arzının İçselliğine İlişkin Teorik Yaklaşımlar
Kökü klasik iktisatçılara kadar dayanan ve bir ölçüde İngiltere'deki Nakit Okulu-
Bankacılık Okulu tartışması ile tohumları atılan para arzının içselliği yaklaşımı
8
1950'lerden sonra, Nicholas Kaldor, Hyman Minsky, James Tobin, Basil Moore, Marc
Lavoie, Sydney Weintraub, Paul Davidson vb. gibi iktisatçıların katkılarıyla gelişmiş ve
bir teori haline gelmiştir. Özellikle 1978'de “Journal of Post-Keynesian Economics”
dergisinin çıkmasından sonra literatür daha da gelişmiştir.9
Keynes’ten sonra iktisat teorisinde iyice yerleşen ve Monetaristler tarafından da
benimsenen dışsal para yaklaşımı, 1960’lardan itibaren piyasalardaki kurumsal
değişikliklere paralel olarak dönem dönem eleştirilmiş ve bu eleştiriler içsel para
yaklaşımının temelini oluşturmuştur.
Bu çerçevedeki ilk gelişme, o dönemde meydana gelen kurumsal değişikliklerin
İngiltere’deki klasik para politikası üzerindeki etkilerini incelemek üzere kurulan
Radcliffe Komitesi’nin10 1959’da yayınladığı rapordur.11 Rapora göre, sıkı para politikası
sadece dolaşım hızının artmasına neden olacak, sadece faiz hadlerinin yeterli düzeyde
artırılması ile dolaylı olarak etkili olabilecektir. Bu paranın dolaşım hızının içsel olarak
belirlendiği anlamına geliyordu.
Kaldor, 1970’lerden itibaren, sadece dolaşım hızının değil, paranın kendisinin
içsel olarak belirlendiğini ifade etmeye başladı. Yani, para arzındaki bir artış, kredili
harcamadaki artışın bir sonucudur (Kaldor ve Trevitchik, 1981: 6). Dolayısıyla, merkez
bankası harcamaları azaltacak olan faiz hadlerinde bir yükselme sağlayarak para arzını
kontrol edebilir. Kısacası merkez bankası, koyduğu parasal hedefleri aşsa da son borç
verme kaynağı olarak reeskont penceresini kapatmamalı ve bankacılık sisteminin ihtiyacı
olan parayı piyasaya sürmelidir. Merkez bankası sadece faiz haddini kontrol edebilir
(Kaldor, 1986).
Kaldor’un bu görüşleri, içsellik yaklaşımının temeldir ve bu yaklaşımın önemli
bir savunucusu olan Basil Moore ile önemli ölçüde örtüşmektedir. Kaldor ve Moore,
merkez bankası rezerv12 ihtiyaçlarını her zaman karşılamak zorunda olduğu için,
bankaların herhangi bir rezerv kısıtlamasıyla karşılaşmadığını savunmaktadırlar (Wray,
1990: 131-134).
Moore (1985: 7), paranın sadece metal paranın geçerli olması durumunda dışsal
olabileceğini, metalik para olmaması durumunda, vaadedilen tek şeyin bir sözün başka
bir söze dönüştürülmesi olduğunu ifade etmektedir. Yani, para birilerinin ödeme vaadidir.
Bu çerçevede, Moore kendi yaklaşımını içsel para yaklaşımına uygun olarak bir kredi
ekonomisini savunan Wicksell’in yaklaşımının devamı olduğunu belirtmektedir.
Bankaların verdiği krediler esas olarak borçlanıcı tarafından talep edildiği için,
bankaların kendiliğinden kredi portföylerini değiştirmeleri mümkün değildir. Bankalar
kredilerini ikincil piyasada pazarlayamadıkları için, merkez bankasının bankaların
kaynak talebini karşılamak zorunda kalmaktadır. Bu ise parasal büyüklüklerin içsel 9 Bu konuda ayrıntılı tartışma için bkz. Günal (2001a). 10 Radcliffe Komitesi ya da tam adıyla “Parasal Sistemin İşleyişine İlişkin Komite”nin (Committee on the
Working of Monetary System) kuruluşu, raporu ve bu konudaki eleştiriler için, bkz. Kaldor, 1986: 3-16. 11 Lavoie (1992), aslında daha sonraki yıllarda Kaldor, Moore ve Goodhart’ın sistematik hale getirdiği içsel
para yaklaşımının temel özelliklerinin Fransız iktisatçı Jaques Le Bourva tarafından 1959 ve 1962 yılında
yazdığı makalelerde ortaya atıldığını, ancak makalelerin Fransızca olması nedeniyle pek tanınmadığını ve
tartışılmadığını belirtmektedir. 12 Burada rezerv kavramı, bankacılık sektörünün rezervleri anlamında kullanılmakta olup, bankaların nakit
ihtiyaçlarını ifade etmektedir.
9
olarak hareket ettiğini göstermektedir. Moore bu bağlamda, bankaların hem perakende
kredi piyasasında hem de toptan mevduat piyasasında fiyat belirleyici ve miktar kabul
edici konumunda olduğunu, çünkü, kredilerin borçlanıcıların inisiyatifi ile fakat
bankaların belirlediği faiz oranından verildiğini, mevduatların ise bankaların belirlediği
faiz oranından kabul edildiğini belirtmektedir. Dolayısıyla, bazı bankaların verdiği kredi
miktarları, mevduat miktarlarını aşabileceği için bu bankalar, fiyat kabul edici oldukları
toptan fon kaynaklarına güvenmek zorundadırlar. Bu toptan fon kaynağının sunucusu
olan (reeskont penceresi veya açık piyasa alımları yoluyla) merkez bankası bu fonların
maliyetini belirlemektedir.
Moore (1988b), bu tespitlere dayanarak, para arzının belirlenen faiz haddinde
yatay (horizontal)13 olarak kabul edilebileceğini ileri sürmektedir. Bu faiz oranı da
reeskont oranınca belirlenmektedir. Merkez bankası para arzını sadece rezervler için
uyguladığı fiyatı belirlemek suretiyle kısa vadeli faiz haddini düzenleyerek kontrol
edebilir. Bankalar önce kredi taleplerini karşılayıp, sonra kanuni karşılık oranlarını
tutturmaya çalıştıkları için, merkez bankası bankaların rezervlerini sınırlayamaz.
Moore’un kendi deyimiyle, “rezervler mevduatlardaki hareketlerin nedeni değil
sonucudur.” Merkez bankasınca belirlenen faiz haddi kredi taleplerini etkileyebilir, ancak
krediler verildikten sonra merkez bankası bankaların ihtiyacı olan rezervleri karşılamak
zorundadır.
Bu açıdan bakılınca, Moore’un yaklaşımı Kaldor’un yaklaşımına paraleldir. İkisi
de bankaların herhangi bir miktar kısıtlaması ile karşılaşmadığını, çünkü merkez
bankasının bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğunu, dolayısıyla para
arzı fonksiyonunun yatay olduğunu söylüyorlar. Kaldor bunu somut bir örnekle de
açıklıyor. I. Dünya Savaşı’ndan önce, merkez bankaları miktarı dışsal olarak altın
rezervleri tarafından belirlenen para arzını kolayca kontrol edebilmekteydi. Yani, içsel
para merkez bankalarının bankaları değişen altın stoklarına uyum sağlamaya zorlamak
yerine, rezerv ihtiyaçlarını karşılamaya başladığı I. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya
çıkmıştır (Kaldor, 1986: 102).
Wray (1990), Moore ve Kaldor’un bu yaklaşımlarının çok basite indirgenmiş
olduğunu söylüyor ve para arzı eğrisinin zaman içinde yukarı doğru eğimli hale
geleceğini, çünkü yeniliklerin eğriyi zamanla dışa doğru kaydıracağını ve bankaların faiz
oranını yükseltmek ve ‘kaldıraç’14 oranlarını artırmak zorunda kalacağını iddia ediyor.
Wray, aslında Kaldor ve Moore’un içsellikle ilgili yaklaşımlarının, Minsky’nin
(1957) “kaldıraç” oranlarıyla ilgili görüşlerinin dikkate alınması durumunda daha anlamlı
hale geleceğini söylüyor. Çünkü bankalar için kaldıraç oranları önemli olduğundan,
bankalar teorik olarak bilançolarını sınırsız genişletme imkanına sahip olsalar da,
işlemsel (operative) bir miktar sınırlamasıyla karşı karşıyadırlar. Wray’a göre,
Minsky’nin para ile ilgili görüşleri, içsel para yaklaşımına yakındır.
Pollin (1991), para arzının içselliği ile ilgili olarak iki teorik yaklaşımın belirgin
olarak ortaya çıktığını söylemekte ve bu iki teorinin hareket noktasının aynı olduğunu
söylemektedir. Bu hareket noktası; para arzının büyüme oranının ve daha da önemlisi,
kredi imkanlarının finansal piyasalardaki talep baskısı tarafından belirlendiği fikridir.
13 Bu iddia, kendisine ‘yataycı’ (horizontalist) denilmesine neden olmuştur. 14 “Leverage ratio” denilen kaldıraç oranı yükümlülüklerin likit varlıklara oranını ifade etmektedir.
10
Pollin bu fikri daha da açarak, her iki yaklaşımın da New York Merkez Bankası Başkan
Yardımcısı olan Alan Holmes'in 1969'da söylediği “gerçek dünyada, bankalar önce kredi
verirler ve mevduat yaratırlar, daha sonra da rezerv ararlar” sözünü kabul ettiklerini,
ancak farklılığın “daha sonra rezerv ararlar” kısmının açıklamasında yattığını ifade
etmektedir (Pollin, 1991: 367). Yani sorun, bankalar ve diğer aracı kuruluşların bir defa
krediyi verip mevduat yarattıktan sonra, gerekli ilave rezervleri nasıl ve nereden
sağladıkları hususunda ortaya çıkmaktadır.
Polin bu aşamada ortaya çıkan iki farklı yaklaşımı, uyum sağlayıcı
(accommodative) ve yapısal içsellik teorisi olmak üzere ikiye ayırmaktadır.15
4.1.1.Uyum Sağlayıcı İçsellik Teorisi
Bu yaklaşıma göre, bankalar ve diğer aracı kuruluşların yeterli rezervi olmaması
durumunda, merkez bankaları onların ihtiyaçlarını temin etmek zorundadır. Bunun
tersine davranmak, finansal sistemi ve dolayısıyla ekonominin genelini tehdit edecektir.
Merkez bankaları sadece bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılarken kullanacakları araçlar
arasında seçim yapabilirler. Bu çerçevede, ya borçlanılmayan (nonborrowed) rezerv
mevcudunun genişlemesini açık piyasa işlemleri aracılığıyla artırmak veya bankaları
reeskont penceresi kaynağından borçlanılan (borrowed) rezerv sağlamaya zorlamak
yoluna gidebilirler. Tabii ki bu karar, bankaların kaynak maliyetini etkileyecektir. Ancak,
merkez bankası bu rezervleri reeskont penceresi aracılığıyla temin etmek zorunda olduğu
için, rezerv ihtiyaçları ile ilgili bir miktar kısıtlaması söz konusu değildir. Bu nedenlerden
dolayı bu yaklaşım, uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımı olarak adlandırılmaktadır. Pollin
(1991), bu yaklaşımın öncüleri arasında, Kaldor, Weintraub ve Moore'u saymaktadır.
Ancak bunlara Lavoie ve Goodhart'ı da eklemek gerektiği kanaatindeyim.
Uyum sağlayıcı içsellikle ilgili ampirik çalışmalarda üç ayrı husus test
edilmektedir. Birincisi, krediler ve rezervlerdeki hareketlerin birbiri ile eşit oranda
olmasıdır (proportionality). Diğer bir husus borçlanılmayan (non-borrowed) rezervler ile
merkez bankasından borçlanılan (borrowed) rezervler arasındaki yakın ikame
edilebilirliktir (substitutability). Test edilen üçüncü konu ise, merkez bankasından
finansal piyasalara doğru bir faiz haddi nedenselliğidir.
4.1.2.Yapısal İçsellik Teorisi
Para arzının içselliği ile ilgili ikinci yaklaşım olan yapısal içsellik yaklaşımına
göre, merkez bankasının borçlanılmayan (non-borrowed) rezervleri, açık piyasa
işlemlerinde kısıtlama yaparak kontrol etmeye çalışması, rezerv mevcudu üzerinde
önemli miktar sınırlamalarına yol açmaktadır. Reeskont penceresinden borçlanma açık
piyasa işlemlerinin yakın bir ikamesi değildir. Ancak, merkez bankalarının
borçlanılmayan rezervleri sınırlandırma yoluna gitmesi durumunda, bankalar finansal
yapı içinde tam olarak yeterli düzeyde olmasa da, federal fon piyasası, Eurodollar
piyasası, mevduat sertifikası piyasası gibi piyasalardan borçlanma gibi yenilikçi pasif
yönetimi uygulamaları aracılığıyla ilave rezervler yaratacaktır. Yani, merkez bankasının
sıkı para politikası uygulaması durumunda, bankalar kar maksimizasyonu güdüsüyle
hareket ederek finansal yenilikler yoluyla kaynak yaratacaklardır. Dolayısıyla bu 15 Togay (1994), “accommodative” terimini “uyumlaştırıcı” olarak çevirmiştir. Ancak, merkez bankasının
piyasanın talebine uyarak para sürdüğü dikkate alınırsa, burada merkez bankası uyumlaştıran değil, uyum
sağlayan konumundadır. Dolayısıyla, uyum sağlayıcı demek daha doğrudur.
11
yaklaşımdaki içsellik finansal yapının kendi içinden geldiği için, yapısal içsellik
yaklaşımı denilmektedir. Pollin, bu yaklaşıma katkıda bulunan iktisatçılar arasında
Hyman Minsky, Stephan Rousseas ve James Early'yi saymaktadır (Pollin, 1991: 368).
Yapısal içsellik yaklaşımının iki temel özelliği vardır. Bunlardan birincisi, önce
de belirtildiği üzere, reeskont penceresinden borçlanmanın borçlanılmayan, yani açık
piyasa işlemleri aracılığıyla sağlanan rezervler için yakın bir ikame olduğu kabul
edilmemektedir. Bunun nedeni de, reeskont penceresinden borçlanma konusundaki
dolaylı sınırlamadır. Yani, reeskont oranları genellikle para piyasası oranlarının altında
olsa da, bankalar ve diğer aracı kurumlar olağanüstü durumlar hariç reeskont
penceresinden borçlanma yoluna pek gitmezler. Moore bu durumu, “frown cost”
kavramıyla açıklamaktadır.16 Bu bankaların reeskont penceresinden borçlanmak
istedikleri zaman ödedikleri bir tür caydırma veya dolaylı tehdit maliyeti anlamına
gelmektedir. Çünkü reeskont penceresinden borçlanmak bir hak değil ayrıcalıktır.
Yapısal içsellik yaklaşımının ikinci özelliği ise, merkez bankasının (başkan ve
yönetimin politik eğiliminden bağımsız olarak) açık piyasa işlemleri aracılığıyla tam bir
uyum sağlayıcı uygulama içerisinde olmayacağı ve rezerv miktarını kısıtlama için
yetkisini kullanacağını ileri sürmesidir. Yani, merkez bankası siyasi iktidarın isteğine
uyarak, uyum sağlayıcı açık piyasa işlemleri yapmayacaktır. Çünkü bunu yapan merkez
bankaları için bile, bu tür uygulamaları sınırlayıcı bazı işlevsel kısıtlamalar söz
konusudur. Örneğin, merkez bankası, miktar kısıtlamasının ekonomiye daraltıcı etkisini
kabul etmekle birlikte, parasal genişlemenin en azından bir o kadar enflasyonist tehlike
içereceğini düşünebilir. Öte yandan, merkez bankası, borçlanılmayan rezervlerin çok hızlı
büyümesinin, döviz kuru üzerinde de yukarıya doğru (paranın değerinde aşağıya doğru)
bir baskı oluşturabileceğini de dikkate almalıdır. Diğer bir husus ise, merkez bankasının,
kısa vadeli kredi talebini ve dolayısıyla rezerv ihtiyacını yanlış hesaplama olasılığıdır. Bu
durumda yanlış bilgi nedeniyle, gereksiz yere açık piyasa işlemleri aşırı kısıtlanabilir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, yapısal içsellik yaklaşımının savunucuları kural olarak belli
bir ölçüde açık piyasa işlemeleri kısıtlaması olduğunu varsaymakta ve bu kısıtlamanın
merkez bankasının piyasaya sunduğu rezervler üzerinde önemli bir kısıtlama
oluşturduğunu öne sürmektedirler.
Açık piyasa işlemleri ile ilgili bu miktar kısıtlaması varsayımı, pasif yönetimi ile
ilgili uygulamaların temelini oluşturmaktadır. Bu çerçevede, borç yönetimi, nispî olarak
yüksek kanuni karşılık gerektiren vadesiz mevduat hesaplarının yerine, kısa vadeli para
piyasasındaki mevduat sertifikaları, interbank piyasası, Eurodollar gibi benzeri yollardan
fon toplama yöntemidir. Bu durumda, bankaların ayırması gereken toplam kanuni
rezervleri azalacaktır. Pasif yönetiminin tam olarak uygulanması durumunda, belli bir
miktar rezerv ile daha çok mevduat desteklenecek ve ekonomiye daha çok kredi
verilebilecektir. Burada, önemli olan bütün bunların merkez bankasının mutlak rezerv
düzeyini kontrol etmesine rağmen gerçekleşmesidir.
Yapısal içsellik yaklaşımının savunucularının pasif yönetiminin yaygınlaşmasıyla
ilgili görüşleri şöyle özetlenebilir: pasif yönetiminin genişlemesi mevcut yapı içerisinde,
faiz hadleri üzerinde yukarı doğru bir baskı oluşturur. Ancak, bankaların faiz “spread”ini
korumak istemeleri durumunda, banka bilançolarının pasif tarafında oluşacak bu yüksek
16 “Frown cost” kavramı hakkında bkz. Moore (1988b: 376).
12
faiz maliyetleri bankalardan borçlananlara da yansıtılacaktır. Ancak, bu yukarı doğru faiz
baskısının kendisi, Minsky'nin (1982) ileri sürdüğü “finansal istikrarsızlık hipotezi”nde
olduğu gibi, zaten istikrarsız bir durum yaratacaktır. Kısacası, bu faiz baskısı finansal
yeniliklere yol açacak ve merkez bankası rezervlerinin büyümesini sınırlama yoluna gitse
de, yönetilen pasifler faiz oranlarının artmaya devam etmesini gerektirmeyen yeni bir
kurumsal ortamın ortaya çıkmasına neden olacaktır. Yönetilen pasiflerin daha düşük
maliyetle pazarlanabildiği böyle bir kurumsal ortamın oluşması, finansal yenilik
kavramının önemli bir özelliğidir. Bu finansal yenilik, aracı kuruluşların borç verme
oranları üzerindeki baskıyı da azaltacaktır.
Bu çerçevede, faiz haddinin belirlenmesi uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımının
tersine, merkez bankasının tek başına başlattığı ve kontrol ettiği tek yönlü bir süreç
olmaktan çıkmakta ve merkez bankasının etkisi kabul edilmekle birlikte piyasa güçlerinin
de, yani finansal piyasalardaki yeniliğe neden olan özelliklerin de, önemli bir rol oynadığı
etkileşimli bir süreç haline gelmektedir. Yapısal içsellik yaklaşımından çıkan diğer bir
sonuç ise, pasif yönetimi aracılığıyla oluşturulan rezervlerin talebi karşılamaya her zaman
yetmeyebileceğidir. Minsky'nin de vurguladığı bu durum, bir likidite darlığına ve
dolayısıyla bankalar ve aracı kuruluşların rezerv ihtiyaçlarını karşılamak için kredi
almaya ve aktiflerini satmaya başlamalarına neden olacaktır. Sonuç olarak, bu gelişmeler
finansal krize katkıda bulunacağından, finansal krizler de içsel bir olgu haline
gelmektedir. Yapısal içsellik yaklaşımının öngördüğü pasif yönetimindeki gelişme, başka
bir deyişle paranın dolaşım hızının artması demektir. Çünkü, mevduat ve rezervlere
oranla borç vermenin artması demek, GSMH'nın ve dolayısıyla GSMH/para arzı olarak
tanımlanan paranın dolaşım hızının da artması demektir.
Kısaca özetlemek gerekirse, yapısal içsellik yaklaşımının öngördüğü finansal
piyasada merkez bankası tam olarak piyasalara uyum sağlamamakta (rezerv temin
etmemekte) ve banka ve aracı kuruluşlar, etkisi paranın dolaşım hızındaki artıştan da
görülebilen bir pasif yönetimi uygulamaktadırlar. Bu bağlamda, yapısal içsellik
yaklaşımından şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Birincisi, veri bir kurumsal ortam ve miktar
kısıtlaması durumunda faiz haddi üzerinde yukarı doğru bir baskı finansal yeniliklere
neden olacak ve finansal piyasaların yeterli rezerv sağlayamaması durumunda da finansal
piyasalarda artan bir istikrarsızlık ortaya çıkacaktır (Pollin, 1991: 373-376).
4.1.3. Para Arzının İçselliği, Bankalar ve Merkez Bankası
Para arzının içselliğiyle ilgili yaklaşımlarda görüldüğü üzere, bankalar rezerv
bakımından sınırlamaya tabi değildir. Çünkü, bankalar önce kredi taleplerini karşılar,
sonra azalan rezervlerin yerine yenisini koymak için fon ararlar. Bu çerçevede, bankalar
bu fon akışını düzenlemek için aktif-pasif yönetimi uygularlar. Kısacası, bankalar rezerv
bakımından bir kısıtlamayla karşı karşıya değildir. Merkez bankaları rezervleri
sınırlamaya kalksa da bankalar bir çıkış yolu bulacaktır. İşte, bankaların rezerv
kısıtlamaları karşısında nasıl çözümler bulduğuna bakmak için, bankaların ve aracı
kuruluşların kurumsal olarak incelenmesi ve aktif-pasif yönetiminde kullandıkları yöntem
ve araçların dikkate alınması gerekmektedir.
Para arzının içselliği yaklaşımına göre, klasik teoride paranın dar anlamda
tanımlanmasının sonucu olarak likit aktiflerin bir çoğunun dikkate alınmaması, hem
merkez bankasının kontrol gücüyle hem de para-harcama ilişkisiyle ilgili yanlış sonuçlara
13
varılmasına yol açmaktadır. Özellikle, klasik analizde, bankaların önce mevduat kabul
ettiği, sonra da fazla rezervleri kredi olarak kullandırdığı yolundaki görüş, bankaların
varlık ve yükümlülüklerini nasıl aktif olarak yönettiği ve karlılıklarını artırmak için nasıl
yenilikler ortaya koyduğunu göz ardı etmektedir. Çünkü, bankalar bir çok bilanço içi ve
bilanço dışı kalemde pozisyon almakta veya finansman sağlamaktadır. Bu çerçevede,
bankaların rezerv kısıtlamalarıyla başa çıkmalarını sağlayan finansal yenilikler ve aktif-
pasif yönetimi önemli bir yere sahiptir (Wray, 1990: 193-194).
Bankalar, normal olarak önce kredi taleplerini karşılar, sonra da bunları
karşılamak için gerekli fonları satın alma, bilanço yönetimi veya finansal yenilikler
aracılığıyla temin ederler. Ancak, bankalar bu gerekli fonları perakende veya toptan fon
piyasasından karşılayamaz ve bilançosunda gerekli ayarlamaları yapamazsa, son borç
verme mercii olarak merkez bankasına başvururlar. Eğer merkez bankası bu noktada
gerekli rezervleri sağlamayı reddederse, banka aktiflerini satarak likidite sağlamaya
zorlanacaktır. Ancak, aktiflerin özellikleri gereği tamamını likide dönüştürmek zordur.
Üstelik, farklı ekonomik birimlerin bilançoları birbirine bağlı olduğundan bir birimin
aktiflerini satmaya zorlanması bu durumun sistemin geneline yayılmasına ve bir sistem
krizine yol açabilir. Yani merkez bankası reeskont penceresi veya açık piyasa işlmeleri
aracılığıyla rezerv sağlamayı sürekli olarak reddetmekte serbest değildir.
ABD Merkez Bankası Fed’in, 1970-1980’li yıllarda ABD’de meydana gelen altı
krize nasıl tepki gösterdiğini inceleyen Giordano (1987), özet olarak, finansal kriz
durumunda, Fed’in krizin yayılmasını önlemek için piyasaya likidite sunduğunu ve
bunun da gerekli olduğunu söylemektedir.
Goodhart (1989) benzer görüşleri savunmakta ve merkez bankasının birincil
görevinin finansal sistemi korumak olduğunu söylemektedir. Bu da borç deflasyonunun
önlenmesiyle mümkün olacaktır. Merkez bankası likidite ihtiyacının arttığı dönemlerde
bankaların rezerv ihtiyacını karşılayarak, aktiflerini satmalarını önler ve borç
deflasyonunu engeller. Merkez bankası sistemin güvenliğinin tehdit altında olduğu
durumlarda rezerv sunmak zorundadır. Aksi takdirde kriz kaçınılmaz olacaktır.
Minsky’nin (1986) belirttiği gibi, bankacılık, merkez bankasının daha başlangıçta
dezavantajlı durumda olduğu bir oyundur. Bankalar karlarını artırmak için, merkez
bankasının koyduğu kısıtlamaları aşacak yöntemler ve finansal yenilikler bulurlar. Bu
bağlamda, bankaların kurumsal olarak incelenmesi, hem para-rezerv ilişkisinin daha iyi
anlaşılmasına hem de aktif-pasif yönetimi ve finansal yeniliklerin analize dahil
edilmesine katkıda bulunacaktır.
İçsel para yaklaşımında bankalar, diğer firmalar gibi yükümlülükler ihraç ederek
varlık pozisyonuna sahip olurlar. Ancak, diğer firmaların aksine, bankaların
yükümlülükleri bir değişim aracı ve ödeme aracı işlevi görür. Kısacası, bankalar
rezervlerdeki bir azalmayı, bilançonun hem aktif hem de pasif tarafında yapacağı
işlemlerle kapatma yoluna gidebilir. Dolayısıyla, bankaların bilançolarının hem aktif hem
de pasif tarafındaki işlemlerin analize dahil edilmesi, ayrıca bilanço dışı kalemlerin de
incelenmesi, para arzının içselliğinin daha iyi anlaşılması için önem taşımaktadır. Bu
bağlamda, bankacılık sisteminin fon kaynakları ve fon kullanım şekillerini ve kanuni
karşılık gerektirmeyen bilanço dışı kalemlerini yakından incelemek gerekmektedir.
14
Bankalar için yeni fon ve rezerv kaynağı haline gelen, bankalararası para (Federal
fon) piyasası, repo ve ters repo sözleşmeleri, mevduat sertifikaları, yurtdışından ve yerli
bankaların yurtdışı şubelerinden sağlanan krediler, reeskont penceresi ve diğer açık
piyasa işlemleri gibi uygulamalar, bankaların rezerv kısıtlaması ile karşılaşmadan kredi
verebilmelerini mümkün hale getirdiği için bu kaynakların gelişimi paranın içselliği
yaklaşımını desteklemektedir.17 Öte yandan, bankaların yüklenim, aracılık ve
danışmanlık vb. bilanço dışı hizmetler gibi faaliyetleri kanuni karşılık kapsamında
olmadığı için, bankalar zamanla bu tür faaliyetleri artırmıştır. Bu çerçevede, kredi hattı
(line of credit), kredi mektupları ve teminat mektuplarının yanı sıra, futures, forward,
options, swaps gibi türev ürünlerini içine alan bilanço dışı kalemlerin yaygınlaşması,
bankalar ve müşterilerin bilançoda bir genişleme olmadan riske karşı uyum sağlaması
veya finansal piyasalardaki mali ve diğer anormalliklerden faydalanmasına imkan
sağlamaktadır (Goodhart, 1986: 86).
Kısacası, aktif-pasif yönetimi, finansal yenilikler ve bilanço dışı işlemlerin
dikkate alınması ve bankacılık sektörünün kurumsal olarak incelenmesi, para-harcama ve
para-rezerv ilişkilerinin daha iyi anlaşılmasına yol açacaktır. Finansal piyasaların geliştiği
modern kapitalist ekonomilerde artık paranın anlamı değişmiştir. Finansal piyasalardaki
bu gelişmeler, birkaç parasal büyüklüğün kontrolüyle harcamaları, rezervlerin
kontrolüyle de para arzını kontrol etmeyi artık imkansız hale getirmiştir. Yani, bu
gelişmeler para arzının içselliğinin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.
4.2. Minsky’nin Finansal İstikrarsızlık Hipotezi
Minsky (1957), kurumsal yeniliklerin bankaların rezervlerinde bir genişleme
olmadan ekonomik faaliyetlerin genişlemesine katkıda bulunduğunu göstermiştir. Öte
yandan, Minsky’ye göre, sıkı para politikası uygulaması durumunda, faiz hadlerinde bir
artış olacaktır. Ancak, kredi talebi bu sıkı para politikasına bağlı olarak hemen
azalmayacaktır. Bunun da ötesinde, faiz hadlerinin yükselmesiyle birlikte, kar elde etmek
amacıyla likit değerler elden çıkarılacak ve likidite dolaşım hızı artacaktır. Bu arada,
finansal kurumlar da yeni yüksek faiz oranlarından faydalanabilmek için, kredi taleplerini
karşılamak amacıyla yeni yöntemler bulacaklardır. Dolayısıyla, yenilikler dolaşım hızı ve
faiz hadleri arasındaki ilişkiyi değiştirecektir. Yani her faiz haddi için daha yüksek bir
dolaşım hızı söz konusu olacaktır. Kısacası, merkez bankasının sıkı para politikası
uygulaması faizleri yükseltecek, bu da dolaşım hızının yükselmesine yol açan yeniliklere
neden olacaktır.
Bu yenilikler yaklaşımı, Minsky’nin “finansal istikrarsızlık hipotezi”nin temelini
oluşturmaktadır. Minsky’e göre, “yeni finansman yollarının ve yeni nakit ikamelerinin
bulunmasına yol açan her kurumsal yenilik, ekonominin likiditesini azaltır”. Yenilikler
mevcut bir likidite miktarının daha büyük harcamaları finanse etmesini sağlar ve likit
olmayan varlıkların yerini giderek nakit, hazine bonoları gibi likit varlıkların almasına,
yani “likit varlıkların piramit gibi büyümesine” (pyramiding of liquid assest) yol açar. Bu
durum sistemin istikrarsızlığını artıracaktır. Çünkü, sadece bir kaç büyük bankanın veya
şirketin borçlarını ödeyemez hale gelmesi krize yol açacak ve finansal varlıkların fiyatı
düşecektir. Bunu önlemek için, merkez bankası son rezerv kaynağı olarak, bu likit
17 Bankaların fon kaynakları, fon kullanımları ve bunların ABD’de gelişimi ile bu gelişmelerin para arzının
içselliği açısından anlamları ile ilgili geniş bir tartışma için, bakınız, Wray, 1990: 193-241.
15
olmayan varlıkları alarak likidite miktarını artırabilir ve borç krizini önleyebilir (Minsky,
1957: 184).
Bu bağlamda Minsky, Moore ve Kaldor’un “merkez bankası sürekli olarak
bankaların rezerv taleplerini karşıladığı için, bankalar bir miktar sınırlaması ile
karşılaşmaz” yaklaşımına, operasyonel olarak kaldıraç oranlarını, yani borçların/likit
varlıklara oranını artırmanın bir sınırı olduğunu ve ekonominin kötüye gitmesi
durumunda bu oranın düşeceğini söyleyerek katkıda bulunmuştur. Ekonomide daralma
halinde, aktiflerin likide dönüştürülmesi ancak aktiflerin değerlerini düşürmekle mümkün
olur. Dolayısıyla, merkez bankası likiditeyi artırarak sistemsel krizi önleyebilir.
V – İÇSELLİĞİN ETKİLERİ VE KRİZLE İLİŞKİSİ
5.1. İçselliğin Para Politikasına Etkileri
Para arzının içselliği yaklaşımı iktisat teorisinde genel olarak kabul görmüş bir
yaklaşım olan para arzının dışsallığını gündeme getirdiği için, bu varsayıma dayanarak
yapılan tüm analizlerin sonuçları tartışılır hale gelmektedir. Bu anlamda içsellik
yaklaşımının çok önemli makroekonomik etkileri söz konusudur. Para arzının içsel olarak
piyasalarda belirlendiğini ve merkez bankasının para arzını kontrol edemeyeceğini,
sadece faizleri belirleyebileceğini söyleyen uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımı, birçok
ülkede uygulanmış ve uygulanmakta olan parasal hedefleme ve enflasyon hedeflemesi
kavramlarının yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Yani, para arzını kontrol
ederek, işsizliği önlemek veya enflasyonu düşürmek imkansız hale gelmektedir. Bu
iktisat teorisindeki ve para teorisindeki birçok kavramı geçersiz hale getirmektedir.
Öte yandan, yapısal içsellik yaklaşımını ele alırsak, belli ölçüde bir rezerv
sınırlaması kabul edilmekte, ancak borçlanılan ve borçlanılmayan rezervler arasında
ikame söz konusu olmamaktadır. Dolayısıyla, bankalar yeni rezerv kaynakları bulmak
için, pasif yönetimi ve finansal yeniliklere yönelmektedir. Bu yenilikler ucuz kaynak
yarattığı için merkez bankasının sıkı para politikasını etkisiz hale getirmektedir. Ayrıca,
bu rezervlerin yeterli olmaması durumunda faizler yükselmekte ve finansal istikrarsızlık
ortaya çıkmakta veya artmaktadır. Bu bağlamda, yapısal içsellik yaklaşımı, pasif
yönetimi ve finansal yenilikleri analize dahil etmiştir. Ayrıca, ekonomik durgunluk ve
finansal kriz kavramlarına da yeni yaklaşımlar getirmektedir.
Sonuç olarak, para arzının içselliğiyle ilgili yaklaşımlar hem para ve finans teori
ve politikaları açısından, hem de iktisat teorisinde önemli yeri olan iş çevrimi teorileri
açısından farklı ve çarpıcı makroekonomik etkilere sahiptir. Çünkü, paraya ekonomik
süreçte önemli bir yer veren bütün modellerin artık geçerliliği tartışmalı hale gelecektir
ve paranın makroekonomik analizdeki önemi azalacaktır.
5.2. Türkiye'de Para Arzının İçselliği ve Kasım 2000 Krizinin Teorik
Açıklaması
Türkiye ekonomisindeki ve finansal piyasalardaki gelişmeler, para politikası
uygulamaları ve kamu açıklarının ulaştığı boyutlar dikkate alındığında Türkiye’de para
arzının içselliğinden söz edilebilir. İçsellikle ilgili yaklaşımları hatırlayacak olursak,
Türkiye'deki durum daha da açıklık kazanacaktır.
Finansal piyasalardaki ve araçlardaki gelişmeler, Türkiye'deki elektronik
bankacılığın gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan yeni araçlar ve bankaların bilanço
16
dışı işlemlere ve sürekli yeni araçlar arayışına yönelmeleri yapısal içsellik yaklaşımını
destekleyen bir tablo ortaya koymaktadır. Öte yandan, kamunu aşırı kaynak talebi
nedeniyle TCMB'nin para politikası uygulayamaması18 ve büyük ölçüde piyasanın ve
dolayısıyla kamunun taleplerine uyum sağlayıcı bir politika izlemesi de uyum sağlayıcı
içsellik yaklaşımının iddialarını doğrular niteliktedir. TCMB'nin önceliğinin giderek
piyasalarda istikrarı sağlamaya yönelmesi, Minsky'nin (1986) finansal istikrarsızlık
hipotezine de haklılık kazandırmaktadır. Nitekim 2000 yılının sonunda yaşanan likidite
krizi ve sonrasında Demirbank'a el konulması bu hipotezi desteklemektedir. Yani,
Merkez Bankası piyasaya likidite vermezse kriz olur şeklindeki teori geçerlilik
kazanmıştır. Bu durum uyum sağlayıcı içsellik yaklaşımını da desteklemektedir. 2000
yılında piyasalarda gelişmeleri gösteren Tablo:2’ye baktığımızda bu durum açıkça
görülmektedir. Krizin olduğu Kasım ayında ve sonrasında Aralık ayında TCMB net etki
anlamında piyasaya likidite sürmediği gibi piyasadan para çekmiştir.
Oysa ki, merkez bankaları bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır.
Holmes’un (1969:73) da ifade ettiği gibi, bankalar yasal karşılık yükümlülüklerini her
hafta yerine getirmek zorundadır. Bu çerçevede, ilgili bilanço haftası içinde rezervlerin
hesaplara geçmesi gerekmediğinden, merkez bankaları öyle veya böyle bankaların
ihityacı olan likiditeyi sunmak zorundadır ve bu konuda keyfi davranmamalıdır.
Ne var ki, Kasım 2000 krizinde bunun tam tersi yapılmıştır. Kasımın son
haftasında piyasaları fonlayan Merkez Bankası, IMF ile yapılan Stand-by Anlaşması
çerçevesinde Net İç Varlıkları (NİV) hedeflediğini ve bu konuda taviz veremeyeceğini
belirterek, 30 Kasım tarihinde oluşan NİV büyüklüğünü üst limit kabul ettiğini ve bu
limiti aşmayacağını, kısacası para politikası kurallarına geri döneceğini açıklamıştır.
Bununla birlikte, bu açıklama yapıldığında –1.200 trilyon TL olan NİV hedefi yaklaşık
700 trilyon TL kadar aşılmış durumdaydı.
Kısacası, NİV hedefinin tuttturulması, likidite krizinin çıkmasından daha öncelikli
görülmüştür. Aslında, zamanında ve doğru yapılacak bir müdahaleyle NİV hedefi hiç
aşılmadan ve kriz çıkmadan da bu likidite sorunu çözülebilirdi. 1211 sayılı TCMB
Kanunu’nun, 17.12.1999 tarih, 4491 sayılı Kanun ile değiştirilen Diğer Yetkiler ve
Görevler başlıklı 40/d maddesinde; “Banka'ca, banka sisteminde belirsizlik ve
güvensizlik oluşması ve fon çekilişlerinin hızlanması halinde, Kanun’un 36 ncı
maddesinin (b) fıkrası kapsamında, haklarında belirsizlik ve güvensizlik oluşan veya
4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun 14 üncü maddesi kapsamında bulunan bankalara,
şartları Banka tarafından kararlaştırılmak üzere, fon çekilişlerini karşılayacak miktarda
kredi verilir.” denilmektedir. Banknot ihracına ilişkin 36/b maddesinde de bu maddeye
atıfta bulunulmaktadır. Yani, TCMB bu amaçla banknot ihraç etme yetkisine sahiptir.
Ancak, Kanun’un tanıdığı bu imkan doğrudan kullanılarak ilgili bankaya bu çerçevede
kredi verilmemiş, bunun yerine piyasaya likidite sunulmuş, bu likidite de açık pozisyon
kapamak amacıyla döviz alımında kullanılmıştır. TCMB bu işlemler sonucunda bir kaç
gün içinde yaklaşık 6 milyar dolarlık döviz satmış, kriz de önlenememiştir. Halbuki,
likidite sorunu yaşayan bankaya doğrudan kredi verilseydi, hem NİV hedefi bu kadar
aşılmayacak hem de krizin çıkması önlenebilecekti.
18 TCMB’nin 1990 ve 1992 yılları hariç kapsamlı bir para programı açıklayamaması, 1992’de açıklanan
programın da hedeflerinden çok uzaklaşması ve 1998’de açıklanan para programının hedef büyüklük ve
rakamlarının yıl içinde revize edilmesi bu durumun açık bir göstergesidir.
17
Tüm bu gelişmeler, likidite probleminin boyutunun tam olarak algılanamadığını
ve dolayısıyla doğru ve zamanında önlem alınamadığını göstermektedir. Bu noktada, 1
Eylül 2000 tarihi itibarıyla faaliyete geçen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
ile TCMB ve Hazine arasında gerekli koordinasyonun sağlanamamasının da sorunun tam
olarak algılanamamasında ve önlemlerin zamanında alınamamasında etkisi olduğunu
belirtmek gerekmektedir. Eğer, sorunun algılanmasında eksiklik olmadığı kabul edilirse,
bu bizi likidite yönetiminde hata yapan Demirbank’ın kaderiyle başbaşa bırakıldığı
sonucuna götürmektedir ki bu daha vahimdir. Nedeni ne olursa olsun , program yara
almış ve belirsizliklerin daha da artmasına ve programa olan güvenin sarsılmasına yol
açmıştır. Ortada bir program ve NİV hedefi olsa da kriz durumunda bu hedeflerin gözardı
edilmesi veya eldeki diğer kredi imkanlarının kullanılması gerekmektedir. Aksi takdirde,
içsellik yaklaşımında ve finansal istikrarsızlık hipotezinde belirtildiği gibi kriz kaçınılmaz
hale gelecektir.
SONUÇ
Bu çalışmada, Kasım 2000’de Türkiye’de yaşanan kriz teorik olarak açıklanmaya
çalışılmıştır. Bu amaçla, kriz öncesi dönemde IMF ile 1998’de imzalanan Yakın İzleme
Anlaşması ve 1999 sonunda imzalanan Stand-by Anlaşması çerçevesinde uygulanan para
politikaları incelenmiş ve krizin nedenleri ve sonuçları irdelenmiştir. Para arzının içselliği
yaklaşımı ve finansal istikrarsızlık hipotezinde belirtildiği gibi, merkez bankasının
bankaların rezerv ihtiyaçlarını karşılamaması durumunda krizin ortaya çıkacağı iddiasının
Türkiye’de son yaşanan krizle birlikte geçerlilik kazandığı sonucuna varılmıştır. Yani,
son kriz Türkiye’de para arzının içsel olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.
Para arzı ister kamu açığından, ister özel sektörün kredi talebinden, isterse de
ödemeler dengesi fazla veya açıklarından etkilensin, bütün bunlar paranın içsel olduğunu
ve merkez bankası tarafından kontrol edilemediğini göstermektedir. Bütün kredi-para
ekonomilerinde merkez bankaları faiz oranları veya döviz kurlarını yönlendirerek veya
kontrol ederek para ve kredi talebindeki değişikliklere uyum sağlarlar.
Bu çerçevede, Türkiye’deki gelişmeleri dikkate aldığımızda, para arzı içseldir
demek mümkündür. Son yıllarda, TCMB’nin amacı piyasalarda istikrarı sağlamak ve
Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştırmak haline gelmiş ve fiyat istikrarını sağlamak
ikinci plana gerilemiştir. Ancak, bu gelişmenin nedeni sadece piyasalardaki gelişmeler ve
paranın içsel olması değil, Türkiye’nin kamu açıklarına yapısal çözüm bulamaması
nedeniyle kamu kesiminin piyasalardaki belirleyici rolüdür.
2000 yılı Kasım ayında yaşanan kriz bir likidite krizi olmakla birlikte, 1999 ve
2000 yıllarında bankacılık sektöründe yaşananlar dikkate alındığında, bu krize bankacılık
krizi de demek mümkündür. Türkiye’de yaşanan krizlerin --ister bankacılık ister likidite
krizi olsun-- nedeni, Türkiye’nin ekonomik yapısı ve yönetim yetersizliğidir. Yani
krizlerin nedeni konjonktürel olmaktan çok yapısaldır. Krizler, ders alınmadığı ve krize
neden olan yapısal sorunlar çözülmediği müddetçe, uygulanan politikalara ve
konjonktüre bağlı olarak tekrar edecektir. Bankacılık sisteminin yapısını değiştirerek,
dünya ölçeğinde rekabet edebilir ve krize karşı koyabilir düzeye getirecek reformlar bir
an önce gerçekleştirilmelidir. Bu hem sektörün sağlığı hem de enflasyonu önleme
programının başarısı, yani ülke ekonomisinin geleceği için önemli bir şarttır.
18
KAYNAKÇA
Akgüç, Öztin (1989), 100 Soruda Türkiye’de Bankacılık, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1989 (İkinci
Baskı).
Balino, Thomas J.T. (1991), “The Argentina Banking Crisis of 1980,” in V. Sundararajan and
Thomas J. T. Balino (eds.), Banking Crises: Cases and Issues, Washington, D.C.:
International Monetary Fund, s.58-112.
Ersel, Hasan ve Güven Sak (1995), “İşletme Sermayesi İhtiyacı, Kredi Bağımlılığı ve Şirketler
Kesiminin Kriz Dönemi Performansı,” İşletme ve Finans, Nisan 1995.
Ertuğrul, Ahmet ve Osman Zaim (1996), Türk Bankacılığında Etkinlik: Tarihi Gelişim Kantitatif
Analiz, Ankara: İşletme ve Finans Yayınları: No: 3, 1996.
Freixas, Xavier and Jean-Charles Rochet (1998), Microeconomics of Banking, Cambridge and
London: The MIT Press, 1998 (second printing).
Giordano, Robert (1987), “The Federal Reserve’s Rseponse to the Stock Market Crash,”
Economic Research, Goldman Sachs Economic Research Group, December 7, 1987.
Goodhart, Charles A. E (1986), “Financial Innovation and Monetary Control,” Oxford Review of
Economic Policy, Vol.2, No:4, Winter 86, pp.79-101.
Goodhart, Charles A. E. (1989), “Has Moore Become Too Horizontal?” Journal of Post
Keynesian Economics, Vol.12, No.1, Fall 1989, pp.29-34.
Goodhart, Charles A. E. (1994), “Strategy and Tactics of Monetary Policy: Examples From
Europe and the Antipodes”, BES Working Paper No.9425.
Günal, Mehmet (2001a), Merkez Bankası’nın Değişen Rolü ve Para Politikası Uygulamaları,
İstanbul: İMKB Yayınları (basım aşamasında).
Günal, Mehmet (2001b), Bankacılık Sektörünün Sorunları ve Geleceği, Yayınlanmamış
manüskript.
Holmes, Alan R. (1969), “Operational Constraint on the Stabilization of Money Supply Growth,”
in Controlling Monetary Aggregates, Proceedings of the Monetary Conference,
sponsored by the Federal Reserve Bank of Boston, June 1969.
International Monetary Fund (IMF) (1998), “Origins of Currency and Banking Crisis,” World
Economic Outlook, May 1998.
Kaldor, Nicholas (1986), The Scourge of Monetarism, Oxford, New York, Toronto: Oxford
University Press, (second edition, first published in 1982).
Kaldor, Nicholas and James Trevitchik (1981), “A Keynesian Perspective on Money,” Lloyds
Bank Review, January 1981, pp.1-19.
Karacan, Ali İhsan (1996), Bankacılık ve Kriz: Bir Yazın Taraması, Finans Dünyası Yayınları No:
1, Tütünbank, 1996.
Lavoie, Marc (1984), “The Endogenous Flow of Credit and the Post Keynesian Theory of
Money,” Journal of Economic Issues, Vol.8, No.3, September 1984, pp.771
Lavoie, Marc (1992), “Jaques Le Bourva’s Theory of Endogenous Creidt-Money,” Review of
Political Economy, Vol.4, No.4, pp.436-446.
Minsky, Hyman (1957), “Central Banking and Money Market Cahnges,” Quarterly Journal of
Economics, Vol.71, No.2, May 1957, p.171.
Minsky, Hyman (1982), Can “It” Happen Again?, Armonk, New York: M.E. Sharpe, Inc., 1982.
Minsky, Hyman (1986), “Evolution of Financial Institutions,” Journal of Economic Issues,
Vol.20, No.2, p.345.
Moore, Basil J. (1985), “Wages, Bank Lending, and the Endogeneity of Credit Money”, in M.
Jarsulic (ed.), Money and Macro Policy, Boston: 1985, Kluwer-Nijhoff, pp.1-28.
Moore, Basil J. (1988), “Unpacking the Post Keynesian Black Box: Wages, Bank Lending and
Money Supply,” in Philip Arestis (ed.), Post Keynesian Monetary Economics: New
Approaches to Financial Modelling, Hants and Vermont: Edward Elgar, pp.122-151.
19
Moore, Basil J. (1988b), Horizontalists and Verticalists: The Macroeconomics of Credit Money,
Cambridge University Press, Cambridge, 1988.
Moore, Basil J. (1988c), “The Endogeneous Money Supply,” Journal of Post Keynesian
Economics, Vol.10, No:3, pp.372-385.
Moore, Basil J. (1997), “Reconciliation of the Supply and Demand for Endogenous Money,”,
Journal of Post Keynesian Economics, Vol.19, No.3, Spring 1997, pp.423-435.
Nascimento, Jean-Claude (1991), “Crisis in Financial Sector and the Authorities Reaction: The
Philippines,” in V. Sundararajan and Thomas J. T. Balino (eds.), Banking Crises: Cases
and Issues, Washington, D.C.: International Monetary Fund, s.175-233.
Pollin, Robert (1991), “Two Theories of Money Supply Endogeneity: Some Empirical Evidence”,
Journal of Post Keynesian Economics, Spring 1991, Vol. 13, No.3, pp.366-396.
Russel, Steven (1993), “The Government’s Role in Deposit Insurance,” Federal Reserve Bank of
St. Louis Review, Vol. 75, No.1, January/February 1993, pp.3-9.
Togay, Selahattin, “Post-Keynezyen Teoride Para Arzının İçselliği,” Ekonomik Yaklaşım, Cilt: 5,
Sayı: 13, 1994, s.47-66.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (1998), 1998 Yılı Para Politikası Uygulaması, (Başkan
Gazi Erçel’in 8.1.1998 tarihli Basın Toplantısı), Ankara: TCMB.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (1999), Yıllık Rapor: 1998, Ankara: TCMB, 1999.
Velasco, Andres (1991), “Liberalization, Crisis, Intervention: The Chilean Financail System,
1975-1985,” in V. Sundararajan and Thomas J. T. Balino (eds.), Banking Crises: Cases
and Issues, Washington, D.C.: International Monetary Fund, s.113-174.
Wray, L. Randall (1990), Money and Credit in Capitalist Economies: The Endogenous Money
Approach, Hants and Vermont: Edward Elgar.
Wray, L. Randall (1992), “Commercial Banks, the Central Bank, and Endogenous Money”,
Journal of Post Keynesian Economics, Vol. 14, No. 3, (Spring), pp.297-310.